Yeni Üyelik
6.
Bölüm

AZAP

@ber.enus

Oy+yorum alabilir mi bu kız acaba?

Instagram'a da davetlisiniz efenimm

Instagram: ber.enust

Olayları nasıl karıştırdığımı görelim bakalım...

Keyifli okumalar❀

 

 

Gitmesine izin verdiği birine gel diyemeyecek kadar yüzü var mıydı? Gelse ne anlamı kalırdı gitmenin, ne anlamı kalırdı geldikten sonra ki bizin?

Bir kuş uçar, bir çiçek solar, bir göz yaşı akar.

Ve sen… hiç değişmezsin, ben de senden gidememem.

Söylenecek çok söz olurdu bazen kelimelerin yetmeyeceği. Şu an söyleyebileceğim tek bir söz vardı; ölüyordum. Vücudum bir buz kütlesine bağlı gibi donuyordu. Gözlerim kapalıydı ve titremelerim geçmiyordu. Hiç de geçmeyecek gibiydi. Bir sigara olsa dumanında ısınmaya çalışırdım, o kadar üşüyordum. Parmaklarımı hareket ettiremiyordum, sanki en ufak bir hareketimde tüm kemiklerim kırılıyordu.

Ağır ağır zorlukla birbirinden ayrılan kirpiklerimin arasından bir damla gözyaşı firar etti. Gözümün önüne düşen ilk şey donmuş bir göl olduğunda bir buz kütlesinin üzerinde değil de karların üzerinde olduğumu fark ettim. Gözlerim etrafı puslu görüyordu. Etrafta birileri var mıydı bilmiyordum ama sızlayan vücuduma dayanamayarak, “Yardım… Edin…” diye fısıldadım. Sesim titremekten anlaşılmıyordu. Nefes bile alamıyordum. Atılan dikişlerimden kan sızdığını hissedebiliyordum. “Lütfen yardım edin… Ben… İyi değilim, lütfen!”

Ellerimi oynatmaya çalıştım fakat daha milim kımıldamadan tekrardan karların arasına geri gömüldü. Bu, gözlerimi az öncekinden daha sıkı kapatıp dişlerimin birbirlerine olan vuruşunu engellemeye çalışmaya teşvik etti beni fakat felç geçirmiş gibiydim. Tek bir uzvum bile hareket edemeyecek gibiydi.

Dakikalar geçtiğinde karanlığın içine tekrar çekildiğimi hissettim. Bilincim bir geliyor bir gidiyordu ve beni ısıtacak tek bir şeyin varlığını hissedemiyordum. Beni ölümden koruyacak hiçbir şey yoktu. Demiştim Kılıç’a; bildiğimden kendimi korurum ama kendimi neyden korumam gerektiğini bilmeden nasıl koruyacağım?

Birine muhtaç olmak bu dünyanın kıyameti olmalıydı.

Neredeydi akrep ve yelkovan? Soğuktan donarak kaç saat yaşanırdı ki? Üzülüyordum. En azından öldüğüm zamanı bilmek ve hiç unutmamak isterdim. Kılıç’ın telefonu yanımdaydı en son. Kımıldayabilsem cebimden alıp bakardım ama kımıldayamıyordum, ki onun hâlâ cebimde olup olmadığına dair tereddütlerim vardı.

Karların üzerine basınca çıkan boğuk ses kulaklarıma ilişince gülümseyebilsem gülümserdim o saniye. Konuşmaya çalıştım, sesim çıkmadı ama o an ilk defa ümitlerim vardı. Kurtaracaktı biri beni. Kılıç’tı belki de gelen kişi, Cenk’ti ya da.

Boğuk sesler artık çok daha yakındı. Birinin siyah postalları kısık gözlerimin görüş açısına girdiğinde gelen kişi dizlerinin üzerine çöktü ama başımı kaldırıp da göremedim yüzünü. Tanıdık değildi gelen kişi. Cenk ve Kılıç’ın böyle postalları var mıydı ki? Üzerinde uzun bir kaban vardı; keşke benim üzerimde olsaydı o kaban şu an. Çok ihtiyacım vardı. Söyleyebilsem ilk onu söylerdim ona, kim olduğunu önemsemeden.

Burnundan gülüş sesini duydum onun. Kılıç gibi gülmüyordu. “Çobanaldatan mısın sen? Severim,”

Kaşlarımı çattım elimden geldiğince. “Ne?”

“Çobanaldatan,” diye tekrar etti suratı bana doğru yaklaşırken. “Duymuş muydun?” Fısıldadı. Artık çok daha yakındı. Sıcak nefesini suratımda hissediyordum ve bu iğrençti. Kafamı iki yana salladığımda zorlukla. “Kış uykusuna yatan bir kuş türüdür. Hayati şartları kendine engel olarak görmez, ona uygun yaşar. Ondan mısın sen de?”

Kuş değildim ben. Çiçektim.

Yutkundum. Eli saçlarımda geziyordu. Dokunduğu her yerden iğreneceğimi hissediyordum. Kılıç’a dokunmak gibi değildi ona dokunmak. Dokunuşu iğrençti. Onun gibi ve onun amacında dokunmuyordu bana.

Düşünmek de öldürmesin.

Bir de o gömmesin.

“Git,” diye fısıldayabildim yine boğazım yırtılıyor gibi hissederken. Git dersem gider miydi?

“Daha yeni geldim,” Artık eli boynumdaydı. Gerdanıma doğru gidiyordu. Suratı suratıma çok yakındı. Burnu biraz daha yaklaşırsa burnuma değecekti.

Etrafı görmeye çok ihtiyacım vardı şu an. Elimde olanların kıymetini hep yokluğunda bilirdim ben zaten. Vicdansızdım. Bencildim. En çok da kimsesiz. Buzlardan birinin parçalanma sesi geldi ama bu ses kalbimden de gelmiş olabilirdi.

Gözümden saatler öncesindeki gibi bir damla aktığında benimle uğraşan eli uzanıp göz yaşını sildi. Katlanamıyor gibi değildi ağlamama. Büyük bir zevkle silmişti sanki.

Silmek için sileceksen silme göz yaşımı.

Yapılan şey iyi bir şey bile olsa, sahteyse değersizdi.

“Ağlaman çok cezbedici,” Eli elmacık kemiğimi ağır ağır okşadı ve ben orayı kesip atmak istedim.

Ağlama. Teselli edemem seni.

Kafamı iki yana sallayıp yaşların yenilerine yenilerini eklerken söylemek istediğim bariz tek bir şey vardı; hayır.

“Bir kadının ağlaması beni hep çok üzer,” Alayla dudaklarını büktüğünü görmesem bile biliyordum bunu yaptığını. “Ne yapayım senin için? Ne sıktı bu güzel kadının canını?”

“Bırak,” diyebildim sesimi bulduğumda. Ciddi ciddi cevap vermem ona, güldürdü onu alayla. “Git.”

“Naz yapıyorsun. Sizin gibileri bilirim.”

Kafamı iki yana salladım tekrar zorlukla ama görmemiş gibi yaptı. İğrenç kokusu genzime dolarken kalkıp içimde ne varsa çıkarmak istedim. Gerçi hiçbir şey yoktu.

Adam iğrenç olduktan sonra kokusu nasıl olursa olsun kokusunu mahveder.

Nefesi dudaklarıma çarptığında geri çekilmek istedim ama kafamı sıkı tutuyordu, ki tutmasa bile çekebileceğimi sanmıyordum.

“Seni öpebilir miyim?” diye sordu fısıldayarak. Eli boynumdaydı hâlâ.

“İstemiyorum,” diye fısıldadım ben de. Artık konuşamamak gibi bir şansım yoktu.

“Soruyu değiştireyim o zaman,” Boğazını temizledi ve biraz daha yaklaştı bana doğru. Bayılacaktım. Nabzım normalin çok üzerindeydi. Vücudum hem üşüyordu hem de yanıyordu. Bu hiç normal değildi. “Ben bu kömür karası saçları olan kadını öpeceğim.”

Acıyla gözlerimi biraz daha yumdum. Gelecek olanı bekledim. Parmaklarımı sıktığımı zannettim ama muhtemelen kımıldatamadım bile. Elini siyah saçlarımın arasında hissettim. Zaten kesmişlerdi saçlarımı, o dokunmuşken bir anlamı da kalmamıştı. Onun dokunduğu bir şeyin bende olması beni yakıp küle çeviriyordu resmen. Derimi söküp atabilsem o saniye hiç düşünmeden yapardım bunu.

İçimde varlığını sürdüren üzgün kadın korkunun ona uğramasını bekliyordu. Ne beklediği geldi ne de şans uğradı kapısına. Bir odanın içerisindeydi. Yanacaktı, çığlık bile atmadı. Başkasının edeceği bir yardımla kurtulacağına, orada inleyerek can vermeyi tercih etti ve insanlar buna intihar dedi. Sizin yüzünüzden diye haykıramadı ama onların gözlerine bakıp çok sustu.

Bekledim ve beklediğim gelmedi. Yanmayı bekledim. Kül olmayı bekledim ama ne yandım ne de kül oldum. Karşımdaki adamdan ilk önce boğuk erkeksi bir inilti çıktığında ne olduğunu anlayamadım. Canı acıyordu. Bir kar tanesi örtemeyeceğini bile bile acılarımızın üzerine düştüğünde keskin bir şeyin etin içine girip çıkarken çıkaracağı türden bir ses duydum. Kötülerin canı yanar mı?

Sanmam.

Birisi hayatım boyunca duymadığım küfürler ediyordu. Vakti zamanı olsa buna yüzümü buruşturur ve eden kişiye karşı kötü bir tavır takınırdım ama ben Dalya’ydım. Hayati şartlar hiçbir zaman benim istediğim gibi olmazdı. Düşmandı hayat bana.

Sanki benden uzaklaşıyorlardı. O adamın gitmesini istemiştim ama isteğimde yalnız kalmak yoktu benim. Beni burada bırakıp gitmelerini istemiyordum. Öleceksem de sıcak bir yerde ölmek istiyordum. Donarak ölmek de çok zordu bence. Farketmiştim. Şu an.

Biri geldi ve her şeye rağmen, bu buza soğuğa inat sıcak olan avunu yanağıma yasladı dakikalar sonra. Küçücük bir sevgi parçasına muhtaç bir kedi gibi kafamı daha çok o avuca yasladığımda karşımdaki kişi burnundan bir nefes verdi sıkıntıyla. Üzgündü gelen kişi sanırım bu sefer.

Yüzüme gelen birkaç tel saçı kulağımın arkasına sıkıştırdığında yüzümün daha çok açığa çıktığının farkındaydım. “İyi misin?”

Sesi… Sesi de neydi böyle? Bir yabancının koynunda sıcacık edecek türden bir sesti. Azıcık ısınsam koynunda olmaz mı, yabancı? Sertti sesi. Düşmana korku salardı ama ben onun gölgesinde dinleniyor olurdum. Öyle bir muhtaçlıktı bana. Öyle bir çıkmazdaydım.

Kafamı zoraki iki yana sallarken dudaklarım arasından ağır ağır öksürükler döküldü. Bu, karşımdaki adamın kaşlarının çatıldığını hissettirdi.

“Üşüyorum,” diyebildim ona. Açıkladım sıkıntımı. “Çok soğuk,”

Konuşmadı bir süre. Ne diyebilirdi zaten? Teselli eder miydi, belki ama beni teselli kurtarır mıydı ki? Düşünüyordu sanki. Nefes bile almıyor gibiydi. Demin suratıma çarpan soğuk nefesini hissederken artık hissetmiyordum. İçime çektiğim tek şey onun kendine has olduğuna emin olduğum soğuk kokusuydu artık.

“Bekle,” diye mırıldandı dakikalar sonra. Ne yaptığını mı sorgulamıştı bunca zaman? Üzerindeki ceketi üzerime örttü ve ardından sıkı sıkı etrafıma doladı. “Oldu mu?” Sorusu bana bir çocuğu hatırlattı ama sert ses tonu bir çocuk olamayacak kadar dehşet vericiydi.

Onu onaylayan bir mırıltı çıkardığımda konuşamayacağımı anlamış gibi, “Buralar tehlikeli olur. Ne işin var burada?” diye sordu tekrar kendisi konuşarak. “Ben gelmeseydim ne olacaktı? Buraya gelmeden önce hiç düşündün mü bunu?”

“B-burası neresi ki?”

Şaşırdığını hissettim ama hiç şaşıracak bir adama benzemiyordu. Aksine her şeye hazırlıklı bir adammış gibi hissetmiştim.

“Karina?” dedi sorar gibi.

“Ne?”

“Karina,” diye tekrar etti bir salağa açıklar gibi. “Duymamış olamazsın. Burayı herkes bilir ve…”

“Evet?”

“Boşver,” diye geçiltirdi beni. “Nasıl geldin buraya? Buraya girmenin sorumlulukları vardır. Gerçi burayı duymayan bunu da bilmez ama…”

Başıma bir ağrı saplandığında ateşimin daha çok çıktığının farkındaydım çünkü üşümem daha çok artmıştı ve tahminimce daha çok titriyordum artık. Ağzımdan acı dolu bir ses çıktığında karşımdaki adam hareket edip yavaş ve dikkatli bir şekilde kucakladı beni. Bu beni şaşırtsa da ona sığınmaktan başka bir çarem kalmamıştı.

Tam zoraki bir şekilde ağzımı açıp ona cevap verecektim ki, “Konuşma,” dedi itiraz kabul etmeyecek bir ses tonuyla. “Zaten sonra yeterince konuşacağız.”

Yutkundum ve o da duymuş gibi aynısını tekrar ettiğinde tüm tüylerim diken diken oldu. Soğuğu hayatımın hiçbir zamanında sevmemiştim ama ondan kurtuluyorum diye ilk defa bu kadar heyecanlı hissediyordum kendimi.

Burası Türkiye’nin neresindeydi hiçbir fikrim yoktu. Haritaları sık sık incelerdim aslında ama ne böyle bir ülke görmüştüm. ne bir şehir, ne de bir il. Tam ortasına düştüğüm yeri tanımamak beni geriyordu ama illaki mantıklı bir açıklama olurdu. Ben böyle bir yerin varlığından haberdar değilimdir diye avutuyordum kendimi.

Üzerime örtülen ceketi ve bana sarılan uzun kolları bile sıcak kalmama yetmiyordu. Burnum boynundaki ince deriye değiyor, soğuk kokusu burada daha çok çoğalıyordu. Onun ensesine sarılan elimin parmakları orayı delmek ister gibi tutuyordu orayı ama bunu isteyerek yapmadığımı biliyor olmalıydı. Sesi çıkmıyordu hiç. Gözlerimi açıp da ifadesini de göremiyordum, arada bana kayan bakışlarını hissediyordum ama sıcakta mayışan bir kedi gibi, ona dolanmışken karanlığa çekildiğimi hissediyordum.

Neresiydi burası?

Güven.

Ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum, yumuşak bir yüzüye nazikçe bırakılırken üzerine yaslı olduğum ve sığındığım sıcaklığın benden uzaklaştığını onun yerine bir kadının, “O kadın kim?” diye soran dehşet ve rahatsızlık dolu olan sesini duydum.

Duygularını görmek için yüzünü görmeme gerek yoktu. Barizdi benden haz etmediği; varlığıma katlanamadığı. Zaten kimse katlanamazdı Dalya’nın varlığına.

“Seni ilgilendirmez,” diyen ses az önce benimle konuşan kişiye ait olamazdı değil mi? Evet, nazik değildi sesi benimle konuşurken de ama böyle de değildi. “Senin ne işin var burada? Buraya aklına estikçe gelemezsin. Bilmiyormuşsun gibi davranma.”

“Ben gelemem o mu gelebilir?” Alınganlık ve kıskançlık. Onu tanımlayacak tek iki kelime vardı. Neydi derdi benimle?

Kimsenin varlığıma minnettar olacağını sanmıyordum zaten ama varlığa düşman olmasını da beklemiyordum. Ne kadar kötü biri olursak olalım bize biçilen zaman kadar yaşamamız gerektiğini düşünüyordum. Ne bir saniye öncesi ne bir saniye sonrası…

“Liyan şansını zorluyorsun,”

Sakindi sesi ama uyarıyordu onu. Bastırıyordu her kelimenin üzerine. Hemcinsime böyle kaba bir tabir takınılmasını istemezdim normalde ama burada benim üzerime kurmak istediği bir baskınlık vardı. Ve benim bu yabancı adamda ne bir yerim vardı ne de bir anlamım. Beni kıskanması ya da nefret gütmesi sadece kendine zarar vermesini sağlardı. Konuşabilseydim, açabilseydim şu lanet dudaklarımı belki ona bunu söylerdim. Belki.

“Biliyorum. Zaten hep Liyan zorlar şansını! Ne istiyorsun ki benden? Canımı mı?”

Yabancı adamın sabırla nefes alıp verdiğini ve kendini sakinleştirmeye çalıştığını biliyordum. Derin nefesler alıyor ağzının içinde bir şeyler mırıldanıyordu. Eliyle bir yerde ritim tutuyordu ve bu bana Cenk’i hatırlattı. O da sinirlendiğinde ritim tutar ve sinir çok büyük boyutlara ulaşırsa duvarlara bir şeyler fırlatırdı. Bazen kırılan camlar ellerime batardı toplarken bu yüzden korkardım sinirli kişilerden.

Bir şey kırılıp beni korkutacak bir ses çıkardığında bunun bilerek olmadığını biliyordum. Ben kavga dolu bir evde büyümüştüm. Neyin bilerek fırlatılıp kırıldığını neyin yanlışlıkla kırıldığını anlayabilirdim ama bu yanlışlık benim korkuyla kasılmamı engelleyememişti.

“Ne yaptığını sanıyorsun sen?!” diye bağırdı narin bir kadın sesi. Öyle ki sesi bağırmasına rağmen bile çok yüksek çıkmıyordu. “Ne dedin Liyan’a da çıldırdı? Seni tanıyorum kesin onu üzecek bir şey söyledin yine değil mi?”

“Liva,”

“Ne Liva?!” Konuşan kızın gözü dönmüş gibiydi. Bu sesinden bile belliydi. “Arkadaşlarıma böyle aklına estiği gibi davranamazsın! Yapamazsın ya!”

“Benim kararlarıma saygı duymayı öğrenecek,”

Neden bu kadar sakindi bilmiyorum ama karşısında ona bağıran bir kadın varken fazla sakin davranıyordu. Ondan böyle bir sabır gerçekten beklemiyordum.

“Nedir kararın? Şu kadın mı?” Eliyle beni gösterdiğini hissettim ama bir tepki veremedim. Kız alayla güldüğünde, “Diğerlerinden farkı olmayan sıradan bir kadın için mi üzdün benim arkadaşımı?!” dedi.

Yabancı adamın sesini duyamadan demin benimle ilgili laf eden kadının üzgün bir sesle, “Liva. Boşver, gidelim. Alışkınım ben biliyorsun,” dedi acınası bir sesle.

Bildiğin kızın vicdanına oynuyordu çünkü demin yabancı adamla konuştuklarında hiç de üzgün görünmüyordu. Onun yerine üzerinde herkese üstünlük taslayacak bir evham vardı.

Kız derin bir nefes aldığında aldığı nefes titrekti. “Seni affetmeyeceğim,”

Bu sözlerinin sahibinin kime olduğunu bu odadaki herkes biliyordu bence. Ben de dahil olmak üzere. Sonra zaten kapı açıldı ve sertçe kapandığında yerimde sıçrayabilsem sıçrardım ama bunu yapmadım. Gözlerimi daha sıkı yumdum ve kurumuş dudaklarımı ıslattım ağırca.

“Tumar,” diye birisine seslendi sakin kalamadığını anlatacak bir uyarıyla.

“Sen sakin olsana,” diye fısıldadı Tumar olduğunu zannettiğim kişi. “Bilmiyor musun Karan?”

Karan… Adı Karan mıydı? Karanlık yani? Adının anlamı benim en çok korktuğum şey miydi? Eğer adın buysa, eğer sen buysan sen beni saklasan da ben sende saklamam, Karan.

“Göreceğiz bilip bilmediğimizi,” Tehlikeli bir tonlama vardı sesinde ve ben o tehlikeli tonun üzerime bir sis gibi çöktüğünü hissediyordum. Bu ürkütücü bir histi. “Liva üzerinden benim üzerimde hak sahibi olmaya çalışıyor. Kız zaten ürkek bir de üzerine gitmesini istemiyorum.”

“Sahiden onu neden buraya getirdin? Nasıl emin olabildin ki? Kendi ellerinle sonunu mu getirmeye karar verdin?” diye konuştu Tumar merakla.

Bakışlarını üzerimde hissettim onun. Yakmıyordu bakışları sadece, küle de çeviriyordu. Adeta benim sonumu getirmek için gönderilmiş bir şeytandı, toprağımı o atıyordu ve o bile ateştendi. “Konuşacak…” dedi sadece. “Bilmediklerim bildiklerimden çoksa bilmediklerimi ortadan kaldırmaktan çekinmem,”

Tüm tüylerim diken diken oldu. Bilmedikleri bu durumda ben mi oluyordum? Ortadan kaldırmaktan kastı öldürmek miydi? Kanım dondu o an. Vücudumda olan kesilerin sızladıklarını hissettim ve ondan değil ondan gelecek sonumdan korktum. Kendimden değil kendime edineceğim düşmanlıktan korktum.

“Emin değilsen onu neden getirdin? Karina’ya hem de? Sen buraya kimseyi getirmezsin ve,”

“Kapat çeneni Tumar, ihtimalleri seninle konuşmayacağım.”

“Liyan sorun çıkaracak,”

“Elbette öyle yapacak. Tabii bir daha buraya girebilirse,”

“Liva’ya ne diyeceksin?” diye sordu Tumar. Ses tonu Karan kadar olmasa da belli bir ciddiyeti barındırıyordu. Arada onun da bana kayan bakışlarını hissediyordum.

“Doğruları,”

“Liva anlasa da Liyan anlamayacaktır.

Takıntı yaptı kızı kendine, biliyorsun.”

“Zorla hiçbir şeyi yapamayacağını biliyor o da. Ben müsade ettiğim, ona kuralları genişlettiğim için çat kapı gelip istediği tavrı takındığının gayet farkında.”

Bu kadar mıydı yani? Soruları için ona neden ısrar etmiyordu? Tumar, Karan için neyi ifade ediyordu da belli bir yere kadar bazı şeylerin içinde olmasına izin verip belli bir yerde onu kapı dışarı ediyordu?

“Kız ona bir şey mi yaptı?”

“Hayır, neden?”

“Bu kadar sinirlenmez normalde. Takıntılıdır ama delirmez,”

“Benim için kızın bir şey ifade ettiğini sanıyor, evime getirdim diye,”

“Haklı değil mi?” Birinin yutkunduğunu duydum ağırca ve ben dikkat kesilmiş sadece onları dinliyordum. “Sen herkesi getirmezsin öyle evine. Kapında bulduğun kızı mı getirdin?”

“Kız uyanık,” dediğinde kalbim duracak gibi hissettim. Nefes almayı bıraktım. Bunu nereden anlayabilmişti? “Konuşulanları duyuyor.”

“Siktir,” diye terbiyesizce bir tepki verdi Tumar. “Nasıl?” Biraz daha sessiz oldu ama bu onu duymama engel olmamıştı. “Bizi mi dinliyormuş?”

Burnundan bir nefes verdi Karan bunalmış bir şekilde. “Duyuyor hâlâ,”

“Madem uyanıksın bizi oradan sinsi sinsi dinleyeceğine kalkıp karşımıza geç…” Bekledi birazcık. Aramızda bir sessizlik oldu. “Ney?”

“Ne ney?”

“Kıza ne diye sesleniyorsun?”

“Bilmem,” diyen umursamaz sesini duydum onun. “Daha önce hiç seslenmedim.”

Hiç, hiç dememelisin.

Hiç olmasını istediklerin hep olunca hiç kalıyorsun.

“Kızı evine kadar getirdin ve adını bile bilmiyor musun?”

“Aynen,” Birkaç adım sesi duydum ve birinin varlığı artık daha yakınımdaydı. Adımları sesi gibi kendinden emin ve sertti. “Günaydın, prenses,” dedi Karan. Sözünün muhattabı bendim. Konuşurken çok ciddiydi fakat kelimeleri gerçeklikten çok uzaktı. Alayda olabilirdi. “Sence de gözlerini açma vaktin gelmedi mi?”

Muhtemelen büyük olduğunu düşündüğüm yatağın sağ tarafı çöktüğünde dişlerimi sıktım tepki vermemek için. En zorlandığı anlarda, canı yandığında susmak imtihan olmalıydı konuşamayana.

“Üzgünüm,” dedim gözlerimi açmaya korkarken.

“Neden?” diye sordu tehlikeli bir tonda.

“Bilmiyorum,” dediğinde şaşırdığını hissettim. Bu, çok garipti. “Üzgün olmam gerek sanırım. Sonuçta evine izinsiz girdim,”

“Korkman gerekmez mi? Üzgün olmak yanlış bir şey yapılan içindir, yanlış bir şey yapan için değil. Senin aksine,” Nefesini saçlarımın arasında hissettim. Sıcaklığı saçlarımı yakacaktı ama vücudum hâlâ soğuktu. Yutkunduğumda o da aynısını tekrar etti. “Gözlerini neden açmıyorsun?”

Gözlerimi açtığımda göreceklerimden korkuyorum ama sen bunu bilmesen de olur.

“Aç gözlerini,” Konuşma sırası bendeyken o kişi ben değildim. “Gör. Nerede, neyin içinde, nasıl bir durumda olduğunu. Kaçarak yaşanmaz bu hayat.”

“Yoruldum da ben zaten,” dediğim an pişman oldum. Dişlerimi dilime koparmak istercesine geçirirken boğazımdaki yumru hiç geçmeyecekmiş gibi daha çok büyüdü. Sıkamadığım parmaklarım odaya girdiğimizden bu yana sıcağa iyi kötü alıştığında hissediyordum ama narin derimin mosmor olduğunu biliyordum. Suratımın havale geçiren birinden de daha kızarık ve korkunç olduğunu.

Onun derin yutkunuşları aramızda olan sessizliği bölen tek gerçekti. Neden sustuğunu bilmiyordum ama herkes gibi bir yabancı da susmasaydı bana keşke.

“Neden sustun?”

“Neden konuşayım?”

Bana konuşmaz kimse, belki kimse değilsindir diye.

“Yapma,” dedi bir anda sanki hissediyormuş acımı gibi. “Gözlerini aç ve yüzleş. Buraya nasıl geldiğini bilmemen buraya gelip benim sınırlarım içine girdiğin gerçeğini değiştirmez. Bunu ben istediğim için değil mecbur olduğun için yapacaksın.”

Bu içimdeki nefretten de nefret ediyordum çünkü o bile belirsizlikler getiriyordu bana; Kime olduğunu, neye olduğunu ve neden olduğunu bilmememin sebebi olarak. Mecburiyetlerden de nefret ediyordum zaten ben. Seçim şansı olmayan biri ne kadar yaşabilirdi? Yaşasa bile buna yaşam denir miydi? Özgür değildi bir kere. O zaman yaşam da değildi.

“Arkadaşın,” diye mırıldandım aşırı derecede alçak bir sesle. “Bizi yalnız bıraksın,”

Tumar, “Emredersin!” diye kinayeyle konuştuğunda başımın yaslı olduğu yastığı ezmek istercesine ona gömdüm pancara dönmüş yüzümü.

“Olur mu demek istemiştim yani,” Sesim, yastığa yaslı olan suratım yüzünden boğuk çıkıyordu ama beni anlayabildiğini biliyordum.

“Uzatma, Tumar,” diye aramıza girdi Karan. “Siktir git, dediğini yap kızın. Konuşacağız sonra da seninle.”

Tumar’ın son kez bakışlarını üzerimde hissetmiştim ama bana bir daha bir şey demedi.

"İçerilerdeyim. Duyarım çağırırsan,”

“Eyvallah, sorun yok.”

Birkaç saniye sonra kapı ardına kadar açılıp kapandığında içerinden gelen soğuk bir rüzgar vücudumda bir elektriklenme yaptı yaptı ama bu çok kısa sürdü. Karşımdaki adamın bunu anlamadığını düşünüyordum ki kapı kapandığında zaten son bulmuştu. Görememiş olmalıydı.

“Yalnızız,” Konuşan oydu. “Bakabilirsin.”

Gözlerim ağır ağır açıldığında loş olan ortamdan dolayı gözlerim etrafı daha iyi seçebilmek için bir hayli daha fazla zorlanmıştı. Bu hareketimden dolayı başıma ufaktan iğneler batıyormuş gibi bir ağrı saplanmıştı ama onu gözardı edemeyeceğim kadar büyük değildi.

Onu görmeye çalıştım ama uzun süredir kapalı olan gözlerim şu an için çok iyi göremememle birlikte loş olan ortamdan dolayı iyice kör gibiydim. Gözlerimi kıstım ve onu hâlâ seçemeyince sıkıntılı bir homurtu çıkardım.

“Seni göremiyorum,”

“Göremiyor musun?”

“Evet, göremiyorum.”

“Bekle,” dedi ve yan tarafına doğru döndü. Gözlerimi kamaştıracak ama kısık, ortamı tam aydınlatmayacak sadece onu görebileceğim ışık odayı aydınlatmaya başladı. “Görürsün şimdi.”

Başını çevirdi ve ben onu gördüm. Başını çevirdi ve ben umutla doldum. Başını çevirdi ve ben yaşamaya olan düşüncemi eskisine olduramadım. Bu bir hayalse bile uyanmak istemiyordum. Belki de o adam bana bir şeyler vermiş olmalıydı ve ben şu an bir rüyanın ve uyanınca kabusum olacak olan hayal dünyamın içerisindeydim.

Susuzluktan kurumuş olan dudaklarım aralık ona bakarken benim umut dolu sesime onu çatılan kaşları katıldı. Bir şey vardı. Ne vardı bilmiyordum ama onda bir şey vardı ama bu ne kadar umurumdaydı?

“Gözlerin…” diye fısıldadım sessizce ve bunu o da duydu.

“Kıpırdama!” diye söylendi bana huysuz huysuz, yerimden doğrulmaya çalıştığım için. “Vücudun hâlâ normal olması gereken sıcaklığında değil. Ne olmuş gözlerime?”

“Değişmişsin,”

“Ne diyorsun sen?”

Kaşları çatılmıştı ve şu an beni hiç mi hiç anlayamıyor olmak onu delirtiyordu ama lanet olsun oydu işte! Karşımdaydı. Kanlı canlı duruyordu karşımda. Şu an ne yapacağımı anlayamıyordum ki. Kalbim ne derse ona itaat ediyordum ama o karşımdaydı ve o bunun anlamını bilmiyordu.

“Kılıç…”

İsmi dudaklarımdan umutla döküldüğünde kömür karası olan gözleri ağırca kısıldı. Evet, kara. Gözleri masmavi değil kömür karasıydı ama umurumda değildi. Nasıl olursa olsun oydu işte. Bundan daha güzel ne olabilirdi?

Hacimli ve bir erkeğe verilmesi hakaret sayılacak olan güzel dudakları aralandı. Nefesi kesilmiş gibi dururken gözleri suratımı talan edip duruyordu.

“Kılıçer demek istedin sanırım?”

Kaşlarım çatıldığında onu anlayamadığımın farkındaydı.

“Ne?”

“Karan Kılıçer,” dedi bu isimden gurur duyarak. “Adım bu. Biriyle karıştıyor olmalısın. Gelirken başını falan mı çarptın?”

“Yalan söylüyorsun!”

“Neden sana yalan söyleyeyim?”Öylesine düz bir suratı vardı ki bu bile bana, Kılıç olduğu gerçeği için bir kanıttı. “Gözlerime ne olduğunu da hâlâ söylemedin?”

Dudaklarımı ıslattığımda sinirlendiğimi hissediyordum. “Mavi senin gözlerin! Ne yaptın gözlerine?”

“Benim gözlerim hiçbir zaman mavi olmadı. Ne saçmalıyorsun?”

“Kılıç’ın gözledi maviydi!”

“Şu adamın adını söyleyip durma,” Sesi buzdan bir adamı andırıyordu ama yüzünü buruşturmuştu. “Sevgilin falan mıydı, bu kadar önemli senin için?”

Durgunlaştım bir an. Hiçbir şeyin olmayan bir adamı neden bu kadar anımsadığım hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu.

Sessizdim. “Aslında arkadaşım bile sayılmaz,”

“Yani bu arkadaş bile olamayacağımız anlamına mı geliyor beni ona benzettiğine göre?” Ben ona şaşkınlıkla bakarken o dudaklarına dişlerini geçirdi ve kafasını iki yana salladı. “Sadece takılıyorum. Bakma öyle,”

Onun güzel suratına bakakaldığımda uzun bir süre onu inceledim. Hatta bu süre bir zaman sonra o kadar büyüdü ki aramızda oluşan sessizlik beni az kalsın korkutacaktı. Belki de korkuttu da. Korku hissinin nasıl hissettirdiğini hatırlayamıyordum artık. Buraya geldiğimden beri o cesur kadını içeride bulamıyordum ama varlığını hissediyordum. Sanki iletişim kuramasak da o beni biliyor ve hissediyordu. İhtiyacım olduğunda benim kurtarıcı meleğim yine içimdeki kendim olacaktı.

O aynıydı. Onun aynısıydı. Nasıl bu kadar aynı olabilirlerdi ki? Eğer bu iki adam aynı adam değilse yaratıcı bu iki adamı birbirinin aynısı yaratırken neden gözlerini birbirlerinin zıttı yapmıştı? Biri yaşamken biri üzerimize atılıp bizi karanlıkta bırakan bir topraktı sanki.

“Neden beni evine aldın?”

Aramızda oluşan o yabancılık bir sis gibi üzerimize çökmüştü ve biz birbirimizi göremiyorduk. Ne olurdu ben onu göremesem de o beni görseydi? Gerçi benim en yakınım bile yabancıydı bana, yabancının yuvası olacağını hangi aptal beklerdi?

“Neden ona karşı çıkmadın?” O dediğini fark edip susmaya çalıştığında çoktan bu soruyu ben duymuştum o da duyduğumu anlamıştı, susamazdı artık. Dilinin altına süpürdüğü kelimeleri çıkarıcaktı aydınlığa. “İstiyor muydun yoksa? Ben engel mi oldum?”

Bağırabilsem bağırıp ona ne saçmaladığını sorardım ama onun sınırları içerisindeyken bunu yapabileceğimi sanmıyordum.

“Adam taciz edicekti beni ne istemesinden bahsediyorsun sen?!”

Teslim oluyormuş gibi ellerini yukarı kaldırdı. “Tamam, sakin ol. İhtimalleri oratadan kaldırıyordum sadece,”

“Beni ortadan kaldıracağın gibi mi?”

Ah şu kahrolası dudaklarım ve ses tellerim bir gün sonum olacaktı. Nerede ne sorup ne diyip, ne konuşacağını öğrenmeleri gerekiyordu ya da belki de benim.

“Duydun değil mi?” Saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı ağırca ve bu bana rahatsız hissettirmedi. “Duy. Doğru olan bu. Olcakları duyman kötü bir şey değil. Aksine hazırlıklı ve tetikte hissedersin. Şansın varsa da kurtulursun ama senin şansın olsaydı avuçlarıma düşmezdin,”

Hayretle dikelmeye çalıştım. “İnanmıyorsun bana… Gerçekten dediklerime inanmıyorsun!”

“Neden inanayım? Ben de çok rahat birinin sınırları içerisine girip senin gibi elimi kolumu sallayarak çıkarım öyleyse,”

Kafamı iki yanan salladım hayal kırıklığıyla. “Kapına gelen kadını canının derdine düştü diye öldüremezsin. Böyle biri olamazsın,”

“Nereden biliyorsun ki böyle biri olmadığımı? Tam olarak da olamayacağımı zannettiğin o kişiyim. Ben o bahsettiğin adam değilim. Beni önceden tanımıyorsun. Seni önceden tanımıyorum. Kapıma gelmiş öylesine bir kadını öylesine bir şekilde evime alacak kadar aptal da değilim. Yerini bilsen iyi edersin,”

İlk kez o gece mi yıktı beni bilmiyorum ama evimi yıksa bu kadar yıkılmazdım ben.

Ki o içimdeki küçük kız da o evin enkazında kaldı.

Ben affetsem o küçük kız nasıl affetsin şimdi seni?

 

❀❀❀

Sizi seviyorum🤍

Yeni bölümde görüşmek üzere

Instagram: ber.enust

Loading...
0%