Yeni Üyelik
7.
Bölüm

VI • leges meas epistolas, scripsi ad te, laedo.

@belarophontes

6

 

 

 

 

Leges meas epistolas, scripsi ad te, laedo.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ölümden öncesi var mıydı hiç düşünmedim. Bazen özellikle çok hastayken Tanrı'ya dualarım arasında yalnızca birkaç saniye ondan iyileşmeyi dilerdim. Hasta olmadığım hali düşünürdüm. O zamanlar benim için poz pembe hayallerimin çevresindeydi. Bu çevre gittikçe daraldı. Bir masanın etrafında bir sürü adamla otururken parmağımdaki kalemi de çevirirken Hayalet'in bana yazdığı o akşama gittim.

 

"KYG'lerden özel gruplar evin etrafını korusun bu denli önemli bir gazeteciyi kaybedemem. Bir kayıp daha veremeyiz." Mermer masaya vurulan iki sert elle suyumda bir dalgalanma oluştu. Masanın etrafındaki insanların tek bir odağı vardı. Bugünün gazetelerinde yer alan bir mektup. "IP adresinden bir şey çıktı mı?"

 

"Çıkmadı efendim. Özel bir IP adresi almış, sabit ama bir noktayı gösteriyor. O da eski yapıların olduğu bir arazi. Yaşam süremez ve bu şekilde bilgisayar sistemini kuramaz. Ayrıca metruk binaların tamamı arandı. Bir ekip yeraltına açabileceği bir alan için kazı bile yaptı. Ancak bilgisayar üzerinden ayarlamış olduğunu öylesine bir konum. Bir anlamı yok."

 

IT uzmanının yaptığı açıklamada yer yer sesi titremişti. Cihan Merza ise tedirgindi. Masanın diğer ucunda oturan bana baktı. "Recep Yassı sizden özür dilemek istiyor Maral Hanım. Eyaletimiz de sizin gibi bilgin ve engin basın mensuplarına her zaman ihtiyacımız var."

 

Döndürdüğüm kalemi durdurup Cihan Merza'nın yanında oturan Recep Yassı'ya baktım. IT'den gelen bilgisayarımla ilgili endişeli halim son bulmuştu. Mucizevi bir şekilde e-postaları silmediğim halde onlara rastlamamışlardı. Bundan kesinlikle Hayalet'in parmağı vardı.

 

"Ben özür dilerim. Etek boyunuz hakkında söylediklerim ile ilgili." Recep Yassı'nın masaya bakarak söylediği kelimelere bir süre daha devam etti. "Sizi işe alması adına Akın Bey," Elimi kaldırdığımda başını masadan kaldırdı ve yüzüme baktı.

 

"Ben orada," Bakışlarımı sağ yanımda oturan Akın'a çevirdim. "Benim düşüncem ve kalemim değil etek boyum ile yargılandığım bir editörle çalışmak istemiyorum. Haberlerimi veriye aktaracağım. H'den yeni bir mektup alırsam tüm editörler oradan görebilir."

 

Akın'ın yüzünde o akşam benim kırgınlığıma benzeyen bir kırgınlık vardı. Recep Yassı ve Akın'ın yüzü tam da bu saatlerde birbirine benziyordu. "Sen nasıl istersen Maral Hanım." dedi Cihan Merza. "Yeter ki o kelleyi almamız da bize yardımcı ol." Cihan Merza'nın katran ve irin akan sesini bir telsiz sesi böldü. "Suç 47. Tekrar ediyorum. Suç 47. Toplantı salonu karşısı boş alandaki duvara çocuklar tarafından anarşizm içeren sözler yazıldı. Çocukları yakalamadık. Ekip duvarı boyamak adına birazdan orada olur."

 

Masadaki herkes kalkıp pencereden baktığında kısa eteğimi çekiştirerek kalktım ve ağır adımlarla pencerenin kenarına yürüdüm. Tam karşıda duvarda büyükçe bir yazı yazıyordu.

 

 

 

 

 

 

 

Gün gelecek bilinen olacaksın. Gözyaşlarının hesabını vereceklerinden habersiz olacaklar. Sen bileceksin.

 

H

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Korktuğum oldu işte. Çocuklar bir katile özeniyor." dedi Recep Yassı sinirli bir ses ile. "Maral Hanım'ın yardımı ile onu ve fikirlerini tek tek öldüreceğiz Recep. Bu zulüm bitecek." dedi onun hemen ardından Cihan Merza. "Biz kazanacağız." Bu toplantının son sözleriydi. Aralık ayının soğuğu altında giydiğim ceket ve eteğimle toplantı salonundan çıkar çıkmaz beni kavradı.

 

Toygar ve Akın aynı anda seslendi. Yüksek topuklarımın üzerinde dönerek ardıma baktım. Toygar sabahtan beri bu olayı halledeceğine dair verdiği birkaç demecin ardından sinirlendiği için babası tarafından toplantıdan aforoz edilmişti.

 

"Yaptığın ne kadar doğru? Sen beni, bizi sen gazeteyi sattın o masa da." dedi sesinde öfke yoktu ama kırgınlık hakimdi. Gözlerimi sıkıca yumarak nefes aldığımda ikisi de bana bakmayı sürdürüyordu. "Sen Recep Yassı sadece eteğim için beni yargıladığında neredeydin bir gazeteci olarak? Bu muydu etik? Bu muydu doğru haber bilinci?"

 

"Senin yaptığın tek şey kafa tutmak." dedi bağırır gibi. "Yanlışa kafa tutuyorum en azından Akın. Senin gibi şak şakçısı değilim."

 

Bedenimi Toygar'a döndürdüğümde ağzımı açacaktım ki konuştu. "Hadi editör uza buradan." dedi Akın'ı kovarcasına. Akın ardına bakmadan yanımdan geçip giderken devam etti. "Sana bir sırrımı verdim. O sırrı saklaman gerek duydun mu? Benden ne istiyorsan yaparım. Yeter ki onu babam duymasın."

 

"Baban hiçbir şeyi duymayacak Toygar. Bunu daha mezarlık da konuştuk. Senden bir şey istemiyorum." dediğimde yüzünde acı bir gülümseme belirdi. Ben Toygar'ın güç zehirlenmesinin altında babasını kapıda bekleyen bir çocuk olduğunu biliyordum.

 

"Katili bulacağım. Sakın korkma tamam mı?"

 

Kafamı birkaç saniyeliğine yere eğdim ve ona bakmadan, "Sanırım korkması gereken kişi ben değilim." dedim. Toygar gözlerini kırpıştırarak karşıladı bu cümlemi ama anlamadı. Anlayacağını da düşünmüyordum zaten.

 

Onun yanından ayrılır ayrılmaz otoparktaki arabama doğru yürüdüm. Henüz kahvaltı yapmamış ve hiç uyumamıştım. Şansıysam Eyalet güvenlik binasının yanındaki fırında birkaç patatesli poğaça kalmış olmalıydı. Arabama ilerlediğimde uzaktan kumandasını açtım. O an açılıp kapanan ışıklar ile birlikte bir şey fark ettim.

 

Pembe bir kutu. Öylece tavanda duruyordu. Yanına yaklaştığımda üzerinde kabartma gibi işlenmiş bir sembol gördüm. H sembolü. Sağıma ve soluma bakınarak arabanın içine girdim ve kutunun üzerindeki mührü söktüm. İçinde bir not kağıdından başka bir şey yoktu. Notta şunlar yazıyordu;

 

 

 

 

Savaş başladığında yaşım 68'di. Annem büyük ve güçlü bir masala henüz başlamıştı. Nihai bir amacı vardı. Arkadaşım olmasını istiyordu. Hezeyanlar içinde geçirdiği yüzlerce geceden sonra masal bitti. Eril, irin oldu. Dimağ öldü. Tanrı küstü. Yeni düzen geldiğinde 68'di. En büyüğünden bir savaştı bu. Mukaddes bir düşünce savaşı. Panoptikon yaratıldı hemen ardından. En büyük suça, düşünceye göre bir hapishaneydi orası. Toprak altında olanlar şükrettiler öldükleri için. Roman başladı masal biter bitmez. Oluşumu kötülerdi. (') Denk oldu ikisi birbirine. Aşk katile gebe kaldı.

 

 

 

 

Bu bir el yazısıydı. İnci gibiydi ama ne demek istediğini anlayamamıştım. Hemen çantamın içindeki bilgisayara uzandığımda Hayaletle olan konuşma metnini bulmaya çalıştım. Hiçbir iz yoktu. Hayalet bana o mektubu gönderdiğinde IT'ye gideceğinden neredeyse emin olmalıydı. Şimdi ona nereden ve nasıl ulaşacağımı da bilmiyordum. Kutuyu ve bilgisayarı yanıma koyduğumda marşa bastım ve bir kahve içip karnımı doyurmanın iyi olabileceğini düşündüm. Oraya doğru sürerken aklımda hala aynı şeyler vardı. Bu sayfayı bana o mu bırakmıştı? Eğer bu oysa neredeydi ve neden bunu yazmıştı?

 

 

Arabamı nehrin yanındaki kafenin önüne çektiğimde dosya çantam ve not ile birlikte indim. Kafamın bulanıklığını nasıl geçirebilirdim? Bilmiyordum. Ona ulaşmak istiyordum. O duvar yazısını sormak istiyordum. O sanki bana yıllar sonra kafamın içinde bir hastalık gibi dolanan düşüncelerin normal olduğunu hissettirmişti. Bu gerçek mi teyit etmek istiyordum.

 

Bir masaya oturduğumda sert bir kahve söyler söylemez not kağıdını birkaç kez okudum. Birkaç kez de pembe bir kalem ile altını çizdim ama ne anlattığını anlayamamıştım. Kahve geldiğinde bir yudum alıp birkaç kez okudum. Sonrasında pembe kalemimle orada yalnız duran virgülü yuvarlak içinde aldım.

 

Birden kahveden çektiğim bilmem kaçıncı yudum da aydınlandığımı hissettim.

 

 

 

 

Savaş başladığında yaşım 68'di. Annem büyük ve güçlü bir masala henüz başlamıştı. Nihai bir amacı vardı. Arkadaşım olmasını istiyordu. Hezeyanlar içinde geçirdiği yüzlerce geceden sonra masal bitti. Eril, irin oldu. Dimağ öldü. İlah da küstü. Yeni düzen geldiğinde 68'di. En büyüğünden bir savaştı bu. Mukaddes bir düşünce savaşı. Panoptikon yaratıldı hemen ardından. En büyük suça, düşünceye karşı bir hapishaneydi orası. Toprak altında olanlar şükrettiler öldükleri için. Roman başladı masal biter bitmez. Oluşumu kötülerdi. (') Denk oldu ikisi birbirine. Aşk katile gebe kaldı.

 

 

 

 

Hızla alta çıkan mesajı yazdım.

 

 

 

 

 

 

 

Sana hediyem Petro'da.

 

 

 

 

 

 

 

Kafeden nasıl kalktım. Kaç dakika içince sahil kesimine geldim bilmiyordum ama içimde hem tarifi olmayan bir korku hem de bir heyecan vardı. Büyük yelkenlilerin, Merza'nın servetim dediği birkaç sürat teknesinin yanında yıllardır teknesinin beyaz yazılı harflerini tekrar ve tekrar boyanan Petro isimli tüm eyaletin deli dediği biri vardı. Koşar adımlar ile ona yaklaştığımda bir teneke kutunun üzerine koyduğu radyosundan cızırtılı bir şarkı çalıyordu.

 

Oyunbozan.

 

"Petro?" diye seslendiğimde tekneyi boyadığı kendi yaptığı iskelesinin üzerinden bana baktı. "Sevgili gazetecim." dedi hiç değişmeyen Yunan aksanıyla. "Canavar onları yiyecek."

 

"Evet." dedim nefes nefese. Eğildim ve nefesimi düzenlemeye çalışarak, "O sana bir şey getirdi mi?" Elindeki yarısı yenmiş balık ekmeği bana uzattı. "Al yersin dedi." Gülümsedim ve kafamı olumsuz anlamda salladım. "Ben balık sevmem."

 

"Peki ya başka bir şey?"

 

Beyaz boyanın işlediği ellerini birbirine vurdu ve tekne örtüsünün altından yine pembe bir kutu çıkardı. "Bunu bıraktı. Al dedi bu gazetecinin." Kutu diğerine nazaran daha büyüktü ve daha ağırdı. Aklıma düşen ve düştüğünü andan itibaren soru işaretinin kancasının beynimi deldiği o soruyu sordu.

 

"Neye benziyordu?"

 

Korkuyla gözleri açıldı ve parmağını omzumun ardındaki arkamdaki o noktaya kaldırdı. "Ona." diye mırıldandı.

Loading...
0%