@benrapu
|
Gökyüzü, altın sarısı güneşiyle dağların üzerinden yükselirken, kuşların cıvıltıları yankılanıyordu. Ormanın derinliklerindeki sessizliğe, bir göl kenarında yalnızca iki kişinin adımları karışıyordu. Lyra, suyun üzerinde yansıyan gün ışığını seyrederken, Fenris birkaç adım arkasında durmuş, ona dikkatle bakıyordu. Sessizce yaklaşarak, aralarındaki mesafeyi kapattı. "Bu kadar güzel bir yerde olmayı hak ediyor muyuz sence?" diye fısıldadı Fenris, Lyra'nın hemen arkasında durarak. Sesi hem derin hem de sakindi. Lyra, başını hafifçe ona doğru çevirip gülümsedi. "Bu kadar güzel bir yerde bulunmak için hiçbir şey yapmamız gerekmiyor," dedi. "Doğa zaten her şeyin cevabını veriyor." Fenris'in bakışları, Lyra'nın ince ellerinde gezindi. O eller, güçlü bir savaşçının elleri olmasına rağmen bir o kadar da zarifti. Ona dokunma arzusu içini kapladı ama ellerini cebine soktu, hislerini saklamaya çalışarak. "Sana bir şey itiraf edeceğim," dedi Fenris. Sesi biraz titremişti, bu nadir bir şeydi, çünkü o her zaman kendine güvenen biriydi. Lyra, gözlerini kısarak ona baktı. "Söyle." "İlk tanıştığımızda seninle bu kadar yakın olacağımı düşünmezdim." Bu kelimeleri söylerken, Fenris’in gözleri ona dokunmadan onunla bir bağ kurmaya çalışıyordu. Lyra, başını hafifçe sallayarak, "Ben de," dedi. "Ama bazen insanlar birbirini anlamaya başladıkça aralarındaki bağlar hiç beklenmedik şekilde güçlenir." Fenris, derin bir nefes aldı. "Sana söylemek zor... Ama seni düşündüğüm her an kalbimde bir kıvılcım yanıyor, Lyra. Bu kıvılcım, bir fırtınaya dönüşmek üzere." Lyra, Fenris'in sözlerinden etkilenmişti ama bunu hemen belli etmek istemedi. İçten içe, onunla geçirdiği her anın değerli olduğunu biliyordu. Fenris'in gözlerine bakarken, aralarındaki bağın artık sözlerle ifade edilemeyecek kadar derinleştiğini hissetti. Elleri, Fenris'in ellerine doğru hafifçe kaydı. İkisinin elleri, sanki doğal bir uyumla birbirine kenetlendi. "Seninle olmak, fırtınanın ortasında durmak gibi," diye fısıldadı Lyra, "ama garip bir şekilde bu fırtınanın içinde kendimi güvende hissediyorum." Fenris, bu sözlerin ardından cesaretini toplayarak, "Sana asla zarar vermem, Lyra," dedi. "Söz veriyorum." İkisi de bu sessiz anın içinde, birbirlerinin gözlerinde kayboldular. Savaşın eşiğindeki bir dünyada, bu küçük anlar onlar için bir sığınaktı. Fırtınanın ortasında, aralarındaki bağ gitgide güçleniyordu.
Mirath kabilesinin şefi Rehgar, büyük çadırında oturmuş, Aria'ya bakıyordu. Aria'nın etrafındaki insanlar ona "Tanrıça" diye hitap etmeye başlamışlardı. Bu sıfatın ona yüklediği sorumluluğun farkında olmasa da, Dagon için bu sadece bir oyunun parçasıydı. Aria, Rehgar’ın önünde otururken, onun tanrılar hakkında anlattığı eski efsaneleri dinliyordu. Gözleri düşünceli ama dikkatle dinliyordu. Bir yandan Elera’yı bulmanın yollarını ararken, bu kabilenin içinde bulduğu huzurdan da faydalanmaya çalışıyordu. Rehgar, Aria'ya dönerek, "Tanrılar dünyamızı hep şekillendirdi, ama en büyük savaşın henüz başlamadığını biliyorum. Ve sen... Senin bu savaşta çok önemli bir rolün olacak," dedi. Tam o sırada, çadırın kapısında bir gölge belirdi. İçeri giren Dagon’du. Rehgar, Dagon’u görünce bir an duraksadı. Ardından gülümseyerek yerinden kalktı ve onu kucakladı. "Eski dostum," dedi Rehgar, Dagon'a sarılırken. Dagon, kısa bir selamla karşılık verdi. Aria, Dagon'un gelişi karşısında şaşırmıştı. Ona güvenmiyordu, ama Dagon’un kabilede bu kadar rahat karşılanması onu düşündürüyordu. Dagon, Aria'ya doğru dönüp, "Tanrıça" diye hafifçe eğildi. Sesinde hem alay hem de derin bir hürmet vardı. Rehgar, Dagon ve Aria’yı aynı çadırda bırakıp dışarı çıktığında, Dagon Aria’nın yanına yaklaştı. "Burada olmaktan memnun musun, Tanrıça?" diye sordu. Aria’nın gözlerinde bir anlam arıyordu. Aria, ona soğuk bir bakış attı. "Burada olmam, seninle işbirliği yapacağım anlamına gelmiyor, Dagon." Dagon, hafifçe gülümsedi. "Kim bilir? Belki bir gün yaparsın. Herkes, planın bir parçasıdır, Aria. Sen bile." Aria, onun ne demek istediğini anlayamıyordu. Ancak, Dagon’un bu kabileyi savaşa sürüklediğini bilse, çok daha dikkatli olurdu. Dagon ise kendi planını sessizce yürütmeye devam ediyordu. Mirath kabilesini savaşa hazırlamak ve Aria’yı bu planın içine çekmek, onun bir sonraki adımıydı. Ancak, Aria bunun farkında olmadan, Dagon'un planı kusursuzca işlemeye devam ediyordu. Aria ve Dagon, aralarında konuşurken Rehgar çoktan çadırı terk etmişti. Dagon, Aria’nın gözlerindeki sorgulayıcı ifadeyi fark etti. Onun bu kabilede bulunma nedenini anlayamıyordu, ama bunun üzerinde fazla durmamayı tercih etti. Dagon, içindeki sessiz hesaplarını sürdürürken, planlarının Aria'nın etrafında dönmeye başladığını hissediyordu. Onu bu oyunun içine çekmek istiyordu, ama bunu asla açıkça belli etmeden. "Seninle biraz yalnız kalmamız iyi oldu," dedi Dagon, Aria’ya doğru bir adım daha atarak. "Sana anlatmak istediğim bir şey var." Aria, ona karşı tetikteydi. "Anlat o zaman, Dagon. Nedir derdin?" Dagon bir an duraksadı, sanki kelimelerini dikkatle seçiyormuş gibi. "Bu kabilede güvenli olduğunu sanıyorsun, değil mi? Fakat onların seni koruyabileceğine inanmıyorsun. Zaten hiç kimse seni gerçekten koruyamaz, çünkü sen Tanrıların dikkatini çektin, Aria." Aria’nın gözleri daraldı. "Bu söylediklerinle ne yapmamı bekliyorsun? Seni dinleyip işbirliği yapmamı mı? Ne kadar aptal olduğumu sanıyorsun?" Dagon hafifçe gülümseyerek başını iki yana salladı. "İşbirliği yapmanı istemiyorum. Sadece bir şeyin farkında olmanı istiyorum. Sen ne kadar kaçarsan kaç, bu savaşın içinde yer alacaksın. Mirath kabilesi bile seni sonsuza kadar saklayamaz." Aria, onun sözlerine anlam vermeye çalışıyordu. Dagon'un her hareketi, her kelimesi bir sırla örtülüydü. Ama bu sırların ardında ona dair bir şey vardı. Onu anlamaya çalışıyordu, ama her seferinde Dagon’un gizemli yapısı karşısında başarısız oluyordu. "Bu kadar konuşma yeter," dedi Aria sert bir sesle. "Beni bu kabilenin içinde rahatsız etmeden durabiliyor musun?" Dagon, gülümsemesini gizlemeye çalışarak başını eğdi. "Tabii ki, Tanrıça. Şimdilik." Aria, ona sırtını dönerken, Dagon'un planının bir parçası olduğunun farkında bile değildi. Kabiledeki savaş hazırlıkları devam ediyordu, ama Aria bunu henüz anlamamıştı. Dagon, her adımını dikkatle atıyor ve Mirath kabilesini Aria’nın planlarına hizmet etmek için kullanıyordu. Ancak, Aria’yı savaşın içine çekmek için daha fazlasına ihtiyacı vardı.
Dagon, çadırdan çıkıp, Rehgar’ın bulunduğu alana doğru ilerledi. Mirath kabilesinin reisi onu görünce, gözlerinde beliren ciddi ifade bir an bile değişmedi. Rehgar, savaş hazırlıklarını yönetiyordu ve Dagon’a dönerek başıyla hafif bir selam verdi. "Durum ne, dostum?" diye sordu Dagon, sesini alçaltarak. Rehgar, etrafına bir bakış attıktan sonra, Dagon’a yaklaştı. "Her şey planlandığı gibi gidiyor. Kabile, savaşa hazır. Ama Aria henüz bunun farkında değil." Dagon, başını sallayarak, "İyi. Onun bu kabilenin desteğini kazandığını sanması önemli. Savaşa sürüklenmeden önce ona bu güveni vermeliyiz." Rehgar, Dagon’un söylediklerini dikkatle dinledi. "Ama senin planın ne, Dagon? Gerçekten Aria’nın yanında mı olacaksın, yoksa onu yalnızca bir piyon olarak mı kullanıyorsun?" Dagon, bir an durdu. Gözleri Rehgar’ın yüzüne sabitlenmişti. "Ben sadece sonuçları düşünürüm, Rehgar. Aria, şu an için bir piyon olabilir ama sonuçta herkesin bir rolü var." Rehgar, bu cevaptan tatmin olmuş gibi başını salladı. "Anladım. O zaman, her şey hazır olduğunda işaretini bekliyor olacağız." Dagon, kabilenin savaşa olan hazırlığını gözleriyle taradı. Mirath kabilesi, her an büyük bir çatışmaya girebilirmiş gibi tetikteydi. Ancak, Aria'nın bu planın tam merkezinde olduğunu bilmeden, olaylar akıp gitmeye devam ediyordu.
Aria, Dagon’la olan konuşmasının ardından kendini garip bir ruh halinde bulmuştu. O, her zaman her şeyin kontrolünde olmak isterdi ama şimdi içinde bulunduğu durumu anlayamıyordu. Dagon’un söyledikleri zihninde yankılanıp duruyordu. Neden ona bu kadar yakın davranıyor, ama bir yandan da ona karşı oyun oynuyormuş gibi hissediyordu? Ormanın derinliklerine doğru yürümeye başladı, kabilenin sınırlarına doğru ilerliyordu. Birkaç adım attıktan sonra durdu ve gözlerini kapadı. "Elera," diye fısıldadı içinden. "Seni bulmam gerek." Ancak Dagon’un söyledikleri zihninde dönmeye devam ediyordu. Kendi başına mıydı gerçekten? Yoksa bu kabile, onun güvendiği kadar güvenli değil miydi? Kafası daha da karışmıştı. Bir an için durup derin bir nefes aldı. "Kendi yolumu bulmalıyım," dedi kendi kendine. "Dagon’a güvenmemeliyim." Ama içten içe, ona karşı hissettiği tuhaf çekim, onu düşündüğünden daha fazla etkiliyordu.
Aria, ormanın içindeki yürüyüşüne devam ederken hissettiği karmaşık duygularla boğuşuyordu. Etrafta sadece kuş cıvıltıları ve rüzgarın ağaç yapraklarını okşayan sesi duyuluyordu, ama zihninde Dagon'un söyledikleri yankılanıyordu. Onun manipülatif tavırlarını düşündükçe içi daralıyordu. Her adımı attığında, sanki etrafındaki dünya daha da bulanıklaşıyordu. Neden Dagon'un söylediklerinden bu kadar etkilenmişti? Yoksa ona karşı güven mi beslemeye başlamıştı? "Hayır," dedi kendi kendine, sesli bir şekilde. "Ona güvenemem. Beni bir piyon olarak kullanıyor." Ama her ne kadar Dagon’un entrikalarına karşı durmaya çalışsa da, bir parçası onu daha fazla anlamak istiyordu. Onun planlarının ne olduğunu öğrenmek, kabilede neler döndüğünü anlamak için içten içe sabırsızlanıyordu. Belki de Dagon’un söylediklerinde bir doğruluk payı vardı. Ne de olsa, kabilede bir şeyler tuhaf hissettiriyordu. İnsanlar ona fazla dostça davranıyorlardı, ama bu samimiyette sanki bir giz vardı. Bunu daha önce fark etmemişti, ancak şimdi gözlerini açmış gibiydi. Bir an için durup, ormanın derinliklerine baktı. Elera’yı bulmak için bir plan yapması gerekiyordu, ama önce etrafındaki tehlikeleri fark etmeliydi. Dagon'un entrikaları, kabilenin ona gösterdiği sahte ilgi… Kendi başına bu durumdan nasıl sıyrılacağını bilmiyordu.
Aynı sıralarda, Dagon kampın daha uzak bir köşesinde yalnızdı. Eline aldığı bir kılıçla antrenman yapıyordu, ama hareketlerinde bir yavaşlık vardı. Kafası meşgul, gözleri bulanıktı. İçinde, ona sürekli fısıldayan bir ses vardı: Elion'un yankısı. Yaşam Tanrısı’nın ona hissettirdiklerini tam olarak anlamlandıramıyordu, ama bir şeylerin yolunda olmadığını seziyordu.Bir yandan da içindeki bu huzursuzluğu gidermeye çalışıyordu. Bir kılıç darbesi daha savurdu, ancak bu sefer gözleri aniden karararak durdu. Gözlerinin önünde kısa ama yoğun bir vizyon belirdi: Elion ve Thanara’nın geçmişine dair kırıntılar… Bir savaş meydanı, birbirlerine düşman olan iki tanrı... Ama vizyon, tıpkı geldiği gibi bir anda kayboldu. Dagon, yere diz çökerek derin bir nefes aldı, alnında ter damlacıkları birikmişti. "Ne oluyor bana?" diye mırıldandı kendi kendine. Bu anı daha önce yaşamıştı, ama nedenini bir türlü çözemiyordu. Elion’un varlığını hissetse de bunu reddetmek istiyordu. İçindeki gücün kaynağı ona gizemli ve yabancı geliyordu. Ama bu gücü tam anlamıyla kontrol etmenin zamanı gelmişti.
Dagon, kampın merkezine döndüğünde, çoktan akşam olmuş yıldızlar karanlık gökyüzünde yerini almıştı. Dagon, Rehgar’ın sesini duydu. Kabile reisi, ateşin etrafında toplanmış birkaç kişiyle oturuyordu. Aria da onlarla birlikteydi. Rehgar, büyük bir ciddiyetle Aria’ya bakarak konuşuyordu. Onun kabilenin tanrıça olarak kabul edilmesinin ardında yatan gerçekleri açıklıyordu. "Tanrılar her zaman burada değillerdi," dedi Rehgar, Aria’nın gözlerinin içine bakarak. "Onlar da tıpkı insanlar gibi, doğdular, büyüdüler ve güç kazandılar. Ancak, güç beraberinde büyük bir sorumluluk getirdi. Ve bu güç uğruna savaşlar başladı." Aria, onun söylediklerini dikkatle dinliyordu. Gözleri Rehgar’a kilitlenmişti, ama kafasında başka düşünceler dönüyordu. Dagon’un ona verdiği mesaj hala aklındaydı. Rehgar’ın sözleri, Dagon’un uyarılarını doğruluyor muydu? "Düşen tanrılar vardı," diye devam etti Rehgar. "Elion ve Thanara... Onlar arasındaki savaş, insanları bile etkiledi. Biz onların iradesine boyun eğmek zorunda kaldık, ama bu savaş hâlâ bitmedi. Aria, sen de bu savaşın bir parçasısın, farkında olmasan bile." Aria, kaşlarını çatarak Rehgar’a baktı. "Ne demek istiyorsun? Bu savaşın ortasında ne işim var benim?" Rehgar derin bir nefes aldı, konuşmaya devam edecekken aniden kampın girişinden bir ses duyuldu. Herkesin dikkatini çeken bu ses, Dagon’un adımlarının yankısıydı. Ateşin ışığında Dagon’un kararlı silüeti belirdi. Rehgar onu gördüğünde bir an duraksadı, ama kısa süre sonra dostane bir şekilde gülümsedi. "Dagon, dostum, hoş geldin." Dagon, bir an durup kalabalığı süzdü. Aria’nın gözleri onun üzerinde sabitlenmişti. Dagon, yavaşça Rehgar’ın yanına doğru ilerledi, başıyla selam vererek oturdu. "Rehgar," dedi Dagon, ciddi bir sesle. "Anlattıkların önemli. Ama belki de bu hikayenin başka bir yüzü var." Rehgar, ona dikkatle baktı. "Başka bir yüz mü? Ne demek istiyorsun, dostum?" Dagon, bir süre sessiz kaldıktan sonra başını hafifçe eğip, "Belki de bu savaşta kimin gerçekten dost, kimin düşman olduğunu sorgulamanın zamanı gelmiştir," diye ekledi. Sesi gizemli bir tonla çıkıyordu. Aria, bu sözlerin altında yatan anlamı çözmeye çalışıyordu. Dagon’un planları neydi? Aria, Dagon’un sözleri karşısında daha da dikkat kesilmişti. Onun gizemli tavrı, kamp ateşinin parıltısıyla birleşip ortamı daha da gerilimli bir hale getirmişti. Rehgar’ın yüzünde ise karışık bir ifade belirdi. Dagon’a olan güveni sarsılmamıştı, ama bu kadar ciddi bir konuda onun ağzından dökülen her kelimeyi büyük bir titizlikle tartıyordu. “Bu savaşta,” dedi Dagon, gözlerini hafifçe kısarak, “sadece tanrıların rolü yok. İnsanlar da bu hikâyenin bir parçası. Kimi zaman piyon, kimi zaman da baş aktör olabilirler. Biz bu iki dünyayı dengelemeye çalışıyoruz, ama çoğu zaman kimse gerçek düşmanın kim olduğunu fark etmez.” Aria, Dagon’un bu sözleriyle daha da karmaşık düşüncelere sürüklendi. Dagon’un kendisini oraya getirmesindeki amacın ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ona yardım etmiş gibi görünse de, niyetinin ne olduğu hala belirsizdi. Dagon’un arkasında bambaşka bir plan olduğuna dair güçlü bir hisse kapılıyordu. Ama o plan neydi? Rehgar, derin bir nefes aldı ve Dagon’a sakin bir sesle sordu: “O halde, gerçek düşman kim Dagon? Bu savaşı bitirmek için ne yapmamız gerekiyor?” Dagon, Rehgar’ın bu sorusunu yanıtsız bırakmış gibi görünse de, sessizce gülümseyerek Aria’ya döndü. Gözleri Aria’nınkilerle buluştuğunda, o an etraflarında kimse yokmuş gibi hissetti. Aria, bu bakışın altında yatan anlamı çözmeye çalıştı, ama hiçbir şey net değildi. Dagon’un gizemli yapısı onu bir bilmecenin içine çekiyordu. “Gerçek düşman, bazen yanı başımızda olabilir,” dedi Dagon, Aria’ya doğrudan bakarak. Sözlerinin Aria’ya yönelik olduğunu anlamak için fazlasına gerek yoktu. “Ama bu düşmanı tanımak için acele etmeyeceğiz. Her şeyin bir zamanı vardır.” Bu sırada Rehgar, aralarındaki sessizliği fark edip, ağırbaşlı bir şekilde yerinden kalktı. “Gece uzun olacak gibi görünüyor,” dedi hafif bir gülümsemeyle. “Tanrılar ve insanların hikâyeleri bitmek bilmez. Dagon, Aria... Bu gece biraz dinlenin. Sabah yeni kararlarla güne başlayacağız.” Rehgar, kabilenin diğer üyelerine selam verip ateşin etrafından uzaklaşırken, Dagon ve Aria yalnız kaldı. Aria, zihninde binlerce soru dolaşırken, Dagon’a bir adım daha yaklaştı. Onun bu kadar soğukkanlı ve gizemli oluşu, bir yandan sinirini bozarken, diğer yandan da ona karşı olan merakını daha da artırıyordu. “Beni neden kurtardın?” diye sordu Aria aniden. Sesinde bir meydan okuma vardı. “Planın ne, Dagon?” Dagon, onun bu sorgulayıcı tavrı karşısında hafifçe gülümsedi. “Sana söylemiştim, Tanrıça,” dedi. “Her şeyin bir zamanı var. Bazı sırlar açıklanmak için doğru anı bekler.” Aria, Dagon’un bu ketum hali karşısında bir an sinirlenmişti, ama başka sorular sormanın bir anlamı olmadığını da biliyordu. Onunla oynamaya devam ediyordu. Her ne kadar Dagon’un niyetinden emin olamasa da, bu bilinmezlik Aria’yı her geçen gün daha fazla içine çekiyordu.
Dagon, Aria’nın yanından ayrılıp karanlık ormana doğru yürürken, içindeki karanlık daha da yoğunlaşmıştı. Planlarının karmaşıklığı, onu dahi yoruyordu. Aria'yı Mirath kabilesine getirmiş ve ona yardım etmiş gibi görünse de, aslında Aria’nın burada kalması onun için büyük bir avantajdı. Mirath kabilesini savaşa sürüklemek Dagon’un planlarının sadece bir parçasıydı, ama daha fazlası vardı. Ormanın derinliklerinde, onu bekleyen bir misafir vardı. Yüzünde kapüşonuyla, uzun boylu, gizemli bir figür, sessizce ona yaklaştı. Dagon, onu görür görmez gülümsedi. “Beni beklediğini biliyordum,” dedi. “Sana verdiğim sözü yerine getireceğim.” Gizemli kişi, yüzünü tamamen saklı tutarak başını salladı. “Umarım dediğin gibi olur, Dagon,” diye fısıldadı soğuk bir sesle. “Aria’nın kaçmasına yardım ettin. Ama bu, planının ne kadar tehlikeli olduğunu değiştirmiyor. Bir yanlış hamlede her şey çöker.” Dagon, kendinden emin bir şekilde başını salladı. “Her şey kontrolüm altında. Sadece bana güven.” Gizemli figür, Dagon’un gözlerine bakmadan ormanın karanlığına geri çekildi. Dagon, bir an duraksayıp, gökyüzüne baktı. Her adımında oyun daha karmaşıklaşıyordu, ama bu oyunu kazanmaya kararlıydı. Aria, onun en büyük kozuydu, ama Aria'nın bunu fark etmesine daha vardı. |
0% |