@begumozturuk
|
Aden Karaca 17 Ocak 2025 (Cinayetten iki gün önce) 'Biz' Merdivenlerin trabzanını sıkıca tuttum, korkuyordum. Yüzüme düşen saçlarım gözyaşlarımın ıslattığı yanaklarıma yapışıyor, dudağımdan çeneme yoğun kıvamlı bir sıvı süzülüyordu. Titreyen parmağım dudağıma dokundu, dudağım patlamıştı. Yansımamı görmüyordum. Lakin dokunuşlarımla sızlayan yanağım uzun bir süre arkadaşlarımın yanına parka gidemeyeceğimin göstergesiydi. Hırıltıyı andıran nefesimin sesini Asaf’ın hıçkırıkları bastırılmaya başladığı an kafamı kaldırıp üst kata baktım. Asaf uyanmıştı, merdivenlerin köşesine sinmiş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bir keresinde bana, baba seni her bodruma indirdiğinde öleceğini sanıyorum, demişti. Yine öleceğimi mi düşünüyordu? Onu rahatlatmak istercesine dudaklarımı araladım. Yalnızca iyi olduğumu söyleyecektim. Lakin saçlarımda hissettiğim derin bir acıyla dudaklarımdan kelimeler değil, çığlıklar döküldü. Saçlarımı toplayamamıştım, bu yüzden her çekişinde avucunda tutamlarımın kaldığını hissediyordum. Acıyla gözlerimi yumdum, uzanıp trabzana daha sıkı sarıldım. Tahtaya değen karnım alev alev yanıyor, tutunduğum kolum deli sızlıyordu. Ama yine de direndim, karşı koydum. Biliyordum, karşı koymasam bu kadar acımazdı canım. Oraya inince iyileşmeye başlayacaktım, baba orada canımı daha fazla yakmayacaktı. Lakin yine de istemiyordum işte. Oraya inmek istemiyordum. Orası karanlıktı, ben karanlıktan korkuyordum. Orası soğuktu, ben çok üşüyordum. “Adnan yapma!” Annem çaresizce babanın kolunu tuttu. “Hasta zaten çocuk…” Baba, annemi hiddetle ittirdi. Annem yere düştü. “Karışma! Sen şımartıyorsun zaten bunları!” Asaf’ın hıçkırıkları boş evimizin koridorlarında yankılanmaya devam etti. Annem düştüğü yerden kalkamadı, gözyaşları içerisinde “Özür dile, Aden. Duymadığın için özür dile, kızım.” Dedi sadece. Baba, birkaç dakika önce bana seslenmişti. Onu duymuştum. Lakin o kadar yorgun hissediyordum ki vücudumu hareket ettirip de yataktan çıkamamıştım. Bu onu çok kızdırmıştı. “Özür dilerim.” Dedim, yalvarırcasına. Beni bıraksın istiyordum, gücüm tükeniyordu. Yalnızca beni bıraksın istiyordum. Baba kollarımı sertçe trabzandan ayırdığında pes ettim. Birkaç gıcırdayan basamağın ardından dizlerimin üzerine kapaklandım, sıcak tenim buz gibi fayans zemin ile irkildi. Burası bugün daha da soğuktu. “Aden…” Ardımdan kapanan kapıyla etraf zifiri karanlığa gömüldü. Gözlerimi yumdum, uyursam daha çabuk geçecekti biliyordum. Fayansa çarpan zincir sesini işittim. Zincirin önceden açtığı yaralar daha kapanmadan baba zinciri yine ayak bileğime geçirmişti. Bunu o evde yokken kaçmayayım diye yapıyordu. Lakin bilmiyordu ki kaçtığım zaman beni daha çok hırpalayacağından korkuyor, kaçmayı denemiyordum bile. Soğuk zinciri tenimde hissettiğimde acıyla dudaklarımı birbirine bastırdım. Sessimi çıkartırsam öfkelenirdi, ağlarsam daha çok kızardı. “Aden…” Ses çıkartmak bir yana dursun, nefes bile almadan gitmesini bekliyordum. Sıkı sıkıya yumduğum gözlerimi bir an olsun açmıyor, dudaklarımı tüm gücümle birbirine bastırıyordum. Baba kapıyı açıp kısa bir anlığına içeriyi aydınlatsa da ben kendimi karanlıkta bırakmaya devam ettim. “Aden…” Göğüsüm hızla inip kalkıyor, küf ve rutubetin iğrenç kokusu ciğerlerime doluyordu. Şanslıydım, burnum kırılmamıştı. “Aden…” Titreyen elim saç diplerime uzandı. Parmaklarım sıcak sıvıyla ıslandı, yer yer oluşan boşluklarda dolandı. Savaş’ın bana verdiği tokayı takmamıştım, saçlarım yine kopmuştu. Acıyla kıvrandım. Hafta sonu İlknur anne saçımı örecekti. Saçlarım yolunmuştu, ona ne diyecektim? Saçlarımı örmeyi çok istiyordu. Örmesini istemediğimi söylesem bana kırılır mıydı? “Aden!” Kolumda hissettiğim dokunuş ile irkildim. Gözlerim aydınlığa alışırken sıkı sıkıya tutuğum trabzana, merdivenin açıldığı kapıya ve koluma dokunan kişiye baktım. Savaş… “Hadi ama Aden…” Bakışlarım bodruma döndü, ses oradan geliyordu ve İren’e aitti. Ama az önce… Zihnim yine bana oyun oynamaya mı başlamıştı? Son bir haftadır ilaçlarımı düzgün kullanmamıştım, zihnimin en ufak benzerlikte tetiklenmesinin sebebi bu muydu? Savaş’ın kolumdaki eli hareketlendi, bilinçsizce bileğini kavrayıp ittirdim. Bana dokunmasını istemiyordum. Şu an kimsenin bana dokunmasını istemiyordum. Kontrolsüzce gıcırdayan merdivenlerde aşağı doğru bir adım attım. Evin üst katına giden cam duvarlı yeni merdivenin aksine bodruma inen merdiven yaşadığım evdekinin birebir aynısıydı. Bu nasıl olabilirdi? Kızgın bir ateşe dokunuyormuşçasına yanan avucumu trabzanlardan çektim. İren’in evindeydim, biliyordum ama sanki değildim de… Göğüsüm hızla inip kalkıyordu, titreyen nefesim aceleci bir tavırla dudaklarımdan dökülüyordu. Hareketsizce bodrumun kapısına baktım, merdivenin gıcırdayan sesi kulaklarımda çınladı. Arkamdaki Savaştı, biliyordum ama sanki babaymış gibi hissediyordum. “Hadi ama alt tarafı bir şarap seçeceğiz.” Soğuk terlerin sırtımdan süzüldüğünü hissettim. Bedenim kontrolümün dışında titremeye başlamıştı ve ben bunu nasıl durduracağımı bilmiyordum. Savaş’ın titrediğimi fark etmemesi için tekrar trabzanlara tutundum, oradan güç alırsam merdivenlerden kolaylıkla inebileceğimi düşünmüştüm. Çok şükür ki yanılmamıştım. Her bir adımımda gıcırdayan merdivenlerden ağır ağır indim, bu merdivenleri ilk defa kendi isteğimle, tek başıma iniyordum. Eski tahta kapıya vardığımda kalp atışım korkuyla hızlandı. Ya içeride seni bekliyorsa diye sordu, içimdeki ürkek çocuk. Bizi bulamazdı değil mi? Böyle bir şey olamazdı… Değil mi? Kapıyı yavaşta ittirdim. İren içerideydi, taş duvarlarında içkilerin yer aldığı bir odanın tam ortasında koyduğu varilin önünde duruyordu. “Neredesin? Alt tarafı bir soru soracağım yani!” İren sahte bir öfkeyle kaşlarını çattı. Solundaki duvarın ortasında yer alan çekmeceli rafın üzerinde duran içkileri işaret etti. “Böğürtlenli favorim. Lakin kaliteli beyaz ve kırmızı şarabımda var. Sence hangisi olsun?” Yutkundum. Baba burada değildi. Ayrıca burası evimden çok farklıydı. Aydınlıktı, yerleri duvarları taştandı. Tarihi bir havası vardı, görüntüsü büyülüyordu. Lakin yine de diken üzerindeydim. İyi de neden? Gördüklerimden sonra rahatlamam gerekmez miydi? “Kırmızı.” Savaş’ın sesini hemen arkamda işittim. Devasa gölgesi mahzene düştü, muhtemelen birkaç basamak üstümde duruyordu. “Pekâlâ, o zaman kırmızı çıkartıyorum.” Gülümsemeye çalıştım. Fakat kalbim hala korkuyla atıyor, ellerim hala tir tir titriyordu. Ellerimi pantolonumun cebine gizledim. Kendimi iyi hissetmiyordum. Bir an önce buradan uzaklaşmak istiyordum. Arkamı döndüm. Yukarıya doğru bir adım atacaktım ki hemen arkamda duran Savaş’ı fark etmiş, kendimi göğsüne çarpmamak için son anda durdurmuştum. En başından beri bana bu kadar yakın mı duruyordu? Siyah Lacoste tişörtünden yayılan okyanusu andıran parfümü burnuma doldu, ürkekçe kokusunu soludum. Sarılsa geçer miydi? Çocukken geçiyordu… Gözlerimi yumup korkusuzca kokusunu solumamak için direndim. Gitmem lazımdım, hem de bir an önce! Savaş biraz kenara çekilip geçmem için müsaade etti. Tereddüt etmeden ilerlediğimde İren’in “Peki ya sence bu mu bu mu?” diye sorduğunu işittim. Neyse ki bu sefer sorusunun muhatabı ben değildim. Merdivenleri üçer beşer çıkıp koridora doğru döndüm. Nefes nefeseydim, dilim damağım kurumuştu. Kalbim sakinleşse de su içip soluklanmaya ihtiyacım vardı. Zihnimi boşaltmalı, nefes almalıydım. Mutfağa doğru yöneldim. Daha dikkatli olmalıydım. İlaçlarımı unutmamalı, saatini geciktirmeden içmeliydim. Gerekirse tekrar alarm kurmaya başlamalıydım. Kapı kulpuna uzandım. Lakin indirmeden Müge’nin “Öldürürüm seni, Barış.” Dediğini duymuş, duraksamıştım. İçeriye girip girmemek arasında tereddüt ettim. Tartışıyorlar mıydı, yoksa başka bir şey mi vardı? Anlamıyordum ama şimdi gidersem Müge’ye arkamı dönecekmişim gibi hissedecektim. Klasik Bilgin erkekleri işte, insana güven vermiyordu. “Zaten öldürüyorsun.” Dedikten hemen sonra acıyla inleyen Barış’ı duymam ile daha fazla dayanamadım, ne olduğunu görmek için kulpu indirdim. İçeriye girmemle görüş açıma girdiler. Ada mutfağın hemen arkasında Barış kanayan burnunu havaya kaldırmaya çalışıyor, Müge ise alnını ovalıyordu. “Ne oluyor?” Ne olduğu açıkça ortadaydı aslında, Müge resmen Barış’a kafa atmıştı. “Bir şey yok. Sadece hadsizlere haddini bildirdim.” Müge saçlarını savurdu, hiçbir şey yapmamış gibi umursamazca meyvelerden oluşan tabağı aldı ve mutfaktan çıkmadan hemen önce sakinlikle “Sana da tavsiye ediyorum. Rahatlarsın.” Dedi kulağıma doğru. Dehşetle Müge’nin arkasında bakakalmıştım. Ben onun için endişelenirken aslında… Bakışlarımı Barış’a döndü. Burnundan sızan kan avuçlarına dolmuştu. Aslında endişelenmemem gereken Barış mıymış yani? Şok içerisinde buzluğa doğru yöneldim. “Yere otur, kafanı önüne eğ ve baskı uygulamaya devam et. Buz getireceğim” Barış dediklerimi yaparken buzluğu açtım, buz tabletlerini aldım. Bilgin erkeklerine kafa göz dalma fikri ne kadar cazip gelse de bunu benden önce Müge’nin yapmış olması gerçekten çok garipti. Barış’ı histerik bir şekilde güldü. “Şaka gibi! İlk defa bir kızdan dayak yiyorum.” Tabletleri burnuna bastırdım. “İlk defa mı?” Saçlarını çektiğim günü hatırlatmak istercesine kinayeyle baktım. Barış gözlerini devirirken gülümsedi. “Doğru. Sen bir, Müge iki. Sırada kim var, İren mi?” Bilmiyorum dercesine dudaklarımı büzdüm, Barış’ın gülümsemesi acıyla dudaklarından silindi. Kanaması durmuştu, lakin gülerken canı yanmış olmalıydı. “Ne dedin de kızdı bu kadar?” “Hiç” diyerek omuz silkti, hemen ardından da ayaklandı. Onunla birlikte doğruldum. “Biz böyle anlaşıyoruz. Şiddetli bir ilişkimiz var artık.” Artık… Garip olanda tam da buydu işte. Çocukken Müge, Barış’a hiç kıyamazdı. Kelimenin tam anlamıyla üzerine titrer, kendinden çok onu önemserdi. Şimdi ne değişmişti de şiddetli bir ilişkileri olmuştu, anlamıyordum. “Lan!” Savaş’ın sesiyle irkilip birkaç adım geri çekildim. Savaş ise şok içerinde kardeşini tuttu. “Ne oldu oğlum burnuna?” Bakışlarım onlarda oyalandı, daha doğrusu onda. Savaş, yavaş hareketlerle buz kütlesini Barış’ın burnundan uzaklaştırıp ne olduğuna bakarken gözlerim endişeli yüzünün her zerresinde dolaştı. Sakallarını yeni tıraş etmişti. Siyah giydiği için ela gibi duran yeşil gözlerini dağınık bıraktığı saçları yer yer örtüyordu. Hafif bukleli saçlarına tahammül edemeyerek geriye doğru yatırdı, inatçı bukleleri tekrar gözlerine düştü. Dudaklarım hafifçe kıvrıldı. Çocukken de saçlarını dağınık bırakırdı ve adliyede olduğu zamanlar harici hala dağınık kullanmayı tercih ediyordu. İşini önemsiyor olmaydı, dikkatini dağıtacak her unsuru ortadan kaldırıyordu. Fakat seviyor muydu, acaba diye düşünmeden edemedim. Çocukken mimar olmak istiyordu, fikrini ne değiştirmişti? Hissettiğim izlenme dürtüsüyle bakışlarım Barış’a döndü. Yüzünde oluşturduğu ukala ifadesiyle bana bakıyor, sırıtıyordu. ‘Ne var?’ dercesine kafamı iki yana salladım. Kaşlarıyla Savaş’ı işaret etti, yüzündeki gülümsemesi daha da büyüyüp Savaş’ın dikkatini çekti. Siktir! “Ne oluyor?” Savaş’ın bakışları bana döndü. Aptal ikizin beni yanlış anladı sadece, bir şey olduğu yok! Bilmiyorum dercesine dudaklarımı düzdüm. Bu sefer Barış’a döndü, Savaş. “Ben mi söyleyeyim?” Barış meydan okurcasına bana baktı. Ne diyecekti? Dalmıştım sadece. Niye böyle bakıyordu? Ne düşünüyordu, Savaş’ı kestiğimi falan mı? Ah, hayır… Barış bilmişlikle dudağını kıvırdığında itiraz etmek için atılmaya hazırdım. Kesin yalan yanlış şeyler söyleyecek beni yerin dibine sokacaktı. “Burnumu Aden dağıttı.” “Ne?” dedim adeta bağırarak. “Bak bir de iftira yemiş gibi şaşırıyor.” Barış buz küplerini geri burnuna dayarken Savaş kuşkuyla kaşını kaldırıp bana baktı. “Eh tabi ikizime sinirlenip de beni kurban ettiğini Savaş’a söyleyemeyeceğin için mağdura yatıyorsun ama ben bu oyunu bozarım, üçüncü!” Olumsuz anlamda kafamı salladım. Böyle bir şey olmamıştı, ne Savaş’a sinirlenmiştim ne de Barış’ı kurban etmiştim. Savaş kollarını göğsünde birleştirip tezgâha yasladı. Lacoste’u gerilen kaslarıyla kolunu sardı. Vücudunda gezindirdiğim parmaklarımın uçları uyuştu, gözlerimi kaçırdım. “Sana kızmış.” Dedi, bir anda Barış. “Yapma, etme biz çok eski dostuz dedim. Geçirdi bir tane.” Yumruğuyla burnuna vururmuş gibi yaptı. Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı, Barış beni Savaş’a şikâyet etmeye devam etti. “Ama sorun değil, üçüncümdür der basarım bağrıma ben! Kardeşim o benim…” Barış ağır adımlarla ada mutfağın etrafında dolaştı, tam karşıma geçti. Beni daha ne kadar şaşırtabilirdi, bilmiyordum. Merak içerisinde devam etmesini bekledim. “Fakat sen, sana ettiği hakaretleri duyup nasıl affedersin bilmiyorum ikizim.” Yok artık! “Hakaret falan etmedim ben!” “Ana bacı girdi, ikizim.” Refleks olarak topuklu ayakkabıma uzanıp çıkarttım, Barış’a doğru fırlattım. “Yalan söyleme, İlknur teyzeye küfretmem ben!” Barış ayakkabımdan ustaca kaçtı. Uzanıp diğer tekini de çıkarttım. “Bak görüyor musun? Hala saldırıyor!” İkincisini de Barış’a doğru fırlattım. “Gebertirim seni, Barış! Doğruyu söyle.” Bu kadarı da fazlaydı. Düşüncesi bile berbattı, ben İlknur anneye asla küfretmezdim. İkincisi kolunu sıyırdı, paçalarım yerde sürünse de kaçmaması için yönde üzerine doğru ilerlemeye başladım. “Doğruyu söyleyeceksin.” “Görüşmeyeli ne olmuş böyle sana? İyice asabi birine dönüşmüşsün. Bu ne hiddet canım. Önce küfret sonra saldır.” İddia ettiğine göre önce saldırmış, sonra küfretmiş ve yine saldırmıştım. “Al işte!” dedim, Yalanını ortaya çıkartmanın coşkuyla kıkırdayarak. “Önce burnunu dağıttığımı iddia etmiştin az önce. Şimdi küfrettiğimi söylüyorsun.” Barış aramızdaki tezgâhı ustaca kullanıyor ona yaklaşmama izin vermiyordu. “Burnuma aldığım darbe kafa travmasına yol açmış olabilir. Karıştırmışım.” Şok içinde aralanan dudaklarıma gülerek elimle kapattım. “Sen çok fenasın.” İşaret parmağımı ona doğru salladım. “İki dakikada bu kadar yalan… Pes, artık!” Barış kapıdan kaçmak için her halemde bulunduğunda onu engelliyordum. Savaş ise hiçbir şey yapmadan keyifle bizi izliyordu. “Kesin ilk darp ettiği ben değilimdir, bunun. Artık insanları nasıl korkuttuysan konuşmalarını engellemiş, görüyor musun ikizim? Lakin beni susturamaz. Bu sefer sağlam kayaya çarptı. Karşında koskoca Türkiye Cumhuriyeti avukatı var!” Kahkaha attım. “Barış yemin ederim döverim seni.” Barış çok kısa bir anlığına duraksadı, Savaş’a doğru döndü. “Görüyor musun tehditleri. Ben davacı…” Bu kısa anı fırsat bilip hızlıca koştum. Tam üzerine atılıp saçlarını tutacaktım ki belimde hissettim el ile arkamdaki bedene yapıştım. “Davacıyım!” diye bağırdı, Barış kapıya doğru koşarken. Lakin ben onu kovalamayı bırak, hareket dahi etmiyordum. Belimde Savaş’ın eli vardı, dantelli korsemin açıklığında elinin sıcaklığını tenimde hissediyordum. Eli göğsümün hemen altındaydı, vücudu üzerime eğilmişti. Neşeli gülümsemesini çok yakınımda duyuyordum. Hızla inip kalkan göğüsüm yüzünden çıplak omuzlarımın sarsılarak onun sıcak göğsüne çarpıyordu. Buz gibi olan bedenim, onun sıcaklığıyla ısınıyordu. Yutkundum. “Savcının önünde beni tehdit ettin ve saldırdın. Sen bittin üçüncü! Mahkeme solanlarında seni sürüm sürüm süründüreceğim.” Barış kaçarcasına mutfaktan çıktığında elim Savaş’ın elini sardı. Bedenim kontrolsüzce kollarında titrerken parmaklarımı parmaklarına geçirdim, yavaşça elini üzerimden çektim. Dokunuşları karşısında savunmasızdım, kalbim ona karşı hala çok savunmasızdı. Biliyordum ve bundan nefret ediyordum. Akıllanmıyordu. Kahretsin ki akıllanmıyordu. En ufak temasında kontrolü ele almak için direniyor, savaşıyordu. Gidişini unutuyor, yaşattıklarını unutuyordu. Savaş’a doğru dönmeden ayakkabılarımı aldım, ellerim titriyordu. Ne zaman heyecanlansam ya da korksam titrerdi zaten. Umursamadım, sıkı sıkıya tuttuğum ayakkabılarımı da alıp kaçarcasına mutfaktan çıktım. Koridoru döndüm, merdivenlere oturdum. Kalbim şuursuzca atmaya devam ederken dirseklerimi üst basamağa dayayıp kafamı geriye yatırdım. Dokunduğu yerlerde bıraktığı izler karıncalanıyordu, tenim yokluğunda buz kesiyordu. Titreyen nefesimi verdim. Ondan ne kadar kaçarsam kaçıyım, beni yakalıyordu. Ne kadar saklanırsam saklanayım, beni bir şekilde buluyordu. Ne yapacaktım? Nasıl baş edecektim, onunla? Nasıl uzak tutacaktım onu kendimden? Daha ben kendime hâkim olamıyordum, ona nasıl olacaktım ki? Ucu bucağı görünmeyen bir ormana dalıyordum yine. Düşüp yara alacağımı bile bile uzatıyordum elimi ona. Bu sefer bırakmamak üzere tutacak mıydı ki elimi? Neden öyle olmasını umut ederek tutuyordum ki elini? Neden yapıyordum ya bunu kendime? Ben karanlıktan korkardım. Orman çok karanlıktı, elimi bırakırsa yolumu bulamazdım. Bunu bile bile neden istiyordum bunu? Bu kadar mı sevemiyordum kendimi? Bu kadar mı değersiz hissediyordum kendimi? Elimi bırakacaktı işte. Bunu zaten daha öncesinde de yapmıştı. Elimi bırakmış, karanlıkta beni yalnız bırakmıştı. Şimdi yine bırakacaktı, ben yine karanlıkta kalacaktım. Bu sefer nasıl bulacaktım yolumu? Ben yokken onlara ne olacaktı, peki? Selin’e, Efe’ye… Selin’i düşündüm. Hayat dolu o kız çocuğunun bana ihtiyacı vardı. Geceleri bensiz yatmaz, ben olmadan babasının mezarını ziyaret etmezdi. Bunu ona yapmaya hakkım yoktu. Kendimle beraber onu da bu karanlığa sürükleyemezdim. Onun için ışıkta durmalı, küçük adımlarının gerisinde yolunu aydınlatmalıydım. Kaybedecek çok şeyim varken hayatta kalamayacağım o ormana giremezdim, girmemeliydim! Ayakkabılarımı giyip doğruldum. Şimdi içeriye gidecek ve hiçbir şey olmamış gibi arkadaşlarımla sohbet edecektim. Olmamıştı çünkü. Kalbimin artık söz hakkı yoktu, onu susmaya zorlayan ise atmasını sağlayan tek kişiydi. Koridoru dönüp salona girdim. Giriş kısmının gördüğü koltuklarda kimsenin olmadığını fark edince duvarın ardında kalan yemek masasına oturduklarını anladım, ağır adımlarla yanlarına gittim. Herkes buradaydı. İren baş köşede duruyor, kadehlerimize şarap servisi yapıyordu. Onun iki yanında Müge ve Barış vardı. Barış kan damlayan üstünü değiştirmiş, yerine yanında oturan Bahar’ın kazağıyla aynı tonlarda krem bir kazak giymişti. Bahar’ın hemen yanında Savaş, Savaş’ın karşısında ise Efe oturuyordu. Tek boş kalan sandalyenin ikisini arasında kalması ne kadar da ikonikti. Umursamadan benim için bıraktıkları yere oturdum. Hafifçe Savaş’a sırtımı döndüm ve bacağını diğerinin üstüne attım, sorun çözülmüştü. “Üşümüyor musun böyle?” Efe çıplak omuzlarıma dokundu, sıcak eli kollarıma değince irkildim. İçerisi dışarıdaki havaya rağmen sımsıcakken bedenim buz gibiydi. Efe hissettiği soğuklukla kaşlarını çattı, soğukluğumun sebebini üşümem sanmıştı. Omzuna bağladığı kahverengi kazağı çıkarttı, kucağıma bıraktı ve “Giy!” dedi sadece. İtiraz etmeden kazağı giydim. Kız arkadaşlar, erkek arkadaşlarının bu jestine karşı koyamazdı. Teşekkür edercesine gülümsedim, Efe uzanıp elimi tuttu. İzlendiğimi hissediyordum. Lakin bir an olsun bakışlarım Savaş’ın olduğu yöne dönmüyor, elimin Efe’nin sıcak avucunda ısınmasına izin veriyordum. “Selin ile konuştun mu hiç?” diye sordum merakla. Selin’i özlemiştim, bu uzun zaman sonra ayrı kaldığımız ilk gündü. “Az önce aradım, Eda’yı. İyilermiş, takılıyorlarmış, Eda’nın tabiriyle, ama Selin şimdiden pazarlığa başlamış. Yatarken seni görüntülü aramak istiyormuş.” Burukça gülümsedim. “Olur, arayalım.” Onunla uyumaya en az onun kadar alışmıştım. Göğsüme dayadığı saçlarını okşayıp seçtiği kitabı okurken hissettiğim huzur o kadar başkaydı ki yerini hiçbir şeyle dolduramazdım. “Kadeh kaldırmak istiyorum.” Kadehini kaldırdı ve teşekkür edercesine bize baktı, İren. “Size, daha doğrusu bize, iyi ki geldiniz.” İren’e eşlik ettim. Kadehimi bize kaldırdım, yıllar sonra tekrar var olan bize…
🕯 Hiçbir benzerlik sebebsiz yere değildir. Hadi bakim, spoi saldım giitti!!! Nabıyosunuz, nasılsınız bakalım ballarım 💛 Ben bıraktığınız gibiyim. Katil kim oyunu üzerinde çalışıyorum, eh bir de buradakileri VPN aracılığıyla Wattpad’e yüklemeye çalışıyorum. Anlayacağınız work work 🫣 Neyseeee bölümü nasıl buldunuuuuzzz ?? ❤ Aden’e bir tavsiye verecek olsaydınız ona ne derdiniz? Merakla cevaplarınızı bekliyoruuummm Bölüm hoşunuza gittiyse yıldızları parlatmayı 🌟, satır sonrlarında benimle buluşmayı 🫂 unutmayın Önümüzdeki pazartesi tekrar görüşüne kadar kendinize cici bakııınnn, ballarımmm 💕 Öpüldünüz ❤ |
0% |