@bendenizzeyiniz
|
Selam, sevgili Mor Menekşe İstasyonu yolcularım! İlk bölümle karşınızdayım ve aşırı heyecanlıyım. Umarım her şey layığıyla olur. Tanıtımda okuduğumuz bol kaos ve heyecan dolu sahnemiz öncesinde gerçekleşen olayları ve karakterlerimizi tanıyarak başlayacağız yolculuğumuza. Hikayemizin en karmaşıklaştığı en heyecan verici kısmına geldiğimizde ise bahsi geçen sahnemizi patlatacağım ve ivme alarak ilerlediğimiz yolumuza son gaz devam edeceğiz. Ondan sebep şimdi arkanıza yaslanın ve bu sahnenin gerçekleşme nedeni neymiş onu öğrenin bakalım.. Upuzun yolculuğumuzun soğuk bir olaya giden sıcacık hikayesine ilk adımımızı birlikte el ele tutuşarak atıyoruz! Keyifli okumalar diliyorum. Başlama Tarihi: 23 Ağustos 2024 Sizlerde başladığınız tarihi buraya iliştirirseniz çok mutlu olurum. Arkamızda hatıralar ve izler bırakmak güzeldir... *Bugün tekerler, raylar üzerinde bizim için dönecek...* * Mor Menekşe İstasyonu "Bir Eski Yeşilçam Hatırası..."
Bölüm 1: Mavi Ev
*Onlarca mermi saplandı vücuduma, hiç biri seninki kadar derinden yaralayamadı beni.*
( 2 yıl önce, Yazarın anlatımıyla. )
Bilinmeyen bir diyarın, bilinmeyen bir mahallesinin, bilinmeyen bir sokağının başlangıcındaki, iki katlı, müstakil, mavi evde yaşıyordu Altındağ ailesi.
Her zamanki gibi sabah erkenden kalkılmış, kahvaltılar edilmiş ve evin babası Halit işe uğurlanmıştı sevgi nidalarıyla.
Genç adam bütün gün çalışmış, pek çok dosya ile ilgilenmiş, bir çok operasyonun planlarını yapmış ve yorgun düşmüştü. Tek isteği sıcak evine gidip kapıda küçük kızı tarafından karşılanıp ondan kocaman bir öpücük almaktı. İşte o zaman geçiverirdi yorgunluğu.
Mesleğinin de üzerinde büyük etkisi olan asker adımlarını atarak geçiyordu begonyalarla dolu uzun sokağı.
Tâ öte başına, mavi evine gitmek için atıyordu adımlarını.
Küçük kızını kucaklamak için, her şeyden değerli eşini öperek selamlamak için, onun için hazırlanan mütevazi sofrasında karnını doyurup akşam ayaklarını uzatarak meyve ve çay eşliğinde televizyon izlemek için...
Nihayet evinin önüne vardığında elini arka cebine attı. Türk bayraklı anahtarlığa takılı anahtarı ile kilidi açtı. Kapıyı araladı. Usulca içeri geçip postallarını çıkarmak için eğildiğinde sırtında ufak bir ağırlık hissetti.
Bu minik Filiz'di...
Temkinlice yerinden doğrularak minik kızı yavaşça aşağı indirdi. Sonra kucağına alıp uzun uzun kokladı.
"Hoşgeldin babacım!" dedi kız yanaklarına kadar varan gülümsemesiyle. Babasının yanağına da sulu bir öpücük kondurmayı unutmadı.
"Hoş gördüm babacım. Nasılsın bakalım, nasıl geçti gününüz? Anneni çok üzmedin değil mi?"
"Ben istesem de annemi üzemem ki babiş. Çok güzel bir gündü. Annemle, geçen piknikte topladığımız kozalakları boyadık. Sonra..."
Kızının cümlesinin sonunu beklemeden atladı heyecanla.
"Şu toz yuvası diye bize etmediği lafı bırakmayan annen mi boyadı onları gerçekten? İlginç! İçindeki şeyler yerlere dökülüp de evimizi kirletmedi mi?" Dedi genç adam muzipçe.
Kızı da anlayıp sahte bir sinirle vurdu babasının omzuna.
"Yâ baba! Deme öyle."
"Tamam tamam anneye laf yok!" Dedi ağzını fermuar gibi kapayarak. Sonra kızının kokusunu bir kez daha içine çekip bıraktı yere. Saçlarını okşadı, gülümseyerek konuşmaya başladı.
"Eh, hadi bakalım. Bu kadar karşılama faslı yeter. Oyun başına minik kaptan. Koş bakalım odana!"
Minik kız bunu bekliyormuşcasına heyecanlanarak yerinde zıplamaya başladı. "O zaman tam yol ileri, hedef odam!" Diye bağırarak odasına koşmaya başladı.
Genç adam ufak bir bıyık altı gülüşün ardından mutfağa yöneldi.
"Hülya'm! Ben geldim." dediğinde karısı arkasını bile dönmeden tezgahtaki işine devam ediyordu. Daldığını düşünerek bir kez daha seslendi Halit Altındağ.
"Karıcığım? Ben geldim diyorum yâ, duymuyor musun?"
O sırada genç kadın irkildi. Şaşkın bakışlarla sordu kocasına;
"Hâ? Ne oldu, efendim?"
Genç adam kıkırdayarak cevapladı.
"Patlıcanlar diyorum. Neymiş dertleri? Sohbetiniz pek bir koyu, pek bir kasvetliydi. Bizim içerideki çığrışmamızı bile duymadın."
Kadın anlam veremeyerek ağzı açık bir şekilde mantıklı bir cevap bekliyordu.
"Patlıcanlar mı?"
"Yâ patlıcanlar... Neyse,uzatmayacağım. Ne yiyoruz? Güzel karım bugün yorgun kocasına hangi ziyafeti hazırladı?"
Kadın anlamışça başını salladı. Sonra omuz silkerek cevapladı.
"En sevdiğinden. Nohut yemeği ve bulgur pilavı."
"Ooo! Turnayı gözünden vurmuş yine güzeller güzelim. Eh haydi otursana?" dedi bir yandan da salatayı kaşıklayarak. Çoktan sandalyesine kurulmuştu genç adam.
"Bugün yemeğini yanlız yiyeceksin. Aslında h..." Genç kadın cümlesini tamamlayamadan atladı kocası.
"Ne demek yanlız yiyeceksin? Olur mu öyle şey! Otur şöyle karşıma. Bir sürü yemek yapmışsın kim yiyecek bunları? Dur ufaklığımız da gelsin. Fili..." derken bu seferde cümlesi bölünen Halit Altındağ oldu.
"Çağırma Filiz'i. Karnı tok, ben yedirdim ona sen gelmeden."
Lokması ağzında kalan adam kaşığını yavaşça yerine koydu. Zorla yutkundu. Eşinin bu hali hiç hoşuna gitmemişti. Çünkü 5 yıldır bu evde hep birlikte yemek yenirdi. Bu bir ilkti. Konuşmaya başladı.
"Niye? Yani neden? Kahvaltıyı beraber yapmıştık. Huy mu değiştiriyor bu kız, n'apıyor?"
"Huy değiştirdiği falan yok. Öyle gerekti."
"Ben gerekli merekli anlamam güzelim! Bu kadar yemeği kim yiyecek. Çağıralım gelsin."
"1 hafta boyunca sen yiyeceksin Halit. Sonrasında zaten boşanmış olacağız. Oradan sonrasında kendi başının çaresine bakacaksın."
İkinci şok dalgası da gelmişti işte. Anlamayarak gözlerini kırpıştırdığında yutmadığı lokması boğazına kaçmıştı. Öksürmeye başladı. Rahatladığında ayağa kalktı. Sinirleri iyice gerilmişti genç teğmenin.
"O ne demek Hülya! Ne demek boşanmış olacağız?"
Kadın sesini bile çıkartmadan yanından usulca geçti. Kısa koridorun sonundaki yatak odasından büyükçe bir valiz çıkardı. Halit kafayı yemek üzereydi. Kafasını kısa bir kaşıyarak etrafında döndü. Tezgahtaki sürahiden bir bardak su aldı titreyen elleri ile. Sandalyesine oturarak üç yudumda içti. Sakinleşmeye çalışıyordu ama olmuyordu. Sabah güle oynaya çıktığı evinde şimdi cenaze havası vardı. Sakinleşemediğini anladığında oturduğu yerden kalktı. Bir kaç büyük asker adımıyla eşinin yanına vardı. İki kolundan sıkıca kavrayarak onu kendine çevirdi ve sordu.
"Ben sana bilmeden, istemeden ne yaptım? Nasıl üzdüm seni?"
O an Hülya'nın sol gözünden bir damla yaş akıp yere düştü. Ve genç annenin gözleri yere düşen göz yaşında takılı kaldı. Sustu. Ölüm sessizliğine büründü.
Halit hâlâ eşinden bir cevap beklerken kapı zili duyuldu. Genç adam büyük adımlarla ilerleyip kapıyı açtı. Karşısında bir kurye belirdi.
"Halit ALTINDAĞ mı?" diye sordu kurye.
"Benim." dedi ve çekti aldı kuryenin elinden zarfı. Ufak bir teşekkür edip kapıyı kapattı. Kaşları çatık bir biçimde zarfı yırttı. Açtı. İçindeki kağıdın katını açıp okumaya başladı. O an yerinde sendeledi. Yanındaki duvara tutunma ihtiyacı hissetti. Duvara dayanarak yavaş yavaş yere çöktü.
Onlarca çatışmada, yüzlerce operasyonda gözünü kırpmadan mermiler, bombalar arasında korkusuzca savaşan Halit Altındağ, elleri arasındaki boşanma celbi ile yığıldı kaldı.
Tek kelime etmeden, sadece gözyaşları arasında yere yığıldı.
O an içinden geçen tek bir cümle vardı. Canından değerli karısının zümrüt yeşili gözlerine bakıp içinden şöyle geçirdi.
"Onlarca mermi saplandı vücuduma, hiç biri seninki kadar derinden yaralayamadı beni be Hülya!"
***
*Benim sana sevgim gökyüzü...*
( Günümüz, Itır'ın anlatımıyla. )
"Kız, Itır! Elim köpük gel de şu siparişleri götür!"
"Geldim Ayşen, bağırma!"
İşte... Yine klasik bir sabahtan sesleniyorum size dostlar.
Çocukluk arkadaşım, kardeşim Ayşen'in minik lokantasında, tezgah arkasındaki köşemde oturmuş, kara kaplı defterime bir şeyler karalıyordum.
Okumak, yazmak. Hayatım bunlar benim. Köpüklerle dolu yaşamımdaki tek sığınacak yerim.
"Hangi masaya gidecek bunlar?" diye sorarken çorba dolu tepsiyi aldım tezgahtan.
"Cam kenarı, soldan 3 numaraya!"
Kafamı oraya çevirip baktığımda hafiften yüzümü buruşturdum.
"Ay, şu şirret Selma!"
Ayşen de gözünü bulaşıktan ayırmayarak söylendi.
"Hım, ta kendisi."
Tepsiyi yerine bıraktım. Tek elimi belime koyup itiraz bayrağını çektim. "Yok olmaz. Ben hizmet etmem bu şımarığa." Kaşlarım çatık mızmız bir çocuğu andırıyor olmalıydım.
Ayşen ise bu sefer delici bakışlarını bana çevirmişti. Ellerinden birini köpük dolu leğenden çıkarıp önümde sallamaya başladı.
"Müşteri, müşteridir Itır hazretleri. Şirretini, şımarığını tanımaz. Ben çok mu memnunum sanki onu burada balla, baklavayla ağırlamaya. Ama ne yapayım? Tüm servetini günde 3 kere kasama döken başka keriz yok!" Derken son cümlesinde dudağının kenarında ufak bir gülümseme oluşmuştu. Sonrasında ise tezgahtan kirli bir bardak daha alıp köpük dolu leğene ellerini tekrar daldırdı.
Bende hoşuma gitmişcesine yandan yandan sırıttım. "Günde 3 kere mi? 3 kere mi geliyor buraya?"
"Yâ! O simit boşuna mı orada kızım?"
Kendimi tutamayarak sesli bir kahkaha attığımda, birkaç müşterinin bana kınarcasına baktığını farkettim. Yanaklarımın üstü utançla hafifçe kızarmıştı. Bozuntuya vermemek adına bakanlara ters bakışlarımı göndererek Ayşen'e doğru adımladım. Yanına ulaştığımda omzuna hafifçe geçirdim.
"Çok fenasın Ayşen!" Oysa sanki hanımefendiye iltifat etmişim gibi kasım kasım kasılmıştı.
Biz gülüşmeye devam ederken lokantanın ankesörlü telefonu çaldı.
Ayşen elindeki köpüğü temizleyip masaya doğru yöneldi. Bir yandan da bana komut vermeyi ihmal etmedi. Nasıl derler? Hâh! "Genç patroniçemiz!"
"Eh, hadi prenses. Sen telefona cevap ver, ben de daimi müşterime siparişini götüreyim." Dedi kıkırdayarak. Göz kırpamayı da ihmal etmemişti.
Ayşen önümdeki tepsiyi kapıp şirret Selma'nın masasına ilerlerken ben de ahizeyi kaldırıp kulağıma yaklaştırdım. Boğazımı temizleyip cevapladım.
"Yeşilçam Lokantası, ben Itır. Buyurun?"
Karşıdan tanıdık bir ses geldi. "Ah, Itırcığım sen misin?"
Kim olduğunu anladığımda gözlerimi kısa bir tavana diktim. Acaba yine hangi buyrukları verecekti kontes Hülya!
Formaliteden sorduğu sorusunu isteksizce cevapladım.
"Evet, benim. Ne var Hülya?"
Üslûbumun farkına varıp boğazımı temizleyerek düzelttim.
"Öhöm. Yani siparişin nedir diye soracaktım." Ve ekledim, "Canım:)"
Hülya, memnunsuzca dalgasına devam etti. "Ââ! Sen patronunla böyle mi konuşuyorsun?"
Gözlerim istemsizce devrildi. Büyükçe!
Sözlerinde ciddi olduğundan ya da azar çektiğinden değildi. Biz onunla, böyle didişmeyi severdik. Birbirimizden haz etmesekte...
Ama bu demek değil ki düşmanız ve birbirimize kötü duygular besliyoruz. Hayır. Ters davranırız, o kadar.
Bakın şöyle;
"O biçim konuşuyorum işte. Koş babana söyle de haneme bir eksi atsın hemen." Ve eşliğinde büyük bir oflamam.
Evet, babalarımız..
En büyük kavga kaynaklarımız olabilirdi. Benim babam Hulusi, Hülya'nın babası Nuri.
İki gençlik arkadaşıymış onlar. Bizim mahallemizin eski zamane gençleri..
Nuri amca, mahallemizin toprak zenginidir. Eskilerden beri kuşak boyu aynı konakta yaşarlar. Mahalledeki en güzel, en büyük, en gösterişli ev onlarındır.
Hülyanın bir üvey ablası var; Türkan abla. Babasının eski evliliğinden olan. Rahmetli ablam Belgin'in de, en yakın arkadaşı. Severim onu. Annesini küçük yaşta kaybetti. Nuri amca da, genç yaşta eşini kaybedince, Hülya'nın annesi Müjde denen kadınla evlendi. Kızı gibi kendisinden de pek haz etmem.
Müjde hanım için, babamın eski kırığı desek yeridir. İş, ikisinin evlenmesine kadar gitmiş zamanında. Ama kontesimizin annesi, toprak zengini Nuri Korhan'ın dul kaldığını ve evlenemek istediğini duyunca beğenmemiş benim çulsuz babamı. Terkedip, Nuri Korhan'a varmış. Yüzüstü bırakmış babamı. Benim saf aşık babam da unutamamış o kadını.
Ondandır ki Hülya'yı hep farklı sever. Müjdesiyle evlenseymiş kendi kızı o olacakmış. Öyle der.
Küçüklüğümde babamla olan hatıralarımda beni hep Hülya diye bir kızla karşılaştırdığını, beni ezdigini, beğenmediğini anımsıyorum. "Hülya şöyle, sende öyle ol.", "Hülya böyle, sen de öyle ol." diye başımı yediğini..
Özetle, benim Hülya gıcıklığım biraz maziye dayanır.
Tam o sırada ahizeden gelen yüksek, tiz sesle kulağım cırmalandı. Hülya onu dinlemeyip düşüncelere daldığımı farketmiş olmalıydı.
"Hu! Itır! Ordamısın kızım? İki saattir duvara mı konuşuyorum ben?"
Çenemin altına koyduğum uyuşmuş elimi çekip ahizeye iki elle sarıldım.
"Buradayım. Dalmışım. Evet, seni dinliyorum kont..." Yine bir fire! Düzelt hemen kızım! "Hülya?" Dedim başımı kaşıyarak.
Biz, Ayşenle falan aramızda Hülya'dan hep kontes diye bahsederdik. Ağız alışkanlığı..
"Sen hep dal zaten bir yerlere. Leyla!" Gözlerim, sözlerine o kadar dayanıyordu ki bu kaçıncı devrilmesiydi acaba? Laf sokmadan edemezdi.
Sakinleştirdiği sesiyle konuşmasına devam etti.
"Itır, bizim aşçı Şerife Hanım rahatsızlandı izine ayrıldı. Babam ev için bir haftalık yetecek kadar paket yemek hazırlamanızı istedi. Fiyatları muhasebeciyle konuşursunuz. Onlar menüyü sana gönderecekler. Babam benim sana söylememi istedi. Ne hikmetse? Sanki sekreteriyim!"
Öyle..
Kendi babası da Hülya'yı hep kötülerdi. Ama onların durumu benimki kadar geçmişe dayanmıyor. Bu mesele yenilerde çıktı denilebilir.
Bildiğime göre Hülya, babasının prensesi gibiymiş. Öylesine değerli..
Bu durumu lekeleyen olay kontesimizin yaptığı bitmiş olan, yanlış ve izinsiz evlilik olmuş.
Babasının rızası olmadan genç yaşta yaptığı evliliğ, eşiyle anlaşamadıkları için sona ermiş. 2 yıl falan oluyor biteli. 5 yıllık evliliği tek celsede bitti. Kimseler anlamadı ne olduğunu. Bizimki ise minicik kızıyla, genç yaşında dul bir şekilde baba evine döndü. O gün bu gündür, Nuri amca prenses kızını sekreteri yaptı.
"Geçmiş olsun Şerife Abla'ya. Çok üzüldüm. Tamam bu arada. Menüyü bekliyoruz. Siparişler yarın sabaha hazır olur. Gelir teslim alırlar."
Hülya aldığını bulmuşcasına sevinerek cevapladı. "Tamamdır. Bu arada!"
Tek kaşım havalandığında başım hafifçe sağıma yattı. "Dinliyorum."
"Senin şu oyun ablalığını haftada 3'den 5'e mi çıkarsak? İşlerim yoğunlaşıyor. Filiz de seninle daha çok vakit geçirmek istiyor. Ne dersin?"
Annem yaşlanıp rahatsızlandıktan sonra Korhanların konağına haftalık temizliğe giderdim. O zamanlar Hülya evliydi ve konakta değildi. Eşiyle başka bir şehirde yaşadıkları söylenmişti bana. Uzun zaman konakta çalıştım. Nuri amcayla pek iyi anlaşırdık. Zamanla kızı gibi sevmışti beni. Belki de Hülya'nın yerine koymuştu. Bilmiyorum. Hülya boşanıp geri döndüğünde çoktan babasının gözünden düşmüştü. Zaten izni dahilinde olmayan evliliğini birde sürdüremeyince durum iyice kötü bir hal almıştı. Halk arasında, babasının ağzında. Durum böyleyken babası da onu benimle yarıştırmaya başlamıştı. Itır şöyle, Itır böyle...
Babamın bana yaptığını; günü gelmiş, Nuri amca da Hülya'ya yapmıştı.
Bu bakıcılık meselesinin ortaya çıkışı da Nuri amca'nın, Hülya'nın o zamanlar 3 yaşındaki kızına iyi bakamadığını, benim gibi birinin bakması gerektiğini düşünmesiyle gerçekleşti. Ben de temizliği bırakıp bakıcılığa terfi etmiş bulundum. 2 yıldır haftanın bazı günleri minik Filiz'e bakıcılık yapıyorum.
Hülya'nın teklifi için zihnimdeki iş defterimi bir gözden geçirdim. Durum çok da iç açıcı olmayıca sıkkınlıkla cevapladım.
"Mümkün değil. Diğer işimle çakışıyor. Yanlış anlama. Ben çok seviyorum Filiz'le ilgilenmeyi. Ama dediğim gibi, biraz zor."
Babam 18 yıl önce çekip gittiğinde hamile annem, ablam ve ben bir başımıza kalmıştık. Annem o halde bize bakamadığı için kardeşim doğunca yetimhaneye verildik. Annem ise bir kadın sığınma evine yerleştirildi diye duyduk.
Ablam reşit olup yetimhaneden çıktıktan sonra bir şekilde babamı buldu. Annemi de alıp tekrardan Geyranlı'daki eski evimize yerleştik.
O zamanlar burada yaşamıyorduk. İstasyon mahallesi; bizim daha önce hiç gelmediğimiz, sadece anlatıldığı kadar bildiğimiz, annem ve babamın memleketleriydi.
Eski, mutlu hayatımıza geri döndük derken başımıza trajik bir olayın gelmesiyle ben ve annem buraya, İstasyon mahallesine dede-evimize yerleştik. Trajik olay annemden gözlerini, benden ise ablam ve babamı almıştı...
Teklifini reddettiğim için Hülya uzunca oflayıp bekledi. Sonra devam etti. "İki katını teklif etsem? Gerçekten çok ihtiyacım var."
İlk zamanlar, siz benim anneliğimi mi sorguluyorsunuz diye bakıcılık yapmama karşı çıkmıştı. Ancak hem babasına bir müddetten sonra karşı gelememiş hem de Filiz'in beni sevdiğini görünce ve kendi işleri yoğunlaşınca zoraki kabul etmek zorunda kalmıştı.
Onu ilk kez bu kadar mecbur ve mahcup görüyor olabilirdim. Kırmamak adına geçiştirdim.
"Bakarım Hülya."
Kesin dille ve tok bir sesle cevapladı. "Cevabını merakla bekliyorum. Teklifimde kararlı ve ısrarcıyım. Görüşürüz."
"Görüşürüz."
Ahizeyi yerine yerleştirdikten sonra puflayarak tezgaha yaslandım. Siparişleri bitirmiş Ayşen sırıtarak bana doğru geliyordu. Benim ise yüzüm bir o kadar sirke satıyordu.
Yanıma sokulup "Eniştem mi?" diye sorduğunda ilk başta ne dediğini anlamadım. Kafam yine eskilere gitmiş canım sıkılmıştı.
"Kim?" Diye soruverdim.
Sırıtması büyüdü. Omzuma hafifçe dokundu. "Kız anladın işte kıvırma! Kadir mi diyorum?"
Şimdi yanmıştı işte tepemde ampulüm!
Kadir, Kadir'im... Benim sözlüm. Aslında, ikimiz arasında verdiğimiz ve sadece arkadaşlarımızın bildiği bir söz.
Başımı iki yanıma salladım yere bakarken.
"Yok. Kadir değildi. Zaten o beni bu telefondan aramaz. Meşgul etmez burayı. Arayacaksa cepten arar."
Dedim saçımın ucuyla oynayarak. Onun adı geçince utanıp heyecanlanıyordum.
Ayşen farketmiş olacak ki kıkırdayarak yaslandığı tezgahtan doğrulup önüme geçti ve elimi saçımdan çekip kavradı, bana kısa bir sarıldı.
"Aman kız. Sanki müşteri yağmuru var da mazallah birini kaçırırız! Arasın, konuşun ne olacak?"
Ayrılarak çatık kaşlarla ona baktım. "Tabi canım ne olacak? Sen de bahaneyle dinleyiverirsin işte." Sözlerimin sonunda muzipçe sırıttığımda Ayşen'in gülüşü yüzünde solmuştu. Ellerini önünde bağlayıp dudaklarını büzdü."
"Aşk olsun Itır'ım. Ne zaman öyle birşey yapmışım ben. Öyle niyetlerim mi var benim sanki. Niye karışayım canım ben sizin özelinize."
"Tabi canım niye karışasın, niye dinleyesin ki? Hiç! Laf bendeki de." Kendimi tutamayıp karnımı tutarak gülmeye başlamıştım.
"Itır!"
Ayşen iyice mızmızlandığında yavaş yavaş gülmeyi bıraktım. Önünde bağladığı ellerini kavradım.
"Tamam be kızım eğleniyorum. Küsme hemen."
Ellerimi hızla bırakıp büyükçe gülümsedi. Kızıllığından gelen o güzel çilleri beliginleşmişti yine.
"Ne küsmesi be? Ben sana ne zaman küsmüşüm? Buna mı takılacağım!"
Bende büyükçe gülümsedim. Sonrasında az önceki laflarından takıldığım bir kısma parmak bastım.
"Hem az önce niye öyle dedin? Müşteri mi var falan. Bir kere seninde kendi çapında bir ünün var?" Dediğimde hoşuna gitmiş olacak ki omuzlarını dikleştirip yakalarını silkeleyerek etrafında bir kere döndü.
Bilmiş tavrıyla şöyle dedi; "Orası öyle kızım. Yakında restoran zinciri açacağım. Hele bir zengin koca bulayım."
Son cümlesine kadar iyiydi, son cümleden sonra yüzümden silinen tebessümün yerini çatık kaşlarım aldığında cimcirdim onu.
"Ayşen!"
Acıyla kolunu tutmuştu. Biraz sert mi davranmıştım ne?
:)
"Üf, tamam be! Sana da hiç şaka yapılmıyor." Dedi mahsustan küserek. Elimi ağzıma götürüp ufak bir güldüm. Arkasından omzuna dokundum.
"Yâ, tamam bozulma. Hem bak sana ne diyeceğim?" Dedim heyecanla. Haberi verme vakti gelmişti ama değil mi?
O sırada bizimkinin gözleri parladı. Omzularımı kavrayıp beni sarsmaya başladı manyak patroniçe!
"Kız, Itır! Müjdemi isterim! Yoksa sonunda Kadirle evlenme kararınızı mı açıklıyorsunuz?"
Şaşkınlığımdan göz bebeklerimin yerinden fışkırmasına ramak kala ellerimi havaya kaldırarak konuşmaya başladım.
"Pes yani! Hayal gücüne hayranım gerçekten Ayşen! Ne evlenmesi, ne kararı ya? Nereden çıkarıyorsun bunları? Kadirle konuşmadım dedim ya!"
Elini ağzına kapatıp vah çekti. Sonra tek eli belinde konuşmaya başladı. "Ay doğru ya! Araya birşeyler girince atlamışım ben orayı mazur gör. Ee? Ne peki, ne diyeceksin? Çatlatma beni, söyle da!"
Burnumu çektim derin bir nefes alarak. Tezgahtan doğrulup üzerimi düzelttim.
"Büyük bir iş aldım!"
Ayşen dediklerimi idrak edemeyince bozuk plak gibi sıralamaya başladı.
"Ne? Kimden? Nasıl? Ne zaman? Hangi şekilde!" Diye sorularını arka arkaya sıralarken elimle ağzını kapattım. Diğer elimi havaya kaldırdım.
"Sakin. Söylüyorum! Hazır mısın?" Dediğimde elim halâ ağzında olan Ayşen usluca gözlerini kırpıp kafasını salladığında büyük gülümsememle açıkladım. Bu bizim küçük işletmemiz için büyük bir işti.
"Korhanlar Konağından bir haftalık menü siparişi aldım!" Dediğimde ağzındaki elimden kurtulup sıkıca bana sarıldı.
Ayrılıp önüne gelen saçlarını umursamadan bir yandan onları çekiştirerek bir yandan da bana bakarak sormaya devam etti.
"Ne? Kontes Hülya'nın ailesinden mi?" Dedi sesi heyecandan tir tir titrerken.
Gülümsemem yanaklarıma varıyordu. Ayşen'in, rahmetli ailesinden kalan bu lokantayı tek başına, sıfırdan kurup işletip büyütmesine tanık olmak beni gururlandırıyordu. Buram buram emek kokuyordu karşımda.
"Ta kendisinden! Hem de kontesim arayıp rica etti."
Utanmasa yerinde tepinecekti. "Bak işte bu büyük bomba! Aferin kız. Ayağının uğuruyla geldin valla!"
Uğur kelimesini duyuca sinir bozukuğuyla güldüm. Gözlerimi başka tarafa çevirdim saçımla oynayarak.
"Hadi oradan. Uğur kim, ben kim?" Dedim camdan gökyüzüne bakarken. Uğurla uzaktan yakından alakam olsaydı bunları yaşamamış olurdum.
Beni kendine çevirip elimden tutarak etrafımda bir tur döndürdü. İkimizde kahkahalara boğulmuştuk. Belimdeki bulaşık önlüğü prenses eteği gibi kabarmıştı. Yeşilçam esintilerinden bir klip sahnesindeydik resmen.
"Öyle valla kızım. Sen şu yanaklara, şu güzelliğe, şu boya, posa, endama bak da hizaya gel!"
"Ayşen!"
"Efendim canım?" Bir de muzipçe seslenmesi yok muydu? Tam döverek sevmelik. Yemin ederim.
Tek kaşımı kaldırdım. "Yağ fiyatlarından haberin var mı? Bayâ uçmuş da. Aşmasın seni." Dedim sırıtarak. Takılma sırası bendeydi.
Ciddi bir şey söylüyormuşum gibi beni pürdikkat dinlerken maytap geçtiğimi anlayıp pufladı.
"Of be Itır. Valla ne keçisin yâ? Kadir nasıl başa çıkıyor seninle anlamıyorum."
Gülerek başımı salladığımda arka cebimdeki telefonum gelen mesajla titredi. Elimi atıp telefonumu aldım. Mesajı okuyup Ayşen'e döndüm.
"Neyse, gırgırı bırakalım artık. Menüyü gönderdiler şimdi. Muhasebeden de rapor gelmiş. Ödenecek tutar, market masrafı vesaire. Ben vezneden parayı teslim alıp eksik malzemeleri de marketten alıp geleyim. Kazan kazan yemek yapacağız. İşimiz çok. Tüm gece buradayız. Yarın sabah teslimat var!"
Verilen mühleti duyduğunda gözleri faltaşı gibi açıldı.
"Ne! Tamam, ben de paspas çeker buraları hazırlarım şimdi. Sen o dediklerini bir koşu yap da gel. Oyalanma sakın, vaktimiz darmış. Dükkanı kapatmak gerek bugün başka müşteri alamam." Diye arka arkaya telaşla yapılacakları sıralarken birden durdu ben kapıya yönelirken. Sonra sırıttı. Aklında neler dönüyordu Allah bilir!
"Kız Itır!" Dedi ismimi uzatarak. Bu uzatma hayra alamet değildi tabii ki..
"Efendim?"
"Yolda birilerine takılma hâ. Anlarsın ya?" Dedi göz kırparak. Aklınca bana gönderme yapıyordu akıllım. Utandığımı, domates gibi kızardığımı biliyor yâ, uğraşıyordu işte hınzır.
Dudağımın kenarındaki hınzır tebessüm kendini belirginleştirdiğinde "Tamam, hadi ben kaçtım! Sen arkasından "Enişte!" diye bağırma, yeter." Deyip lafı tam da gediğine oturtmuştum. Zaferin de verdiği gururla başım dik bir şekilde sırıtarak ayrıldım dükkandan.
Vezneden çıktıktan sonra tanıdığım esnaflara, vitrinler arasında dolaşan ablalara, teyzelere selam vererek markete ilerliyordum. Ara sokaklardan birine girdiğimde önümü kırmızı, süslü, eski model bir araba kesti.
Sinirlerim hafiften gerilerek yanından geçmeye çalıştığımda motoru hırlatmaya başlamıştı gevşek sürücü. İçimden sabır çekerek yanından geçmeye çalıştığımda filmli ön cam aşağıya indi.
Gördüğüm sıfatla olduğum yerde dondum kaldım. Kekeleyerek lafa girdim. Az önce gevşek mi demiştim ben? Hah, onu geri alıyorum.
"K-Kadir?"
Beni gördüğünde adeta yüzünde güller açmıştı.
"Selam fıstık bahçem! Bil bakalım şuan neye bakıyorsun?"
Şokun etkisinden çıkamadığım için afallamıştım. "Kadir, bu ne ve ben neye bakıyorum?"
Kaşlarıyla arabayı işaret etti. Camdan sallandırdığı elini kapıya ritimlice vurarak gururla cevapladı.
"Nayino'muza."
Nayinomuz...
"Nayino'muza mı? Bizim hayalini kurduğumuz Nayino'muza mı?"
Nayino, sevgili demekti. Bu araba bizim minik, mütevazi hayallerimizden biriydi.
"Ta kendisine fıstık bahçem! Benim avansımla senin birikmişini birleştirdim biraz da üstüne koyup emeklerimizin karşılığını aldım sonunda."
Liseden çıktığımızdan beri canla, başla onlarca işte çalışarak elde ettiğimiz kazançla, alın terimizle, kavuşmuştuk sonunda Nayinomuz'a.
"Ama bu..." Diyebildim sadece. Söylenecek o kadar kıymetli söz vardı ki... Ne desem az gelecekti. Ne desem eksik, kifayetsiz kalacaktı. Susmayı tercih ettim. Gözlerimin konuşmasına izin verdim.
Şimdi, sahne sizin mutluluk gözyaşlarım.
"Ama bu?" Diye tekrarladığımda, Kadir çoktan ağladığımı farketmiş arabadan inmiş yüzümü elleri arasına almıştı.
"Ağlama fıstık bahçem! Kıyamam o pırlantalarına. Akıtma onları. Pırlanta kadar değerli o göz yaşların benim için. Sarfetme boş yere."
Dediklerini uslu bir çocuk gibi dinleyip başımı sallayarak elimin tersiyle yanaklarımı silip burnumu çektim. Kırmızılaşmış gözlerimi şefkatle ona çevirdim. "Tamam tamam. Sildim bak. Ağlamıyorum. Duygulandım sadece."
Yanağımı bir kaç saniye okşayıp boğazını temizledi. Yüzüne muzipçe bir ifade takınıp devam etti. "Oho! Kına gecemizde çok ağlayacaksın o zaman sen!"
"Kadir!"
Gülmelerinin arasından konuşmaya devam etti. "Ne var? Daimi bir işim var. Radyoda çalışıyorum ya, terfi aldım daha yeni. Nayinomuz'u da aldık. Babadan kalma evim de var çok şükür. Sen de çalışıyorsun. Artık vakti gelmedi mi be kızım?"
Gönderme değildi bu. Açık açık bir çağrıydı.
"Geldi. Geldi de..." Dedim ayağımın ucuyla yerdeki taşı oynarken.
"De?" Diye sordu yüzümü yüzüne çevirip.
"Korkuyorum..."
"Korkma, neden korkuyorsun fıstık bahçem? Bak ben hiç korkmuyorum. Hem de hiç! Benim için sadece sen ve ben varız. Gerisi mühim değil, umursamıyorum bile. İnan bana. Sen benim elimi tut sadece ve hiç bırakma. Söz ver bana."
Ellerini tuttum.
"Söz! Biz evleneceğiz. O mavi evi alacağız. Orada çocuklarımızla yaşayacağız. Bende inanıyorum, söz."
"Hatta kayıp kardeşini bile bulup okutacağız. Söz gülüm, söz!"
Kardeşim... Kayıp kardeşim. Uzun hikaye.
Son gözyaşımı, pırlantamı da elimle ittirip kendimi toparladım. Başımı en güvende hissettiğim yere, uğruna kurban olacağım adamın göğsüne yaslayıp konuşmaya başladım.
"Benim sana güvenim tam Kadir. Benim senin sözüne inancım sonsuz. Benim senin kararlılığına saygım ebedi. Benim sana sevgim gökyüzü. Zaten hiçbir şeyi uğraşmadan, çalışmadan, harekete geçmeden elde edemeyiz. Annemin bir sözü var. Hayat tıpkı bisiklete binmek gibi der. Dengede durmak için hareket etmeye devam etmek zorundayız."
O an göz bebeklerinin titrediğini gördüm. Size yemin ederim, gözyaşları akmak için hücum ediyordu göz kapağına. Titreyen sesiyle başladı konuşmaya.
"Haklısın tabi güzelim. Bak o zaman bir söz de benden gelsin sana. Biz kimsenin varlığıyla var olmadık ki yokluğuyla yok olalım. Değil mi? Bizim ellerimiz birbirine kenetlendi mi, bak o zaman durabiliyor mu karşımızda dağlar! Biz artık ışıkları kapattık fıstık bahçem, bulmak isteyen kendini yaksın, feriştahı da olsa..."
"Şu sözlerin öyle işliyor ki kalbime öyle ince dokunuyor ki bedenime. Ruhum tertemiz oluyor. Huzur buluyorum. Öyle bir güce sahip oluyorum ki, sen üzülme diye sen dertlenme diye, o dertler sana asla uğramasın diye, sıkıntılarını her gece kendime misafir edesim geliyor."
Bana gururlu anne edasıyla bakarken daha da bastırdı beni göğsüne. Sıkıca kavradı. Birdaha asla bırakmayacakmış gibi. Derin bir iç çekti. "İşte bizim geldiğimiz yerde de yağmur yerine anca dert yağıyor be kızım."
Derin bir nefes aldım. Yasladığım başımı geri çekip gözlerinin içine baktım. "Geliriz. Onun da üstesinden geliriz. Sen, ben ve..."
"Ve?"
"Ve Nayinomuz." Dedim gururla. Birlikte yaslandık Nayinomuz'a. Uzaklara daldık yanyana. O an fısıldadı kulağıma;
"Nayinomuz..."
*
*
"Biz hepimiz, tek kanatlı melekleriz. Ancak, birbirimize sarılırsak, tam anlamıyla uçabiliriz... "
---
"Itır! Ne düşünüyorsun kız öyle içli içli?"
Kazanın başında yaklaşık yarım saattir çorba karıştıran Ayşen'in sorduğu soruyla birlikte dümdüz bakışlarımla karşımdaki duvara bakmaya devam ettim.
Güzel duvardı. Hatta bayâ iyiydi. Ciddi söylüyorum. Duvar kağıtları biraz eskimişti, soyuluyordu falan ama yine de iyiydi.
Of... Ne saçmalıyordum ki ben? Salça kokusundan beynim bulanmıştı.
"Duvar çok iyi," dedim dümdüz.
"Ne?" dediğinde Ayşen'in sesinden akan şaşkınlık, mahalle sınırlarını aşmıştı çoktan. "Ne duvarı? Başladın yine saçmalamaya."
Uyuşan elimi, çenemin altından sallayarak çektim. Uzun bir oflayıp arkama yaslandım.
Saatlerdir kepenki indirmiş hunharca, kazan kazan yemek pişiriyorduk. Artık Ayşen bile bir patatesti benim için.
"Ben deliriyorum galiba Ayşen. Seni bile bir patates olarak görüyorum artık."
Ciddi ciddi beni dinlerken, dediğimle kendini tutamayıp birden kahkahayı basmıştı. Genç patroniçemizin hoşuna gitmişti herhalde benim bu sarhoş bozması hallerim.
"Ne patatesi ya! O kadar şişko muyum ben?"
"Ben öyle mi dedim Ayşen?"
"Bilmem alttan alttan laf mı soktun acaba bana?"
"Hiç işim yoktu ya!"
"Allah allah?"
"Şener nerede kaldı ya?"
"Ay ne bileyim. Kim bilir yine nerelere takıldı."
"Çok mu zor sanki iki paket tereyağı alıp gelmek. Keşke ona ısmarlayacağımıza ben alıp gelseydim." Dedim huysuzca. Kollarımı önümde bağlamıştım.
Ayşen karıştırdığı kazanın başından kalkıp üstünü silkeledi. Uyuşan bacaklarını sıvazlarken bir yandan da bana takılıyordu.
"Aman diyeyim. Seni hiç bilmiyoruz sanki. Bugün böyle. Markete bir giden, birdaha gelmek bilmiyor. Açılışı da sen yapmıştın hatırlarsan."
Bende bağdaş kurduğum yerden kalkıp masalara doğru yol aldım. Bir yandan da savunmaya geçmiştim.
"Valla, ben vezneden çıkıp masum masum, tıpış tıpış gidiyordum marketime. Nayino'yla yolumu kesip aklımı çelen, Kadir!"
Çayları doldururken birden kaşları çatıldı. Tepsiyi kapıp masaya geldiğinde yandan yandan yanıma sokulup sordu.
"Nayino ne kız?"
Küçük bir tebessüm oluştu yanağımın kenarında. Ağzımı kıpırdatıp açıklayacakken bir ıslık sesi duyuldu. Ardından şıkıdıklı bir ayakkabı tıngırtısı. Ve o ukala ses!
Cüneyt!
"Ne olacak? Bunların külüstürü!"
Dalga geçtiği konu da konu olsaydı. Paşamızın altında 4×4 vardı sanki.
Cümlesini bitirir bitirmez elimi masaya vurup çalkalanan çayları umursamadan yanına adımlayıp suratına tısladım.
"Ne işin var burada?
"Yemek yiyeceğim. Acıktım."
"Ya?"
Bu gerici sohbete daha fazla dayanamayan Ayşen girdi bu sefer de araya.
"Görmüyor musun, nal kadar 'kapalı' yazan tabelayı?"
Cüneytin geldiğinden beri benden ayırmadığı rahatsız edici bakışları şimdi de Ayşen'i hedef almıştı. Ve onu doğru birkaç adım atarak Ayşen'in yüzüne karşı eğildi.
"Ama ben açım, onu ne yapacağız güzel kız?"
Cebindeki elini yavaşça yukarı kaldırıp Ayşen'in saçını tutacakken kolunu tutan güçle eli havada asılı kaldı. Cüneyt derin bir nefes alıp gözlerini kapattı. Hızla başını kolunu tutan gücün yönüne çevirdi.
Kapıya yaslanmış halde duran, daha genç konuştu. "O 'güzel' kolunu kırmak istediğimi ne yapacağız? Bu saatte kızları rahatsız etmeye utanmıyor musun sen birader?"
Ellerimle ağzımı kapattım.
Sesin sahibi daha önce buralarda görmediğimiz, deri ceket siyah kot takılan bir kapşonluydu. Dükkanın dışından, karanlık sokaktan olaya müdahale etmişti.
Yabancı, diğer eliyle kapının pervazında "tiktak" ritmini tutmaya başladı. Cüneyt kolunu kurtarmaya çalışsa da yabancı adeta parmaklarını kitlemişti.
"Sen kimsin be? Önce onu de hele!"
Ben olanları ellerim ağzımda izlerken onlar birbirlerine odaklanmış, bakışlarıyla dövüşüyorlardı.
"Siz kavganızı dışarıda mı etseniz acaba beyler?" Ayşen küçük boyuyla, bilmiş tavrıyla aralarına girdiğinde, yanına adımlayıp kolunu kavradım. Tek kaşımız havada onlara bakıyorduk.
Yabancı, Cüneyt'in kolunu arkasına kıstırıp konuşmaya başladı.
"Haklısınız. Zaten arkadaş bir daha uğramaz buralara. Ben ona tembih ederim. İyi geceler hanımefendiler."
Ayşenle birkaç saniye birbirleriyle bakıştıklarında, yabancı göz kırpıp kapıya tutanarak kendini geri çekti. Homurdanan Cüneyt'i sürükleyerek uzaklaştırırken elini havaya kaldırarak sokağın başından dükkana doğru arkası dönük, bağırdı.
"Bir dahakine daha dikkatli olun hanımlar! Özellikle de siz. Kızıl saçlı, çilli hanım!"
Bu bir eşgal tanımlamasımıydı? Aynen öyleydi. Ve eşgal tam olarak da Ayşen'di.
O an ikimizde birbirimize döndüğümüzde sırıtarak Ayşen'e baktım. O bana anlamsızca ve şok içinde, tabiri caizse melül melül bakıyordu. Yüzünü sorarsanız, domatesden halliceydi.
Kimdi ki bu gizemli kurtarıcı?
...
Şener dakikalar sonra, nihayet istediklerimizi alıp geldiğinde masanın üç bir yanında, kesme tahtalarının başında saatlerdir soğan doğruyorduk.
Şenerin enerjisi hiç bitmese de tüm günün verdiği yorgunlukla Ayşen ve ben uyukluyorduk. Bu sırada bizi diri tutmak ise Şener'in göreviydi. Her zaman olduğu gibi..
Ayşen ve Şener, yetimhanede tanışıp birlikte büyümüşler. Birbirlerini kardeş gibi görürler. Küçükken Ayşen çok ağladığında, canı yandığında Şener hep onu güldürür, neşesini yerine getirirmiş. Yıllar onların bu özelliğini hiç eskitmemiş.
Ben Ayşen ve Kadir'le ortaokul zamanlarımda, annemle İstasyon mahallesine, buraya yerleştiğimde tanışmıştım. İkisi de sınıf arkadaşımdı.
Şener ile bizimkiler tanıştırmıştı. O ilkokul terkti. Kafası derse çok basmazdı. Mahallenin berberinin çırağı olarak başladığı işinde ustalaşıp dükkan devralmıştı. Şimdilerde kendi işini yapıyor.
Kadir lisede edebiyata çok düşkündü. Şiirlere, yazılara... İlçe radyosunda yedek eleman olarak işe başlamıştı. Lise bittikten sonra tam kadrolu oldu. Yenilerde terfi alıp kendi bir program yayınlamaya başladı. Gelirini bu şekilde sağlıyor.
Ayşen de liseyi bitirdikten sonra, yetimhaneden ayrılıp ailesinden miras kalan lokantasını işletmeye başladı.
Biz de şimdi büyük siparişimizi yetişirmek için Yeşilçam Lokantası adına soğan doğruyoruz.
...
"Bacımlar? Siz iyi misiniz? Harbi, harbi?"
"Şener, hiç havamda değilim, görüyorsun. Senin de canını sıkmayayım kardeşim. Uslu uslu soğanını doğra. De haydi." Dedi Ayşen isteksizce bıçağını sallarken.
Şener muzipçe sırıtıp Ayşen'e sırnaştı. "Yanaklarım dururken, canımı sıkma be bacım! Haksızmıyım Itır?"
Bayık gözlerimi Şener'e çevirdiğimde, tartışmalarına laf söyleyecek mecalim olmadığını görmüş elini silip ayaklanmıştı.
"Valla, sizin gücünüz gitmiş. Gözünüzün feri sönmüş. Ben çocukluk arkadaşlarımı böyle çalıştırır mıyım hiç? Şimdi maharetli ellerimle size birer tost yapayım da kendinize gelin. Bakın, special'im hâ! Kıymetini bilin. Yarın evlenince kocalarınızdan istersiniz de bulamazsınız böylesini."
İkimizde birer göz devirme gönderdik.
"Mutfağımı havaya uçurma da, ne halt yersen ye Şener."
Ayşen'in sözleriyle kaşlarını kaldırıp sitem etti Şener.
"Aşk olsun, ahiretliğim Ayşen'im. Bu maharetli eller ancak lezzet seviyesini zirveye ulaştırır, bilesin." Deyip bilmiş bilmiş tost makinesinin başına geçti.
Birkaç dakika sonra Şener'in seslenmesiyle masaya gömdüğüm kafamı kaldırıp gözlerim kapalı "Efendim?" dedim.
Belinde önlük, kafasında bone, elinde maşa ile sanki bir kazan yemek yapma çabasıyla mutfağa girişmişti.
"Bacım iki, Itır'ım. Senin tostta, ketçap-mayonez olsun mu?"
Kendimi o kadar kaybetmiştim ki, ne dediğimi bilmez bir şekilde cevap verip tekrar kafamı masaya koydum.
"Hayır. Ketçap, ketçap olarak kalsın. Ne diye mayonez oluyor?"
O sırada Ayşen'in bıçağının yere düşmesiyle irkildim. Kafamı kaldırdım. Onlar çoktan şoktan çıkmış gülmekten yerde külleniyorlardı.
Ne dediğimin farkına varıp elimin tersiyle burnumu silerek gülmeye başladım.
Şener kahkahalarının arasından Ayşen'e seslendi.
"Bacım bir, Ayşen. Sen o soğanlara viski neyim mi enjekte ettin? Bizimki kafayı bulmuş!"
Uzunca bir gülüştük. Kalan işleri de gün ağarana kadar yetiştirmeliydik.
Hem, ne demişler?
"Biz hepimiz, tek kanatlı melekleriz. Ancak, birbirimize sarılırsak, tam anlamıyla uçabiliriz... "
...
"Hem de Sonbaharda kırmızı kar yağana kadar..."
---
"Yetişin! Yanıyor, yetişin!"
"Çabuk! Su getirin!"
"Biri hemen itfaiyeyi arasın. Hemen!"
"İçeride birileri var mı?"
...
Dışarıdaki ana-baba günü feryatlarıyla uyanmıştım. Perdenin kıyısından sızan ışık huzmesi yüzüme vururken araladım gözlerimi.
Tutulan belimi sıvazlayarak doğruldum sandalyeden. Karşımda uyuyan Ayşen' i dürtükledim. Zar zor gözlerini açtığında uyku mahmuru, soran gözlerle baktı bana.
"Ne oluyor be dışarıda? Ne bu gürültü?"
O da boynunu tutup ayağa kalkmıştı. Tutulmuş olmalıydı. Elini yüzünü yıkamaya tezgahın arkasına geçtiğinde ben de kendime gelmeye çalışarak etrafı toparlamaya başladım.
3. Dünya savaşı çıkmıştı dün gece. Savaş kalıntılarıydı bunlar. Neyse ki her şey bitmiş, işler yetişmişti.
Sabah ezanı okunurken ilk yemekleri sonra da yorgunluktan, ruhlarımızı teslim etmiştik.
Tüm bulaşıkları arkaya tezgaha götürdüğümde gözlerim Şener'i aradı. Ortalıklarda yoktu yine.
O sırada Ayşen, elini kurulayarak yanıma geldi.
"Açıldım valla suratıma suyu çarpınca. Sen de bir yıka, rahatlarsın."
Kafamla onaylayıp kısa bir iç çektim.
"Olur da, nerede bizimki biliyor musun?"
Ellerini kurulayıp peçeteyi çöpe atınca dudağını büzdü. "Bilmem."
Cama adımlayıp perdeyi araladı. Dışarıya bir göz attıktan sonra sözlerine devam etti.
"Bırak şimdi Şener'i de, ne bu dışarısı? Ana baba günü gibi, herkes koşuşturuyor."
Dudağımı büzdüm. "Hayrolsun?"
"Gel bir bakalım." Deyip kapıya yöneldi.
Ben de hareketlenip peşine takıldım. Kapıya doğru ilerlediğimiz sırada Ayşen'in telefonu gelen mesajla titredi.
Duraksadık. Mesajı okuduğunda kalakaldı. Yüzü buz kesti. Kirece döndü. Tedirgince ona yaklaştım.
"Ayşen?"
Tepki vermeyince elindeki telefonuna uzandım.
Işık hızıyla, anında ekranı kapatıp telefonu arka cebine attı. Ellerim boşlukta kalmıştı. Sesi titreyerek bir yandan konuşurken bir yandan da açtığı kapıyı gerisin geri kapattı.
Ben ne olduğuna anlam veremezken, kolumdan tutup sandalyelerden birine oturttu. Kendiside karşıma bir sandalye çekti.
"Iıı-Iıı... It..." Diye kekelerden zangır zangır titreyen kollarını kavradım.
"Ayşen? Korkutma beni? Ne oldu? Ne yazıyordu o mesajda? Birine bir şey mi oldu? Konuşsana!" Aklıma her türlü şey geliyordu.
Ayşen, küçüklüğünden beri metanetli biriydi. Olaylar, büyük olmadığı sürece onu telaş sarmazdı. Ama, şimdi bu eli ayağına karışmış hali beni korkutuyordu.
"Ol-olmadı. Birine bi-bir şey olmadı. Ne olabilir ki? Kime ne olabilir? Olmadı. Olmadı..."
Sinirle yerimden kalktım. Dizlerinin önüne çöktüm. Gözlerine bakarak konuştum.
"Sana inanmıyorum. Ben seni tanıyorum. Oldu bir şey işte, belli. Ne oldu Ayşen?"
Sonra aklıma gelenle kaşlarım istemsizce yukarı kalktı. 'Şener nerede? Yoksa...' diye geçirdim içimden.
"Şener'e mi bir şey oldu?" Diye yüzüne bağırdığımda ağlaması kuvvetlenmişti. Ayşen'in hali beni daha da korkuturken ellerim saçlarıma gitti.
"Ne oluyor Ayşen? Nolur susma artık. Korkuyorum!"
Ve yine sessizlikti. Gözyaşlarım yanaklarıma süzüldüğünde birkez daha yüksek sesle seslendim.
"Ayşen!"
O sırada kapının üstündeki küçük süs çanı çalındı. İçeriye küçük bir çocuk girdi. İri gözlerini etrafta gezdirip benimle buluşturduğunda dudağını büzerek yanıma gelirken konuşmaya başladı.
-Itır abla! Itır abla! Kadir abi...
Derken, birden Ayşen beni savurarak ayaklanıp çocuğu susturdu, ardından dışarı çıkarttı.
"Kadir mi?"
Peşlerinden ayaklandığım sırada gözüm sandalyede kalan telefona takılınca duraksadım. Fikir değiştirip telefonu alarak mesajlara girdim.
Ben mesajı okumadan içeri biri daha girdi. Peşinden de kadına susmasını söyleyen ağlamaklı Ayşen!
Kadın Ayşen'i atlatıp nefes nefese yanıma geldiğinde kesik kesik konuşmaya başladı. Bacaklarım titriyordu. Soran gözlerle baktım ona.
- Itır! Yetiş kızım. Dada Kahya'nın oğlu Kadir'in evi yanıyor! Yetiş!
Dada Kahya'nın oğlu Kadir'in evi yanıyor! Yetiş!
Sesler ardı ardına beynimde yankılanıyordu.
O an titreyen dizlerimin bağı çözülüp bir heykel gibi yere yığıldığımda kollarıma giren iki kişinin kim olduğuna bile bakamadım. Sadece önümdeki mesaja takıldı gözüm.
* Ahiretliğim Şener: Bacım bir Ayşen! Itır bacım yanındaysa sakın çaktırma. Kadir'in evde sabaha karşı yangın çıkmış. O da evdeymiş. Kundaklamışlar deniyor. Ben oradayım, yardımdayım. Sakın bizim kızın haberi olmasın, ona mukayyet ol. Burada durum çok kötü.
*
Göz yaşlarımdan önümü göremezken bir hışımla beni tutan kolların arasından sıyrıldım. Kabanımı bile almadan, terliklerle dükkandan çıkıp Kadir'in evine giden yokuştan aşağı koşmaya başladım.
Ona bir şey olursa beni toparlayamazlardı. Ona bir şey olursa harabemi kaldıramazlardı!
Şener haklıydı.
Ona bir şey olamazdı!
Bağıra bağıra, ağlayarak koşarken başımın dönmesiyle ayağım takıldı, düştüm. Pantalonumun dizleri yırtılmış, diz kapaklarım arnavut kaldırımı taşlarına batıp parçalanmıştı. Hirharca kanıyordu.
Acımı umursamadan ayağa kalkıp sendeleyerek arkamdan gelen bir düzine insanla tekrar koşmaya başladım.
Yangın sadece o evde değildi. Yangın yüreğimdeydi. Tam içimde, buramdaydı.
İÇİM ACIYORDU!
...
Yokuş bitmiş, alevler yüzüme yansımış, göz bebeklerimin içine düşmüşken, dizlerimin bağı bir kez daha kesildi.
Bir kez daha kapaklandım yere.
Taşlar battı avucuma, dizlerim bir kez daha kanadı. Tırnaklarımı geçirdim avuçlarıma, yumruk yaptım ellerimi. Geçirdim arnavut kaldırımına.
Vurdum, vurdum, vurdum.
Tutuna tutuna kalktım ayağa. Mecalim kalmamıştı adım atmaya.
Bir görseydiniz şurayı, 'Cehennem dünyada görülüyormuymuş?' derdiniz. Bir görseydiniz şurayı, 'ateş bu denli harlı yanıyormuymuş?' derdiniz.
Bir görseydiniz şurayı...
'Her şey bu kadar basitmiymiş?' derdiniz.
Bir görseydiniz şurayı, 'insan hayatı ne kadar da ucuzmuş' derdiniz...
...
O an bir ses duyuldu.
Bir bağırma.
-İçeride biri var!
İÇERİDE BİRİ VAR!
Ve o an tüm sesler sustu.
Son ses o oldu benim için. Beynimde sadece cızırtılar yankılanıyordu. Gözlerimde yaşanmışlıkların film şeridi, kulaklarımda onun sesi... 'Fıstık bahçem' deyişi, gülüşü, sarılışı, saçımı okşayışı, seni seviyorum fısıltıları...
Artık sadece kıpırdamalar vardı benim için. Duymuyordum. Duyamıyordum.
Koştum sadece. Var gücümle koştum. Son gücümle koştum.
Bağıra bağıra, ağlaya ağlaya, hıçkıra hıçkıra...
Koştum.
Bana uzanan kolları bir bir iterek, sanki bir heykelin canlanıp yürümesi kadar cansız bir şekilde girdim insanların arasına.
"Kadir!"
Kaptım bir battaniye, dalacaktım içeriye. Bir kova suyu boşalttım tepemden aşağı. Sırılsıklam oluşum bile geçiremedi içimdeki yangını.
Tuttular.
Ben bir dalga, setlere sığamayan, taşacak. Dalganın önüne gerildiler. Ben bir yağmur, sel olup akacak. Yağmurun önüne gerildiler...
Şener sardı ilk belimi. Sonra amcalar kollarıma girdi. Biri yüzüme su çarpıyordu.
Kendime geleyim diye.
Boş yere...
Çırpınıyordum Şener'in kolları arasında.
Yırtınıyordum.
Bıraksınlar diye.
"Bırakın beni." Dedim.
Nafile.
"Bırakın!"
Şener ağlıyordu beni tutarken.
"Bırakın beni, Kadir içeride! Sevdiğim adam içeride! O oradayken ben nefes alamıyorum, bırakın beni!" Dedim boğazımı tutarak.
"Bırakın..." Diye fısıldadım güçsüzce.
Bıraksalar atlardım alevlerin arasına. Kurtaramasam da sevdiğimi, alamasam da onu alevlerin arasından.
Ben de yanardım seve seve onunla.
Artık sağ çıkan iki kişi değil adım, ölü çıkan iki kişi olurdu.
En azından sevdiklerini o otobüste bırakıp da uyanan değil de, sevdiğiyle kenetli yanan biri olurdum...
************************************
Selam!
Nasıl buldunuz bakalım? Yorumları bekliyorumm.
Oyları unutmadık değil mi?
Geçmişten küçük bir kesit ile başlayıp hikayemizin geçtiği 2014 yılına geri döndük.
Evet. Hikayemiz yakın geçmişten. Malum günümüz korona ve pandemi dönemi olunca böyle bir tarih seçmek istedim.
Ayrıca öyküye biraz eski havası katmak istiyorum. Şuanda bulunduğumuz çılgın teknoloji çağındansa whatsapp'ın bile yeni yeni çıktığı o dönemden parçalar koymak istedim. Ondan sebep akıl hesaplarınızı 2014 yılına göre yapın ki yanlışlık olmasın. Karakterlerimizi yavaş yavaş açmaya başlıyorum. Kaos bölümüne kadar hepsini tanıyacağız ve sonra ortalığı aleve vereceğiz. Hazır mısınız? Öyleyse bu bölümlük bu kadar olsun. İlk 2 bölümü bugün yayınlayacağım. Daha sonra da 2 günde bir bölüm gelecek 15. Bölüme kadar. Daha önce Wattpadde yayınlamamdan ötürü elimdeki stok bölümleri bu şekilde kılacağım ardından haftada iki bölüm şeklinde gelmeye başlayacak. Ölmez sağ olursak buralalardayız. Sizlerinde olması dileğimle!! Sevgiyle ve esenlikle kalın.
Hoşçakalın.
Zeyiniz... |
0% |