@benrapu
|
15 dakikalık bir yolculuktan sonra Engin’in bahsettiği kafeye gelmiştik. Engin arabadan indikten sonra telefon görüşmesi yapması gerektiğini söylemişti, ben de onu beklemeden içeri girip bir masaya oturmuştum. Kafe iki alandan oluşuyordu: Daha çok soğukta oturmak için kapalı bir alan ve koca bir cam balkonu vardı. Kafenin duvarları tek renk beyazla boyanmıştı. Dört duvarının üçü farklı fotoğraflarla süslenmişti: Çalışanların olduğu fotoğraflar, müşterilerin olduğu bir sürü fotoğraf... Duvarları süslüyordu. Fotoğrafların olmadığı tek duvarda da bir sürü farklı renk kalemle yazılmış yazı vardı; her yazı farklı bir fontla yazılmıştı. İçeriye bir göz attıktan sonra bir masaya geçip oturdum. Kafedaki masaların hepsi iki kişilik yuvarlak masalardı. Her masa da farklı çiçekler vardı: Bir masada güller varken, başka bir masada nergisler duruyordu. Ben lavanta olan masayı seçmiştim. Biraz rahatlamaya ihtiyacımız var değil mi? Ben mekanı incelerken garson bir kız elinde tepsiyle masaya doğru geldi. Benim önüme Türk kahvesi bırakırken, karşıma da bir bardak su bıraktı. “Henüz sipariş vermedik,” dedim ellerimi masadan kaldırıp dizime koyarak, “Yanlış oldu sanırım.” “Siparişi dışarıdaki beyefendi verdi,” dedi genç kız. “İsterseniz değiştirebilirim.” “Evet, lütfen” dedim önümdeki kahveyi elimle kıza uzatarak, “Ben sadece su alabilir miyim?” Genç kız önümden kahveyi alıp içeri giderken, Engin de telefon görüşmesini bitirip masaya geldi. “Benim ağzım var,” dedim parmağımla ağzımı gösterip, “Seninkine ihtiyacım yok.” Ne sanıyordu bu adam kendini? Kendi siparişimi kendim verebilirdim. O kendi işine bakıp bana kitabımı versin yeter. Bu masada sadece kitabım için oturuyordum zaten, başka bir niyetim de yok olamazdı ki. Erkekler bu tarz hareketlerle kendilerini güçlü mü sanıyordu? Çünkü benim oturduğum yerden güçlüden çok salak duruyorlardı. “Ağzın olduğunu görüyorum,” dedi gülerek, “Kahveyi kendime istemiştim sana değil.” “Hı hı,” dedim kafamı alayla sallayarak, “Emin öyledir.” Engin bu sözümün üstüne bir şey demedi. Önündeki suyu içip bardağı masaya bırakıp bana döndü, “Kitabı nereden bulduğunu anlatacak mısın?” dedi, konuyu değiştirmek ister gibi bir hali vardı. “Hayır,” dedim oturduğum sandalyeye sırtımı yaslayarak, “Sen kitabı ver yeter, gerisi seni ilgilendirmez.” “Kitap tek nüshadan oluşuyor ve kayıp,” dedi bacak bacak üstüne atıp benim gibi sandalyeye yaslanarak, “Ne tesadüftür ki o kayıp kitap sende çıkıverdi.” Ne saçmalıyor bu adam? Tek nüshadan oluşan basılmış kitap mı var? Manyak mıdır nedir? “Bak, işleri zorlaştırmak istemiyorum,” dedim yaslandığım sandalyeden doğrulup ellerimi masaya koyarak, “Ama kitap benim. Kaç tane nüshası olduğu da umurumda değil ya kitabı verirsin ya da hırsızlıktan seni içeri attırırım.” “Kendine gel,” dedi Engin, az önceki rahatından eser yoktu, “Karşında bir cumhuriyet savcısı var. Seni iftiradan içeri bizzat kendi ellerimle ben atarım.” İyi ki bir savcı olmuş bu da! Sabahtan beri savcıyım ben, savcıyım ben diye geziniyor ortalıkta. Ben de mimarım da bu kadar çok mimarım mimarım diye gezmiyorum ortalıkta. “Kitabı ver savcı,” dedim, “savcı” kelimesini vurgulayarak. “Kitabı nerden buldun?” dedi. “Rastgele girdiğim küçük bir kitapçıda buldum,” dedim sinirle, “Bir kitap arıyordum, kitapçıdaki adam bana bu kitabı verdi.” “Kimsenin bulamadığı kitabı sen öyle rastgele girdiğin bir kitapçıda mı buldun?” dedi alay geçer gibi bakıyordu. İşte şimdi beynim yoldan çıkıp direksiyonu çalıklara doğru kırabilirdi. Bu ne ya? Sabahtan beri anlat diyor anlatıyoruz ona da inanmıyor. Manyak olmuş bu iyicene. Başımı sakince önüme eğdim. Öfkeme yenik düşemezdim. Yasaları onun kadar bilmesem de bildiğim tek şey beni kolayca içeri atamayacak olmasıydı. Tamam, adama hırsız demiş olabilirdim ama Engin de kitabımı güzellikle geri verseydi bunların hiçbiri olmazdı. Ağzımdan çıkan her kelimeyi doğru düzgün seçmeliydim. Kontrol bende olmalıydı. Başımı derin bir iç çekerek ve yüzüme sahte bir gülümseme takınarak kaldırdım. Engin kafasını sağa çevirmiş bir yere bakıyordu. Kafamı onun baktığı tarafa doğru çevirip nereye baktığını kontrol ettim. Çıkış kapısının yanında kasanın olduğu tarafta farklı renk ve fontlarla yazılmış yazıların olduğu duvar vardı. Duvarda yazılan yazıları okumaya çalıştığını düşündüm. Buradan nasıl görüyordu bu adam yazıları? Engin’in baktığı tarafa daha dikkatli bakınca... Aslında duvara ya da yazılara değil, kasadaki iki genç kadına baktığını fark ettim. Vay şerefsiz! Sabahtan beri savcıyım savcıyım diyor, oturmuş kadınları taciz ediyor! Masaya şöyle bir göz atıp kafasına atabileceğim bir şey var mı diye bakarken, önüme ne zaman konulduğunu fark etmediğim bir bardak suyu elime alıp bardağın içindeki suyu suratına çarptım. "Noluyor be?" dedi Engin, yüzüne çarpan suyla aniden ayağa fırlayarak, "Napıyorsun manyak?" Bi' de bana manyak diyor! Asıl manyak sensin be! "Asıl sen napıyorsun?" dedim dişlerimin arasında, "Sabahtan beri savcıyım ben savcıyım diyorsun, oturmuş burada milleti taciz ediyorsun." Sesim öfkeyle yüksek çıkmıştı. Kafedaki iki müşteri ve çalışanlar bize doğru bakıyordu. İyi de oluyordu, rezil olsun da görsün. "Ne tacizi be?" dedi, masadaki peçetelerden birini alıp yüzünü silerken, "Doğru konuş, kimi taciz etmişim?" Oturduğum yerden ayağa fırlayıp masadaki lavanta saksısını alıp Engin'in kafasına doğru fırlattım. Mekanda oturan müşterilerden biri yerinden kalkıp hızlıca bize doğru gelirken, kafede çalışan erkek çalışanlar da bize doğru geliyordu. "Savcım iyi misiniz?" dedi müşterilerden biri, masadan apar topar bir kaç peçete alıp Engin'in alnından akan kana tutarak. "Yettin be sabahtan beri!" dedi Engin öfkeyle, "Hırsız dedin sustum, çekmecelerimi karıştırdın sustum, ama tacizci ne demek oluyor?" Alnına peçete bastıran adama dönerek, "Vedat, ara Fatih Komiseri gelsin alsın bu manyağı!" "Ara Vedat ara gelsin Fatih!" dedim bağırarak, "Gelsin de alsın asıl bu şerefsizi!" "Hala şerefsiz diyor" dedi Engin sinirden gülüyordu. "Kasadaki kızlara bakmıyor muydun?" dedim elimle kasanın olduğu tarafı göstererek. Engin bir elinde peçeteyle alnını tutarken, bir eliyle Vedat'ı gösterip, "Lan bunlar orada oturuyordu," dedi, "Adam içeri girdiğinden beri bize bakıyor. Suç bu suç. Benim baktığım dosyada adın var senin." Engin'in eliyle gösterdiği masaya doğru baktım. Adam doğruyu söylüyordu. Vedat'ın geldiği masada bir kadın ayağa kalkmış bize bakıyordu. Belli ki Vedat arkadaşıyla buraya gelmiş, içeri girince de Engin'in demesi gibi bizi görünce şüphelenip bakmaya başlamıştı. Engin de bunu fark edince huzursuz olmuş demek ki. Rezil olduk ya! Ben ne bileyim Engin'in iş yerinden birine baktığını ama benim görüş açım kasayı, duvarı ve Vedat'ın oturduğu masanın yarısını görüyor. Müneccim değilim ya, her şeyi bileyim. "Ne bileyim ben ya," dedim biraz içime içime konuşarak, "Ben sandım ki..." "Vedat, aradın mı Fatih'i?" dedi Engin, lafını yineleyerek. "Savcım, hanımefendi yanl..." Vedat cümlesini bitirmeden Engin araya girerek, "Vedat!" dedi sert bir sesle, "Fatih Komiseri ara!" Nezarethanede oturmuş, öylece birinin gelip beni buradan almasını bekliyordum. Allah bilir kaç saat olmuştu, zaman algımı yitirmiştim. Dışarıya ait tek şey, demir parmaklıkların ardındaki masasında oturmuş, telefonundan bir şeyler izleyen polis memuruydu. İnsan şuraya ufakta olsa bir cam açar, gün ışığı girmiyor bari temiz hava girerdi. Engin'e de o kadar dil dökmüş, özür dilemiştim. Adam yine de bana mısın dememişti, valla. Tamam, hatalıyım da ben nereden bileyim Engin'in tanıdık birini gördüğünü? Canım sanki 40 yıllık dostuz da her tanıdığını tanıyorum. Ayrıca Vedat da görüş alanım dışında kalmış olabilir. Böyle hatalar bu kadar büyütmeye gerek var mıydı? Engin şimdi ölse vermez kitabımı. Adam zaten vermeye yanaşmıyordu, üstüne bir de bu olay eklenince yeme de yanında yat oluverdi. Ne kitapmış arkadaş, bir kavuşamadık. "Beren Yavuz," adımın seslenilmesiyle düşüncelerimden sıyrılıp gerçek dünyaya dönmüştüm. Sesin geldiği yöne doğru baktım. Genç bir polis memuru nezarethanenin kapısını açarak, "Gidelim" dedi. Demir parmaklıkların açılmasıyla kendimi koşarcasına dışarı attım. Birkaç kat merdiven çıktıktan sonra bir odaya girdik. Odada bir tane masa, iki sandalye, bir kaç tane farklı renklerde dolaplar vardı. Masanın önündeki sandalyelerde Alev ve adının Fatih olduğunu öğrendiğim komiser oturuyordu. Engin de masanın arkasındaki sandalyeye oturmuş, bana öldürücü bakışlar atmakla meşguldü. Fatih ben odaya girince oturduğu sandalyeden kalkıp bana yer gösterdi. Bana gösterilen yere teşekkür ederek oturdum. Önümdeki masada birkaç evrak vardı. Alev gözleriyle işaret edip, "İmzala" dedi. Hiç tereddüt etmeden imzaladım. Fatih önümdeki imzalı evrakları alıp beni nezarethaneden buraya getiren genç memura verip, "Tamam, Özlem sen çıkabilirsin" dedi. Kadın Fatih'in uzattığı evrakları alıp kafa selamı verip sessizce odadan çıktı. Odada kimseden çıt çıkmıyordu. Engin'in kafasına attığım saksı sağ kaşının biraz üstüne isabet etmişti. Kafeden çıkarken kanayan küçük yaraya ufak bir pansuman yapılmıştı. Engin sağ kaşındaki yaraya baktığımı anlayınca elini şakağına koyarak yarayı kapattı. Alev, "Sen şimdi hapı yuttun, bu duyulursa ne olur farkında mısın?" bakışları ile beni öldürüyor, Fatih ise bu ciddiyetin ortasında gülmemek için kafasını bir sağa bir sola döndürerek kimseyle göz teması kurmamaya çalışıyordu. "Sayın Savcım," odadaki sessizliği ilk bozan Alev oldu, "Başka bir şey yoksa müsaadenizle" dedi hafiften kendini toparlayarak. Engin tek kelime etmedi, müsaade sizin dermiş gibi elini öne uzatmakla yetindi. Alev ve ben bu işaretten sonra ayağa kalkıp odadan çıktık. Alev biraz ilerideki başka bir memurun masasının önünde durdu, "Eşyalarını alacağız" dedi. Birkaç evrak daha imzaladıktan sonra görevli polis memuru eşyalarımı uzattı. Onları alırken az önce çıktığımız odadan kahkaha sesi geliyordu. Sanırım Fatih en sonunda dayanamayıp kendini koyverdi. |
0% |