@benrapu
|
Aria, ormanın derinliklerinde yürümeye devam ederken, içindeki karanlık büyüyordu. Dagon'dan kaçmayı başarmıştı, ancak tehlike henüz sona ermemişti. Orman sessiz ve karanlıktı, her adımında etrafındaki gölgelerin hareket ettiğini hissediyordu. Bir yandan Elera’yı bulma umudu onu diri tutarken, diğer yandan içindeki karanlık güç kontrolden çıkmaya başlıyordu. Artık ona hükmedemediğini hissediyordu. Birden arkasından gelen bir ses duydu. Geri döndüğünde, bir grup yabancının kendisini çevrelediğini fark etti. Siyah derilerden yapılmış kıyafetler giyiyorlar, ellerinde mızraklar ve yaylar taşıyorlardı. Aria ne olduğunu anlamadan birkaç saniye içinde esir alınmıştı. Güçlü birileri tarafından kavrandı, bağlandı ve hiçbir şey söylemesine fırsat kalmadan sürüklenerek götürüldü. Kamp alanına vardıklarında Aria, kendisini bir kabilenin içinde buldu. Bu insanlar yabani görünüyordu, Aralarında anlaşılmaz bir dilde konuşuyorlar, sürekli Aria'ya bakıyorlardı. Sanki onun kim olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Aria, kaçış yolları aramaya başladı, ancak elleri ve ayakları bağlanmışken bu mümkün görünmüyordu.Bir de tüm bunlar yetmezmiş gibi İçindeki güç kontrolsüzce bir kez daha uyanmaya başlıyor, karanlık zihnini bulandırıyordu. O an ne yapacağını bilemedi; sadece durumu anlamaya çalışıyordu. Aniden içindeki güç kontrolden çıktı. Birden bire vücudundan dalgalar halinde bir enerji yayıldı ve bu enerji etrafındaki her şeyi sarstı. Kabiledekiler bu gücü hissettiklerinde önce bir korku ve panik hissi bedenlerini sardı. Hemen ardından ellerine mızraklarını alarak durumu anlamaya çalıştılar. Kabile üyeleri korku ve panikle Aria’ya karşı hazırda bekliyorlardı. Aria, içindeki gücün kontrolsüzce ortaya çıkardığı sarsıntıdan nasibini büyük ölçüde almıştı. Elleri ve ayaklarındaki o sıkı bağdan kurtulmuş ama bedeni hareket edemeyecek kadar bitik ve yorgun düşmüştü. Kabilede bulunan herkes hazır biçimde beklemekteyken diğerlerine oranla büyük olan çadırın kapısı açıldı. Dışarıya bir adam çıktı. Yüzünde garip şekillerde dövmeler vardı. Saçları, yaşına ters orantıyla uzun, gür ve iki yana örgülüydü. Saçlarında ve yüzünde yaşamın izlerini taşıyan bu adam yavaş ve sakin adımlarla Aria’nın karşısa gelmişti. Adam ‘Benim adım Rehgar Tanrıçam’ diyerek Aria’nin önünde diz çöktü. Hemen ardından kabiledekiler diz çökerek Aria'ya doğru başlarını eğdiler. Aria, ne olduğunu anlamaya çalışırken, kabile onu çoktan tanrıça olarak kabul etmişti. Onun içindeki Thanara'nın gücü, kabile tarafından ilahi bir varlık olarak algılanmıştı.
Dagon, kendi kampında antrenman yapıyordu. Kılıcıyla her bir darbesi, zihnindeki düşünceleri dağıtmaya yetmiyordu. İçinde bir huzursuzluk vardı. Aria'nın kaçmasına yardım etme planı, düşündüğünden daha karmaşık sonuçlar doğurmuştu. Ancak, daha da önemlisi, Dagon’un içinde bir şey uyanıyordu. Bir şeylerin varlığını hissetmeye başlamıştı ama ne olduğunu henüz tam anlamış değildi. Antrenman yaparken gözleri bir anda karardı ve kendini geçmişe dair bir anının içinde buldu. İlahi bir varlık, beyaz ışık saçan elleriyle gökyüzüne bakıyordu. Yanında ise Thanara, karanlık bir enerjiyle etrafını çevrelemişti. İkisi de birbirlerine zıt ama aynı zamanda birbirini tamamlayan güçlerdi. Aralarındaki ilişki karmaşıktı; hem düşman hem de müttefik gibiydiler. “Elion, bu denge sonsuza dek süremez,” dedi Thanara. “Birimiz diğerine boyun eğmek zorunda kalacak. Ya yaşam ya da ölüm...” Elion ise başını sallayarak cevap verdi. “Sonsuz döngünün farkındayız, Thanara. Ama biz bu döngünün içinde yer alırken, asıl gücü unutmamalıyız. İnsanlar. Onlar bizim kaderimizi belirleyecek olanlar.” Thanara’nın gözlerinde bir parıltı belirdi. “İnsanlar zayıf, kırılgan. Onlar kaderi belirleyemez. Sadece biz...” Bir anda sanrı sona erdi. Dagon, yere diz çökmüş, nefes nefese kalmıştı. Ne gördüğünü anlayamıyordu, ama bu sahne ona tanıdık gelmişti. İçindeki güç, ona bir mesaj gönderiyordu ama ne anlama geldiğini çözememişti. Tam bu sırada, Dagon’un yanına usulca biri yaklaştı. Yüzü karanlıkta seçilemiyordu ama sesi, derin ve tehditkârdı. "Aria'nın kaçmasına neden yardım ettin, Dagon?" diye sordu ses. "Bu planın bir parçası mı, yoksa kalbin mi yumuşadı?" Dagon, gözlerini kısarak ona döndü. "Bu benim planımın bir parçası. Aria'nın kaçması, onu tamamen benim kontrolüme sokacak. Sen sadece işine bak ve beni sorgulama." Karanlıkların lordu gibi duran bu kişi, alaycı bir gülüş attı. "Umarım haklısındır. Çünkü bu oyun senin düşündüğünden çok daha büyük." Dagon, bu sözleri aklının bir köşesine yazdı. Oyun büyüktü, ve içindeki güç uyanıyordu.
Aria, Rehgar’ın otoriter ama bir o kadar da huzur veren sesiyle dikkatini topladı. Kabilenin merkezinde, ateşin çevresine kurulmuş geniş taşların üzerinde oturuyorlardı. Reis, yılların bilgeliğini taşıyan gözlerini Aria'ya dikmiş, tanrıların kadim hikayelerini anlatıyordu. Her bir sözcük, sanki yüzyıllardır unutulmuş bir gerçeği tekrar canlandırıyor gibiydi. "Tanrılar her zaman bizimleydi," diye başlamıştı Rehgar, "Ama insanlar onları unuttu. Sadece biz, Mirath Kabilesi, onların varlığını hatırlıyoruz. Elion, Yaşam Tanrısı, ve Thanara, Ölüm Tanrıçası... Bir zamanlar dengedeydiler, ama bu denge bozuldu. Şimdi ise bu dengeyi geri getirmek için bir yol arıyorlar." Aria, Reis’in anlattığı hikayede kendi kaderiyle ilgili ipuçları bulmaya çalışıyordu. İçindeki Thanara’nın gücü gittikçe daha karmaşık bir hale geliyordu. Neden kendisini seçmişti? O sırada, Rehgar’ın sesi birden duraksadı. Ateşin etrafındaki herkes aniden sessizleşti. Aria da fark etmişti. Çadırın girişinde bir karaltı belirdi. Aria, önce kimin geldiğini anlamadı ama sonra o tanıdık yüzü seçti. Dagon. Dagon’un içeri girmesiyle kabile üyeleri birbirine bakarak kenara çekildiler. Rehgar ise, oturduğu yerden kalktı ve bir anlığına şaşkın gözlerle Dagon’a baktı. Ardından şaşkınlığı yerini tanıdık bir saygıya bıraktı. Yavaşça başını eğdi. "Beklenmedik bir misafir," dedi Reis, Dagon’a bakarak. "Ama her zaman hoş geldin." Dagon’un sert yüz ifadesi hafifledi, ancak bakışları Aria'dan bir an bile ayrılmadı. O an Aria, Dagon’un buraya sadece onun için geldiğini düşündü. Fakat Rehgar’ın Dagon’a gösterdiği saygı, kafasını karıştırmıştı. Ne de olsa Dagon, kabilede bir yabancıydı. Ya da Aria öyle sanmıştı. "Dostum," dedi Dagon, ileriye adım atarak. Sesi samimiyet ve gücün bir karışımıydı. Rehgar’ın yanına geldiğinde ellerini kollarıyla kucakladı, sonra eski dostların selamını verdiler. Aria, bu sahneye şaşkınlıkla bakarken, Dagon’un Rehgar’la geçmişte bir bağı olduğunu fark etti. "Senin burada olduğunu bilmiyordum," dedi Dagon, ateşin kenarındaki yerine otururken. "Ama seninle karşılaşmak... kader olmalı." Rehgar, Aria’ya döndü. “Bu adam, büyük bir savaşçıdır,” dedi. “Mirath Kabilesinin en karanlık günlerinde bize yardım etmişti. Ne zaman bir düşman çıksa, Dagon gelir ve gölgelerin ardındaki düşmanı ortadan kaldırırdı.” Dagon, Rehgar’ın övgülerini aldırmazca bir el hareketiyle savuşturdu. “Bunlar eski hikayeler,” dedi. Aria, Dagon’un her kelimesini dikkatle izliyordu. İçinden bir ses, bu ziyaretin sadece bir tesadüf olmadığını söylüyordu. Ama neden buradaydı? Neden Mirath Kabilesinin içinde onu arıyordu? “Tanrılar hakkında konuştuğunu duydum,” dedi Dagon, Reis’e dönerek. “Sözleriniz hâlâ eski zamanlardaki gibi bilge. Ama bu genç kız, çok daha fazlasını bilmek zorunda.’’ Rehgar, Aria’ya tekrar baktı. “O, Thanara’nın seçtiği biri mi?” diye sordu, sesi derin bir merak ve saygı doluydu. Dagon başını salladı. “Evet, ama bunu henüz tam anlamıyla bilmiyor. Ve bu yüzden onu kontrol etmeyi öğrenmesi gerekiyor. Eğer kontrol edemezse, Thanara’nın gücü onun ruhunu ele geçirebilir.” Aria, bu sözler karşısında içten içe irkildi. Ruhunun ele geçirilme düşüncesi bile onu ölüme sürüklemek demekti. Ancak bu sırada Dagon, daha derin bir bakışla Rehgar’a döndü. “Ama buraya onun için gelmedim. Senden bir şey öğrenmem gerek.” Rehgar, kaşlarını çatarak Dagon’a yaklaştı. “Sorularının cevabını bilmek zor, dostum. Ama elimden geleni yaparım.” Dagon, sessizce başını salladı. Ancak Aria, onun içindeki gerginliği hissedebiliyordu. Bir şeyler yolunda gitmiyordu. Dagon her zamanki gibi soğukkanlı görünüyordu ama içinde bir şeylerin yanlış olduğunu Aria sezebiliyordu. Dagon ve Rehgar ateşin başından ayrılıp büyük olan çadıra girmişlerdi. Aria ateşin başında diğer kabile üyelerinin kendi aralarında sohbet edişini izliyordu. Bazılarının ne dediğini anlamasa da çok eğlendikleri bariz ortaydı. Rehgar, çadırından çıkıp ateşin başına geldi. Kendi dilinde kabile üyelerine bir şey söyledi ve herkes bir anda ayaklanarak savaş hazırlığına başlamışlardı. Aria, şaşkın bir şekilde etrafına bakınırken Rehgar da kendi çadırına döndü. Aria, bunun Dagon ile bir bağlantısı olduğunu hissedebiliyordu ama tam olarak ne olduğundan emin değildi. Gökyüzü, geceye teslim olmuştu. Ay, bulutların arasından gizlice bakarken, orman yine derin bir sessizliğe bürünmüştü. Savaş hazırlıkları bir yana bırakılmış, herkes derin bir uykuda ya da nöbetteydi. Ancak, iki kişi uyanıktı: Aria ve Dagon. Aria, kampın kenarında, bir ağacın gövdesine yaslanmıştı. Gözleri kapalı gibi görünse de her bir hareketi hissetmekteydi. Sessizliği bozan ayak seslerini duyduğunda, bir anlığına kalbi hızlandı. Onun kim olduğunu biliyordu. Dagon, Aria’ya doğru yaklaşırken, adımlarını yavaşlatmaya özen gösterdi. Onun savaşçı duruşu, her zaman tetikte olan bakışları, Dagon’u hem tedirgin ediyor hem de ona karşı bir çekim yaratıyordu. "Yalnız kalmayı sevdiğini bilmiyordum, Tanrıça" dedi Dagon, Aria’ya yaklaştığında. Sesi alaycı bir ton taşıyordu, ama içinde ince bir merak vardı. Aria gözlerini açtı, Dagon’a baktı ve gülümsedi. "Belki de yalnız kalmak istiyorumdur" diye cevap verdi. Sesindeki hafif meydan okuma, Dagon’un ilgisini daha da artırdı. "Öyle mi?" Dagon, ona daha da yaklaşarak, eğildi ve gözlerinin içine baktı. "O zaman savaş alanından uzak olsan iyi edersin" Aria, bir an duraksadı. Başını dik tutarak "Senden başka gecenin karanlığında savaşta olan birini göremiyorum. Çünkü senden başka tetikte kimse yok, Dagon." Ama bu sözleri söylerken, gözlerinde bir oyun oynama arzusu vardı. Dagon, hafifçe gülümseyerek, Aria’nın yanına oturdu. "Belki de düşman kelimesini yeniden tanımlamalıyız, Tanrıça" dedi. Dagon’un sözleri, havada asılı kaldı. Aria, onun bakışlarının altında kendini güçsüz ve savunmasız hissetti; Dagon’un ne zaman ciddiyetle, ne zaman alayla konuştuğunu kestirmek her zaman zordu. Ama bu, aynı zamanda onu cezbeden şeydi. "Belki de düşmanlarımızı tanımlamadan önce, dostlarımızı iyi seçmeliyiz," dedi Aria, sesini alçaltarak. Gözlerini Dagon’dan ayırmadı. Aralarındaki mesafe, tehlikeli bir şekilde azalmıştı; bir adım daha atılsa, birbirlerine dokunacaklardı. Dagon, onun bu cüretkâr sözlerine gülümsedi. "Dostlar mı? Tanrıça, burada dost edinebileceğini mi düşünüyorsun? Bizim dünyamızda güvenecek kimse yoktur." Aria, bir an sessiz kaldı. Dagon’un bu kadar karamsar olması, onun yaralarından, belki de geçmişinden kaynaklanıyordu. "Belki de güvenmek istemediğin içindir," diye mırıldandı Aria, gözlerini tekrar karanlık ormana çevirerek. Dagon'un bakışları daha da derinleşti. Aria’nın içindeki o meydan okuyan ruh, onu her seferinde daha fazla içine çekiyordu. "Sen güveniyor musun?" diye sordu, sesi daha sert bir tonda. "Bana güveniyor musun, Aria?" Aria, gözlerini tekrar Dagon’a çevirdi. O anın içindeki gerilim, artık dayanılmaz bir noktaya gelmişti. "Sana güvenmem gerektiğini mi düşünüyorsun?" diye sordu. Bu soru, Dagon’u şaşırtmış gibiydi. "Hayır," dedi Dagon, hafifçe gülerek. "Bana güvenme. Ama şunu bil ki, seni hayatta tutan tek şey benim, Tanrıça." Aria, onun bu sözlerinin altında yatan gerçeği sezmişti. Dagon’un onu neden serbest bıraktığını şimdi daha iyi anlıyordu. O sadece kaçmasına izin vermemişti; aynı zamanda onu izlemiş ve nereye gideceğini önceden biliyor gibi davranmıştı. Şimdi ise, burada olmalarının gerçek nedenini yavaş yavaş anlamaya başlıyordu. Dagon, onu hayatta tutmak istiyor ama aynı zamanda sınırlarını da zorlamak istiyordu. "Seni çözmek çok zor, Dagon," dedi Aria, hafif bir tebessümle. "Bir an düşmanımsın, bir an dostumsun. Hangisi olduğuna karar veremedim." Dagon, Aria’ya yaklaşıp yüzünü onunla aynı hizaya getirdi. Nefesleri birbirine karışacak kadar yakındılar. "İkisi de olabilirim, Aria. Hangisini istersen… Ama sonunda karar senin." Aria, Dagon’un gözlerinde karanlık bir derinlik gördü. Bu adamın içinde ne olduğunu tam anlamıyla çözebilmek imkânsızdı. Onu düşmanı olarak görmeye devam mı etmeliydi, yoksa bir şeylerin değişmesine izin mi vermeliydi? "Bir gün, tüm bu oyunları bırakmak zorunda kalacaksın," dedi Aria, sesi daha yumuşak bir tona bürünerek. Dagon, başını eğerek gülümsedi. "O gün geldiğinde, çok geç olabilir," dedi. Ardından ayağa kalktı ve ona bir kez daha baktı. "Ama o gün gelene kadar… belki de bu oyunun tadını çıkarabiliriz." Aria, Dagon’un uzaklaşmasını izledi. Kalbinde bir düğüm hissetti. O adamın sırları, kendi sırları kadar derindi ve çözülmesi imkânsız gibi görünüyordu. Ama yine de Dagon’un içinde onu çeken bir şey vardı, tehlikeli ve büyüleyici bir güç. Dagon uzaklaştıkça, Aria derin bir nefes aldı. Bu adamın oyunlarına kapılmamalıydı. Ancak, ruhunun derinliklerinde, bu oyunun bir parçası olmaktan kendini alamıyordu.
|
0% |