@belarophontes
|
1
3 PARADOKSU
♪
The Rolling Stones - Paint It, Black Every Grinko - Jane Maryam
NAZENİN EYLEM
Eski evden çıkarak laboratuvara geleli yaklaşık iki saat kadar oluyordu. Sabah olmuştu ve ben kaçıncı bardak kahvem bilmiyordum. Bedenin patoloji raporları henüz hazır değildi bu sebeple de beklerken bulduğumuz saati inceliyordum. Aslında temiz bir hava alıp bir dal sigara içmek de fena sayılmayan bir fikirdi. Dışarı çıkıp bu eylemi gerçekleştirmek adına ayaklanmıştım ki içeri davanın savcısı ve olay mahalinde gördüğüm uzun boylu adam girdi. Önümdeki parlak ışığı kapatıp başımla selam verdiğimde tam önümde durdular. “Nasılsınız Nazenin hocam?” “Teşekkür ederim. Üzerinde çalışıyoruz.” “Sarp Bey’in olayın gidişatı ile sormak istediği birkaç soru var size.” “Tabii.” Dedim ve karşımda bulunan plastik sandalyelerinden birini gösterdim. Pahalı montunu düzelterek oturdu. Savcı ikimize de gülümseyerek mekândan ayrılırken, lambayı görüş alanımdan çekerek parmaklarımı birbirine kenetledim. “Sizi dinliyorum.” “Ölüm nedeni başa alınan sert bir darbe mi?” dedi sesi erkeksi ve güçlüydü. Bu konuda bir diksiyon eğitimi aldığı belliydi. “Öyle gözüküyor, otopsi henüz bitmedi.” Dedim ona nazaran dümdüz bir ses ile. “Nazenin, bir karar verildi,” dedi, doğrudan konuya girerek. “Bu cinayet, sadece adli tıp ve kriminal bir vaka değil. Daha derin bir bağ var. Ve bunun peşinden gitmek için bir ekip oluşturuyoruz.” “Ekip mi?” diye sordum, kaşlarımı kaldırarak. “Evet,” dedi. “Ve benim bu ekibe katılmamı mı istiyorsun?” dedim, gözlerimi onunkilere dikerek. Sarp hafifçe başını salladı. “Senin adli tıp uzmanlığın burada kilit rol oynuyor. Ayrıca, gravürdeki sayılar ve saatteki ipuçları da seni merkeze koyuyor. Bu dosyanın ortasında yer alıyorsun, Nazenin. Bunu inkâr edemeyiz.” “Peki ya benim onayım?” dedim, hafif bir sertlikle. Sarp, yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle bana yaklaştı. “Onayını istemiyorum, Nazenin. Zaten bu işin içindesin. Ama tek başına hareket etmek seni tehlikeye atar. Bu ekip seni koruyacak ve olayları çözmemiz için birlikte çalışmamızı sağlayacak.” Gözlerimi yeniden ona çevirdim. İçimde bir huzursuzluk vardı. Ama Sarp haklıydı. Bu işin dışına çıkamazdım. O saati elime aldığım andan itibaren bu olayların bir parçası olmuştum. “Kimler var ekipte?” diye sordum, merakla. Sarp bir liste çıkardı ve önüme koydu. “Ben, iki saha ajanı, bir veri analisti, bir kriminal uzman… Ve sen. Hepsinin kendi uzmanlık alanı var, ama kimse senin gibi detayları göremez.” “Bu kadar emin olma,” dedim, omuz silkip dosyaya bakarken. “Ama madem bu kadar inatçısınız… Ben de katılıyorum.” Sarp, hafif bir memnuniyetle başını salladı. O anda, hissettiğim gerginliğe rağmen bir şeylerin değişeceğini anlamıştım. Bu ekip sadece bir cinayet çözmek için değil, aynı zamanda görünmez bir savaşı başlatmak için kuruluyordu. “Saat ile ilgili bir şeyler bulmuşsun.” Dedi yine aynı egemen ses ile. Saatin camındaki kan olmuş çatlak maktulün kanı ile uyuşuyordu. Masanın üzerinde duran eldivenleri yeniden takarken ilk başta bir aksesuar gibi gözüken ama yüksek ölçüde bizi katile götürecek olan saatin her detayında bir gizin saklı olduğundan neredeyse emindim. Işığı yeniden açtım. Saatin cımbız ile arka kapağını kaldırdım. İç kısmına dizinmiş bir dizi rakam vardı. “3 ve 33.” Dedim cımbız ile rakamları gösterirken. Gözlerini kıstı ve ayaklanarak dibime kadar geldi. Esmer saçlarını düzeltip eğildi. “Özensiz bir kazınma değil bu.” Eğildiği kısımdan doğruldu. Laboratuvar birden sessizleşti. Bilgisayarımın fanının hafif cızırtısı haricinde neredeyse hiçbir ses duyulmuyordu. Parmak izlerini analiz etmek için gönderdiğim test henüz gelmemişti. “Parmak izi testi henüz gelmedi. Numaraları dijital arşive girdim ama oradan da bir sonuç çıkmadı.” Cevap gelmedi ama gözlerimin önüne bırakılan kahverengi dosya ve o bilindik keskin sesi beraberinde getirdi. “Mehmet Keskin hakkında istemediğin kadar bilgi.” “Maktulü tanımak beni katile götürmez Sarp. Cinayetler tanımadığı kişiler tarafınca da işlenebilir çünkü.” Boynunu iki yana hızlı hızlı oynattı. “Yanlış. Biz istihbaratçılar sıradan insanlar değiliz. Bizi alalede bir mekânda biri yanlışlıkla öldüremez.” “Görev sırasında mıydı?” diye sorduğumda başını onaylarcasına salladı ve yine o rahatsız edici sessizliğine büründü. Göz ucuyla ona baktım. Sarp, laboratuvarın köşesindeki beyaz plastik sandalyeye yayılmış bir şekilde oturuyordu. Bu kadar sıradan bir ortamda bile, varlığıyla odaya bir ağırlık katmayı başarıyordu. Uzun boyu ve geniş omuzları, sandalyeyi olduğundan daha küçük gösteriyordu. Siyah deri ceketi, hafifçe gevşetilmiş gri bir gömlekle birleşmiş, her zamanki dağınık ama dikkatlice düşünülmüş tarzını tamamlıyordu. Saçları, her zaman olduğu gibi biraz dağınık ama yine de kendine özgü bir şekilde düzgün görünüyordu. Yüz hatları sert, keskin; alt çenesinin hafif çıkıklığı, yıllardır kazandığı soğukkanlı duruşu ele veriyordu. Gözleri, o sırada masadaki saate odaklanmıştı, ama her zaman olduğu gibi tetikte ve çevreyi tarar gibiydi. Derin, koyu kahverengi gözlerinde bir yorgunluk vardı, ama bu yorgunluk onu zayıf gösteren bir türden değildi. Daha çok, yıllarca gördüğü şeylerin izini taşıyan bir bakıştı bu. Bir ayağını diğerinin üstüne atmış, sandalye sanki onun ağırlığına dayanmaya çalışıyormuş gibi esniyordu. Avuç içleriyle dizlerini hafifçe tutmuş, sabırlı bir duruş sergiliyor gibiydi ama ellerinin gerginliği, aslında zihninde sürekli dönen planları ele veriyordu. Her şeyinde bir çelişki vardı: Rahat görünüyordu ama aynı zamanda sanki her an harekete geçmeye hazır gibiydi. O laboratuvardaki en sıradan nesneye bile tehlike ya da gizem katmayı başarabilen bir adamdı. “Buraya girmeniz normalde yasak,” dedim, gözlerimi Sarp’ın elindeki saate dikerek. “Soruşturma devam ederken laboratuvara giremezsiniz aslında.” Sarp, hafifçe kaşlarını kaldırıp kolundaki saati incelemeye devam etti. Daha sonra ayaklandı ve yeniden önümdeki saate baktı. Ciddiyetle kazınmış rakamlara odaklanmıştı. Onu durdurmam gerektiğini bilsem de bu kadar odaklanmış birini izlemek tuhaf bir şekilde ilginçti. Sonunda, “Bu seferlik görmezden gel,” dedi, başını kaldırmadan. “Bu numaraların ne anlama geldiğini bilmek zorundayız. Hem, bu olay sadece sizin meseleniz değil. Daha büyük bir resim var, Nazenin ve ayrıca ekibiz biz.” “Bu kadar emin konuşman için elinde bir şey olması lazım,” dedim. “Büyük resim mi? Neyi ima ediyorsun?” Sarp, hafif bir gülümsemeyle bana baktı, ama bu sıcak bir gülümseme değildi. Daha çok, insanı rahatsız eden bir şeyler bildiğini ima eden türden bir gülümsemeydi. “İstihbaratta, hiçbir şey göründüğü gibi değildir,” dedi. Saatin arka kapağını tekrar yerine oturtup masanın üzerine bıraktı. “3-33, bir koordinat, bir şifre ya da bir takvim olabilir. Ama bu gravür, daha önce karşılaştığım bir şeyle bağlantılı olabilir.” “Ne demek istiyorsun?” dedim, sesimdeki gerginliği gizleyemeyerek. Sarp bir an duraksadı, sonra odanın etrafına dikkatlice baktı, sanki gizli biri dinliyor olabilirmiş gibi. “Bunu şimdi söyleyemem. Ama emin ol, bu saat sadece bir cinayetin değil, çok daha büyük bir şeyin parçası.” Elleri cebinde, kapıya doğru yöneldi. Gitmeden önce arkasını dönüp gözlerimin içine baktı. “Ama seni uyarıyorum, Nazenin. Bu işin içine girdiysen, bir çıkış yolun olmayabilir.” Kapıyı ardından kapattığında, odada yalnız kalmıştım. Elimde hâlâ kanıt dolu bir saat, kafamda ise cevaplanmayı bekleyen sorular vardı. Ama asıl rahatsız edici olan, Sarp’ın o son bakışında gördüğüm şeydi: korku mu, yoksa bir tür uyarı mı? Bilgisayarıma döndüm ve derin bir nefes alarak rakamları arşive girmeye devam ettim. 3-33. Bu rakamların ardında ne saklanıyordu? Kapı Sarp’ın ardından kapanır kapanmaz, içimde garip bir sessizlik hissettim. Onun varlığıyla oda dolmuş gibiydi; şimdi ise boşluk daha belirgin hale gelmişti. Bir an durup düşündüm: Sarp, gerçekten bu rakamları daha önce görmüş olabilir miydi? Yoksa sadece dikkatimi çekmeye mi çalışıyordu? Başımı iki yana sallayıp bilgisayara döndüm. Bu saçmalıklara vakit harcayamazdım. Derin bir nefes alarak parmaklarımı klavyeye yerleştirdim ve gravürdeki rakamları yazmaya başladım. 3-33. Sistemin eski ama güvenilir arayüzü, birkaç saniyelik taramadan sonra ekranıma bir dizi dosya çıkardı. İlk birkaç sonuç sıradan şeylerdi: eski kimlik numaraları, sahte belgeler, bir dava dosyası. Tam vazgeçmek üzereyken dikkatimi çeken bir başlık gördüm: “Operasyon Üç-Tuz üç”. “Operasyon mu?” diye kendi kendime mırıldandım. Fareyi hızlıca dosyanın üzerine getirdim ve tıkladım. Ancak sistem, karşıma bir şifre ekranı çıkardı. Kaşlarımı çattım. Şifrelenmiş bir dosya. Yine de bu, önemli bir şey bulduğum anlamına geliyordu. Bir yandan şifreyi kırmanın yollarını düşünürken, masadaki saate bakışlarımı çevirdim. Gravür sadece bir ipucu olamazdı, bir şey daha saklıyor olmalıydı. Saati tekrar elime aldım ve ışığın altına tuttum. Arka kapağın iç kısmında fark etmediğim bir detay vardı: ince, neredeyse görünmez bir şekilde yazılmış bir kelime. Eğilip daha dikkatli baktım. “Elips.” “Elips mi?” Kelimeyi tekrarladım, zihnimde parçaları birleştirmeye çalışarak. Şifre olabilir miydi? Hemen bilgisayara dönüp şifre ekranına bu kelimeyi yazdım. Ekran bir an dondu, ardından açık bir dosya penceresi belirdi. Nefesimi tutarak içeriğe göz gezdirdim. Raporlar, eski yazışmalar, garip kodlar… Ama en dikkat çekeni bir isimdi: “Nemesis.” “Nemesis,” diye fısıldadım. Bu isim, neden bu kadar tanıdık geliyordu? Henüz bir anlam verememiştim ki, ekranın köşesinde bir bildirim belirdi: Dosyaya erişiminiz izinsizdir. Sistem kapatılıyor. “Hayır, hayır, hayır!” diye haykırarak dosyayı kaydetmeye çalıştım ama çok geçti. Ekran karardı ve bilgisayar kendini kapattı. Öfkemi bastırmaya çalışarak arkamdaki sandalyeye yaslandım. Gözlerimi kapatıp bir an için düşündüm. Elips, Nemesis, 3-33… Bu parçalar bir araya geldiğinde ne anlatmaya çalışıyordu? Düşüncelerim bölünmeden önce, odanın sessizliğini bozan bir ses duydum, kapının hafifçe tıklaması. Gözlerimi açtım ve başımı çevirdim. Ama kapıda kimse yoktu. Yine de birisinin beni izlediğine dair ürkütücü bir his omuzlarımı sardı. Hemen yerimden kalktım ve kapıya yöneldim. Koridor, loş ışıklarıyla sessizdi. Her zamanki gibi steril, boş ama bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyordum. Bir süre etrafı dinledim. Ayak sesleri, fısıltılar ya da herhangi bir işaret. Hiçbir şey yoktu. Ama içimde bir huzursuzluk dolaşıyordu. Derin bir nefes alıp tekrar laboratuvara döndüm. Kapıyı kapatmadan önce birkaç saniye daha dışarı baktım, kimseyi göremedim. Kapıyı kapatıp kilitledim ve masanın başına geri döndüm. Bilgisayar yeniden başlatılıyordu ama dosyanın izlerini tamamen sildiğine emindim. Elime saati alıp tekrar incelemeye başladım. “Elips” ve “Nemesis” kelimeleri kafamda dolaşıp duruyordu. Bu kelimeler bir şeyi mi işaret ediyordu, yoksa bu sadece bir başlangıç mıydı? O sırada masanın üzerindeki telefon titremeye başladı. Ekranda tanımadığım bir numara göründü. Tereddüt ederek telefonu açtım. “Nazenin Eylem.” Telefonun diğer ucundaki ses alçak ve sakindi. “Gravürdeki numaraları buldun, değil mi? Ama henüz her şeyi görmedin. Buz gibi bir ürperti omurgamdan aşağı indi. “Kimsiniz? Ne istiyorsunuz?” diye sordum, sesimi sakin tutmaya çalışarak. “Nemesis’in gölgesindesin,” dedi ses, ürkütücü bir tonda. “O istihbaratçı değil ilahı koruyamaz seni. Sana kimsenin anlatamayacağı kadar derin bir sır bu. Saat sadece başlangıç.” “Bakın, kim olursanız olun…” dedim, ama cümlemi tamamlamama izin vermedi. “Zaman doluyor, Doktor.” dedi. “Kimseye güvenme.” Telefon kapandı. Boğazım kurumuştu. Gözlerimi ekrana diktim, zihnimde tekrar eden kelimeler arasında sıkışıp kalmıştım. Zaman doluyor… Saat, Nemesis, Elips… O sırada kapı yeniden tıklatıldı. Bu kez yavaş ve kararlı bir şekilde. Kalbim hızla çarparken elim kapının kilidine gitti. Kim olduğunu sormadan önce derin bir nefes aldım ve kapıyı açtım. Karşımda Sarp duruyordu, yüzündeki ciddi ifade beni daha da huzursuz etti. “Bir sorun mu var?” diye sordu, sesi olağandışı bir şekilde yumuşaktı. Telefon konuşmasını ve hissettiğim huzursuzluğu ona anlatmalı mıydım? Yoksa gerçekten kimseye güvenmemeli miydim? Bir an duraklayıp gözlerine baktım. “Sorun yok,” dedim, sesi çatlamadan çıkarmaya çalışarak. Sarp, şüpheyle başını eğip gözlerini daralttı. Ama sorgulamadı. “Öyleyse işi hızlandır,” dedi. “Bu davada her dakika önemli.” Ben de başımı sallayıp onu içeri aldım. Ama içimde bir şey, bu olayların bizi bir çıkmaza sürükleyeceğini fısıldıyordu. Gravürdeki numaralar, arayan o gizemli ses ve Nemesis… Bütün bunlar sadece bir başlangıçtı. Bunu hissediyordum. Sarp, kapıdan içeri adımını attığında kararsızlığımı fark etmiş gibiydi. Gözleri bir an için yüzümde gezindi, sonra masaya baktı. Elinde getirdiği iki kahveden birini önüme bıraktı. “Bir şeyler olduğunu anlayabilirim,” dedi, doğrudan. “Söylemeyeceğin şeyler var.” İçimdeki tereddüt, onun bu keskin bakışlarıyla daha da belirgin hale geldi. Ama bir an düşündüm: Eğer bu işte gerçekten bir çıkış yolu varsa, onu bu konunun dışında tutamazdım. Derin bir nefes aldım ve masanın yanındaki sandalyeye oturdum. “Biri beni aradı,” dedim. Sesimdeki titreşimi gizlemeye çalışsam da başarılı olamadım. “Gravürle ilgili bir şeyler biliyor gibiydi. Saatin, Nemesis’in bir parçası olduğunu söyledi.” “Nemesis de neymiş?” Sarp’ın kaşları çatıldı. Sandalyeyi bana doğru çekerek masaya oturdu. “Ne dedi tam olarak?” diye sordu, gözleri ciddiyetle üzerimdeydi. “‘Zaman doluyor,’ dedi. ‘Kimseye güvenme.’ Ve…” Bir an duraksadım, çünkü sesin tonu hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu. “Sarp, bu ses… Bu ses, her şeyi biliyordu. Katil olabilir.” “Seni nereden buldu?” dedi ve kendi sorusunu cevapladı. “Dosya erişimi falan mı?” “Evet. Sen gittikten sonra dijital veride bir dosya buldum. Sonra da şifresini buldum ama dosya kaydedemeden kapandı.” “Bilişimcilere araştırtmamız lazım.” Sarp, bir an düşündükten sonra telefonuma uzandı. “Numara burada mı?” diye sordu. Başımı sallayıp cihazı ona verdim. Gözleri, çağrı kaydını hızla taradı. “Tanımadığın bir numara,” diye mırıldandı. “İstihbaratın veri tabanına bu numarayı hemen sorgulatmamız gerek. Hatta…” Numarayı kendi telefonuna kaydetti. “Numaramı da kaydettim. Bir şey olursa bana ulaşman yeter.” Telefonu cebine koydu ve ayağa kalktı. “HTS kayıtlarına erişebilirsek, bu çağrının yapıldığı konumu tespit edebiliriz. Eğer peşindeyse, bu kişinin yerini bulmamız şart.” “Bunu yapabilir misin?” diye sordum, ona umutla bakarak. Sarp, hafifçe gülümsedi. Ama bu gülümseme rahatlatıcı değildi; daha çok, bu işin ne kadar tehlikeli olduğunu bilen birinin gülümsemesiydi. “Kim olduğumu unuttun galiba. Şimdi buradan çıkmam gerekiyor. Bekle ve hiçbir yere gitme.” Sarp laboratuvardan hızla çıkarken, içimde bir rahatlama ve aynı anda büyüyen bir korku vardı. Bu adam ne kadar becerikli olursa olsun, karşımızdaki şeyin sıradan bir tehdit olmadığını hissediyordum.
Dakikalar sonra telefonum titredi. Sarp adıyla gelen bir mesajdı:
HTS kaydı inceleniyor. Yer tespiti için birkaç dakikaya ihtiyacım var. Bekle ve dikkatli ol.
Tamam da numaramı nasıl aldın? Sana mesaj atmamıştım.
Bir ara arama motoruna istihbarat nedir yaz.
Ekrandaki mesajı okurken, gözlerimi devirerek masanın üzerindeki saati bir kez daha elime aldım. Bu küçük metal parça, nasıl bu kadar çok sırrı barındırabilirdi? Ve o telefonun ucundaki kişi… Konum tespit edildiğinde cevaplar da yaklaşacak mıydı, yoksa daha fazla soru mu ortaya çıkacaktı? Telefonun yeniden titremesiyle irkildim. Bu kez arayan Sarp’tı. Hemen açtım. “Bulduk,” dedi hızlı ve net bir tonla. “Arama eski bir sanayi bölgesindeki terk edilmiş bir binadan yapılmış. Yerle ilgili bilgi topluyorum. Biz ekiple çıkacağız. Sen de işine devam edebilirsin.” “Sarp, bu işi çözmek için bir yerde başlamak zorundayız,” dedim. “Oraya gitmemiz gerek.” “Bekle,” dedi, sesi sertleşmişti. “Bu kişi bizi oraya çekmeye çalışıyor olabilir. Tuzağa düşmeye niyetim yok. Daha fazla bilgi toplamadan bir adım atmak yok. Ama merak etme, Nazenin. Bu işi birlikte çözeceğiz.” Telefon kapandığında, Sarp’a güvenmekten başka çarem olmadığını biliyordum. Ama içimde bir şey, bu kişinin bize daha büyük bir oyunun ilk taşını gösterdiğini fısıldıyordu. Ve bu oyunda her hamlenin bir bedeli olacaktı. Telefonu masaya bırakıp düşüncelerimi toparlamaya çalıştım. Her şey hızla gelişiyordu, ama cevaplardan çok sorularla baş başaydım. Saat, gravürdeki numaralar, “Nemesis” ismi ve terk edilmiş sanayi binası… Bütün bu parçalar bir araya gelmeden tabloyu göremiyordum. Laboratuvarın sessizliği kulaklarımı tırmalıyordu. Masadaki küçük masum görünümlü saati elime alıp tekrar inceledim. Arka kapağın içindeki gravür dışında görünüşte sıradan bir şeydi. Ama içimde, bu saatin sıradan olmaktan çok uzak olduğunu biliyordum. Bir ipucu daha saklıyor olmalıydı. Kapının açıldığını duyduğumda irkilerek yerimden kalktım. Sarp geri dönmüştü. Yüzündeki ifade gergindi, ama bu onun için neredeyse normaldi. “Ne buldun?” diye sordum hemen, sabırsızca. “Elimizde bir koordinat var,” dedi, ceketinin cebinden bir kâğıt çıkararak. Kâğıdın üzerine bir adres yazılmıştı. “Bu bina, yıllar önce bir kimya şirketine aitmiş. Ama on yıldan fazla süredir kullanılmıyor. Burası tam bir hayalet bölge.” “Eski malikane ve eski bir fabrika. Bir bağlantısı olmalı. Oraya gitmemiz gerek.” dedim kararlılıkla. Sarp bir an durdu, beni dikkatle inceledi. “Bu işin daha derin olduğunu anlamıyor musun?” diye sordu. “Buradaki her şey, seni veya bizi o binaya çekmek için planlanmış olabilir. Aceleci davranmak tehlikeli.” “Sarp, eğer o bina bir tuzaksa, bu tuzağı kuran kişi benim peşimde,” dedim, sesimi yükseltmeden. “Beklemek bize ne kazandıracak? Eğer bu saat ve ‘Nemesis’ arasında bir bağ varsa, cevaplar orada olabilir.” Sarp bir süre sessiz kaldı. Sonunda derin bir nefes alıp başını salladı. “Peki. Ama yalnız gitmek yok. Yanımda olacaksın ve dikkatli davranacaksın. Anlaştık mı?” Başımı salladım. “Anlaştık.” Fabrikanın önüne vardığımızda etraf polis arabaları ve sivil araçlarla dolmuştu. Binanın kasvetli silueti, yükselen güne karşı koyu bir gölge gibi duruyordu. Sarp, ekibin başında sakin ama dikkatli adımlarla ilerliyordu. Peşinden ben ve geri kalan ekip üyeleri… Herkes sessizdi, ama bu sessizlik hazırlığın ve gerilimin bir göstergesiydi. Polis memuru yanımıza gelerek rapor verdi. “Bina tamamen boş görünüyor. İçeri kimse girmemiş. Etrafı da sardık, kimse çıkamaz.” Sarp kısa bir bakış attı. “Bu binanın ne kadar boş olduğunu içeride göreceğiz. Nazenin, sen ve Murat benimle geliyorsunuz.” Murat, orta yaşlarda, kararlı ama biraz fazla konuşkan saha ajanlarından biriydi. Sarp’ın işaret ettiği gibi yanımıza geldi ve gözlerini bana dikti. “Bu Nemesis işi, sanırım tahmin ettiğimizden daha büyük,” dedi, sanki bana bir güvence vermeye çalışıyormuş gibi. “Öyle görünüyor,” dedim, soğuk bir tonla. Diğer ekip üyeleri ve polis, dışarıda kalırken biz içeri girdik. Beton zemindeki adımlarımız yankı yapıyordu. Rüzgâr, paslı kapılardan ve kırık pencerelerden içeri dolarken içerisi ağır bir kimyasal kokuyla doluydu. Kısa bir taramanın ardından bir şey gördüm. Ay ışığının aydınlattığı kısımda duruyordu. “Orada bir şey var!” dedim tok bir tonda. Parmağımla o alanı göstererek. Sarp parmağımın gösterdiği yere hızla adımladı ve dosyayı eline aldı. “Proje- Nemesis” dedim dosyanın üzerindeki kocaman el yazısını okuyarak. Sarp içini açtı. İçinde yalnızca tek bir sayfa vardı. Sayfanın üzerinde kocaman şunlar yazıyordu: “Denek- Mehmet Keskin.” Tüm ekibin gözleri aynı anda kocaman olurken yutkundum. “Nemesis bir proje miymiş?” “Mehmet de deneği.” Dedi beni tamamlayarak Murat. Sarp dosyayı bana uzattı. Dikkatle ilerlerken bir eli tabancasının kabzasındaydı. Murat ise arada bir gözlerini etrafa gezdirip küçük yorumlar yapıyordu. “Bu bina bir kimya fabrikasına pek benzemiyor.” dedi Murat. “Sanırım burada yasa dışı bir şeyler üretilmiş olabilir. Mehmet’in bu olanlarla alakası nedir? Adı yüzden geçiyor olabilir mi?” “Olabilir,” dedi Sarp. “Ama dosyada Mehmet’in isminin yanında tam bir açıklama yoktu. Daha çok bir bağlantı listesi gibi görünüyordu.” “Belki de Mehmet bu dosyayı bulduğu için öldürüldü,” dedim. Sesim, terk edilmiş binanın içindeki yankıyla bir anlık rahatsız edici bir derinlik kazandı. Sarp, başını çevirip bana baktı. “Bu yüzden buradayız. O bağlantıyı çözmek için.” Bir anda ilerimizdeki Murat yere eğilip bir şey aldı. Tozla kaplı bir kâğıt parçasıydı. Öyle ki Murat eli ile bu tozları süpürdü. “Sarp, bunu görmelisin,” dedi, kâğıdı ona uzatarak. |
0% |