Yeni Üyelik
4.
Bölüm

Bölüm 3 / Yangın ve Yanılgı Kırmızısı

@belarophontes

*


Des Rocs - Nothing Personal

 

 

 

 

 

 

3. BÖLÜM

 

YANGIN VE YANILGI KIRMIZISI

 

 

 

 

 

Bazı aileler komün halinde yaşamaya başladığı ilk zamanlardan itibaren acıyı ve tanrının oğlunun sunduğu tüm kötülükleri benimser. Bu aslına bakılırsa cennetten kurtulmaktan farksızdır. Bazı aileler komün yaşamın şeytanıdır. Burada doğar masumiyeti ile dünyaya getirdiğimiz çocuklarımız. Her çocuk özeldir fakat her aile özel değildir. Kapalı kapılar ardından güneş geçirmeyen pencerelerin perdelerini sallandırır bazı ailelerin sesleri. Kötülüğe sebep ne bir başkası ne de bir başkasının yaşadığı geçmiş acılardır. Yeni doğduğumuzda annemizden ve babamızdan gelen genler yalnızca göbek bağıyla aktarılmaz. Aynı zamanda bizim bilmediğimiz, dinlemediğimiz hiç duymadığımız acıları vardır ailelerimizin. İşte bu genlerle birlikte bize miras kalan en büyük ve varlığı en somut yalan budur. Bu yalan yalnızca kalanları etkiler. Ailesinden uzak yaşayanlar, bu çemberin içine dahil değildir. Onlar her zaman çalışmış, çabalamış ve bir şeyleri elde etmiş olarak yaşarlar uzaklarda. Bütün masallar uzakta bir yerlerde başlar. Bu yüzden insanoğlu için uzaklar her zaman bir masal gibi gözükür. Başlangıç noktamız, ailemiz ise atlamamız gereken bir eşik.

 

Ben de tam olarak böyle ailenin içine doğmuştum. Beşiğim hiçbir zaman masallar eşliğinde sallanmamıştı. Annemin kadife gibi de bir sesi yoktu. Genelde kavgalarını ederken üzerime kapattığım kapıların ardından gelen boğuk sesini hatırlıyordum geçmişin tozlu raflarında. Geçmiş bir utanç gibi yanaklarının kırmızıya boyuyordu. En çok anne olmak istememin sebebi belki de buydu çünkü insan eksikliğini en çok hissettiği şeyin kölesi olurdu. Ben de aile sevgisizliğin kölesi olmuştum. Bu çemberden çıkmak, daha iyi bir insan olmak hatta ve hatta takdir görmek için çok çabaladım.

 

Bazı çocukların bir ömür verebileceği o cümleyi duymak için.

 

Seninle gurur duyuyorum.

 

Gerçekten ebeveynlerimizin ağzından çıkan bir takdir cümlesi, doğduğumuzdan beri taşıdığımız ruh halimizi bu denli etkiler miydi? Etkilerdi.

 

Etkilemişti de zaten. Ben aldatılmış bir kadının öfkesinin hakim olduğu ve o öfkeyle ekilen tohumların evdeki çiçekleri bile kuruttuğu, yasın ve paranın her şeyin üzerinde olduğu acıları tahta zemin eden, üzerine basan ama onsuz ayakta duramayan bir annenin kızıydım. Her zaman kupasının etrafına parmaklarını sarar, 1960'lardan kalan bir Türk musikisi açar ve babam eve gelene kadar öfkeyle pencereden dışarı bakardı. Baktığı mevsim değişirdi. Bazen camlar ölü sıcaktan buhar olurdu. Bazen kuşlar cıvıldardı acılarının arka planında. Bazen yağmur yağar göklerdeki damlalar onu yerine ağlardı. Eğer Cannabel yeniden çizmek isteseydi Lucifer'ı annemin bir ateş kadar keskin gözlerine bakarak çizebilirdi. Eksik hissederdi. Sevgisizlik onu evlilik yüzüğü gibi sıkı sıkıya kavramıştı ama o çoğu zaman bundan hiç yakınmazdı.

 

Hatta ataerkil toplumun onu dayattıkları binaen bunun oldukça normal bir şey olduğunu iddia ederdi. Onu bazen anlardım. Hatta küçükken çoğu zaman hak verirdim.

 

Babam ise bencil bir adamdı. Sanırım babamla aramızdaki ilişkiyi en net anlatabileceğim satırlar buydu. Aramızda bir hatırdan çok 2 satır söze bile yer kalmadan sürekli bir sessizlik hakimdi. Yan yana oturduğumuzda söylenecek çok fazla kelime bulamazdık. Hatta ve hatta birbirimize çoğu zaman sokaktan geçen bir yabancıdan daha fazla yabancıydık. Babam sevdiği rengi bilmezdi. İçtiğim suyun tercih ettiğim markasıyla ilgilenmezdi. Büyüdüğümde fark ettim ki göğsünde kocaman bir boşluk vardı. Bu boşluk hiç doymak ve dolmak bilmeyen büyük bir canavarın tohumu gibiydi. O canavar benimle birlikte büyüdü. Sevgisizliği bedenimdeki tüm damarlarım sardı. Kanıma karıştı ve hayat tarzım oldu.

 

Akal'lar da ettiğim kahvaltı boyunca sık sık çekildikleri o güzel aile fotoğrafına baktım. Herkes yüzünü hatta daha önce adını duymadım ama Kemal Akal'ın 4 çocuktan bir tanesi olarak saydığı Nergis'in yüzüne bile baktım. Çok güzeldi. Öyle güzeldi ki sevgi yüzüne yansımıştı. İnsanda en çok ne eksikse karşıya bakınca cıvıldayan ilk duygu neyse onu görürdü insanoğlu. Çok başarısızsanız örneğin başarılı birini gördüğünüzde direkt fark edersiniz. Onun da yüzündeki sevilmişlik hissi bana buram buram geçmişti. Dide zaten yansıttığı hayat enerjisinden mütevellit oldukça onun gibi duruyordu. Sevgi herkeste birbirine benzerdi ama sevgisizlik ayrışırdı. Kimisinin ruhunuza delerdi bu duygu kimisinin ise bedenini ama her zaman bedelini öderdi. Bu sevgisizliğin kısa bir intikamı gibiydi. Sanki tanrı çocuklar doğmadan bu çocuğu eğer sevmezsen mutlaka intikamını alırım der ve göbek bağımızı ailemizle bağlar gibiydi.

 

Dide ise enerjisini mekan ettiği evine saklamış gibiydi. Pembe tozlar serpiştirilmiş bir masalın içinde büyümüş ve kötü adamı hiç görmeden masalın esas kızı olarak büyümüştü. Selim ise ailenin baş kaldıran çocuğuydu. Bu zamana kadar prens olmuş ama sarayın dışındaki hayatı merak eden o çocuktu.

 

Akalarından en koyu gözler şüphesiz ki Çağlar'a aitti. Pusla bakmıştı. Sanki geçmişin kapı deliğinden onu izleyen bir hayaletin varlığını hissediyor gibiydi. Karanlığını aydınlatan o kapı deliğinden çıkan o bembeyaz ışığı iz bilmiş gibiydi. Masalı yoktu. Sarayı da. O şeytana uymuş ve yasak elmayı koparmış gibiydi. Simsiyahtı. Bu esved onu ve onun karanlığını kendi karanlığımdan anladığım beni kapsıyordu.

 

Sarp Çağlar Akal düşmandı. Bir insanla ancak ve ancak düşman olabilecek bir insandı çünkü.

 

Akal'lardan geldiğimde öğlen vaktini biraz geçmişti saat. Kemal Bey'in evlilik konusundaki demeçleri ve kararı açıktı. Selim'i ve evleneceği kadını Sarp'ın sırasından mütevellit görmek istemiyordu. Torunu için heyecanlıydı. Kadının uyruğu ve benzeri şeyler değildi onun kafasını bu denli karıştıran, anlamıştım. O senelerdir belki onun da büyütüldüğü bu gelenek adı altında oluşmuş prangalardan kaçamamıştı. Bu yüzden bu prangalar, küf tutmuştu ve Selim için anahtarı bulsa da açmak zordu. Yılların pası üzerinde birikmişti.

 

Terastaki koltuğumda kurulduğumda ince ve tatlı henüz dürdüğüm ama sarmadığım tütün kağıdını yalayarak kapattım ve ellerimi siper ederek tutuşturdum. Eve gelen babamın bağırışı kulağımdaydı. Büyük ihtimal mallarının kayıp bir çocuğun üzerinde olmasını hazmedemiyordu.

 

Telefondaydı. İletişimi kesik kesik geliyordu ama şirketin avukatı ile konuştuğunu beyan ettiği isimden anlayabiliyordum. Bir süre sonra sesler yakınlaştı. Sekiz yaşındaki Şafak telaşla saklandı ama otuz yaşındaki sabitti. Kapıyı açtı ve ondan önce zemine sertçe vurduğu telefonunun parçaları geldi. "Sen artık çok oldun. O piçe bütün hisseleri bırakmak ne demek?" Ellerini hep özenle şekil verdiği saçlarına attı. Bir elini de kanca gibi kravatına taktı ve genişletti.

 

"Bir de Kemal Akal'a altın arsa niyetinde gördüğümüz arsayı kiralamışsın. Düşmanlarımıza. Barış o kızla evlendi diye hemen iş yapar mı olduk onlarla? Onlar bizim bölgemize giremez Şafak. Onlar it. O itleri dedelerimin alın terine sokmam."

 

Bacağımı kendime çektim ve ona bakmadan konuştum. "Şirketin hisselerinin yüzde yüzü benim. Dedem Haluk Alphan öldüğünde bıraktı. Alphan soyadının devam etmemesi uğruna hem de. Ben de onları Barış ile aramda bölüştürdüm. Kemal Akal ister iş de ister isen aptallık izin verdi ve evlendiler. O arsa da onun ve Barış'ın teminatı. Benim hisselerime gelecek olursak da bu dünyadaki tek mirasçıma bıraktım. Ölene kadar benim, öldükten sonra ise onun."

 

"Ya öyle mi?" dedi boğazı patlarcasına. "Ya o piçin öldüyse?"

 

Tevazu ve sükûnet kılıçlarını çekti. Baba tohumundan başladı bu savaş. Doğum da öldü. Her duygu da ölü doğdu. Ala'nın sesi geçmişten kopup geldi. Başımı babama çevirdim. "O zaman dua et ki yaşasın. Yoksa Haluk Alphan'ın oğluna güvenmeyerek yeni doğmuş kızına bıraktığı tüm mallar uçup gider."

 

"Geber." dedi tıslar gibi. "Geber."

 

Bu bana ilk telkini değildi. Gözlerimi kısarak ona baktım. Telefonum çalmaya başladığında odadan aynı telkini birkaç kez daha yaparak çıktı. Masanın üzerindeki telefonumu elime aldığımda arayanın Selim olduğunu gördüm. "Alo?"

 

"Dedem ile konuştum şimdi. Beni ve Irina'yı görmek istiyor."

 

"Ben kahvaltıda konuştuğum da tavrı netti. Sıranın Çağlar'da olduğu konusunda yani."

 

"Biliyorum." dedi sesinde bir hüzün vardı.

 

"Anna ve Irina nasıl?"

 

"İkisi de oldukça iyi. Abimin getirdiği evdeyiz. Bugün Anna için bir beşik sipariş edeceğiz. Puset içerisinde yatıyor günlerdir."

 

"Çok iyi olur. Hallederiz Selim. Sen karının motivasyonunu ve bebeğinin sağlığını düşün olur mu?"

 

Telefonun ucundan gülümsediğini hissettim. "Bugün ki imar toplantısına katılmayı düşünüyor musun?"

 

"Bilemiyorum." dedim netçe. "Sen katılacak mısın?"

 

"Dedemin bugün ki tavrından sonra onunla yüz yüze gelmeli miyim bilmiyorum? Her şey çok net değil mi? Yani Sarp evlenmeden bir şey yapabileceğimi zannetmiyorum. Zaten yapsak bile onların gönlü olmadan oldu her şey." Sesli bir nefes aldı. İnan böylesi hiç ama hiç içime sinmiyor."

 

Yeni bir tütün sararak bir kibrit sayesinde tutuşturdum. "Haklısın ama böylesini düşünmek için çok geç. Dediğim gibi düşünmen gereken şeyler farklı artık. İki candan ve o canın her şeyinden mesulsün."

 

"Biliyorum." dedi. Sürekli yutkunuyordu. Selim benim tanıdığım en duygusal adamlardandı. Normal bir duygu akışına ait değildi sanki. Kendi dehlizleri ve kendi duygu mekanizmaları varmış gibi hissediyordum onunla konuşurken. Sanki acılarını ve tüm çektiklerini yansıtıyordu cümlelerine.

 

"Abim gelecek mi sana bir şey söyledi mi?"

 

"Hayır."

 

"Gelir büyük ihtimal." dedi ama bunu bana söylemiyor gibiydi. "Teşekkür ederim sana tekrardan. Her şey için."

 

Telefonu kapar kapamaz balkonumun demirlerinin hemen yanında duran paramparça telefon camlarına ve parçalarına baktım. Bu görüntüye oldukça alışmıştım. Bu bugün bir telefondu ama değişiyordu zemine vurularak öfke kusulan nesneler. Telefonum hala elimdeyken bir numarayı aradım ve tuşladım. Kısa bir çalmanın ardından cevaplandı. "Şafak Hanım?"

 

"Merhabalar. Bilgi alırsam arayacağım demiştiniz."

 

"Ala adlı çocuğun dosyası için değil miydi?" İçeri geçerken sorduğu soru karşısında kaşlarımı çattım. "Tabii ki." dedim anlamsız bir ses ile.

 

"Dosya kapanmış. Yani yeni bir delil bulmadan da zannetmiyorum ki yeniden açılsın." Bir dedektifin ağzından dökülen cümleler değil gibiydi söyledikleri. "Bu işin prosedürlerini ben zaten biliyorum. Sizin işiniz bana tekrardan bunları söylemek değil beyefendi."

 

"Hanımefendi dosyayı bırakıyorum. Bana bir daha ulaşmayın." Telefonun kapanmasının ardından sinirle dişlerimi birbirine bastırdım. Farklı bir numarayı yeniden tuşlayarak komodinimin üzerine koydum ve dolabıma yöneldim. "Şafak Hanım buyurun?"

 

"Cenk kapıda mısın?"

 

"Aracın içindeyim. Dedektifin arkasındayım söylediğim gibi. En büyük Akal ile görüşmesini henüz bitirdi."

 

"Tamam. Dikkatini çek. Düşmanıymış gibi davran. Mekana kadar gelsin. Derdi neymiş öğrenelim. Barayı olayından bir şey çıktı mı?"

 

Topuklu çizmelerimi ve tulumumu üzerime geçirir geçirmez, deri pardösümü giyerek evden çıktım. Arabama atladığımda konuşmasına devam ediyordu. "Barayı aslında okulda aldığı bir isim. Çoğu insan onu o adla tanıyor. Hatta ismine hazırlanan bir tablo bile var. O derece ünlü. Hatta bazı insanlar o tablodan sonra o ismin efsaneleştiğini düşünüyor."

 

Asfaltta hızla giden aracım ile Cenk ile sözleştiğimiz konuma ulaşmaya çalışırken o devam ediyordu. "Bir kuru kafa tablosu. Üzerinde bir takım elbise olan bir kuru kafa. Bu ona verilen bu adla beraber simgeleşmiş. Muhteşem bir kariyer örneğine sahip. ODTÜ'nde İktisadi ve İdari Bölümler okuduktan sonra Imperial Collage' da Londra da müthiş bir tez ile lisans yapıyor. Sonra ülkesine dönüyor ama tam olarak istihbaratçı sayılmaz. Tüm birim saygı duyuyor ama tüm görevler ondan biraz uzak. O devlete bağlı bir illegal gibi. Doğum yeri ve doğum bilgilerine gelince yok." Kaşlarımı çatarak telefona baktım.

 

"Ne demek yok?"

 

"İşinin ehli bir hacker ile çalıştığı çok belli. Adamın hayatını sadece sanat tarihi müzesinde bir tablonun önünde konuşulurken duydum. Bu kadar. Sistemdeki her şeyi gizli." dedi ve ekledi. "Bu arada peşimde." dedi.

 

"Mükemmel. Ayrımdan sonra sana katılacağım. Yakınındayım." dedim ve telefonu kapattım. Ala'nın kaybı için tuttuğum kaçıncı dedektif bilmiyordum. Tek bildiğim birileri sürekli önüme taş koyuyordu. Ben bu taşları ayıklamak ile değil. Kayıp bir çocuğun akıbeti ile uğraşmak istiyordum. Direksiyonda ritim tutan parmaklarım Cenk'in arabasını görmesi ile kasıldı. Hemen arkasında bulunan ve takip mesafesindeki Aston Martin'i de görebiliyordum. Yaklaşarak sinyal verdim ve kavşağın hemen ardından arkasında takıldım.

 

Ala ile ilgili her şey bir toz bulutuymuş gibi hissediyordum. Kaybının üzerinden aylar geçmesine rağmen içimde bir yerlerde bir örtünün altından buradayım diyecek ve çıkacakmış gibi geliyordu. O toz bulutunu bir çağrı sesi bozdu. Telefonumun ekranında yazan ismi görünce bedenimin kasıldığını hissettim. Yanıt tuşuna dokunarak cevapladım. Ses vermemi beklemeden konuştu.

 

"İşini çok iyi oynuyorsun Alphan. Oyunun kurucusu sensin ama atladığın bir kısım mevcut. Ben kaybetmem." Çağlar'ın sesi arabamın içine dolarken ağzımı açacaktım ki devam etti. "Şu köstebeğinin evinde seninle ilgili belgeler olduğunu ve babanın bir numAkalı adamı olduğunu biliyor muydun? Bu dedektifi de sana o önermişti değil mi?"

 

"Ne zırvalıyorsun sen?"

 

"Oyunu kuruyorsan kurallarına göre oynamalısın. Mevzu bahis bir çocuksa Akal'lar çocuklara zarar vermez. Yakın takibini ailen adına kullan."

 

"Şu an seni uçurumdan atabilecek kadar iyi bir direksiyon hakimiyetim var. Bu yüzden Akal ailem hakkında düzgün konuş."

 

"Çok sevgili Cenk'in bir havai fişek gibi patlamasını ve parçalanmasını istemiyorsan planı iptal et ve beni takip et. Sana her şeyi anlatacağım."

Loading...
0%