@belarophontes
|
'' Duvarı yıkacak gücüm yoksa onu yıkmak için kendimi parçalayacak halim yok tabii ki fakat önümde duvar var diye ona boyun eğecek de değilim. ''
yeraltından notlar
ஆ
1
ilahi komedya
Sokakların sessizliği çocuklar içindir. Öyle ki avaz avaz bağırmadan önceki bazı sessizlikler gibidirler. Yine öylesine sessiz bir geceydi. Yanımdan sokağı kırmızı ve mavi ışıkları boyayarak geçen polis aracı, lastiklerini yakarcasına durdu pahalı bir restoranın hemen karşısında bulunan kırmızı ışıklarda.
Aralık ayının kasveti ve buhranı sokağa resmedilmiş gibiydi. Bende bu resmedişi uzun uzun izledim. Üzerlerinde deri ve muhtemelen gerçek olan ceketlerle pahalı şaraplarında demlenerek çıkan üst sınıflar, ortalarında bir polis arabası ve o restoranı izleyen bir evsiz. Bir liste olmaktan, sınıflardan, ekolojik yapılardan ve hatta insaniyetten oldukça uzak bir tabloydu. En azından benim için. Ellerimi kısa saçlarımdan geçirdim ve ilerlemeye devam ettim. Polis arabası bir süre sonra bu tablodan ayrıldı ve uzaklaşmaya başladı. Karşıdan karşıya ağır ağır yürüdüm.
"Bu gece kim ölecek acaba?" dedi yanından geçtiğim ve pahalı restorandan çıkan kadın yanında duran ve purosunu içen adama.
"Bizden biri olmadığı kesin baksana sokaklar çok boş. İnsanlar ondan fazlasıyla korkuyor olmalı."
Korkuyorlardı. Ondan, yapacaklarından, şeytani aklından ve namlunun ucunun kimde olduğunun bilinmemesinden insanlar elbette ki, korkuyorlardı. Sokaklar bugün bomboştu. Birkaç ekip ortalıklarda devriye atıyordu ama biliyorlardı ki onu durduramayacaklardı. Karşıdan karşıya geçmek istediğim sırada adam ve kadın muhabbetlerine devam ediyordu.
"Şu evsizleri öldürse de sokak çirkin görüntülerden arınsa." dedi ve ardından katran akan bir kahkaha attı. Bu tüm sokakta yankılandı. Daha sonra valenin sokağa gürültü ile getirdikleri arabalarına bindiler. Cebimde kalan birkaç bozukluğu, karşıda duran evsize bıraktığımda ilerlemeye devam ettim. "Canavar uyanık." dedi mırıldanır gibi ben tam yanından geçerken.
Omzumun üzerinden adama baktım. "Canavar iyileri yemez. Onları yiyecek." dedi bir emir verir gibi. Ardından parmakları kesilmiş veya aşınmış yün eldivenini kaldırdı ve tam tepesinde yazan yazıyı gösterdi.
Adalet, uyumaz.
Yazı boyalar ile silinmeye çalışmış ama ısrarlı bir militan tarafından yine ve yine yazılmıştı. Adama uzun uzun bakmaya devam ettim. "Adalet uyur, şimdiki gibi." dedim ve elimle boş sokağı gösterdim. Ortalarda açıkça suçlu olduğunu belli eden bir adam varken bu şehirdeki adalet uyurdu. Muhtemelen de uyumaya devam edecekti çünkü eğer ellerinizden bir şey gelmezse uyumak en iyi çözümdü.
"Yanılıyorsun küçüğüm. Adalet uyumaz, sen de uyuma. Bu gece uzun olacak." Bu bana o evsizin söylediği son kelimelerdi. Daha sonrasında sessiz sokakta yürümeye devam ettim. Evime gelene kadar sessizlik de benimle beraber yürümüştü. Tenha sayılabilecek bir mahallenin üç katlı evinin ikinci katında yaklaşık 5 yıldır oturuyordum. Emekli bir Albay olan Memduh Bey'in iyi ev sahipliği ve bu evin Rum mimarisi beni oldukça içine çekiyordu. Evin bir ruhu olduğunu hissediyordum. Üstelik ev öyle çok da küçük değildi. Uzun bir girişi 4 odası ve büyük de bir salonu vardı. Merza'nın kışına meydan okumak kenara dursun, dışarı da beş dakika durmak bile soğuk ile cebelleşmeye eş değerdi. Eve gelir gelmez anahtarımı girişteki sepetin içine attım ve kendimi ısıtıcıya dayadım.
Ellerim buz tutmuş gibi hissediyordum. Ben bu haldeysem o orada kalan evsiz ne yapacak diye düşünmeden edemedim.
Bileklerime kadar uzanan deri kabanımı çıkardım ve girişteki dilsiz uşağa astım. İçeri girer girmez abajuru yaktım ve gün boyu kulağımda duran ve artık kulaklarımı acıtmaya başlayan küpelerimi çıkardım. Saat gece yarısıydı. Benim matbaa da yeni işim bitmişti. Her gün birinin öldüğü bu kentte, haber yapma bilinci oldukça zorlayıcıydı. Üzerimi hızla değiştirip ellerimi ve yüzümü yıkadığımda mutfağa gitmeden hemen önce biraz da ses olsun diye televizyonu açtım. Bu saatte gece bülteni oldurdu. Mutfağa girdim ve kahve makinesini başlattım. Açık televizyondan, "Son dakika, azılı katilden yeni cinayet serisi. Eğlenceden evlerine dönen Firuze ve Cahit Dündar öldürüldü. Polis ekipleri cinayet mahallîni araştırmaya devam ederken yine katilden hiçbir iz bulunamadı."
Pür dikkat televizyonu dinlerken kahve makinasının ötmesi ile yerimden sıçradım. Kahvemi bardağıma doldurdum ve televizyonun karşısına geçtim. "Olayla ilgili bilgi almak için sayın Recep baş komisere mikrofon uzatıyoruz." Recep Yassı, Merza şehrinin Polis birliği başıydı. Sık sık muhabirlik ve gazetecilik mesleğim doğrultusunda bir araya gelmiştik ama bu aralar yan yana gelmemizin üzerinden çok geçmemiş olsa bile çökmüş, yaşlanmıştı sanki. Bu küçücük ve olaysız şehirde bir seri katilin türemesi haliyle onu da üzmüş ve germiş olmalıydı.
"Firuze ve Cahit Dündar, şehrimizin önde gelen simalarındandı. Kaybı herkes gibi bizi de üzdü. Ekiplerimiz çalışıyorlar, o katili," Kameranın merceğine korkutucu bir şekilde baktı ve "O pislik, şerefsizi kendi ellerimle adalete teslim edeceğim. Merza halkına ve siz izleyenlere sözüm olsun. Sen, iğne deliğinde de olsan seni bulacağım." dedi ve korkutucu olduğunu düşündüğü bakışlarını sürdürdü. Katile yaptığı bu tirat onun kahraman kimliğini yineliyor olmalıydı. O bakışları bir arama sesi beraberinde getirdi. Telefonumu hala kabanımın cebinden almadığımdan oturduğum yerden kalkıp girişe doğru yürüdüm. Kabandan telefonumu aldım ve cevapladım. "Efendim?"
"Maral?"
"Efendim Pelin?"
"Üç sokak aşağın yanıyor sen hala evdesin. Hemen buraya gel. Senato üyeleri öldürülmüş. Hemen giyin gel, konum atıyorum." Pelin sesli ve nefes nefese konuşmasını bitirir bitirmez yüzüme kapattı ve konuşmayı sonlandırdı. Ardından telefona bildirim sesi düşerken, bu Pelin'in gönderdiği konum olduğunu anlamam uzun sürmedi. Ayağa kalktım ve kahvemden bir yudum bile almadan masanın üzerine bıraktım. Üzerime kış ayının dondurucu soğuğu havaya hâkim olsa da deri bir etek, bir yünlü çorap, uzun siyah çizmeler ve beyaz gömleğimi de üzerime geçirip tabletimi çantamın içine atıp evden çıktım. Geçen yeni yılda çekilişten çıkan ve ekipten birinin aldığı kalın şalı da almayı ihmal etmemiştim. Gerçekten konum üç sokak aşağıda gözüküyordu. Aslında Merza'nın gece sessizliğinde siren sesleri cılızda olsa kulağıma geliyordu.
Eski ve bir haberden aldığım yüklü parayla haberciliğin ilk yıllarında aldığım kırmızı Vosvos'uma atladım ve Pelin'in attığı konuma doğru yola çıktım. Sadece arabamın el verdiği hızla on dakikada olay yerindeydim. Kalabalık hala öfkesini ve yerini koruyordu. Bariz bir uğultu vardı ama onun dışında en çok polis şeridi ve mavi kırmızı ışıklar boyuyordu sokağı. Şehrin bu kısmı zenginlere ve üst düzey yetkililere ait kısımdı. Pek tabii maktuller Firuze ve Cahit Dündar da öyleydi. Ülkenin anayasal sisteminde belirgin bir rol oynayan iki isimdi. Geçen yıllarda verdikleri kürtaj kararıyla tüm şehrin gündemine oturmuş daha sonrasında da bu dediklerini yalanlamışlardı. Tecavüzden meydana gelen bebeklerin anayasal sistemde kürtaj olunmaması gerektiği savunmuşlardı. Cahit Dündar'ın bir de çok bilinen bir lakabı vardı, Papaz. İnsanlar ona taktığı haç kolyesinden ve uzun sakalından dolayı bu ismi veriyorlardı.
Kalabalığın yanına doğru ilerlerken herkese bakmayı ihmal etmedim. Katilin her zaman olay yerinde olduğuna inanan kesimdendim. Kimsenin yüzünden bir şey okunmuyordu. Şehrin diğer bölgelerine nazaran burası daha net ve güzel aydınlanıyordu ama bu sokak lambası bile az kalmıştı bu karanlığa. Kalabalığı yararak ilerlerken haber ve gazete kanalımın arabasını gördüm. Pelin ellerini siyah saçlarına atmış ve karıştırıyordu. Aslında gergin gözüküyordu. Öyle ki bu Pelin için felaketti. O genelde sakin haber bilinci ile ilerleyen bir kadındı. "Ah," dedi beni görür görmez. "Nerde kaldın? Büyük olay var içeride."
Gazeteci ekibimin tamamı buradaydı. Hatta genelde gergin gördüğüm basın müdürüm bile. "Neler oldu?"
"Tek tip ölüm, yine o adam. Susturuculu bir el silahıyla tek kurşun başına isabet etmiş, ikisi de vücutta kasılma yok sanki ikisi de ölümünü beklemiş. Olay yerinde yine bir zakkum bulundu. Kalın bir kumaşa sarılmış, kumaşı üreten fabrika güney tarafında bir kot fabrikası ama bu kumaşta kotları en son 1988 de üretmişler."
"Parmak izi?" dedim hepsini hızla tablete not alırken. Ekipten olan Emrah başını olumsuzca salladı. "İçeri görüntülemesek de aileyle konuşma iznimiz var mı?" dedim aslında sorum geneldi ama muhatabı cevap verdi. "Aile orda ama güvenlik şeridini aşmamız yasak. Daha bir yayın yasağı gelmedi ama kesin gelir." dedi basın müdürü Şaşmaz. Tabletimi koltuk altıma sıkıştırdım ve şeride doğru ilerlemeye başladım.
Bu tip olay yerlerinde genelde iki kez belirli aralıklarla çevrelenmiş güvenlik şeritleri olurdu. Birinciyi tutup kaldırdım ve altından geçtim. Bu hareketim az önce televizyonda izlediğim ve karşımda olan baş komiserin dikkatini çekmiş olacak ki geldiğim yöne doğru baktı. "Nereye gidiyorsunuz hanımefendi?" Bir polis memuru kolumdan tuttuğunda duraksadım ve kolumu hızla çektim. "Görüntülemek istediğim bedenler değil, aile ile konuşacağız." dedim dişlerimin arasından o sırada canlı bir şekilde bir kamera beni ve bana ilerleyen komiseri çekiyordu. "Ne yapacaksınız pardon?"
"Aile ile konuşacağız. Basın özgürdür, öyle kolluk kuvvetleriniz ile hürriyetimizi elimizden alamazsınız." dedim direterek. "Bacım bak git bela olma. Bana daha savcı gelmedi. Bu çizgiyi geçemezsin hadi." Elini savurarak beni dışarı çıkmam adına sessizce ikaz ederken yüzüme ardından da başımdan ayağıma kadar süzdü. "Ya işte Süleyman, biz elin delileri ile uğraşalım. Elin kokoş karıları giysinler kısacık eteği gelsin, basın özgürdür. Hay size bu özgürlüğü verenlerinde, sizin de." Eli ile eteğimi gösterdi. "Bu mu özgürlük?" Muhatabı yanındaki polis memuru olsa da atılan taş banaydı. "Bakın beyefendi, benim giydiğim etek bu olay veya özgürlüğünü savunduğum basın ile alakası yok. Olamaz da. Hür iradem ile sizden izin istemedim, rica da etmedim. Haklarımın bana verdiği, yasaların bana sunduğu doğrultusunda doğru haber yapma bilincini ilke edindim. Lütfen üslubunuza dikkat edin ve duracağınız yeri bilin." dedim sesim sert ama düzgündü.
"Sen git önce eteğinin kalanını giy bayan. Ortalık yangın yeri ama senin yangının yeri başka herhalde." dedi fısıltıyla. Adamın üzerine doğru yürüdüm. "Size bu cümleleri yediririm ama ben. Bir kadına ettiğiniz tüm ithamları yarın manşette okursanız görürsünüz nasıl oluyormuş yanmak!" Ekipten Emrah kolumdan yakaladı. "Maral hadi."
"Elinden geleni ardına koyma bayan. Ben buradan ayrılmam ama sen işinden olursun."
"Doğrusu sensen işimden de olurum."
Emrah'ın sürüklemesi ile şeridin dışına kadar çıktık. Fakat hala sinirden titriyor gidip bütün yasaları reddederek adamın yüzüne yumruğumu geçirmek istiyordum. Emrah kapıları açık aracın arkasına oturttuğunda, "Azıcık sakin ol. Şeridi geçirmiyorlar biliyorsun. Buradan ne görürsek o." dedi sesinde onun da bir sinir harbi kol geziyordu. "Hayır, benim derdim o değil. Onlar da görevlerini yapıyorlar biliyorum. Benim derdim üslubu." Kalabalığın içinde elinde karton bardakla dikilen baş komisere baktım. "Haberi yazıp rezil etmek istemiyorum ama susmazsam başkalarına da yapacak." dedim. Hala adama bakarken bir araç kalabalığı yararak şeritlere kadar girdi. Şoför arabadan hızla indi ve sağ arka kapıyı açtı. İnen şehrin savcısıydı. Kısacık saçları ve maskülen bir tipi olan Yeliz savcı uzun zamandır görevdeydi. Yanında da polislerin nefret ettiği ama katile ait ilk ipucunu onun bulduğu dedektifte vardı. Bir detektife nazaran keskin hatlı şapkalar ve yakası kalkık mantolar tercih etmemişti. Kamuflajlı bir montu ve yün eldivenleri vardı. Savcı birkaç polis memurunun eşliği ile birlikte içeri girdi. Dedektif hala şeritlerin dışındaydı. Elimdeki tableti bıraktım ve dedektifin yanına doğru adımlamaya başladım. "Yüzbaşı?"
Adamın lakabı Yüzbaşıydı. Adını bilen nadir insan olduğunu bilirdim. Bu herkesin bildiği mahlasıydı. İnsanlar onun askerlikten istifa ettiğini ve bu sebeple dedektifliğe başladığını bilirdi. Aslında alaylı bir dedektifti. Bunun eğitimini aldığını düşünmüyordum. "Ah gazeteci kız." Biraz düşündü. "Maral?"
"Evet." dedim yanında dikildim ve ellerimi cebime yerleştirdim. "Hatırlamanıza şaşırdım."
"Doğruyu söyleyen kimseyi unutmam sevgili Maral. Öyle çok yalan söyleyen var ki doğrular ayrışıyor artık."
Başımı çevirdim ve yüzüne baktım. "Haklısınız."
"İnanır mısın? Ölen bu insanlar adına asla üzülmüyorum. Bazıları ölümü hak eder." dedi ve ellerini teslim olur gibi neşeyle havaya kaldırdı. "Bunu aslında, bu içimdekileri senin gibi işinin ehli bir gazeteciye söylemem pek doğru olmadı ama."
"Durum ne olursa olsun, kimse eminim ki ölmeyi hak etmez." dedim Yüzbaşı'ya bakarak. "Belki de sevgili Maral." dedi konuyu tek düzeye vurdu. Yüzbaşıyla tanışıklığımız bundan bir cinayet öncesine Yılmaz davasına dayanıyordu. Evinde ölü bulunduğunda bana özel röportaj vermiş ve olayın incelikleri ile yazmamı sağlamıştı. "Katil kim sizce bir fikriniz var mı?"
"Yok."
Sesi çok netti. "İnan bana yıllardır bu görevi yapıyorum. Çözemediğim cinayet yoktur. Bu olay karşısında ne net tavrım var ne de fikrim. Bir insan bile olduğunu düşünmüyorum bazen. Yani makine değilsin. Nasıl tek bir doku bile düşürmezsin?"
"Parmak izi?"
"Parmak izi bile yok. Olsa zaten bize düşmezdi bu iş. Beni sektörde pek sevmezler biliyorsun. Yani haklılar bir yanda da askerlikten atılmış bir adamın birden dedektif olması ve senin işini elinden almaya çalışması biraz absürt."
"Öyle demeyin." dedim. "Aslında polislerin açıklarından kaynaklanmaz mı dedektiflerin görevleri?"
Yüzüme hayretle baktı. "Çok zekisin."
"Aslında realizm bu zekâ değil."
"Realistsin o zaman sevgili Maral. Realist kal."
"Siz de." dedim ve dizlerimi kırarak reverans ettim ve yanından uzaklaşmaya başladım. "Ve doğruyu yaz." dedi hemen. Başımı eğerek basın müdürünün yanına ilerledim. "Yarına haberi hazırlamamız lazım." dedi bana bakarak. "Anlıyorum ama zaten bugün bir haber yetiştirdim." Yüzünü baktığı tabletten çevirip bana baktı. "Yazacaksın yok öyle yağma. Bu akşam da uyumayı verin canım." dedi ve elindeki kahveden bir yudum aldı. "Tamamdır Şaşmaz Bey." dedim ve aracın önünde duran Emrah'ın yanına ilerledim. "Twitter seni konuşuyor." dedi kolumdan yakalayan Pelin. "Az önce canlı yayında Recep baş komiserin söylediklerinden dolayı."
"Unuturlar." dedim ve Emrah'ın demlediği kahvelerden alıp olayın ve şeritlerin köşesine ilerledim. "Kyg'lar yok mu daha?" dedi ekipten bir başka isim olan Sedat. "Savcı da çok kaldı içeride ve çıkmadan gelmez büyük ihtimal. Yüzbaşı da burada."
Merza şehrinin bir katili vardı ve katillerin olduğu yerde katilleri bulmak için kurulan ekipler de olurdu. Şehre ismini veren şehrin başkanı Cihan Merza'nın oğlunun izlediği cinayet filmlerinden etkilenmiş olacak ki birkaç sivil polis ile birlikte KYG'yı kurmuştu. Katil Yakalama Grubu adındaki bu grup içinde başkanın oğlunun da olduğu bir gruptu ve bu katili bulmak için aynı hedefler doğrultusunda ilerliyorlardı.
"Savcı çıktı." dedi Emrah ve Sedat. Yüzünde ekşi bir ifade vardı. "Tek bir gazeteci," dedi parmağını havaya kaldırdı. "Dedektif de gazeteci ile birlikte girsin. İçeri kamera sokmak yok veya telefon, tablet. Seçin ve dedektif ile olay verini görmek ve durumun rehavetini anlamanız için yapıyorum bunu. İçerden tek bir görüntü görürsem hepinizi yakarım."
|
0% |