@belarophontes
|
* Cigarettes After Sex - Each Time You Fall in Love
12 Kayıp Ruh Saatleri
Arabada, hafif bir motor uğultusuyla sessizce ilerliyorduk. Yolda ilerlerken, gözlerimi camdan dışarı çevirmiş, içimden Çağlar’ın neden bu kadar sessiz olduğunu düşünüyordum. Dedesine kardeşi ile ilgili konuşmaya gittiğinin farkındaydım ama yeni bu denli yakınlaşmışken acaba tüm bunları sadece benim mi hissettiğim konusunda derin bir duygu karmaşası içindeydim. Bu sessizliğin arkasında bir şeyler var gibiydi, ama Çağlar’ı çözmek bazen şifre kırmaya çalışmak gibi oluyordu. Bir süre dayanıp sonunda konuştum. “Böyle sessiz kalmaya devam edersen, Cengiz’in arabasına geçeceğim. En azından o konuşmayı biliyor.” Gözlerini bir an bana çevirdi, sonra tekrar yola döndü. “Sessizliğin kötü bir şey olduğunu kim söyledi?” “Konuşmamanın bir strateji olduğunu düşünmeye başladım,” dedim, kaşlarımı kaldırarak. “Belki beni rahatsız edip kendi halimde bırakmayı hedefliyorsundur.” “Yok,” dedi sakin bir tonda, bir köşeyi dönerken direksiyonu ustalıkla çevirdi. “Ama itiraf edeyim, seni susturmanın bir yolu varsa, ben bulamadım.” Kıkırdayarak başımı salladım. “Çok denedin mi, ondan emin değilim.” Bu kez yüzünde ince bir gülümseme belirdi. “Evet, belki. Ama şimdiye kadar başarılı olamadığımı düşünüyorsan, kendine fazla güveniyorsun.” Bunu hangi anlamda söylediği konusunda uzun uzun düşündüm. Ki bir adamla sahte nişanlı taklidimden daha fazla düşünecek şeyim vardı. Anne ve babamın ihanet sayabileceğim tavırları, kızım ve diğer üzerime gelen her şeyden bir çıkış yolu gibiydi Çağlar. Ya da bunu rolüne göre oynayan muhteşem bir oyuncuydu. “Çağlar,” dedim, ona meydan okuyan bir ses tonuyla, “şimdiye kadar kimsenin beni susturabildiğini sanmıyorum. Denemek ister misin?” Bir anlık sessizlikte, yüzünde alaycı bir ifadeyle bana döndü. “Şafak, seninle bir iddiaya girersem kaybedeceğimi biliyorum. Bu yüzden meydan okumalarını reddetmek, sağlıklı kalmanın en kolay yolu.” Başımı eğerek gülümseyip karşılık verdim. “En azından bunu kabulleniyorsun. Ama asıl mesele şu: Neden bu kadar ciddisin? Yoksa yolda olmak seni mi geriyor?” “Yolda olmak değil,” dedi, bu kez sesi daha yumuşak ama alaycılığını kaybetmemişti. “Ama yan koltukta sen varken, hep hazırlıklı olmalıyım. Ne zaman laf sokacağını kestiremiyorum.” “Evet,” dedim, genişçe gülümseyerek, “hep tetikte olsan iyi olur.” Bu kez gerçekten güldü, kahkahası arabayı doldurdu. “Şafak, seninle yola çıkmak kesinlikle riskli bir karar. Ama itiraf edeyim, biraz keyifli bir risk.”
“Bak sen,” dedim, göz kırparak. “Demek sonunda eğlenceli olduğumu kabul ettin.” Gülümsemesi hafifledi ama bakışlarında bir sıcaklık vardı. “Bunu zaten biliyordum,” dedi, ses tonu daha ciddi bir hale bürünürken. “Seninle olmanın her zaman bir yanı eğlenceli, diğer yanıysa… biraz karmaşık.” Sözleri beni bir an afallattı, ama çabuk toparlandım. “Karmaşıklık iyidir,” dedim. “İlginç tutar.” “Öyle diyorsan,” diye mırıldandı, gözleri tekrar yola dönmüşken. Ama yüzündeki ifade, sessizlikte bile çok şey söylüyordu. Çağlar’la aramızda anlık bir sessizlik oluştu. Ama bu kez rahatsız edici bir sessizlik değildi. Araba, uzun yolda sakin bir şekilde ilerlerken, aramızdaki enerji, kelimelerden çok daha fazlasını söylüyordu. Ona göz ucuyla baktım, hala yola odaklanmıştı, ama dudaklarının kenarındaki hafif kıvrım, az önceki sohbetimizin etkisinin sürdüğünü belli ediyordu.
“Bir şey söyleyeceğim,” dedim, kollarımı göğsümde kavuşturarak.
“Bu da sürpriz oldu,” diye mırıldandı, alaycı bir tonda. “Söyle bakalım.”
“Hayır, ciddi bir şey,” dedim. Sonra biraz duraksadım, onu biraz merakta bırakmak hoşuma gidiyordu. “Bu kadar ciddi olman hoşuma gitmiyor, Çağlar. Yani, seni daha… gevşemiş görmek isterdim. Hani, sıradan biri gibi.” Bunun üzerine başını hafifçe yana eğerek bana baktı. “Sıradan biri mi?” dedi, sesi alaycı ama aynı zamanda meydan okur bir tondaydı. “Peki, sıradan biri gibi görünmek için ne yapmam gerekiyor, Şafak? Senin önerilerin var mı?”
“Belki biraz daha rahat olabilirsin,” dedim, omuz silkerek. “Yani, mesela… direksiyonu o kadar sıkı tutmayı bırak. Kimse direksiyonunu çalmayacak.” Gözlerini yoldan ayırmadan ellerini biraz gevşetti, ama yüzündeki ifadeden bunun beni eğlendirmek için yaptığını anladım. “Böyle mi?”
“Biraz daha gevşe,” diye ısrar ettim, ona meydan okur gibi bakarak. Ellerini tamamen direksiyondan çekermiş gibi yaptı ve başını bana çevirerek, “Tamam, ama böyle gidersek bir ağaca çarparız.”
Kahkahayı bastım. “Tamam, tamam, anladım. Ciddi kalman gerekiyor. Ama yine de hayatında hiç eğlenmediğini düşüneceğim neredeyse.”
Arabadaki sessizlik artık bir meydan okuma gibi hissettirmeye başlamıştı. Çağlar’la aramızda söylenmeyen cümleler, basit bir sohbetin çok ötesindeydi. İçimdeki merak daha fazlasını söylemeye itiyordu beni, ama kelimelerimi dikkatle seçmem gerektiğini biliyordum. “Bir şey daha söyleyebilir miyim?” dedim, bu kez biraz daha yumuşak bir tonla.
Gözlerini bir an bana çevirdi, yüzündeki o hafif gülümseme hala yerindeydi. “Tabii, diğeri de pek anlaşılırdı ya zaten.” Ona dudak bükerek baktım. “Seni gevşetmek için bu kadar uğraşıyorum, ama fark ettim ki senin doğal bir zırhın var. Kendini rahat hissettiğin birini bulmak zor olmalı.”
Bir kaşını kaldırdı. “Bu bir analiz mi yoksa bir iltifat mı?”
“Belki ikisi birden,” dedim, gözlerimi tekrar yola çevirerek. “Ama düşündüm de bu zırhını bir şekilde düşürebilecek biri var mı?”
Bir an düşündü, bakışlarını tekrar yola çevirdi. “Emin değilim,” dedi.
“Nişanlıma ne anlatmam gerekiyor şu an? Geçmiş ilişkilerimi mi?”
“Sahte nişanlına!”
“Tabii.”
“Bu kötü bir şey mi?” dedim, ona meydan okur bir bakışla.
“Hayır,” dedi, sesindeki o sakin tınıyla. “Ama tehlikeli bir şey olabilir. İnsan bazen zırhını çıkardığında, saldırıya açık hale gelir.” Cümlesinin ağırlığını hissederek başımı salladım. “Yani diyorsun ki, zırhını çıkardığında güveneceğin kişi doğru kişi olmalı.”
“Kesinlikle,” dedi. Sonra bakışlarını tekrar bana çevirdi, bu kez sesi daha alaycıydı. “Ama endişelenme, Şafak. Şimdilik güvendeyim.” Gülümseyerek başımı salladım. “Bunu duyduğuma sevindim. Çünkü, açıkçası, seni zırhsız görmek pek eğlenceli olurdu.”
Bir kahkaha attı, derin ama kısa. “Seninle tartışmak her zaman yorucu. Ama bir şekilde buna değer.” İkimiz de tekrar sessizliğe gömüldük, ama bu kez sessizlik arasında bir bağ vardı. Camdan dışarı bakarken yüzümde hafif bir gülümseme oluştu. Bu yolculuk sadece bir araba sürüşü değildi. İçimde bir yerlerde, Çağlar’ın da bunu hissettiğini biliyordum.
Araba yoluna devam ederken, birden içimdeki his yerini garip bir sıcaklığa bıraktı. Çağlar’la aramızda kurduğumuz mesafe hem fiziksel hem de duygusal olarak gittikçe daralıyordu. Bir an gözlerim onun profiline kaydı, gülümsemesini en son gördüğümde o kadar cesurdu ki, o kadar farklıydı ki… Şimdi, sessizliğimiz arasında her şeyin bir anlamı oluyordu.
“Çağlar,” dedim, derin bir nefes alarak. “Sana gerçekten bir şey söylemek istiyorum.”
Gözlerini yoldan bir an için ayırıp, bana bakarken dudaklarında ince bir gülümseme belirdi. “Gerçekten?”
Sözleri hafifçe gülümsesem de, kafamda ne söyleyeceğimi tam olarak bilmiyordum. “Bazen düşündüm de,” dedim, kelimeleri dikkatle seçerek, “her şeyin bu kadar karmaşık olması zor olmalı. Yani, etrafındakiler ne kadar anlamaya çalışsalar da, bazen seni gerçekten anlayan kimse yok gibi. Bunu şuan en çok Selim hissediyor olmalı. ”
Çağlar biraz daha sessizleşti, ama bir an için yüzündeki sert ifade kayboldu. “Bazen… Evet,” dedi, sesi biraz yumuşayarak. “Ama bazen de kimseyi buna dahil etmemek daha kolay oluyor. Dışarıdan gelen herkes sadece izleyici olur, değil mi?”
“Kesinlikle,” diye onayladım. “İzleyici olmak bazen güvenli bir yol. Ama senin gibi birini izlerken… insan bazen daha fazlasını görmek istiyor.”
Başını hafifçe yana eğdi, gözleri yolda ama düşünceleri başka bir yerde gibiydi. “Bu kadar az bir şeyle yetinen biri değilsin, anladım. Ama biraz daha derine inmeye cesaret edebilecek misin, Şafak?”
Bir an sesim boğazımda düğümlendi. Cevap vermek istemedim. Çünkü bu sorunun cevabını gerçekten bilmiyordum. Ancak bir şeyler vardı, içinde bir his… Gözlerimin ona odaklanması, belki de aramızdaki mesafeyi aşma isteği. Bir yolculuktaydık, ama sadece bu yolculuk değil, ikimiz de başka bir yere doğru ilerliyorduk.
“O kadar da zor değil,” dedim, biraz da cesaretle. “Sadece… biraz zaman alıyor.”
Ve bu sözcükler, her şeyin yerli yerine oturmasını sağladı. O an, aramızdaki elektriklenme, her iki tarafın da fark ettiği ama ne olduğunu tam anlamadığı bir şeydi. “Selim ve Irına için umarım her şey daha iyi olur. Deden evliliklerini kabul etsin istiyorum.”
“Selim ile görüştüm. Oldukça gergindi.”
“Biliyorum. O gerildiğinde sessizleşen bir tip ama sen de her zaman sessizsin işte.” Bana bakmadan başıyla onayladı ve yola odaklandı.
Malikaneye yaklaştıkça, yolun her iki tarafındaki ağaçlar daha da yoğunlaştı, sanki bir ormanın derinliklerine doğru ilerliyormuşuz gibi. Uzun, taş döşeli yol, her adımda eskiliği ve ihtişamı hissettiriyordu. Birkaç saniye içinde malikanenin silueti, ağaçların arasından ortaya çıktı. Üç katlı, eski bir taş yapıyı andıran bu malikane, zamanın ve doğanın etkisiyle hafifçe yosun tutmuştu. Beyaz taşlardan yapılmış, zarif ama yıpranmış olan dış cephesi, yaşanmışlıkları anlatıyordu.
Büyük pencereler, içerinin ne kadar geniş ve aydınlık olduğunu gösteriyordu, ama aynı zamanda orada yıllardır terkedilmiş bir şeyler olduğunu da ima ediyordu. Bahçe, her ne kadar bakımsız olsa da doğanın yavaşça sahiplenmeye başladığı bir yerdi. Çiçekler ve sarmaşıklar, taş duvarlara tırmanmış, her şeyin yavaşça geri dönüşe geçtiği bir alan yaratmıştı. Bir zamanlar burada muazzam bir düzen ve güzellik hüküm sürmüştü, ama şimdi tüm bu gösterişli yapılar, sadece eski bir hikâyenin yankısı gibiydi.
Çağlar arabayı büyük girişin önüne park etti ve hepimiz kapıdan inip malikanenin içine doğru adım atmaya başladık. Bu eve ilk gelişim değildi ama bu şekilde ilk kez geliyordum. Kapı ağır, ahşap ve eskiydi, her açıldığında çıkardığı gıcırtı, malikanenin geçmişine dair bir anı gibi yankılandı.
İçeri adım attığımızda, devasa bir hol bizi karşıladı. Tavan o kadar yüksekti ki, ışık hemen hemen hiç düşmüyordu. Yalnızca birkaç lamba ve büyük pencereler içeriyi aydınlatıyordu. Holün her iki yanında uzun koridorlar vardı, taş zeminlere serili eski halılar, ayak seslerini boğuyordu. Üst katlardan gelen hafif bir uğultu, malikanenin hala canlı olduğunu hissediyordu ama yıllar içinde kaybolmuş bir enerji vardı. Büyük bir şömine, eski zamanların lüksünü hatırlatır şekilde odanın tam ortasında yer alıyordu, etrafında birkaç büyük koltuk, ama çoğu silinmiş ve kullanılmaz durumdaydı.
Evin içi, bozulmuş bir ihtişamı barındırıyordu. Eski tablolar duvarları süslüyordu, bazıları kim bilir ne kadar zaman önce yapılmıştı. Büyük kristal avizeler tavandan sarkıyor, ancak bir kısmı tozla kaplanmış ve sönük kalmıştı. Her şey, zamanın acımasız geçişine direnmeyi denemiş ama sonunda öylesine eski ve terkedilmiş bir hale gelmişti.
Çağlar, aramızdaki sessizliği bozarak, “Burası,” dedi, derin bir nefes alarak, “evet, evim.”
Bununla birlikte, bir anda içeriye farklı bir hava girdi. Dışarıdaki doğa ile iç mekân arasında, bir yerlerde kaybolmuş bir bağlantı vardı. Tüm malikanede, bir anda çaresizlikle karışık bir huzur belirmişti.
Malikaneye adım attığımızda, ortamın ağırlığı, hepimizin üzerinde hissediliyordu. Her şey o kadar ihtişamlıydı ki, bir an burada kalmanın gerçekliğini sorguladım. Aramızda bir tuhaflık vardı ama Çağlar’ın yanında olmak, kendimi bir nebze olsun rahat hissettiriyordu. Gözlerim her köşeyi tararken, dikkatimi çeken bir şey vardı: Holün ortasında, ağır bir odanın kapısında, Kemal Akal’ın silueti belirdi.
Kemal Akal, yüzü yaşadığı yılların izlerini taşıyor ama hala keskin hatlarıyla dikkat çekiyordu. Kısa, neredeyse kararmış saçları ve belirgin çenesi, ona bir zamanlar güçlü bir adam olduğu izlenimini veriyordu. Ancak gözlerinde bir yorgunluk vardı, yılların ona bıraktığı derin bir iz… Biraz soğuk bir tavırla bize doğru yaklaştı.
“Hoş geldiniz,” dedi, samimiyetten uzak ama yine de nazikçe. “Selim birazdan gelecek. Sizi beklettiğim için üzgünüm, ama işlerim biraz uzadı.”
Çağlar, gergin bir şekilde başını sallayarak, “Sorun değil,” dedi. Kemal Akal’ın bakışları bir an Çağlar’ın üzerine yoğunlaştı, ama derin bir anlam taşımıyordu. Sonra gözleri beni buldu ve hafifçe başını sallayarak, “Güzel Şafak, nasılsın?” diye sordu.
Ben de hafifçe başımı eğerek, “İyiyim siz?” dedim, gülümsemeye çalışarak. Başını iyi olduğunu belirtir gibi salladı. O sırada, diğerlerinin gelmesiyle ortam daha da kalabalıklaştı. Nergis, Dide, Çağlar ve Selim içeri girdi. Kemal Akal yaşına rağmen, sağlam bir duruş sergiliyordu. Gözleri keskin, bakışları doğrudan ve kararlıydı. Yanında Nergis ve Dide, sırtlarını dik tutarak adımlıyorlardı. Selim, sonradan gelecek gibi bir izlenim bırakıyordu, ama gözleri her zamankinden daha sertti. Bu kez çocuğu ve karısının arkasında duran genç bir adamdı.
Gözlerim Çağlar’ın yüzüne kaydı. Yavaşça, ama dikkatlice gözlerimi ondan çekerek, diğerlerine bakmaya başladım. İçimdeki huzursuzluk arttıkça, aradığım tek şey bir açıklamaydı. Bugün her şeyin farkına varacakmışım gibi hissediyordum.
Kemal Akal, aniden bir sessizliği bozarak, “Selim’le konuştuğumuzda, bazı şeyleri netleştirmemiz gerektiğini düşündük. Ama önce,” dedi, derin bir nefes aldı. “Çağlar, belki sen ve Şafak bana bir şeyler anlatmak istersiniz.”
O anda, her şey birden durdu. Kemal Akal’ın söyledikleri, herkesin dikkatini çekti ama en çok Çağlar’ı ve beni etkiledi. Kemal Akal, bu açıklamayı yaparken, gözlerinde bir anlam arayışını görebiliyordum. Gözlerim Çağlar’ınkilerle buluştu. Hızla bir şeyler geçiyordu kafamda, ama bir yandan da çaresizdim. Bu sahte nişan olayına kanmazsa ikinci bir seçeneğimiz yoktu. “Şafak ve ben kısa süre önce tanıştık ve hızla birbirimize ait olduğumuz kararını verdik. Ben ona temsili bir yüzük aldım. Şafak benim nişanlımdır dede. Düğün için de dört buçuk aydaki göreve giderken yanımda onu da götüreceğim. Belki konsoloslukta sade bir nikah yaparız. Dönünce de burada düğün.”
Kemal Akal’ın bakışları ikimiz üzerinde gelip gidiyordu. Dışarıdan gelen bu baskı, sanki bizi bir arada sahte tutan bağları zorluyordu. Ama Çağlar’ın bakışlarındaki sessiz çağrı, her şeyin farkına varmak için doğru anı beklememi sağlıyordu. Çağlar’ın gözleri derinleşti, sonra yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Bu, kesinlikle bir rahatlama değil, aksine, derin bir içsel savaşın sonucu gibiydi.
Kemal Akal, hala bizi gözlüyordu. Derin bir sessizlik yayıldı odada. Sadece duvarda asılı eski bir saatin tıkırtısı duyuluyordu, zamanın ne kadar geçmekte olduğunu hatırlatan bir ses gibi. Kemal’in tavırları, biraz daha resmi bir havaya bürünerek, “Çağlar,” dedi, ama bu seferki ses tonunda daha fazla ciddiyet vardı, “Oğlum. Seni ve biricik nişanlını kutluyorum ama biraz hızlı değil mi?”
O an, içimden bir kıvılcım gibi bir şey sıçradı. Gözlerim Çağlar’a kaydı, yavaşça derin bir nefes alırken, beklediğim cevap nihayet geldi. Çağlar, gözlerini kaçırmadan, başını hafifçe iki yana sallayarak, “Hayır.” Dedi netçe. “Ona geç bile kaldım.”
Bir an için bütün odada bir sessizlik oldu. Kimse bir şey söylemedi, ama birbirimize bağlıydık, her birimizin arkasında yılların yüklü olduğu duygular ve sırlardan başka hiçbir şey yoktu. Gözlerim, Çağlar’ın bakışlarında kayboldu. Aniden, zaman bir adım geriye çekildi, sanki hiçbir şeyin hemen gerçekleşmeyeceğini hissettim. Yavaşça, Çağlar bana dönerek, “Şafak, belki de seni bir parça daha yakından tanımalıyım,” dedi, sesinde karışık bir tını vardı.“Ama bunu evimde kahkahalarını duyarken yapmak istiyorum.”
Gözlerim hala gözlerindeydi. Bu oyunu öyle güzel oynuyordu ki gözlerimin dolduğunu hissettim.
Kemal Akal, sessizce ellerini birleştirerek, “Bu mesele, sadece Çağlar ve Şafak için değil, aslında hepimiz için önemli,” dedi. “Ama ilk adımı atmanın zamanı geldi.”
O an her şey bir araya geldi. Bütün bu konuşmalar, bu bakışmalar, artık her şey bir dönüm noktasına geliyordu. Çağlar, bana doğru bir adım atarak, gözlerindeki huzursuzluğu gizlemeye çalıştı, ama ben yine de onun içindeki karmaşayı fark ettim.
Kemal Akal, bir süre sessizce bizi izledikten sonra, nihayet konuşmaya başladı. Yüzünde hafif bir gülümseme belirdi, ama bu gülümseme, derin bir düşüncenin ürünü gibiydi. Kemal Akal tavırlarında, bir tür liderlik ve güven hissi vardı.
“Evet, artık bir dönüm noktasına geldik,” dedi, bakışlarını Çağlar ve bana çevirdiğinde sesinde bir heyecan vardı. “Çağlar, Şafak… Bunu hepiniz hak ediyorsunuz. Bir nişan, yeni bir başlangıç… Bu yüzden, bir organizasyon düzenlemek istiyorum.”
Herkes biraz şaşkınlıkla ona bakarken, Kemal Akal sözlerine devam etti. “Gerçekten büyük bir kutlama yapmalıyız. Hem sizin nişanınızın hem de hepimizin bir araya geldiği bu önemli anın hatırlanması gerek. Büyük bir etkinlik olacak; bu, sadece bir kutlama değil, aynı zamanda hepimizin bir arada olacağı bir fırsat.”
Kemal Aral bu sözleri, herkesin içinde bir tür hafif gerilim yarattı.
“Ne tür bir organizasyon düşündüğünü tam olarak söyleyebilir misin?” diye sordu Çağlar, sesinde beliren dikkatli bir tonla. “Yani, çok büyük bir şey mi olacak?” Kemal Akal başını sallayarak cevap verdi, “Evet, aslında çok büyük bir şey. Bütün yakın çevremizi, dostlarımızı, iş ortaklarımızı bir araya getireceğiz.”
“Dede, tüm bunları konuşmadan önce görmeni istediğimiz bir şey var.” Dedi Nergis sözü devralarak. Ayaklandı ve girişte bulunan hole doğru adımladı. Girişte Irana, Selim ve kucağında Anna belirdi.
|
0% |