Yeni Üyelik
9.
Bölüm

VIII • arkadaşımın bıraktığı yerden

@belarophontes

8

 

 

 

 

arkadaşımın bıraktığı yerden.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu onun sesi miydi? Dudaklarım titriyordu. "68?"

 

"Benim." dedi kopkoyu ve erkeksiydi sesi. Hırıltılı bir tarafı da vardı. "Ben," dedim sessizce. "Sen evine git. On dakika içinde senin evinde olacaklar. Yeni bir mektup gönderdiğimi söyle."

 

"68," dedim tekrardan.

 

"Evine git." dedi uyarır gibi. "Sensin." dedim ona nazaran. "Sensin."

 

"Benim Maral. Evine git güzelim."

 

"Sensin." O çocuk sesinden farklıydı ama bir hırıltı beni yeniden geçmişe sürüklemişti. "Seni çok özledim." Bir süre ses vermedi. Ardından nefes alışverişlerini duydum sadece. Daha sonra hat düşme sesini. Telefonu kapamak istemedim bir süre. Hat düşme sesi beni rahatsız edene kadar çaldı kulağıma. Daha sonrasında dediğini yaptım. Beni geçmişin ipine bağlamıştı. Koşarak eve gittiğimde henüz kimse yoktu. Bilgisayarım hala çantamdaydı. Açıp diğer bilgisayarı bir tarafı kalkmış ve çok önceden depo gibi kullanmak için mutfağın zemininden ayrılan tahtaların arasına koyup yeniden nizamla tahtaları dizdim. 68'i duymuştum. Onu duymayalı o kadar uzun yıllar oluyordu ki. Sesindeki o ton ve hırıltı hala aynıydı. Bilgisayarımı açtım ve gelen bildirim ile birlikte direkt mektubu basın verisine yükledim. Bu kez mektubu televizyonda bir şeyler paylaşacağı ile alakalı yazmıştı. Halka çağrı yapmak istediğini söylemişti.

 

İçimde uzun zamandır korku hissetmiyordum ama bir merak beni yiyip bitiyordu. Hayalet veya 68 tüm bu şeyleri nereden biliyordu. Evime geleceklerini, bu adamların nasıl hareket ettiğini, hiç görmediğimiz ıslahevi müdürümüzü örneğin nereden biliyordu?

 

Her şey zaten korkuyla başladı. Korku yalnızca sessizlikten veya çok sesten kaynaklı işitsel bir olgu olmaktan çıktığı yıllarda, büyük adamlar yayardı korkuyu bir hastalık gibi. Bu hastalık yıllar içinde büyüdü ve gelişti. Bu gelişim yılları ilerletti ve tarihin tozlu, paslı ve nefret içeren sayfalarından biri oldu. Tekerrür etti ama teşekkür etmedi. Kan akıttı ama katil olmadı. Katletti ama masumdu. Yalan söyledi ama nesnel kılındı. Tüm bunlar olurken yüzyıllar geçti. Yüzyıllar sürecek olan bir tiyatro ivedilikle sürdü.

 

Bir kişi, aynı yaşayan ama aynı görmeyen o kişiye kadar.

 

68.

 

Hayalet.

 

Onların bildiği H.

 

Tüm suçu tarihe atıp uzaklaşmak, uzlaşmış bir politikaydı. Dinle harmanlanan her yalan doğru kılınırdı çünkü. Konuşamayan tüm kudret intikamını zamana yayardı. İlahi adaletin romanının mürekkebi geç yazılır, geç kururdu ama mutlaka yazılırdı.

 

O gece de Merza'da sokaklar bomboştu. Her cinayetten sonraki gece bu olurdu. Dün akşamki başkanın çağrısından sonra perdelerini çekmiş ve yalnızca aptal kutularının başında oturan halk sokakta gerçekten ne olduğunu görmek için perdelerini açmak yerine bir kez daha televizyonlarını açıyordu. Başkan'ın televizyondaki gece açıklamasına yaklaşık yarım saat kadar vardı. Bazı aileler yemek masasında, bazıları ise koltuklarının başındaydı. Hepsi dün akşamki ikizler cinayetinin öfkesini yaşıyordu. Nasıl oluyor da yıllardır giden habis ve rutin düzene biri çomak sokabiliyordu? Kimdi bu adam, bu halktan ne istiyordu?

 

O adam kalbi ve yüreği kocaman bir çocuktu ama büyümüştü. O ıslahevinde bize yapılanları unutmamıştı. Televizyonum açıktı. Evimi gözlerimle şöyle bir taradım. Herhangi bir kitap veya dergi yoktu. Kırmızı perdeli ekranın önündeki sandalye dururken bir bildirim sesi gibi bir ses duyuldu. Ekrana baktığımda yine yavaş geçen bir yazı vardı altta.

 

Suçluyu bulmak istiyorsan, öncelikle cinayetin kime faydası olabileceğini bul! Senin ortadan yok oluşunun kime faydası olabilir?

 

H

 

Ortadaki bir cinayetin suçlusu halka göre pişkin pişkin mesajlar gönderiyordu. Bu halk için kurtuluş muydu? Bilmiyordum. Daha sonrasında ekran siyahlaştı ve bir video yayıldı. Bir çocuk ile bir adamın videosuydu bu. Çocuk rutubetli, tanıdığım görür görmez içimde korunma ihtiyacı duyduğum bir alanda köşedeydi. Kadraja korkuyla bakıyordu. "Benim adım ne?"

 

"Cem Ergit efendim." Çocuğun sesi ağlamaklı gibiydi. Televizyonun yanına doğru gittiğimde çocuğu tanıdım. O çocuk Ali'ydi. Dudaklarım şaşkınlığa mest olur gibi aralanırken video devam ediyordu.

 

"Efendim vurmayın." Videonun ucundaki genç gözüken adam elindeki hortum ile çocuğa vurdu. Çocuk acıyla çığlık atarken istemsizce kollarımı tuttum. "Ali?" dedim titreyen sesimle.

 

"Siz bunu hak ediyorsunuz lağım fareleri." dedi pislik akan sesiyle. Dizlerimin üzerine televizyonun tam yanına çöktüm. "Ali?" dedim tekrardan. Elimi yerde yatan küçük bedeninin üzerine koydum. Adam vurmaya devam ediyordu. Plastiğin havada çıkardığı sesin haricinde ses çıkmıyordu artık. Birden her yer karardı. Şehrin tüm ışıkları bir anda gitti.

 

Fakat karanlığın içinden bir ses yükseldi.

 

Bir müzik.

 

Bir beste.

 

Requiem.

 

Mozart'ın o ünlü parçası.

 

Ellerimi yüzüme kapayarak ağlamaya başladığımda parça devam etti. Elektrik yeniden gelene kadar devam etti parça. Daha sonrasında ise sustu. Ekran açıldığında şunlar yazıyordu.

 

Burası Merza.

 

Burada çocuklar bayılana kadar dövüldü. Siz duymadınız. Görmediniz ama artık biliyorsunuz.

 

Düşün Merza.

 

O senin oğlun olabilirdi.

 

dipnot: O videodaki çocuğun katil olacağını düşünen herkes için o çocuk 10 yıl önce ciğerleri dayaktan su topladığı için öldü.

 

Mesaj ekranı gidene kadar televizyona baktım. İçimdeki öfkenin bedenimi aştığını hissettim bir süre. 68 ve Ali çok yakındı. Onu hatırlıyordum. 68 genelde onu örgütlediği için dayak yerdi. O da 68'e uyduğu için. Bir gün uyanamadı. Uyanmamız için üzerimize atılan su bir gün Ali'ye faydalı gelmedi. O gün, üzerimize örtünmemiz için verdikleri koyu kahve bir battaniyeye sarılı bir şekilde bir arabanın bagajında çıktı ıslahevinden.

 

68 o gün tek kaldı ama Ali'yi unutmamıştı.

 

Cinayet kavramı, Habil ve Kabil ile başlardı. Kardeşin katli değil, üstünlüktü mesele. O kandan türeyen tüm cinayetler günümüzde dahi bu ideoloji ile işler, üstünlük kaygısı.

 

Halk bir suçlu aramıyordu. Aksine bu hadsizliği yapanın senelerdir onların kurallarına göre yaşayan bu halkın içinden biriydi. Nasıl olurda şimdi onların deyimi ile bir soytarı buna dur derdi? Halk bu mesajdan sonra ince bir korku dalgasına bürünmüştü belli ki. O korku dalgası başkanın saatinden erken çıkması ile başkanlık hükümetinde de hüküm sürmüşe benziyordu. Başkan çoğu zaman siyah takımlar giyerdi. İçerisine ise ipek bir gömlek giyer çoğu zaman bir papyon takardı. Kimi moda yorumcuları papyonun ciddiyeti kırdığını söylese de o iktidara geldiği günden beri siyah takımlarından ve papyonundan vazgeçmemişti. Gür, kıvırcık saçlarını kenara ayırmış ve ciddi yüz ifadesi ile televizyondan halkın gözlerinin içine bakıyordu.

 

"Merza halkı, dayatılan bu soytarılıklara göz yummadık. Bizimle açıkça ve alenen dalga geçmek ne haddinizedir? Alçaklar! Soysuzlar! Bu adama alkış tutan azınlık bir grup görüyorum. Bu grup hakkında tek tek," Elini önünde duran masasına vuruyordu. "İnlerinden çıkarılıp hadleri bildirilecektir." Eline telefonu aldı ve az önce gelen mesajı alaylı bir ifadeyle tekrardan okudu. "Sen soytarı! Seni elime geçirdiğimde sonunu bizzat ben getireceğim."

 

Ekran kapandı.

 

Ekran kapanır kapanmaz derinlemesine bir alkış koptu bütün dört duvarların arasından o alkışı hissettikleri için değil, alkışlamak zorunda oldukları için. 21. yy.'da söylediklerinizin kalitesini aldığınız alkış belirlemezdi. Artık söylediğiniz değil ne kadar alkış aldığınızdı mühim olan. Merza içinde tam olarak bu geçerliydi. Dün gece bir soytarı geç saatlerde hacklediği devlet verilerindeki cari açıkları bir sitede paylaşmış ve o da yetmiyor gibi şehrin ortasına asmıştı. Halktan çalınan para gün gibi ortadayken halk buna kızmayıp senelerdir başlarında olan adama toz kondurmamışlardı. Haklarını bilmeyen bir millet ondan yenileni helal sayardı. Merza halkına da tam olarak bundan olmuştu.

 

Fakat bir yerlerde hala umutla bakan o umuda inanan insanlar vardı. Monarşinin hâkim olduğu devletlerin hep kaçırdığı bir anekdot idi bu. Anarşi en kötü senaryoydu ve birçok duygu birbirine gibiydi. Monarşi anarşiyi, anarşi ise umudu doğururdu. Halkın bir kısmı pencerelerini sonuna kadar açmış, kuş seslerini ve akşam kahvelerini, hoş sohbetleri seviyordu. İnsanlığa inanıyordu. İnsan olmaya inanıyordu.

 

Nefes alamadığımı hissetmiştim. Bu yüzden hızla balkona çıktım. Yeni suladığım menekşelerimin saksılarının altından balkonun beyaz fayanslarına akan topraklı su parmaklarıma değiriyordu. Demir tırabzanın üzerinde duran kahve bardağımı aldım. Kahvem bitmek üzereydi. Derin birkaç nefes alıp, balkondan çıkıp evimin içine adımladım. Birkaç yorumcu başkanın konuşmasının öneminden bahseden bir konuşma yapıyordu.

 

"Başkanımız sağ olsun. Hepimizi düşünüyor. Ona karşı çıkmak düpedüz nankörlük olur." dedi alaylı bir tonda. Televizyondaki kadın cümlenin aynısını tekrarladığında sallanan sandalyeme kısa bir kahkaha atarak oturdum. "Her gün aynı cümleleri metinlerde farklı yerlere yerleştirerek halkı nasıl kandırabiliyorsunuz anlayamıyorum." dedim. Sesinde bu kez alaydan fazlası vardı. Kendi kendime konuşuyordum ama duymam gereken bunları anlamam gereken sadece benmişim gibi hissediyordum.

 

Kısa saçlarımı çiçekli klipsli bir tokayla sabitlerken telefonumdan son durumu kontrol etmek için her gün yaptığım gibi kendime atıştırmalık bir şeyler hazırlayarak masama oturdum. Ali'nin yüzü aklımdan hiç gitmiyordu. Belli ki 68'in de gitmemişti.

 

Halk H'yi anlamaya mı başlamıştı? Bilmiyordum ama bildiğim bir şey vardı. Hayalet mükemmel planını harika bir üstünlük ile işliyordu. Bu yüzden başkan konuşmasını erkene çekmiş ve bugün ki konuşmasını yakalayamamıştı. Masanın üzerinde duran telefonum çaldığında açtım.

 

"Alo?"

 

"Mesaj saçmalığı ne tüm haberlerde bir mesaj saçmalığı dönüp duruyor." dedi Pelin. Kahvemden büyük bir yudum çektim. "Sen görmedin mi?" diye sordum telefonun ucundaki tiz sesim ile. "Tüm herkese geldi nasıl görmemiş olabilirim? Katil sana mektuplar gönderiyormuş ya. Bana söylemiyorsun hani?"

 

"Pelin toplantı da tane tane anlattım. Başkanla konuştum. Herkes bir mesajdan bahsediyor diyorsun mektup geldiğini önceden de biliyordun? Neden aramadın?"

 

"Adam kim Maral?"

 

 

"Adam kim bilmiyorum. Bir gün bilgisayarıma geldi mektup. IT'ye de gitti. Bana atıyor bilmiyorum. Ne mesajı, kimden, neden gelmiş? Bir fikrim yok. "

 

"Şu başkanın hesabını hackleyerek cari açıkları yayan adam yok mu? Cinayetleri işleyen de o. O atmıştır işte. Cari açığı astığı meydanda yola sprey boyayla yazdığı ibarenin aynısı vardı mesajın altında. Kocaman bir H." dedi ve ekledi.

 

"Bu ülke senelerdir böyle gelmiş böyle gidiyor. Neler oldu Maral sen biliyorsun birilerinin konuşası şimdi mi tuttu? Ayrıca Cem ve Cenk'in cesetleri tanınmayacak haldeydi. Bir de duvara kanla yazı yazmıştı." dedi Pelin. Telefondan gözükmemişti ama yüzümü buruşturdum bu yoruma. "Bana yazıyı atar mısın Pelin rica etsem?"

 

"Tabii."

 

Mesaj gelmişti. Kanlarla duvara, "4 için." yazmıştı. O an beynimde bir şimşek çaktığını hissettim. 4 Ali'nin oda numarasıydı ve 68 ona öyle sesleniyordu. Telefonu yeniden kulağıma dayadım. Pelin bu kez hemen cevapladı. "Gördün değil mi? Salak salak sanki ortada bariz bir sorun var. Bu adam devletten ne istiyor?" Pelin alayla kurmuştu cümlesini. "Sen ne düşünüyorsun?"

 

"Kitap okuyor."

 

"Ne?"

 

"Adam diyorum. Kitap okuyor."

 

"Kitap okuması ne alaka Maral? O bir suçlu ve senin ilk yorumun bu mu? Kitap okuması hiçbir şeyi değiştirmez." Pelin'in sert çıkışı beni düşüncemden sıyıramadı.

 

"Aksine. Çok şey değiştirir."

 

"Videoyu izledin mi Pelin?"

 

"Evet."

 

"Anladım." dedim sessizce.

 

"Sen neredesin?" diye de ekledim.

 

"Büro." dedi hemen.

 

"Geliyorum."

 

Pelin kısa bir sohbetin ardından telefonu kapar kapamaz kahve bardağımı mutfağa götürdüm ve evden çıkmak adına hazırlandım. Arabamın, evinin anahtarlarını ve pek tabii bilgisayarımı da alıp büroya doğru yola çıktım. H'nin dediği adamlar gelmemişti. Belli ki gelmeyeceklerdi.

 

Bu olanları onunla konuşmak daha iyi olabilirdi. Vardığımda aracımı park ettim ve indim. Büroya girer girmez Yüzbaşı ile karşılaştım.

 

"Kızım."

 

Karşıma baktım ve her zaman aynı giyinen Yüzbaşı ve Altan Bey'i gördüm. Üzerindeki bembeyaz gömleği, hırkası, deri çantası ve tertemiz taranmış saçlarıyla özenli ve frapan duruyordu Altan Bey, Yüzbaşıya nazaran. "Ah hoş geldiğiniz Altan Bey."

 

Girişteki masaya yanlarına oturdum.

 

"Nasılsın bugün?" Altan Bey, tam karşımdaki sandalyeye otururken deri çantamı ve sandalyeye bıraktım. "Mektubu aldık o anarşistten geleni."

 

"Gördüm." dedim ifadesiz bir sesle. "Sana bir şey olmasın da kızım." dedi Altan Bey.

 

"Beni KYG'ler koruyor."

 

Altan Bey senelerdir Adli Tıp kurumunun başındaydı. Bu yüzden Hayalet'in kurbanlarını en çok görenlerden biriydi.

 

"Aman iyi olmuş. Ortalığı karıştıracaklar akıllarınca iki güne gebertirler onu. ."

 

"Birileri konuşuyor. Bu neden bu kadar kötü ki?" Altan Bey benim yüzüme tedirgince baktı ve hemen ardından tedirginliği bir çığ gibi büyüdü ve etrafına gizli kalması gereken bir anı saklıyormuş gibi bakındı. "Şşt. Yerin kulağı vardır. Sanane hem. Bir anarşist işte."

 

"Kitap okuyor. Mesaj Monte Cristo Kontu'ndandı. İlk yayınladığı mesaj." Altan Bey bana yaklaştı ve ellerini iki yana koydu. "İsterse Tevrat'tan olsun. Bu onun bir bölücü olduğunu değiştirmez."

 

"Kitap okuyan herkes bir şeylerin farkındadır. Okumayanların göremedi şeylerin."

 

"Senelerce üniversite okudun. Devletin en prestijli haber ajanslarının birinde köşe yazarlığı yaptın. Devletin özel verilerine girmek bir suçtur. Adam öldürmek suçtur. Suçlu da kitap okumayı bir kılıf olarak sana sunabilir. Senin gibi iyi yürekleri kandırmak için."

 

"Asıl suç ne biliyor musun? Devletin özel verileri olması. Altan Bey devlet bir aracıdır. Başındakini biz seçeriz. Aslolan halktır. Bu yüzden aslolan tahtını altından yaptırmış aracıları bilmeli. Ben doğru bulduğumu söylemedim ama birileri konuşuyor işte yetmez mi?"

 

"Adam birilerini acımadan vuruyor." dedi bağırarak.

 

Altan Bey konuşmadan sonra yüzümü uzun uzun inceledi. Yüzümü, burnumu, saçlarımı, ellerimi ve muhtemelen anneme olan benzerliğimi söyleyecekti. Beni görünce hep bunu söylerdi. Bu dik başlılık ve özgürlük nidalarının coşkusu da tıpkı anneme benziyordu.

 

Uzun bir okul dönemi ve meslek hayatı bana öğretmişti ki hiçbir soytarı Dumas okumazdı. Aslolan okumak da değildi. Kendinin bile kurmadığı bir cümlenin tek bir kişi konuştuğunda panik yapan devletin durumuydu ve bu duruma ses çıkaran birilerinin olması ona o yıllardır onlardan çalınan manevi şeyleri geri kazandırmıştı.

 

O sırada yeniden telefonum çaldı.

 

Arayan uzun süredir görmediğim Nalan'dı.

 

"Eve git." dedi açar açmaz. "Ne?" dedim anlamayarak telefonu tutarak ayaklandım. "Siviller evine gidiyor. Evine git."

 

Telefonu hemen kapadı ve konuşma kaydı telefonumdan saniyeler içinde silindi. Hiçbir şey söylemeden masadan kalkmıştım ki ardımdan Yüzbaşının sesini duydum.

 

"Maral?"

 

"Yüzbaşı, sonra eve gitmem gerekiyor."

 

"Çok belli ediyorsun." dedi ardımdan. Adımlarımı durdurup omzumun üzerinden ona baktım. "Neyi?"

 

"Başını bu denli kaldırma. Kitap okumak suçtur kızım. Bu halk Dumas okumaz, Requiem'ini bilmez. Sus."

 

"Ama siz biliyorsunuz."

 

"Ama susuyorum."

 

Yüzbaşının dediklerini yol boyunca düşündüm. Ali'ye yapılanlar bana yapılanları hatırlatmıştı. Zihnimdeki o tarafı bir türlü susturamamıştım sonrasında. Sadece 4 dakika da eve geldiğimde evimin ışıklar yanıyordu. Hızla merdivenlerden çıktım ve koşarak evime girdim. Beni Nalan neden aramıştı? Onu bile sorgulamaya vaktim olmamıştı. Eve çıktığımda birkaç sivil kilidimi kırmış ve evimin içinde dolanıyorlardı. Üst kat komşum Memduh Bey ise elindeki bastona dayanmış öylece bakıyordu.

 

"Maral Hanım, Suç 3 dolayısı ile evinizi aramak ile mükellefiz."

 

Nefes nefese sordum. "Nedir suç 3."

 

"Merza kuralları, suçlar bölümü. Madde 3, bir başkasından alınan bir ihbara yönelik. Evde yasaklı yayın, madde, DVD, disk, kitap ve türevleri bulundurmak." Ellerimi iki yana açtım ve bağırarak. "Arayın."

 

Sesimi daha da gürleştirerek, "O katil beni tehdit ediyor. Yazıyor, belki o namlunun ucundaki benim. Ben size mektuplarını atarak yardım ederken,"

 

"Biz ihbarı değerlendirmek zorundayız Maral Hanım."

 

Sahte gözyaşlarımı sildiğimde sivillerden birkaçı odalardan çıktılar. "Temiz."

 

"Kusura bakmayın Maral Hanım."

 

"Lütfen, çıkın evimden."

 

Siviller apar topar evimden çıkarken saçlarımı geriye atıp yüzümü kapattım. Dış kapının kapanma sesi duyulduğunda Memduh Bey yüzüme baktı. "Sevgili Maral, Oscar'ı hak ediyorsun."

 

"Teşekkür ederim." dedim gülümseyerek. "İyi ki sizin kitaplar için açtırdığınız zemin bölmeleriniz var." Gülümsedi ve bastonunu kaldırarak selam verdi.

 

"Aydınlıklar dilerim."

 

"Ben de." dedim ve evimden ağır adımlarla çıktığında kapımı kapattım. Hızla bilgisayarın olduğu kısma koştum ve koyduğum yerden aldım. Masaya koyup ceketimi çıkardığımda bir sürü mesaj gelmiş olduğunu gördüm.

 

Hayalet:

 

Evden ayrılma demiştim.

Loading...
0%