@ber.enus
|
Oy+yorum ve başlama tarihinizi alabilir mi bu kız acaba? Instagram'a da davetlisiniz efendim... Instagram: ber.enust Keyifli okumalarrr ❀
Eğer gerçekten sevmiş olsalardı gidilecek ihtimaller yaratırlar mıydı?Göz göre göre acıtıp kalp kırarlar mıydı? Tenlerine değen güneşin yakmayacağına inanılıyorsa, kırılmaya hakları var mıydı? Cenk'in ardından Atakan da içeriye girdiğinde ilk önce bakışları beni buldu. İkisi de aynı anda beni süzüp bir şeyim olup olmadığına kanaat getirdiğinde ağır bir şekilde kafalarını Kılıç'a çevirdiler. Bayılacakmışım gibi hissediyordum kendimi. Sanki birazdan yere yığılacaktım. Beynimden vurulmuş gibi sarsıldığımda ne yapacağımı bilmez halde Kılıç'a döndüm ama yüzüne geçirdiği rahatlık maskesi hâlâ yerli yerindeydi. Tedirgin olmuş ya da korkmuşa hiç benzemiyordu. Aksine sakin bir belgesel izler gibiydi. Yanaklarımın içlerini dişlerken Atakan, "Ne işin var ulan senin burada?" diyerek bağırdı Kılıç'a doğru. Ardından yüzündeki öfkeyi silmeden bana döndü ama bana bağırmadı. "Bu adam kim? Eve adam mı attın?" Bu sefer üste çıktım. "Ne eve adam atması, Atakan! Saçmalama istersen!" "Kızın üzerine gitme." diye söylendiğinde Kılıç, ben neyine güvenerek bunu yaptığını anlamaya çalışıyordum. "Cenk tanıştırdı bizi Dalya'yla. Başına bir kaza gelmiş galiba. Geçmiş olsun dileklerimi ilettim, ben de tam çıkıyordum zaten," Dalya demişti bana ilk defa. Ona yakışmamıştı. Cenk geldiğinden beri ilk defa dudaklarını araladığında Kılıç'ın üzerine yürüdü."Ben seni falan tanımı_" Kılıç'ın Cenk'in gözlerinin tam içine baktığını fark ettiğim saniyelerde Cenk'in de sözünün kesildiğini fark ettim. "Kılıç? Ben seni tamamen unutmuşum abi ya? Kusuruna bakma sen Atakan'ın. Ben ona senden bahsetmeyi unuttuğum için boşboğazlık yapıyor." "Ne kusuru abicim?" dedi Kılıç. Onun böyle konuşması beni hayretler içerisinde bırakmıştı resmen. "Lafı bile olmaz," Atakan, "Sen tanıyor musun cidden bu pezevengi?" diye sorduğunda Cenk'e, kesinlikle Kılıç'tan hoşlanmamıştı. Öyle ters bakışları vardı ki beni korkutmaya yetmişti. Her an üzerlerine atlayacak gibi bir hali vardi da zor tutuyordu sanki kendini. "Evet, Cenk. Tanıyor musun sen bu pezevengi?" diye sorduğumda Cenk'in gözleri bana çevrilip şokla açıldı. "Yani tanıyor musun sen bu arkadaşı?" Cümlemi düzelttiğimde alnımdan aşağıya soğuk terler akıtıyordum. Dizlerim titriyordu sanki. Beni taşıyamacaklardı. Benim dertlerimi dizlerim bile taşıyamıyordu. "Sizi ben tanıştırdım ya," Cenk tek kaşını kaldırdı sorgularcasına. "Nasıl tanımıyor olabilirim?" Ağzım şokla aralandı. "Bizi sen mi tanıştırdın?" Ben geçmişi unutmak isterken galiba yaşadıklarımı da unutmuştum, yoksa bu olanların bir açıklaması olacağını zannetmiyordum. Cenk, Kılıç'ın bir bakışıyla bizi tanıştırdığına ikna olacağına inanmıyordum. Cenk'te kısa bir an şaşırır gibi oldu. "Öyle değil miydi?" Atakan, "Burada ne boklar dönüyor böyle?" diye yükseldi. Kılıç'ın üzerine yürüyüp onu yakasından tutacaktı ama Kılıç onu bileğinden yakalayıp buna izin vermedi. "Kimsin sen kardeşim? Uyuşturucu falan mı verdin sen bunlara? Herkes yer ama ben yemem! Ne istiyorsun bilmiyorum ama buradan derhal siktir olup gidiyorsun!" "Ağır ol," dedi Kılıç keskin bir sesle. “ Adam gibi konuş ki karşında adam gibi konuşulsun." "Amına koyarım lan senin!" dedi Atakan bağırarak. "Sen kimin evine gelip, kime racon kesip ders veriyorsun lan? Adamlığı senden mi öğreneceğim ben?" Kılıç ağzını açacakken Cenk'ten hiç beklenmeyecek bir şey yaptı ve Atakan'a büyük bir yumruk attı. Atakan bayağı heybetli biriydi. Kılıç gibiydi aynı. İkisini de devirmek kolay gibi görünmüyordu. Cenk bu cesareti nereden bulmuştu bilmiyordum ama benim gibi yürek yediği kesindi. Atakan geriye sendelemese bile yanağı sağ tarafına doğru düşmüştü. Ortamda derin bir sessizlik olduğunda artık yaprak bile kımıldamaz olmuştu. Atakan dudağından akan kanı elinin tersiyle silip elindeki kendi kanına baktı ve güldü bir anda. Öyle bir güldü ki birkaç adım geriye gitmek zorunda kaldım. Hatta bir ara o kadar çok abarttım ki sırtımı arkamdaki pencerenin kenarına vuracakken Kılıç'ın eli aramıza girdi ve yaralarımdan birinin canımı yakma olasılığını da önlemiş oldu. Elinin tişörtümün üzerinden bile bana değmiş olması beni ürpertirken titredim. Kafamı ona doğru çevirdiğimde eliyle olan temasımı bitirmiştim. O da hâlâ havada duran eline bir bakış atıp ağırca aşağıya indirdi. Tekrar mavilerini bana doğru çevirdiğinde vücudunun kaskatı olduğunu alnında beliren bir damardan bile anlayabiliyordum ama bunu kesinlikle belli etmiyordu. Birbirleriyle bakışıp olayı çözmeye çalışan Atakan ve Cenk'e bakıp bizi duymayacaklarına emin oldum ve Kılıç'a doğru, "Onlara ne yapıyorsan şunu yapmayı kes!" diye fısıldadım. "Ne yapıyorsun bilmiyorum ama bunun sonu kötü olucak. Atakan ve Cenk yıllardır arkadaşlar ve onların bir kere birbirlerine kötü laf ettiklerini bile görmedim. Eğer dikkatleri üzerinden çekmeye uğraşıyorsan daha çok dikkat çektiğinin farkına var." Bana ters bir bakış attı. "Benim yaptığıma nasıl bu kadar eminsin, Yıldız Çiçeği?" "Ben yapmadım ya!" diye hayıflandım ardından yüzümü buruşturdum. "Ayrıca bana şöyle seslenme," "Adının anlamı bu değil mi?" diye sordu tek kaşını kaldırarak. "Bir nevi adınla sesleniyorum işte," "Ama adım değil," "Sana yakışmıyor." Güldüm o an o ortam umurumda olmadan. "Senden de naziklik beklemezdim zaten," "Yaklaşık on dakika önce söylediğim gibi; şaka yapmam ve nazik de değilimdir." "Onu fark ettik!" "İnsanlar seni olduğun gibi kabul etmedikten sonra, kendini kabul ettirmek için uğraşmak aptallıktır, Talya," Ona laf yetiştirmeye devam edecekken Cenk'in, "Ben... Üzgünüm," diyen sesini duymamla kafamı onlardan tarafa çevirdim. "Neden böyle bir şey yaptığımı bilmiyorum." Cenk'in yüzünde büyük bir mahçupluk vardı. Yaptığından pişman olduğu, tekrar olsa ona vurmak yerine bir saniye olsun düşünmeden kendini kafasından vuracağına emindim. Çünkü Atakan, beni kardeşi yerine koymadığı zamanlarda yerimi doldurmak için kalbine aldığı bir kardeşti. "Sorun yok kardeşim," dedi Atakan elini kalbinin üzerine koyup eyvallah dercesine vururken. "Canın sağ olsun," Cenk konuşacakken, "Atakan onu daha çok üzüyorsun." diye söylendim. "Ona iyilik yaptığını zannediyorsun ama böyle dediğinde daha çok vicdan yapıyor. Biliyorsun. Onu tanıyorsun. Ona bir yumruk atman daha iyi onun için şu an," Atakan, "Bunun için dememiştim," dedi gerçekten dediğinden pişmanlık duyarak. "Ama buna çıkıyor sonuç," "Rigel!" diye bağırdığında Cenk, yerimde sıçradım. "Benim adıma yorum yapma! Benim adıma konuşma ve hemen şimdi bizi Atakan'la yalnız bırak!" Bana baktı. Titreyen ellerime, titreyen nefesime ama umursamadan Kılıç'a çevirdi bakışlarını. "Ve sen de!" Masalın iyi kahramanları ölür mü, babacığım? Sevdiklerini öldürür. Çünkü her zaman kendi yaşaması gerekir. Başıma bir ağrı saplanır gibi oldu. Kalbimi kırdı söyledikleri ama daha büyük bir şey hissettim o an. Daha büyüğünü, daha acısını ve daha acımasızını. Korktum. Ben çok korktum da kendim hariç kimse bilmedi ya da anlamalarını bekledim. Anlamadı. Kılıç, "Zaten daha fazla durmak gibi bir amacım yoktu," diye dümdüz konuşup ellerini ceplerine soktu ve küçük odamın kapısına doğru adımlayıp gözden kayboldu. Kovulmasından hiç alınmış ya da gücenmiş görünmüyordu. Böyle bir atağı bekler bir hali vardı. Ben hâlâ Kılıç'ın çıktığı kapının ardına bakarken sesini yükseltti Cenk. "Dalya, hadi," Bana bir tokat atsa anca bu kadar acır, bir silahla vursa anca bu kadar öldürebilirdi. Ona baktım. Acır gibi baktım. En çok acıttın dermiş gibi baktım. "Değişebileceğine inanmıştım," Sadece iki kelimeydi dediklerim ama belli ki bana verdiği sözler ve üç gün önce dedikleri bir bir zihnine düşmüştü. Belki de şu an utanıyordu. Belki de utanmıyor utanması gerektiğini düşünüyordu. Yanlarından çekip giderken Cenk kolumdan yakalayacak gibi olunca hızlı bir manevrayla ondan kurtuldum. Hatta sinirim ve üzüntüm yerli yerinde olmasaydı buna şaşırabilirdim. "Rahat bırak beni!" dedim kapıdan çıkarken. "Dalya, lütfen..." "Canın cehenneme, Cenk!" Nasıl aşağıya indim, hangi ara montumu üzerime geçirip kendimi sokağa attığımı hiç bilmiyordum ama şu an sinirden ayak bileklerime kadar titrediğimi biliyordum. Ateşim çıkmıştı sanki bir anda. Saç diplerim terden nemlenmişti. Etrafımı biraz incelediğimde etrafta hiç kimsenin olmamasından dolayı büyük bir rahatlama vardı. Birinin beni bu halde görmesini istemezdim. Eminim göz altlarım morarmıştı. Suratım yara bere içindeydi. Bariz bir şekilde gaspa uğradığımı belli ediyordu tüm vücudum. Bir anda aynı üç gün önce bardan çıktıktan sonra yaptığım gibi kapının önüne çöktüm ve betona oturdum. Soğuk veya bir başka bir şey önemli değildi şu an için. Bacaklarımı kendime doğru çekip etrafına kollarımı sardığımda ağlayacak gibi hissediyordum ama bunu yapacağımı sanmıyordum. Akamayan göz yaşlarım boğazımda bir yumru oluşturup gözlerimi yakıyordu fakat ağlamayacaktım. "Gözlerin kıpkırmızı olmuş," Yan taraftan duyduğum tanıdık bir sesle yerimden sıçradım ve onun keskin mavileriyle göz göze geldim. "Ağlamayacaksın değil mi? Seni teselli edemeyeceğimi biliyor olmalısın," İçimin acısına rağmen tebessüm ettim. "Teselli arayacağım son insansın," Yanıma çöküp oturdu o da aynı benim gibi. Buna şaşırmış olsam da ona renk vermedim. "Soru yok mu?" "Ne?" "Her zaman soracak bir sorun olur. Şu an yok mu?" Yerdeki toprağı ayağımla eşeleyip ona bakmayı reddettim. "Şu an soru sormak gelmiyor içimden," "Çünkü ağlamak geliyor, değil mi?" diye sorduğunda cevap vermedim. Dümdüz önüme bakarken sorusunun haklılığı karşında sustum. "Neden bana bakmıyorsun?" Gözlerimi sıkıca yumdum. "Bakarsam ağlarmışım gibi geliyor," "Bakmazsan da ağlarmışsın gibi geliyor bana ama, Yıldız Çiçeği," Konuşmayacağımı düşündüm ama, "Neden buradasın ki sen?" diyerek ona baktım. "Gitsene," Sesim eskisi kadar güçlü çıkmıyordu. Sesimin ruhunu almışlardı sanki. Hayır çalmışlardı; benim iznim yoktu. "Ben gittiğimde daha mutlu olacağını bilsem giderdim," "Git o zaman," dedim acımasızca. "Çünkü ben yalnızken her zaman daha mutlu olurum," "Yalancı," dedi bana bir anda. Kaşlarımı çattım. "Ben yalancı değilim." "Sen öyle büyük bir yalancısın ki en çok kendine yalan söylüyorsun," "Bazen doğrulardan kaçmak gerekir," Sesim çok cansız çıkıyordu. "Korkmamak için mi?" "Hayır," dedim dürüstçe. "Korktuğum için," "Korktun," dediğinde bir şeyi kanıtlamak ister gibiydi. "Sana Rigel dediği için mi korktun? Neden sana takılan bir lakap seni bu kadar rahatsız edip korkutuyor?" Parmaklarımı sıktım ve canımın acımasını bekledim. Derimi yarıp geçmesini ve deştiği yeri kanatmasını bekledim çünkü ben kimseye olmadığım kadar acımasızdım kendime. "Çünkü o sadece bir lakap değil, bir ima da yapmaya çalışıyor. Yıllardır bana ne zaman sinirlense Rigel diye seslenir. Çoğu zaman da bana sinirlidir. Hatta her zaman," "Neyi ima etmeye çalışıyor? İmaları takacak bir kadına benzemiyorsun." Acıyla gülümsedim. Belki de acıya gülümsedim o an. "Sen de acıdığını anlamamışsın," Tek kaşını kaldırdı. "Takar mısın yani?" "Takarım." dedim açık sözlü olarak. "Hem de öyle çok takarım ki uyuyamam," "Şu an peki?" dedi benden duygularını saklama gereği duymayarak merhametle bakarken. "Bu akşam başını yastığa koyduğunda gözlerini kapatabilecek misin tek bir damla göz yaşını o yastığa akıtmadan?" "Biraz zor ama denerim," dedim açıkça. "Her zaman yaptığım şey. Eğer anılar kafamın içini işgal etmezse gözyaşımı döksem de uyurum." Birden ayağa kalktığında şaşkınlıkla ona baktım. Eliyle üzerine gelen toprakları silkeledikten sonra toprak deymemiş olan elini bana uzattı. Bu kış gününe nazaran üzerinde kısa kollu beyaz bir tişört vardı. Ben üzerimdeki montla bile titrerken o üşümüyordu bile. Nasıl böyle bir direnci vardı anlayamıyordum ama onu sorgulamıyordum da. Sorgularsam delirecekmiş gibi hissediyordum çünkü. Parmağında dövme olan uzattığı eline bakmaya devam ederken, "Hadi gel bakalım." dedi suratımı incelediğini hissettiğim bir zamanda. "Gözyaşı akıtmayacağına emin olalım," Kafamı hafifçe sağ tarafıma doğru eğdiğimde içimde neden olduğunu bilemediğim bir heyecan vardı. "Nasıl?" Dudakları kıvrıldı. "Korkma, seni yemem. Sadece sevdiğini düşündüğüm bir şey yapmaya gideceğiz." "Orası neresi?" "Neyi sevip sevmediğini bilmiyor musun?" "Ben genelde birçok şeyi severim." "O zaman ben seni oraya götürürken..." Sözlerini bölerken bileğimden bir anda tutup beni kendine doğru çekti. "...Sen de en çok hangisini sevdiğini düşün, Yıldız Çiçeği." Düşeceğimi düşünürken içsel bir dürtüyle onun boynuna doladım kollarımı. Alnım göğsünün birkaç santim üzerine değerken kalbimin hızlı atışlarının bir düzene girmesini bekledim ama onunla böyle bir mesafedeyken, onun soğuk kokusunu alırken bu ne kadar mümkündü bilmiyordum. Çenesi saçlarıma yasladığında nefesi saçlarımın arasına karışıyordu. Neden bilmiyordum ama içimde bir yerlerde gözlerini kapattığını hissedebiliyordum çünkü ben de öyle yapmıştım. Kolları belimi sardığında, "Şimdi benimle geliyor musun?" diye sordu. "Geliyorum." dedim hemen. Güldüğünü duydum ama bundan emin değildim. Kafasını ağır ağır saçlarımdan uzaklaştırıp belimdeki kollarını daha sıkı hale getirdi. Kafamdan uzaklaştırdığı kafasını kulağıma doğru yaklaştırdı ve siyah tutamlarımı dokunmaya korkan narin bir tonda arkaya doğru attı. Yakınlığı kafamı bulandırıyordu. Şu an adımı bile hatırlamıyordum. Sahiden neydi ki benim adım? Talya mı? "Tenimin tenine olan temasının sende böyle bir uysallığa sebep olacağını kim bilebilirdi?" diye fısıldadı bundan eğlendiğini bana belli etmekten gocunmayan bir sesle. "Çok kötüsün," Kaşlarımı çatıp omzuna bir yumruk attığımda ondan uzaklaşamıyordum. Bağımlılık gibiydi. Uzaklaşmam lazımdı ama içimdeki dürtü sürekli beni ona çekiyordu. O da bu huyumdan memnun gibiydi. "Hiçbir zaman iyi olduğumu savunmadım," dedi açıkça, bundan gocunmuyordu. Derin bir nefes verdiğinde dertli gibiydi. Başı boyun girintime doğru giderken, "Benden uzaklaşabilir misin?" diye sordu. "Neden?" "Çünkü ben yapamıyorum," Güldüm. "Nefsine hakim olabilen biri sanırdım seni," "Bu senin için geçerli mi emin değilim," Bir an nefes almayı bıraktım. Suratımın bir karış uzağında olan suratına çevirdim bakışlarımı. Konuşsam susmayı dileyeceğimi biliyordum ama ona cevap vermemek de dediklerini doğrulamam anlamına geliyordu. Dilim tutulmuş, çenem kitlenmişti sanki. Konuşabildiğimi bile hatırlayamıyordum şu an. Gözlerinin içine baktım ve o parlak gözlerinin arkasında aslında nasıl karanlık bir adam olduğunu anlamaya çalıştım. "En sevdiğim şeyi düşündüm," dedim bir anda. Aramızdaki bu değişik havanın bir an önce dağılması gerekiyordu yoksa biz dağılacaktık. Kemikli elini yüzümün hizasına getirip parmağını sus çizgime yasladı. "Bunu varacağımız yere kadar söylemeni istemiyorum." "Nereye varacağız ki?" "Eğer en sevdiğin şeyi düşündüysen nereye varacağımızı da biliyor olmalısın," Ben dediğini düşünürken benden istemeye istemeye ayrılmaya çalıştı fakat benim boynuna sarılı unuttuğum kollarımdan dolayı bunu yapamadı. Bana değişik bir bakış attığında ne yaptığımı anlayıp, "Kusura bakma," dedim kollarımı boynundan çekerken. Yanıklarımı işgal eden kanı hissedebiliyordum. "Dalmışım," "Kusura bakmadım," dedi kesin bir dille, ben daha uzaklaşamadan siyah tutamlarımdan birini kulağımın arkasına sıkıştırdı. "Ama biraz öyle durmanı ve biraz daha sana yakından bakabilmeyi isterdim," Gözlerin bu kadar parlakken bakışların nasıl bu kadar karanlık olabiliyor, Kılıç? Adın gibi misin sahiden? Yanımda taşıdığım kılıç beni korumak için mi, yoksa yanlış bir anımda bedenime saplanmak için mi? Bir kılıç olup yanımda mı kalacaksın, bir Kılıç olup beni mi parçalayacaksın? Ondan hızlıca uzaklaşıp kaçarken, "Bu gerçekten çok hızlı oldu," diye söylendim gözlerimi gökyüzüne dikerken. "Neymiş o hızlı olan?" diye soran Kılıç'ın sesiyle ona doğru çeviridim kafamı. Kaşlarım kalktı şaşkınlıkla. "Daha dün tanıştıştık benimle flört etme!" Avuç içlerim kaşınıyordu bu saçma düşünceye. Benden hoşlanmadığı barizdi, buz bakışlarından bile bu belliydi ama bu, söylediklerinin kalbimin heyecanla çırpınmasına engel değildi. Kafasını umutsuzca iki yana sallayıp, "Siz insanlar sevgiyi bile günlere sığdırıyorsunuz," dedi Kılıç. "Sonra da yarınım yok diyorsunuz," "Biz insanlar böyleyiz, peki ya sen?" "Sevdiğini günlerle anlayamazsın ve ben de öyle yaparım." dediğinde arkasını dönüp yürümeye başladı. Üzerine geçirdiği beyaz dar tişörtten dolayı belli olan sırt kasları attığı her adımda biraz daha şişiyordu sanki. Son model bir Renge Rover'ın önünde durduğunda bana geri döndü ve hâlâ hareket etmeyip onu izleyen gözlerime baktı. "Hareket etmeyi düşünüyor musun?" "Şu an hayır, sorumu cevaplamadın henüz," Kollarımı göğsümde bağlayıp kesin bir ifadeyle öylece durmaya devam ettim. Ama o, benden daha iddialıydı, soruma cevap vermeyeceği yüzündeki o küçümseyici ifadeden bile okunuyordu. Arabanın kapısını açıp bir ayağını içeriye attığında kafası bana dönüktü. "Talya," dediğinde bu iddiayı kaybettiğimi ses tonundan bile anlamıştım. Tek kaşını kaldırdı. "Şu arabaya biniyor musun binmiyor musun? Bir daha sormayacağım," Gözlerimi devirdiğimde kollarımı çözdüm ve pes ettiğimi belli edercesine onun önünde durduğu beyaz Renge'e doğru adımladım ağırca. Ona bir daha bakmadan ön yolcu koltuğunun kapısını açıp kocaman arabaya adeta tırmanırcasına binip oturdum. Emniyet kemerini bağlarken iğnelercesine, "Görgüsüz müsün acaba?" diye sordum. "Daha büyüğü yok muydu?" Ondan bir cevap gelmeyince kafamı ona çevirdim ve anlamsız bakışlarına karşılık olduğumuz devasa arabanın içini gösterdim. "Arabanın," Derdimi anladığında sürücü koltuğuna daha rahat bir şekilde yaslanıp arabayı çalıştırdı. Çevik bir manevrayla olduğumuz iki arabanın arasından tek bir hamleyle çıkıp ormanlık araziden devam etti. "Görgüsüzlükle alakası yok. İşimi bu görüyor," "İşin neymiş bakayım senin?" diye sordum alayla. "Bilmem," dedi bakışlarını yoldan çekmeden. "Belki bir gün öğrenirsin," "Arabayı nasıl aldın?" Yol altımızdan kayarken o ağır bir şekilde kafasını bana çevirip aklımdan şüphesi varmış gibi baktı. "Bilmem bilir misin ama kişiler sahip olmak istedikleri şeylere gerekli miktarı vererek elde edebiliyorlar," Lüks arabasının içerisini incelerken, "Bu bir öğrenci için çok fazla değil mi?" diye sordum. Arabanın içi pırıl pırıldı. Bir tane çöp, biraz olsun toz yoktu. Ya yeni almıştı ya da gözü gibi bakıyordu arabasına. "Senin de evin var?" "Ne olmuş yani?" Kavşaktan sola döndüğünde yan tarafa doğru devrilmemek için kapıya tutundum. "Babamdan kaldı orası bana. Ben almadım ki," Direksiyonu tek elle kavrayıp, "Kendi sorunun cevabını kendin verip beni yormaman ne kadar güzel," dedi alayla. Her şeye bir cevabı olmasına karşılık bir şeyler söylemek istedim ama ne kadar konuşursam konuşayım ona da bir laf bulacağına neredeyse emindim. Sessiz olup dirseğimi cama yasladığımda kafamı da yumruk yaptığım elimin üzerine yasladım. Akıp giden yolu izlerken kısa bir zaman sonra arabanın sallantısından dolayı uyku bastırsada gözlerimi kapatmadım. Ona güvenmiyordum, onu tanımıyordum ama içimde bir yerlerde onun beni çok iyi tanıdığını biliyordum. Kırmızı ışıkta durduğunda aklıma gelen şeyle gözlerim kocaman açıldı. Karanlığa kapılmak isteyen zihnim bu gerçekle birlikte vücudama korkudan kaynaklı bir titremeye sebep olmuştu. "Sen benim kendime ait bir evim olduğunu nereden biliyorsun?" diye sordum elim kapıyı açmak için giderken. "Ben sana bundan hiç bahsetmedim." Mavileri ilk ellime sonra da zümrütlerime dokunduğunda yaptığıma karşı hiç panik olmuş gibi durmuyordu. "Kendini aşağıya atmayı planlamıyorsundur umarım," Tek kaşımı kaldırdım. "Düşünüyorsam ne yapabilirsin ki? Ve hâlâ soruma bir cevap vermedin," Güldü. "Bilmem, sence ne yaparım?" Eli sağ tarafına doğru giderken daha ben ne yaptığını anlayamadan arabanın kapılarını kilitledi. "Sence de çok kolay olmadı mı?" Artık sessiz olan arabanın içi benim yoğun nefes seslerimle doluydu. Korku yoktu ama korkunun bedenime esaretiyle fiziksel etkileri üzerimdeydi. Tüm vücudum titriyordu. O da bunu biliyordu. Korktuğumu zannediyordu ama ben korkmuyordum. Sadece bedenime sözümü geçiremiyordum. O bununda farkında olmalıydı. Biliyor muydu? İçimde yaşadığım karmaşayı biliyor olmalıydı. Kalbimin göğüs kafesimi delip geçicek olmasının ondan korkmam anlamına gelmediğini biliyor olmalıydı. "Ne yapıyorsun?" Sesim titriyordu ve bu onu narsistçe tebessüm etmedine neden oluyordu. "Nereye gidiyoruz?" Dudakları daha fazla kıvrılmamak için bir savaş veriyor gibiydi ama eğlendiğini saklamıyordu. "Sorunun cevabını almadan mı gidiyorsun?" "Sorunun cevabının sende de olduğunu sanmıyorum," Her hareketi keskin bir bıçaktan daha çok yaralıyordu beni. Yaşadıklarının acısından aklına sığdıramayan bir kadın, sizin açtığınız yaraları nasıl sarsın? "Var," dedi bir anda. Ben yerimde sıçrarken o bana doğru yaklaşmaya başladı. "Tüm sorularının cevapları bende var ama sen soruları sormaya korkarken cevapları duymaya hazır mısın?" "Nereden biliyorsun?" Yutkunuşumun sesini duymuş gibi bembeyaz olan boynuma çevirdi mavilerini. Ve ben konuşmaya devam ettiğimde yüzüme çevirdi. "Evimi," Yüzünden karanlık bir ifade geçtiğinde o an geldi aklıma. Gece miydi? Bir kabus mu? Işıklar yandığında beni karanlıkta bırakan neydi? Gece... Kabus... Karanlık... İnsan... Korku... Hepsi aynıydı. "Cenk'le yaşadığınız ev ikinizin değil mi?" Duraksadığımda bu soruyu gerçekten beklemiyordum. "Nasıl yani? O evi ikimizin sandığın için mi öyle sordun? Yalan söyleme! Onu kastetmediğini biliyorum." Yüzünden o ifade gittiğinde kafasını geri çekti ve aramızda artık bir nefeslik bir mesafe kalmamış oldu. Ben tuttuğum nefesi verirken o bir nefes aldı. Arkadan bir araba bize korna çaldığında yeşilin çoktan bize yandığını gördüm. Kılıç arabayı sürmeye başladığında arkamızda kaldığı için bize sinirlenmiş olan kırmızı BMW'nin sahibi bizi sollayıp önümüze geçmeye çalıştı fakat Kılıç gaza abanıp son sürat arabayı sürmeye başladığında yüzümü avuç içlerimle örtüp büyük bir çığlık attım ve arkama daha çok yaslanıp kendimi kastım. Çığlığımdan kısa bir süre sonra araba yavaşlamaya ve normal bir hıza düştüğünde yüzümde olan ellerim bir başka el tarafından nazikçe çekildi. "Sorun yok." dediğinde ben hâlâ ne yapacağımı bilmiyorum. "İyisin... Ama benim olduğum yerde konu fark etmez, ben dışında kimse kazanamaz," Kafamı torpidoya yaslayıp, "Senden nefret ediyorum," diye fısıldadım, belki de beni duymamıştı. "Arada bunu hatırlaman güzel," "Ne kadar yolumuz kaldı?" Onu umursamayarak elimi karnımın üzerine bastırdım. "Midem bulanıyor," "Neden?" Önemsiz bir şeyden bahseder gibiydi sesi. "Yediğin bir şey mi dokundu?" "Sen bir de onu Cenk'e sor," "Ne?" "Yemekleri yiyemiyorum, yesem de yarım saate kalmaz çıkarıyorum." Düz giderken bir anda arabayı başka bir yöne doğru saptırdı. Ben şaşkınlıkla ona bakarken o bir hayli rahattı. "O halde ilk önce şu aç kızın karnını doyurmakla başlayalım," Olduğum yerde doğrulup, "İstemiyorum ya!" diye söylendim. "Gideceğimiz yere sür. Aç değilim, midem bulanıyor sadece," Beni hiç takmadan radyo denilse hakaret olacak olan büyük ekrandan bir yerlere dokunup kısık sesli bir şarkı açtı. Onun bu rahat halleri beni çıldırtırken şarkı dinlemesi de bir hayli şaşırtıyordu. Onun gibi birinin şarkı dinlediği gerçeği içimin kıpır kıpır olmasına sebep oluyordu. "Açsın," dedi bana bakmadan. "Aç olduğun için miden bulanıyor," Cevap vermeyip hâlâ ona bakmaya devam ettiğinde o da bana bakmak zorunda kaldı. Yüzümde her ne gördüyse hoşuna gitmemiş olmalıydı ki kafasını tekrar önüne çevirdi. "Neden bana öyle bakıyorsun?" Kafamı iki yana salladım hızlıca. "Sadece, senin gibi birinin müzik dinleyebileceğini sanmıyordum." Tek kaşını kaldırdı. "Nasıl biriymişim ben?" "Bilmem," Omuz silktim. "Böyle işte," Ters ters baktı bana. "Bilmem farkında mısın ama ben robot değilim." Karamsar bir şekilde kıpırdandım olduğum yerde. Bu onu gerçekten şaşırmış bir şekilde bana bakmasına neden olmuştu. "Emin misin acaba?" Bana uzun süre bakıp kısa bir süre sonra kafasını salladı ve sinirle bir kahkaha atıp dişlerini dudaklarına geçirdi sertçe. "Yok, cidden senin birkaç tahtan eksik," "Sen kendinin farkında değilsin herhalde?" Direksiyonu kavrayan elindeki parmak boğumları bembeyaz kesildiğinde, "Önüne dön!" dedi bana daha fazla sabredemiyormuş gibi. "Gideceğimiz yere kadar da ağzını sakın açma!" Biraz bekledikten sonra dilini damağına vurup onaylamadığına dair bir ses çıkardı. "Ya da ben sana diyene kadar açma!" "Sinirlendin mi sanki?" Hızlıca, "Hayır, dön önüne!" dediğinde paniklemişti, tekrar konuşacağımdan korkuyor gibiydi. Gülümsememi engellemek için dişlerimi dudaklarıma geçirirken, "Geçen günle ilgili birkaç sorum vardı aslında..." dedim onu sinir etmek istercesine en gıcık olacağı konuyu açarak. Çalan müziği kapatıp ne yapacağını bilemez bir halde ellerini gece karası saçlarının arasından geçirdi. "Talya, atacağım şimdi seni arabadan aşağıya, gideceğimiz yere kadar beni arkadan koşturarak takip etmek zorunda kalacaksın," Bilmiş bir edayla, "Taksi tutarım," dedim. "Tutamam mı sanıyorsun?"
"Tutamazsın," "O nedenmiş?" "Yanına çantanı ya da bir başka bir şey almadığının farkında değilsin değil mi?" Ağzım açık bir şekilde ona bakarken o bu ifademden gayet memnun bir şekilde arkasına yaslandı. Beni gerçekten nasıl susturabileceğinin farkındaydı. Bu korkunçtu. Daha üç gün önce karşılaştığım, lafta sınıf arkadaşımın beni bu kadar tanıması kesinlikle normal değildi. Dudaklarımı birbirlerine bastırıp arkama yaslandığımda kollarımı göğsümde birleştirdim ve kafamı camdan tarafa çevirip sessizliğe gömüldüm. Sustum. Çünkü o saatten sonra ses tellerim parçalanmıştı ve duymak isteyen kimse yoktu. Gideceğimiz yere kadar akıp giden yolu ve yağıp etrafı beyaz bir örtü gibi kaplayan kar tanelerini izledim. Ve süreç boyunca bir daha hiç konuşmadım, o da konuşmamı istemedi. Arada bir bana kayan bakışlarını hissetsem de ona karşılık vermedim. Belki de gerçekten biraz da sessizlikle konuşmam gerekenler olduğunun farkında değildim ama aramızda oluşan bu sessizlik bana iyi gelmişti. Sessizlik ruhumu dinlendirmişti, rahatlamıştım. İçimden bir ses bu olanı da onun bildiğini haykırıyordu ama bunu kanıtlayamazdım. Araba bir kafenin önünde durduğunda kafamı yasladığım camdan kaldırmamıştım. Kılıç'ın ne yapmaya çalıştığımı tahmin etmeye çalıştığını biliyordum ama beni bu kadar düşünmeye iten birinin biraz kafa yorması ile ilgilenmek istemiyordum. Yorgundum. Çok yorgundum ve dinlemeye hakkım yoktu. Yorulduğumda biraz dinlenmeyi bile bana çok görmüşlerdi. Bu kalp çok kırılmıştı. Kırılmaya alışmıştı. Bir bıçak saplansa, bu kırgınlığa işlevini yitirirdi. "Gelmiyor musun?" diye soran Kılıç'la kafamı kaldırmadan ona baktım. Anahtarı kontaktan çıkarıp arka cebine attı. "Darıldın mı sen bana?" Gözlerimi devirdiğimde kapıyı açıp soğuğun sıcak arabının içine dolmasına izin verdim. Saçlarım geriye doğru savrulduğunda Kılıç'ın donduğunu hissettim ama bunu önemsemeyip arabadan inerken, "Ne haddime darılmak benim," diye homurdandım ve kapıyı sertçe suratına çarpıp kafeye doğru adımlamaya başladım. İçeriye girdiğimde sıcak hava bir anda bedenimi ele geçirince irkilsemde bunu belli etmeden ağaçlık alana bakan arka masalardan birine oturup Kılıç'ın gelmesini bekledim. Elimi yumruk yapıp çenemi yumruğuma yasladım. Kafamı biraz sağa doğru yatırıp dışarıda etrafı yavaş yavaş beyazlığa boyayan kar tanelerini incelemeye başladım; korkunçlardı. Kar tanelerini açıklamak istersem kesinlikle bu korkunç olurdu. Çok beyazdı. Karanlıktan korkardım ama fazla beyaz olursa da her şeyi belli etmez miydi mesela? Kan... Duygu... Kişi... Hangisinden korkmalıydı insan? Korktuğuna hazırlıklısındır ama korkmadıklarından seni kim koruyacak? Oturduğum masanın karşı sandalyesi sert ve hızlı bir şekilde çekilince bile ondan tarafa doğru dönmedim. Bu hareketime karşı sıkıntılı bir şekilde nefes verdiğini duymuştum ama acıtmıştı bir kere. Bir acıtan bir daha acıtmaz mıydı? "Talya?" diye seslendi bana tatlı tatlı ama ikimiz de onun tatlı olmadığını biliyorduk. "Bu kadar kırılacağını bilmiyordum. Özür dilerim, tamam mı? Düşünemedim, affet," "Olur öyle şeyler arada," Burası ağır bir şekilde ıslak toprak kokuyordu ama onun kokusu onu bile bastırarak ciğerlerime dolunca gözlerimi sıkı sıkı kapatıp bu yaptığıma karşılık tırnaklarımı avuç içlerime geçirmeye başladım. "Ben de düşünemeyip seninle geldim sonuçta! Arada olur yani öyle şeyler, dert etme!" Kılıç dert etmesin, Talya herkes yerine eder. Ona baktığımda yüzünü sıvazladı ve bir elini kaldırıp garsonlardan birini yanımıza çağırdı. Garson yanımıza doğru gelirken bana dönüp, "Ne yemek istersin? Var mı sevdiğin bir şey?"diye sordu fısıldar bir şekilde. Beni incitmek, ürkütmekten korkar gibi bir tavır sergiliyordu ama benim onu gördüğüm ilk andan beri ondan korktuğumu bilmiyordu. Kafenin ortasında yanan devasa şöminenin içinde yanan ateşe bakıp ne kadar sıcak olabileceğini düşündüm. Bu delilikti belki ama ona dokunmak istedim. Elimi içine daldırıp ne kadar yakacağını ve canımın ne kadar yanacağını düşünüp bu düşünceye elimde olmadan gülümsedim. "Burada karamelli tart var mıdır?" Sesim o kadar mutlu ve umut dolu çıkmıştı ki bu onu şaşırttı. Bir şey yememek için ısrar ediceğimi, belki de kaçacağımı düşünmüştü. Ki zaten öyle yapacaktım da ama bunu istediğimi ben bile bilemediğim bir anda iki dudağımın arasından sızıp ona karışmıştı. Bakışlarımı ateşten çekip onun tam zıttı olan keskin mavilerine dalıp giderken bana hâlâ sorgularcasına baktığınını görmemle gülümsemem daha da büyüdü. Gözlerini kıstı. "Karamelli tart mı? O da nereden çıktı?" Kaşlarım havalandığında bu soruyu beklemediğimi o da fark etmişti. Sahiden bunu neden istediğimi düşününce kendime acımıştım; ben kendime her zaman acırdım ama onun acımasını, beni küçük görmesini istemedim. Israrcı surat ifadesine karşı, "Biz küçükken Cenk'in annesi ona hep yaparmış. Ben onun elinden hiç yiyememiştim. Şimdi belki onun elinden olmayacak; belki onunkine uzaktan yakından benzemeyecek ama en azından tadının neye benzediğini hep merak etmiştim," diye açıkladığımda bu konuyla ilgili ne kadar üzüldüğümü de yeni anlıyordum. Ben kırılmazdım her şeye de ama buna kırıldığımı fark ettim. Yoksa kalbimin bu kadar ağrımasını başka neye bağlardım ki? Kırıldığımı bile bilmediğim yerden kırmışlar meğerse beni. Kılıç bana bir an öyle bir baktı, öyle bir hissettirdi, öyle bir inandır ki ben bugün o hep merak ettiğim tatlıyı yiyeceğime, onunkinin nasıl olduğunu asla bilemesem bile neye benzediğini bileceğime inandım. Ona güvenmiyordum ama ona inandım çünkü neredeyse Kılıç'ın bile üzülebileceğine inanacaktım. Kırığımı hissediyor muydu, eksik parçamı görüyor muydu bilmiyordum onun bilmesini istediğimi biliyordum. Minnetle kafasını sallayıp, "Yoksa bile yiyeceksin," dedi kesin bir sesle. Bunu reddedenin canına okuyacağına emindim. "Söz," "Söz mü veriyorsun?" "Söz. Güvenmediğin adamdan," Sana inanıyorum güvenmediğim adam diyemedim sadece öylece durdum ve bekledim. Garson yanımıza geldiğinde Kılıç, benim konuşmama izin vermeden, "Karamelli tart istiyoruz," dediğinde benden onay ister gibi bana baktı. "Beş tane," "Ne?!" Bir anda ayaklandığımda sesimi yükseltmiştim yanlışlıkla. "Kim yiyecek o kadar tartı? Camış mıyım ben?" "Yeme, yanında dursun. Sonra canın istediğinde tekrar yersin." "Kusura bakmayın bölüyorum ama," diyerek aramıza girdi garson çocuk. "Çilekli ve orman meyveli tartımız şu an için elimizde mevcut. Dilerseniz size onlardan getirebilirim?" Kılıç elini cebine atıp cüzdanını çıkardığında yüklü bir miktar parayı etrafına bakınıp kimsenin bizi görmediğine emin olduğu bir anda genç çocuğun önlüğünün cebine koydu. "Hayır var. Elinizde karamelli tart var, öyle değil mi?" "Hayır!" diye atıldım aralarına doğru. "Kılıç, buna gerçekten gerek yok. Yemem olur biter. Yıllarca yemedim, bundan sonra yemesem de bir şeyim eksilmez. Al paranı geri!" "Var," diye ısrar etti garson çocuğa doğru. "Değil mi? Söyle!" "Elbette var efendim," dedi garson kafasını sallarken. "Tartınız yarım saat içinde gelmiş olur, afiyet olsun şimdiden," Afiyet olur mu sahiden? "Güzel," diyerek arkasına yaslanan Kılıç giden garson çocuğun arkasından bakarken ellerini başının arkasında birleştirdi. Yaptığı hareketle birlikte kasları daha da kendini belli ederken yutkunamadım bile. Nutkum tutulmuş gibiydi resmen. "Bunu yapmana gerek yoktu!" dedim zorlanarak. "Varmış ki yaptım," "Neden yaptın? Sadece söz verdiğin için mi?" "Peki ya sen?" dediğinde yutkundum. Kollarını çözüp masaya doğru yaklaştı ve bir sır verircesine fısıldadı. "Sen neden annenin elinden yemek yerine kafe köşelerinde, tanımadığın etmediğin adamaların elinden yemeyi tercih ettin?" Kırıldığım yerden vurmazdı değil mi? "O benim değil Cenk'in annesi çünkü," Güldü. "Bunun doğru olmadığını sen de ben de biliyoruz, Talya." "Hayır doğru söylüyorum," dedim hızlıca. "O kadın beni istemedi. Cenk'e annelik yaptı bana hasım oldu." "Bir anne kendi öz kızını neden istemesin?" "Bilmem," dediğimde omzumu silktim. "Belki öteki dünyada bunu ona sorarım." Ben neyi biliyordum ki? Peki ya neyim yoktu benim? Yokluğunu çekmediğim sürece bilemeyeceğim. Çenesi kaskatı kesildi Kılıç'ın. Bakışları daha ölümcül; yarını olanları yarına tıkacağı bir ifadesi vardı yüzünde. Âdemelması sert yutkunmasıyla oynadı ve vücudumdaki olaylara sözünü geçiremeyen benim, bakışları oraya kaydı. Tek eli yumruk olduğunda masanın altına sakladı elini. Onu bu kadar sinirlendiren neydi ki? Savaş Alamer'in ve Betül Akel'in, babamın ve Cenk'in annesinin beni herkes gibi yarı yolda bırakması mı yoksa üzerime geçirmek zorunda kaldığım sorumlulukların bana bol olması mı? Tam yan tarafımızda olan ateş sanki biraz daha harlanmıştı benim hissettiklerimle; içimdeki acıyla. İçimdeki acıya. "Baban ne halt ediyordu sen bunları hissederken?" diye sordu Kılıç. "Arkadaşlarıyla tavla atıp karı kız peşinde mi koşuyordu?" Kaşlarım çatıldığında duyduklarım karşında ne hissetmem gerektiğini kestiremiyordum ve daha korktuğum bir şey varsa o da babamın o aralar ne yaptığını bilmiyor olduğumdu. Elimi masanın üzerine setçe vurduğumda avuçlarımın içindeki yanmayı hissedebiliyordum. "Babam hakkında doğru konuş!" dedim üste çıkarak. Ne olursa olsundu, o benim babamdı ve kimsem yokken o yanımda durmuştu. En azından ben öyle hatırlıyordum. Rahat bir şekilde, üzerine geçirdiği beyaz tişörtün üzerindeki hayali tozları silkeledi bir eliyle. Kolundaki pahalı saat ancak dikkatimi çekmişti. Korkunç bir göz kısışla, "Baban hakkında ne biliyorsun ki, Talya?" diye sordu adeta fısıldayışla; o da korkunçtu. Kar. Kan. Kılıç. Hepsi korkunçtu. "Aslında ben..." Sustum. Başımı eğdim. Mahçuptum, çokça da mağdur. Çünkü ben... Bilmiyordum. "Ben o zamanları çok iyi hatırlayamıyorum. Hafızamda bir şeyler var ama ya tam değil ya da hiç yok. Bir silüet gibi belirip kayboluyor zihnimde..." Çocukluğumda yaşadıklarımla ilgili çok emin değildim. Ya da çocukluğumdan; yaşayamadıklarımdan. "Bir silüetin varlığını kabullenirsin ama aslını görene kadar kim olduğunu bilemezsin," O bir kâhindi ve her şeyi bilirdi. O bir kâhindi ve bi' beni bilmezdi. "Sevdiğini hatırlıyorum bazenleri beni." "İki baş okşamasına ve birkaç yalandan lafa tüm çocukluğunu mükemmel geçirdiğine inanıyorsun yani?" Güldü. "Zekisin. Gerçekten... Bunu laf olsun ya da lafta kalsın diye söylemiyorum, Talya ama iki baş okşamasına kimse kimseyi seviyor olmaz. Senin başını okşamak, senden alacaklarından daha kolaydır mesela. Ondan okşamıştır. Zekisin ama birkaç sevgi parçacığına güveniyorsun, Talya. Bu seni öldürür." Durdu. "Ya da sevecek diye hayatına aldıkların." Senin başını okşamak, senden alacaklarından daha kolaydır mesela. Ondan okşamıştır. "Ben ne olursa olsun annemi severdim." "Sen herkesi seversin," dedi bir anda. "Ta ki senden gidene kadar," Babacığım, bana kötü hissettirenlerden giderek onları cezalandırmış olur muyum? Sen, dünyanın en kötü insanı bile olsa birinden gidemezsin, Dalya. Üzülürsün sonra, sen susarsın da vicdanın susmaz. Kovulmayı beklersin ya da kalbini çok kırmışlardır; gidersin. Ellerimi önümde suçlu küçük bir çocukmuş gibi birleştirdim ve parmaklarımla oynamaya başladım. Haklılığı karşısında çenemi kilitledim ve tek bir kelime daha etmemeye yemin ettim fakat o buna da izin vermedi. Kendimi savunmamı, gerçekleri görmemi istiyordu belki de ama beni çokça o susturuyordu. "Hatırlamamak benim suçum değil." "Unutmak da senin suçun değildi," dedi Kılıç acımasızca. "Ama unuttun. Hem de isteyerek unuttun. Bazılarının canını yakacağını bile bile unuttun. Ama senin sorunun da bu ya; sen ilk kendini unuttun. Sahi kimdin sen Talya, ha?" Kendimi geri çektim bir an. Dedikleri kalbimi birer ok gibi deldi geçti. Kan akmadı ama çok kanadım. Halbuki ne çok yara vermiş o ok bana. Yara bere içindeyim ama kimse görmemiş onu. Yara almamışım sanmışlar o yüzden daha çok kanatmışlar kanattıkları yerleri tekrardan. Beni... Bir çok benim gibi diğerlerini... En çok beni... En çok bana. Gözlerimi kırpıştırdım ona bakarken gözlerime akın eden acıyı yok saymak için. O da bunu gördü ama tek bir kelime etmedi. "Neden yaşadıklarımın tek suçlusu benmişim gibi konuşuyorsun? Beni tanımıyorsun bile!" "Tek suçlusu sen değilsin ama çokça suçlusu sensin," dedi. Bu yargıya nereden varmıştı?Suratında gördüğüm yargılayıcı ve kendin emin ifade nereden geliyordu? "Kişi kendine yaşattıklarından ve yaşatılmasına izin verdiği kadarıyla suçludur her zaman." Yutkunamadım. Nasıl bu kadar mantıklı konuşurdu? Benim kararlarımın ve arkasında durduklarımın her zaman daha mantıklı olduğunu düşünürdüm. Bir adımımı atmadan ikincisini düşünür, biçer tartar öyle atardım. Şimdi sadece birkaç gün önce tanıştığım bir yabancı nasıl olurdu da bana hayatımın dersini verirken benden daha haklı olurdu? Belki de her zaman durduğum gibi yanlış bir yerde duruyordum; derman bulmaya çalıştığım yer bana sadece dert getiriyordu. Sırtımı yasladığım duvarda çokça bıçak vardı ve hepsi bedenimi delip geçiyordu ama başkalarının düşüncelerinden korkuma ağzımı açıp tek bir ağıt yakınamıyor, sesimi duyuramıyor ve de acımı paylaşamıyordum. "Biliyor musun?" diye başladım cümleme buruk bir tebessüm eşliğinde ne kadar nefret etsem de yağan karı izleyerek. "Küçükken babam bana hep masallar anlatırdı," Yerinde kasıldığını hissettim. Kaşları çatıldı. "Bu iyi bir şey değil mi?" Cıkladım hemen. "Ben de iyi bir şey zannederdim ta ki Cenk'in annesinin ona anlattıklarını dinleyene kadar," Kafamı ona çevirdiğimde suratında anlattıklarımın devamını dinlemek için birkaç senesini feda edebileceği bir ifade belirdi. "Güzel masallar da varmış biliyor musun, Kılıç? Ama babam bana onlardan hiç anlatmadı. Benim masalım hep mutsuz bitti. Kırgın bitti. Ama çok da... Eksik bitti. Omzumu yasladığım adam bitirdi hem de. Ben başkalarının masallarını dinlemeden önce her masalın kötü olduğunu ve insanları parçalamak için kurulan bir komplo teorisi olduğunu düşünürdüm. Evet, dışarıdan görünen fiziksel bir şey yoktu ama çok kanatırlardı beni. Yine de her akşam babamın dizine yatar, saçlarımı okşamasına izin verir..." dediğimde bakışları normalden çok daha kısa olan saçlarıma takıldı. İçi gidiyordu sanki buna. Sadece birkaç gün önce tanıdığın gece karası saçlı bir kadının kopan saçları neden bu kadar canından can koparıyor Kılıç? "... O masalları dinler acıya acıya, kanaya kanaya, gizli gizli ağlayarak uyurdum. Çünkü bunu öğrenmiştim; bunu öğretmişlerdi bana," Derin bir ifade koptu yüzünde. Belki de karşılaşmamızdan ve uzun soluklu konuşmamız sürecinde en dürüst tepki buydu. "Kaçıp kovalanmamalara, gece gizlice göz yaşı dökmeye ve içini kanatan düşünceleri neden dışarıya aktarmadığını şimdi anlıyorum," dedi ama bunda bir alay yoktu. "Ailem dediğin insanlar yapmış sana." "Acıyor musun bana?" Tek kaşını kaldırdı. "Sen acımıyor musun?" Güldüm ama bu mutluluktan çok uzaktı. "Bu acıyorum demekti sanırım?" O da güldü bu dediğime zorla da olsa. "Dediklerimi unutma ve gitmen gereken yerden gitmek için kovulmayı ya da kalbinin kırılmasını bekleme, Talya." dedi Kılıç uzanıp buz tutmuş elimi, bu havaya rağmen kendi sıcak avuçları arasına alırken. "Çünkü başkaları olsa öyle yapardı." Ona bakarken saçlarımın elektriklendiğini ve bedenimde olmaması gereken bir rahatsızlık hissedince ilk önce avucu içinde asla emanet durmayan ama emanet olan avucumu kendime çektim sonra da ondan kalmasını istediğim ama kalmaması gereken gözlerimi. Birden soluk soluğa kalıp kendimi sandalyeyle birlikte biraz geriye çektiğimde elimi kalbime yaslayıp nefes almaya çalıştım. "Neler oluyor?" diyerek yerinden kalktığını hissettim Kılıç'ın ama gözlerim kapalıydı. Ya da ben öyle sanıyordum çünkü bulanık da olsa sandalyemin önünde eğilip diz çöken birinin bedenini seçebilmiştim. "İyi misin, Talya?" Avuçlarımla avuçlarını tekrar birleştireceğini hissettiğimde can havliyle gözlerimi daha fazla açtım, "Dokunma bana!" dedim neredeyse bağırarak. "Yaklaşma, istemiyorum!" "Talya, Lütfen..." "Yaklaşma dedim," diyerek söylendim daha çok bağırarak. Kalp çarpıntım ne zaman geçerdi? Ya da bedenimde beni rahatsız edip kafamı duvarlara vurmamı istediğim his? "Yardım etmeye çalışıyorum!" diye o da endişeyle sesini yükselttiğinde ayağa kalktım hızla. O da benimle birlikte ayaklanıp yere kapaklanacağımı zannettiği bir anda omuzlarımdan tutmaya çalıştı ama. buna izin vermedim. "Yardım etmeme izin ver! Nefes alamıyorsun, kriz geçiriyorsun!" "İstemiyorum! Git!" dedim zorlanarak. Artık sesim hiç olmayacak kadar az çıkıyordu. Masaya kendimi yaslayıp ayakta durmaya çalıştığımda bedenim hiç olmadığı kadar titriyor, nefesim hiç olmadığı kadar kesiliyor ve zihnim, hiç olmadığı kadar bulanıp canımı yakıyordu. "Bana odaklan!" dedi Kılıç hızlıca. "Sadece ben de kal!" Yüzümü avuçladığında bakışlarım kayıyordu ister istemez. "Nefes almaya çalış ve anda kal! Tamam mı? İstemediğin hiçbir şeyi yapmak zorunda değilsin sen!" Benim güvende hissetmemi sağlayarak krizimi önlemeye çalıştığını anladım o an. Kalbim burkuldu bunu yapmasına. Eğer şu an nefes alabiliyor olsaydım sarılmasam bile ona teşekkür ederdim. "İstersen sadece kalırım istersen de giderim. Burada kararları sadece sen veriyorsun ama sadece benim için nefes alsan olur mu, Talya? Nefesi burnundan alıp ağzından vermeni istiyorum bu kadar! Benim için bu kadarını yapamaz mısın?" Bana ne yaptırmak istiyordu bilmiyorum ama ona şu an için güvenmeyi seçeceğimi biliyordum. Gözlerimi kapattığımda kirpiklerim birbirlerini buldu. Ağır ağır alıp ciğerlerime ulaştıramadığım nefesimi dediği gibi belirli bir ritimde alıp verdiğimde vücudumun ona güven duyduğunu hissedebiliyordum çünkü nefesim yavaşça bile olsa beni artık sakin hissettirmeye başlıyordu. Göremiyor ve hissedemiyordum ama bedenimdeki titremenin de bitmese bile azaldığını anlayabiliyordum. "İşte böyle," dedi Kılıç mırıldanarak. Saçlarımı okşadığını şimdi hissediyordum anca ve bundan rahatsızlık hissetmiyordum. Aksine bir kedi gibi ona sırnaşıp göğsünde derin bir uyku çekebileceğim kadar mayıştırmış gibiydi beni. "Çok iyi gidiyorsun. Böyle devam et lütfen. İyisin, iyi olacaksın. Ben buradayım." "Kılıç," dedim fısıldayarak dudaklarımı aralayabildiğim ilk anda. Hissediyordum onu ama duymaya da ihtiyacım vardı benimle olduğunu. "Buradayım." dedi o da hemen bana güven vermek istiyor gibi. "İyisin. Senin iyi hissetmeye, benim de senin iyi olduğunu duymaya ihtiyacım var. Hadi söyle bana, Talya. Konuş benimle," İkimiz de öyle uzun bir süre susmuştuk ki ben ona cevap vermeyi unutmuştum. Titremelerim artık yoktu. Başımda ufak bir dönme vardı sadece ama onu gözardı edebilirdim sanırım. En azından artık nefes alabiliyor, kendime hakim olamadığım o dakikalardan kurtulmuş olduğum için şükrediyordum. Bu sessizlik ona zor geliyormuş gibi, "Talya," diye fısıldadı. Sıcak nefesi yüzümü sıyırıp geçtiğinde onun nefesinden de derin bir nefes çektim dudaklarımı aralayarak. Sanki bu zamana kadar hiç nefes almamışım gibi hissettirmişti bu nefes bana. Gözlerimi çok yavaş bir şekilde aralarken, "Merak etme," dedim daha fazla sabredemeyeceğini anladığım için. "İyiyim." Aslında ne kadar yakın olduğumuzu o saniye fark ediyordum. Bunun beni korkutması ya da en azından çekinmemi sağlaması gerekirken bu yakınlıklan rahatsızlık bile duymuyordum. Her şey olması gerektiğinden daha normaldi sanki. Yakınlığımız tuhaf ya da reddedilmesi gereken bir şey değildi. Onun mavileri her zaman benim zümrütlerimi bulmalıydı sanki. Bu bir kuraldı ve yıkılamazdı. "Sanıyorum bu sefer geri çekilmesi gereken kişi benim, hım?" Gözlerini bir saniye olsun gözlerimden çekmeden fısıldamıştı. Dudaklarını yaladı hiç beklemediğim bir anda ve benim bakışlarım yasaklı yere kaydı ister istemez. Hemen çekmiştim gözlerimi oradan fakat yakalamıştı muhtemelen gözlerimin o kısa süreli hareketini. Üzerime biraz daha eğildiğinde ardımdaki metal bir şeyin itildiğine dair tiz bir ses çıktı ama bunu önemsemedim. Muhtemelen Kılıç ayağıyla bir şey ittirmiş olmalıydı fakat ben ardımda ne olduğunu bile unutmuştum. Şu an zihnimi dolduran tek şey o ve benim varlığımdı. "Otur," diye bir emir verdiğinde bana kaşlarım çatıldı anlamlandıramadığım için. "Ne? Nasıl?" Dudağının tek tarafı alayla yukarı kıvrıldığında ağzından verdiği bir nefesle yakındığından dolayı ağır mentol kokusu genzimi yaktı. "Masaya." Tek kaşımı kaldırdım. "Sonra..." Durdu. "Sonra sen ne olmasını istersin?" "Ne dediğini anlamıyorum..." Güldü ve ben onun inci gibi belirli bir düzende dizilmiş olan dişlerini seçtim o an. "Otur şuraya Talya!" diye hayıflandığında ben hâlâ anın getirisi olan şaşkınlıkla ona bakıyordum. Benden biraz geriye çekildi ve onun boyunun ne kadar uzun olduğu gerçeğiyle tekrar yüzleştim. "Sandalyeye." Değişik bir ses çıkarıp bir ona bir de arkamda kalan sandalyeme baktığımda suratımın pancara döndüğünü biliyordum. Boynum bile yanıyordu. "Ah," dedim boynumdaki kızarıklığı gizlemek için üzerimdeki boyunluğu kazağın boynunu biraz daha yukarı çekerek. "Ben... Bir an dalgınlığıma geldi," Ben olayı toparlamaya çalışırken o hâlâ benimle alay edip sırıtmakla meşguldü. Ben onun büyüsünden çıkıp sandalyeme geri otururken, "Elbette dalgınlığına geldiği içindir, evet," dedi. "Lütfen!" "Ne lütfen?" Güldü. "Ne yaptım şimdi?" Dudaklarım aralanacakken Kılıç'ın çalan telefonuyla ikimizin de bakışları masaya, onun telefonunun ekranına kaydı. Kayıtlı olmayan ama benim ezberimde olup içimi korkuyla dolduran o numaraya bakarken kasıldım ve korkuyla yutkunup geri Kılıç'a baktım. Onun zaten bende olan bakışları gölgeler kazandığında, "Tanıdığın bir numara mı?" diye sordu bana. Başımı sallayarak onu onayladığımda masanın üzerinden telefonu benim olduğum tarafa doğru ittirerek kaymasını sağladı. "Konuş. Sanıyorum ki bu sana," Elim ağır hareketlerle telefona doğru uzandı ve parmaklarım sıkıca telefonu kavradığında bir kaç saniye ekrana bakıp kafamın içindeki lanet sesleri susturmak için çabaladım. Telefonu cevaplayıp kulağıma götürdüğümde, "Cenk?" diye seslendim sorar gibi. Telefonun öteki ucundan bir şeylerin yerlere fırlatıldığına dair sesler duyduğumda tek gözümü kısıp tahta masanın üzerindeki desenleri incelemeye başladım. "Neredesin sen?!" diye bağırdı Cenk. "Kaç saattir seni aradığımızın farkında mısın?!" Telefonu kulağımdan uzaklaştırıp yüzümü buruşturduğumda, "Nefes almaya çıkmıştım. Kaç gündür evden dışarıya adım atmama izin vermedin ama ben o evde daha fazla duramıyorum." "Nesi varmış benim evimin de duramıyormuşsun burada?" "Evinin hiçbir şeyi yok," diye mırıldandım. "Evin çok güzel. Ama sen oradasın." Masallar bir varmış bir yokmuş diye başlar. Peki ben? Ben var mıyım yok muyum? Benim varlığımı kim bildi ki yokluğumu bilsinler? Açık kapıların ardına saklandım saklandığım yerden bulup çıkarsınlar beni diye, onda da karanlıkta kalmışım. "Hemen çıkıp eve geliyorsun! Her neredeysen hemen geri geliyorsun, ben gelip seni bulursam kendine saklanıcak delik ara, Rigel!" Kötülükler değişmez, kötüler değişir. Elim boğazıma giderken bu histen nefret ettiğimi fark ettim. "Gelmek istemiyorum," dedim bana ne kadar kızacağını bilsem de. "Gelmek istemiyorum ben, Cenk. Ben nefes almak, karın yağışını izlemek istiyorum. Bilemiyorum ne denir ama zihnimde birkaç dakika bile olsa özgür bırakılmak istiyorum. Sence bu kadar karanlık olan dünyanın aydınlık bir tarafı var mıdır? Çünkü karlar bana, böylesine karanlık olan bir yere göre fazla masum görünüyorlar. Onları kirletmek istesen çok çabuk kirletmez misin sence de? Ama onlar aslında hep beyaz olmalılar çünkü doğaları bu, onların benliğini almak istiyorlar gibi gelmiyor mu sana da, Cenk?" Sesim bile yorgunluğumu ele verirken başkaları neden anlamıyordu beni? Yorgunluğu fark etmeleri için ölmem mi gerekiyordu? Zaten yeterince ölmemiş miydim? Açtıkları yaralardan kan akmadığı için mi düşünüyorlardı acımadığını? "Kal," dedi Cenk uzun ve rahatsız edici bir sessizliğin ardından. "Her neredeysen orada kal. Gelme. Senin istediğin olsun ama yine bana gel, tamam mı? Senden dilemem gereken bir özür varmış gibi hissediyorum kendimi," Özür bile affedilir, sen dilemeseydin. Kılıç'ın elime kayan öldürücü bakışlarını hissettiğimde elimin soğuk terler döküp titrediğini ancak kavrıyordum. Bir telefona bir telefonu saran parmaklarıma kayıyordu bakışları. Öfkesi neyeydi kestirememekle birlikle beni düşünüyor olması düşüncesi bile normal bir durumda beni heyecanlandırabilirdi ama şu an için bunu hissettiğime dair bir histen henüz emin değildim. "Bu numarayı nereden buldun?" diye sordum Kılıç'ın mavilerinden gözlerimi çekmeyip sakin olması gerektiğini öyle dillendirirken. Burnundan bir nefes verdi Cenk. "Bir daha evden kaçarken telefonunu yanına almayı akıl edersin belki..." Bir umut söylenmişti kendi kendine. "Biraz telefonunu karıştırmış olabiliriz," Beynimden vurulmuşa döndüm bir an. "Bir dakika... Ne?! Numarayı benim telefonumdan mı buldunuz?" Kılıç uyarıcı bir şekilde boğazını temizlediğinde bunu onun yaptığını anlayıp sinirli gözlerle ona baktım. Lafı geri nasıl çeviriceğimi düşünürken bir kitap olmayı ve birilerinin beni okumalarını istedim. Şu an hissettiklerimi beni okumayan biri nasıl hissederdi? "Dalya, o sırık herif mi yanında senin?" diye sordu Cenk araya girip benim sıçramama neden olurken. O sırık herifin telefonundan konuştuğumuzu unutmuştu sanırım o an. "Bir şeyler içmen için sana kaba kuvvet mi uyguluyor? Ondan mı bu değişik tavrın?" "Tavrım değişik değil, açım." Yalan. Her zaman yaptığın gibi... Kendine söylediğin gibi... Yalan. "Karnımı doyurunca eve geri döneceğim zaten." "Zaten hâlâ bir yere düşüp bayılmadığına şaşırıyordum. Demek ki açlık sende kafa yapıyormuş." "Hım." diye onayladım onu. "Yemeğim geldi. Sonra konuşuruz." Bir, yalan. İki, yalan. Üç, yanan. Sonra sadece sen ve kandırılanlar. "İkimiz de yemeğinin gelmediğini biliyoruz ama dediğin gibi olsun, Dalya. Görüşürüz," dediğinde telefonu kapatıcaktım ki beni donup bırakıcak o kelimeyi söyledi. "Kardeşim..." "Seni affetmek, kendimi kaybetmek ama," diye fısıldadığımda bu söylediklerimi yalnızca onun duymasını ümit ediyordum. "Sen, seni affedeceğim bir neden ver." Ben sırf bunun için bile seni affederim. Kendimi de kaybederim. Konuşmamızı sonlandırmak için elim ekrana doğru giderken ekledim; "Abi... Abicim..." "Sona kadar iyi gidiyordun." diye homurdandı Kılıç. Ben başımı kaldırmayıp kararmış ekrana bakmaya devam ederken, "Ne?" diye sordum kaşlarımı çatarak. Yandan, öne doğru eğildiğini gördüm oturduğu sandalyesinde. "Seni üzen herkesi bir kalıba sokup affetmek zorunda değilsin, Talya. Bunu unutma. Bu zamana kadar belli ki seni hep parçalamış. Un ufak etmiş ama sen onu kırmaya bile korkuyorsun. Bu sadece sana zarar verir. Bir şey sana zarar veriyorsa onu hayatında tutmanın bir anlamı yoktur. Çünkü hayatta kalmaya ihtiyacın var; hayatta ki savaş her zaman bunun üzerine kuruludur." "Hasta o," Fısıldadım. "Sinirini kontrol edemiyor." "Kalıbını da bulmuşsun bak!" Cenk burada olsaydı Kılıç'ın onun ağzını burnunu dağıtıcağına emindim neredeyse. "Bence sadece kendini beyenmiş narsist piçin teki! Kendini daha fazla küçük düşürme," Kirpiklerim titredi onun Cenk'le ilgili söylemlerine ve düşüncelerine. "Öyle söylemesene. Ne olursa olsun. Kardeşim o benim." "Belki düzelir umuduyla birini beklemek cehennemdir, Talya," Umutlar, birinin yaşamı ve ölümü. "Sen kimsin Kılıç?" diye sorduğumda irkildiğini fark ettim. Onun bir şeye karşı irkildiği görmek şaşırttı beni. Halbuki onu birinin ifadesini bile değiştirebileceğine dair şüphelerim vardı. "Sen, yardıma ihtiyacı olan kadına yardım eden bir adam mısın yoksa ben bir oyuna kurban giden kadın mıyım?" "Ne demeye çalışıyorsun sen?" Kılıç'ın ifadesi ve sesi bir anda öyle sertleşmiştiki dışarıdaki hava bir an daha soğuk geldi ve benim ürpermeme sebep oldu. "Neyi ima ediyorsun? O güzel kafanın içinde hangi saçma düşünceleri geçiriyorsun sen şu an?" "Duydun," dedim geri adım atmayarak. "Ne demek istediğimin de gayet farkındasın bence. Ben lafımı esirgemiyorum, direkt söylüyorum. Sen de söyle." Gerildiğinde kolundaki damarlar kendini daha belli etti. Şu an ondan korkuyordum. Kaşları çatıldı. "Bir amaç ya da salakça bir iddia yüzünden seninle ilgilendiğimi mi söylüyorsun?" "Açık konuşmak gerekirse senin, Cenk'in arkadaşı olduğunu ve bana ceza vermek için seni yolladığını düşünüyorum ya da belki de oynadığınız bir shot oyununun kurbanı olduğumu düşünüyorum. Ne istediler senden? İlk önce beni ağına düşürecektin ondan sonra da beni ortada bırakıp çekip gidecek miydin?" O kadar söylediğim şeyin içinde sadece bir yere takılmıştı sanki. "Ceza mıyım ben sana?" "Ödül de değilsin ama," Bir sis bulutu olduğumuz dükkanın çevresini kapladığından dışarıdan bir çığlık sesi yükseldi. Kar etrafı saniyeler içinde bembeyaza çevirecek kadar hızlı yağdığında birden ayağa kalkıp ne olduğuna bakmak için kapıya doğru koşmaya başladım ama bir el beni bileğimden yakalayıp kendine doğru çevirdiğinde bunu yapamayıp tekrar o mavilerde boğuldum. Kolumu, beni yatıştırmak istercesine aşağı yukarı doğru ovuşturup dokunduğu yeri yakarken, "Burada beni bekle, Talya!" dedi, üzerime eğildiğinde artık telaşlı gözleri ve ağır nefesi bana daha yakındı. "Ne olursa olsun buradan çıkma! Sakın, Talya! Bunu bana yapma ve sakın dışarıya adımını atma!" Bir elimi kaldırıp pürüzsüz yanağına yerleştirdiğimde bunu hep yapmak istediğimi fark ettim. "Sen de gitmesen olmaz mı? Birlikte çıkıp gidelim buradan. Bizi ilgilendiren bir şey yok ki. Ben gitmeyim sen de gitme," "Hayır söz verdim," Kafasını iki yana salladı ama elim yanağından kayıp gider korkusuyla olmalıydı ki bunu çok uzun tutmadı. "Söz verdim o tartı yiyeceksin. Ben gelemesem bile onu ye. Acele etme. Keyfini çıkara çıkara ye. Sözümü tutmamı sağla, Talya." Yalvarırcasına çıkan sesine gözlerim doldu hızlıca. "Tart umurumda bile değil, buradan çıkalım bana sen yaparsın, lütfen! Sözünü tuttuğunu görmeyecek misin?" Alt tarafı dışarıda bir çığlık duymuştuk ama ikimizin de sesli olarak kabul etmese de kabul etmesi gereken bir gerçek varmışcasına vedalaşıyorduk sanki birbirimizden. Sessiz kabullenişler daha zor. "Belki sözümü tuttuğumu bana sen söylersin," "Sen yoksan sözünü tutmanın da bir anlamı yok!" "Yoruldum," Omuzlarımı çöktürdü onun bunu söylemesi. Gözlerine çöken yorgunluk onda göremeyeceğimi düşündüğüm bir şeydi. "Geleceğim lütfen. Beni birde sen yorma." "Yormam. Git, geri gel ama. Sözünü tuttuğunu gör." Yüzümü avuçlarının arasına başını başıma yaslayıp kısa bir süre öyle kaldı. Gözlerini kapatıp dudaklarına dişlerini geçirdi. Benden uzaklaşmak istediğinde bana doyamamış gibi üzgündü sanki. Yüzünde kimsede olmayan bir güç ve güçsüzlük vardı. Hangisi doğruydu bilmiyordum. Alnıma değen dudaklarını hissettiğimde bunu bilerek mi yaptığını bilmiyordum ama bana iyi gelmişti. "Şimdi olmasa da geleceğim." "Bekleyeceğim burada. Söz." Tebessüm etti. "Güvenmediğin adama mı?" Kafamı salladım. "Güvenmediğim adama..." O derin bir nefes alırken ben nasıl nefes alındığını hatırlamaya çalışıyordum. "Geri dön tamam mı? Her ne olursa olsun. Bana dön." "Sana geri döneceğim." "Dön," dedim agresif bir şekilde. "Benden gidenler geri döndüklerinde bana dönmezler çünkü." O gitti. Ben kaldım. O kapıdan çıkarken bir adımım peşinden gitmek için ileriye doğru giderken ona, onu bekleyeceğimi söylediğim sözler zihnimde çınladı, yapamadım. Dışarıda yükselen sesler az önce de var mıydı bilmiyordum ama ben şimdi duyabiliyordum. Kafenin içindeki herkes bir bir dışarıya doğru akın ederken içeride bir kaos çıkmıştı sanki. Halbuki dışarısı daha tehlikeliydi şu an; içeride durmak herkes açısından en iyisiydi ama kimse bunu düşünebilecek bir olay yaşamıyor gibiydi. Böyle elin kolun bağlı bir şekilde birini beklemek, öleceğini bildiğin bir anda alnına yaslı olan bir silahın patlayacağı anı beklemek gibiydi. Belirsizlik... Belirsizlik kişiyi öldürür. O geri gelir miydi yoksa ona mecbur kalacak olan ben miydim? Aklım mantığım şaşardı bazen benim. En çok kendime zaman geldiğinde. O kadar uzaklaştırmışlar ki beni kendimden, o yol önümde dağ olup büyüyordu. Bakıyordum. Şimdi bir pastanede oturmuş, yakın bir arkadaşımla yiyeceğimiz şeyin kalorisini düşünüp ona kafa yorabilirdik. Eve gittiğimde annemin ve babamın yanaklarından öpüp evden neden kahvaltımı yapmadan çıktığımı tartışabilirdik. Cenk'in evdekilerden gizlediğimiz sevgilisi ortaya çıktığı için ikimiz de fırça yiyebilirdik ama şu an... Ne yapacaktım ben? Tanımadığım bir adamla sırf içimde olan bir dürtü yüzünden yanında olup bana geri gelmesini mi bekleyecektim? Ben canıma cani miydim? Acımaması gerektiği yerde başkalarına kızıp ben mi deşecektim kendimi? Koluma değen bir şeyle çığlık atıp yüzüme yumruklarımı siper ettiğimde orta yaşlı bir garsonun bana olan tedirgin ama yaptığımdan dolayı şaşkın bakışlarını fark ettim. "Hanımefendi, mekânı boşaltıyoruz. Rica ediyorum ki hızlıca aracınıza geçip buradan uzaklaşın." "Neden?" Hâlâ avucumun içinde olan telefonun daha sıkı tuttum. "İçeride durmamız daha mantıklı değil mi? Dışarıda silahlı bir şahıs olabilir." Kafasını iki yana salladı garson acele ederek. "Birkaç müşterimiz baygınlık geçirdi..." "Stres ve korkudan kaynaklı olabilir." "Hayır, değil maalesef. Doğal gaz kaçağı olmasından şüpheleniyoruz. Bazı kişilerde kusma, mide bulantısı ve halsizlik gibi şikayetler de aldık." Zaman. Benim ölümün ve başlangıcım. Ben istedim diye akar, ben istedim diye durur muydu? Dışarıya kaydı bakışlarım, yutkunamadım. Dilim damağım kurumuştu sanki. Bedenimde hissettiğim herhangi bir değişiklik yoktu. Varsa da yoktu. Ben kendimi oldukça iyi ve dinç hissediyordum fakat diğerleri için aynısı söylenebilir miydi? Akın akın kaçan ve yaşamak için, yaşamanın uğruna bağıran kişiler için hâlâ bir umut var mıydı yani şimdi? Biliyordum. Onlar için bir umut yoktu; insanlık için bir umut yoktu. Dışarıda olan sis bulutu dağılmamış, daha çok artmıştı. Kapı altlarından, cam aralarından ve havalandırma borularından içeriye sızan gazı görebiliyordum. Dudaklarımı ağzımın içine alıp ezerken gözlerim dolmuştu. Yapabilseydim o an yere çöker saatlerce ağlardım ama ben sadece bakıp yumruğumu vuruyormuşçasına ağzıma kapatmıştım. Dışarıdan bir kişiye kriz geçiriyor gibi göründüğüme emindim ama hayır. Ben hiç olamayacağım kadar dinç ve kendimden emindim ve hata yapma payım yoktu. Kafamı onu onaylamadığı belli edercesine bükerken, "Yanılıyorsunuz," dedim ama bu dediğimden gurur duymuyordum. "Bir yerde de haklısınız ama yanılıyorsunuz çünkü ne yaparsanız yapın ölecekseniz. Bugün buradan sağ çıkmanızın imkanı yok," Ben adama bakmazken adam kendime getirmek istercesine sarstı beni biraz sert bir tutuşla omuzlarımdan. "Abicim bak, burada ölmeni istemiyoruz tamam mı? Hadi şimdi hızlıca buradan çıkıp aracına bin ve ne kadar uzaklaşabilirsen o kadar uzaklaş. Canını kurtar, yolda bulmadın sen o canı," "Siz de bulmadınız," Kaç senelik abimin bana yapmadığını yapan bu adama gülümsemek istedim. "Ne?" Adamı omuzlarından itip ön tarafa doğru koşarken etrafa bağırarak, "Hemen cam, kapı, baca ne varsa kapatın!" dedim. "İçeride oksijen olmadığına inandırın beni! Sakın solumayın, gördüğünüz her gazdan kaçın! Çabuk!" Delirmiş gibi bağırmama karşın birkaç kişi beni tutmaya çalışırken bazıları dediğimi kabul etmişcesine birileriyle kavga edip çıkmaları için açtıkları kapıları kapatmaya çalışıyorlardı. Ben de beni tutan kişilerden kurtulmak için çırpınmaktan ve bağırmaktan başka bir şey yapamıyordum. "Açın kapıları! Açın!" diye bağırdı sarışın bir kadın kendi nabzını sayarken. Bana beni öldürmek istercesine bakarken ben aynısını onun için yapmıyordum. "Bir deli yüzünden burada ölemem!" Önde olan garsonlardan birisi, "Zorluk çıkarmayın lütfen." diye uyardı kadını, hafif geri iterek. "Ya beni nişanlım bekliyor! Yeni bebeğimiz oldu, ismi Umut! Beni bekliyor! Annesini! Beni!" Elini kalbine vurup kalbimi parçaladı benim. "Kırkı çıkmamış bebeğin, sorumsuz annesi yüzünden nasıl bırakırsınız onu annesiz?" Gözlerinin dolduğunu seçebildiğim kadın yüzünden birkaç kanadım kırıldı. Ben melek değildim halbuki. Kanatlarım yoktu, onları kıracak biri ya da herhangi bir şey yoktu. Ne gerekiyordu hiç yoktan gülümsemek, hesap vermeden yaşayabilmek için? Kır kanadımı, demiş kelebek. Hiç yoktan kır ama kalbimi kırma. Yarına ikisi de olmayacak; ömrüm kanadımdan kısa. "Debelenme be kızım!" dedi arkamdan bir abi. "Kaosu yarattıysan arkasında dur. Bak..." Eliyle etrafta benim başlattığım kıyameti gösterdi. "Bu kargaşa senin ve sensiz devam etmeyecek." Yapmazdım ben aslında hiç öyle şeyler. Benim hayatım kavga kıyametti hep ama ben yaşamayı öğrenmiştim, onlar da öğrenseydi keşke. "Bakın!" Bağırdığımda içeride oluşan yüksek ses bir anda kesildi ve herbir gözün benim üzerine nüksettiğini fark ettim. "Hiçbiriniz zehirlenmedi, tamam mı? Dışarıda gördüğünüz sis bulutu gibi duran şey aslında sis bulutu değil. Ne olduğunu bana sormayın ben de bilmiyorum ama değil işte! O sizi bu hale getiriyor. Olabildiğince dumanın içeriye girmesini engelleyin ve olabildiğince az nefes alın. Ne kadar zaman var bilmiyorum ama bu dumanı engellemenin bir yolunu bulamazsak hepimiz büyük ihtimalle öleceğiz. Ya da amaçlarını bilmeyi geçtim, tahmin bile edemeyeceğimiz kişiler tarafından türlü şeylere kurban gideceğiz. Hayat sizin!" Kapalı olan kapıyı işaret ettim. "Siz seçin!" Vicdan, azaptır. Ne oluşacak sessizlikle zihinleri susacaktı ne de kaybolan vicdanları. Vicdan, azaptır. Öldürmez süründürür. Vicdana muhtaç bırakır ve sessizliği sürdürür. Bakışlarında gördüğüm şeyler korkunçtu. İnsanlar korkunçtu; karanlık değil oradan çıkan bir insan daha çok korkunçtu. Hepsi oradaydı. Bir çabaları vardı. Aynı amacı güdüyorlardı ama sadece kendilerine varlardı. Birlikte olduklarını değil, bir canları olduğunu düşünüyorlardı. Halbuki hepsinin bir canı vardı. Kendilerine olmasa bile vardı. Bencillik... İnsan oğluna verilmiş en büyük lütuftu ama umudunu yitirenlerin sonu oldu. "Cemal, oğlum," diye seslendi yaşlı bir adam dakikalar sonra birine. "Camları sıkı sıkı kapat. Elinden geliyorsa üzerlerini bir şeyle ört. Havalandırma borularının içlerine bir şeyler sıkıştır, içeriye hava almasın." "Merak etme baba," Garson çocuk, yaşlı adamı kısa bir baş eğerek onayladığında bir yere doğru koşmaya başladı. "Ben hemen hallediyorum." "Nasıl çıkacağız ki içeriden? Bu anca yaşamamız için yeterli, kurtulmamız için değil," Bunu söyleyen kumral bir kadındı ve herbir kelimesinde haklıydı. Ne denirdi ki? Sorduğu sorunun cevabını burada benim de dahil kimsenin bilmediğine emindim. "Şu an için önceliğimiz yaşamamız zaten," dedim. "Yaşamadıktan sonra kurtulmamızın bir anlamı kalmaz." Demin giden garson çocuğun, "Kapatabileceğim her yeri kapattım baba," diye içeriye dalmasıyla tekrardan bakışlar onu buldu. "Ama bir sıkıntımız daha var..." Gözlerimi sıkı yumdum. Çırpınmak yersizdi. Durdum. Ve ne olacağını bildiğim tek gerçeği çıkardım dudaklarım arasından. "Burada ne kadar kalacağımız da belli değil... Çok kalırsak oksijensizlikten de ölebiliriz. Ciğerlerinizi zorlayacaksınız aldığınız nefesin sizi öldürmemesi için. Bu da işleri kolaylaştırmış olacak. Burası çok kalabalık. İllaki birileri ölecek. Bazılarınız gazdan etkilenmeye başlamış bile, ki içeriye duman girmemişti daha bile..." Daha ne kadar sessizleşebilirdi, insanoğlu insanoğlu yüzünden? Yaşadıklarımız saçma değildi, sahte ama ya çok zor olduysa? Bahçeye kendi ellerimle diktiğim çiçekleri ateşe vermek beni de katil yapardı o zaman. Zamanın katili. Mutluluğun katili ve birinin katili. "Kızı rahat bırak, Ertuğrul." Yaşlı adam ardımda bir yere bakıp konuştuğunda kolumdaki baskının hafiflediğini ama tam anlamı ile geçmediğini hissedebiliyordum. "Ama abi rahat durmuyor..." Kaşlarını çattı yaşlı adam. Sevimli görünmesini beklerdim bunu onda gördüğümde ama kesinlikle beklediğimle uzaktan yakından alakası yoktu. "Senin siktiğimin canını düşündüğü için rahat durmuyor. Evet!" “Yapmayın lütfen!” diyerek aralarına girdim vicdanım el vermediği için. “Kavga etmenizi hiç istemem ama edecekseniz de böyle bir durumda etmeyin lütfen.” Yaşlı adam, “Haksızlığa uğradığında hep susar mısın böyle sonrasını düşündüğün için?” diye sorduğunda buz kestiğimi ilk defa fark ettim. Buzlar içinde kalmış duygularım infilak ettiler çok kısa birkaç kelimenin birleşmesine sanki. “Ben…” diye mırıldandığımda söyleyecek bir şey bulamadığım için ayağımın altından kaymaya başlayan zemini izledim. Suçlu bir çocuk gibiydin şu an parmaklarımla oynuyordum ama çocuk nasıl olunur onu da bilmiyordum. Belki benziyordum belki de uzaktan yakından alakam yoktu. “Sen böyle kendini ezdirtirsen seni daha çok ezerler kızım,” dedi yaşlı adam babacan bir tavırla. “Savunmasız biri varsa kimse onu ezip geçmekten korkmaz. Geri de durmaz. Savunmasızdır çünkü. Savunmaz kendini susar sadece onların da susacağı zamanı bekler ama onlar sustuğunda da hiç konuşamaz.” Sadece birbirimize baktığımız saniyelerde onun elaları bana bakarken daha da koyulaşmıştı sanki. Kendimi ezdirmeme izin verdiğim için kızmıştı sanki bana. Hatta ezilmeme değil buna izin verdiğim için kızmıştı sanki. Babam olsaydı o da böyle kızar mıydı burada olan yaşlı adam gibi bana acaba bana beni düşündüğü için? Kim düşünür ki seni, Dalya? Peki sen niye bunu düşünüyorsun ki, düşman mısın kendine de acıyan yerine bastıracak kadar? Elimde varlığını unuttuğum telefondan bir bildirim sesi yükseldiğinde, sesle birlikte benim de ellerim havalandı yüzüme doğru. Gözlerim seçemedi. Görmek ne büyük lütuf görmeyene ama görmesin istedim. İnsan neden neden doğruları gördükten sonra kör olmak ister ki ne büyük lütufken? Neden düşmandır insan insana bu kadar, göz yaşları yağmurdan daha çok akarken? Geçmişe çare bulsun biri… Ya da gelecek, geleceğine değer olsun şimdi. Yoksa öleceğim ben bu dünyanın kahrına. Beyaz… Nefret ediyorum ben senden. Neden masumsun ki bu kadar? Sen belli edersin her şeyi de konuşabilen konuşamadıktan sonra onu kim anlar? Ne kadar anlatsam da, dinleyen olmadıktan sonra… Su akar yolunu bulur da ben bu saatten sonra mutluluğu bulamam. Uğramaz bana. Düşman sanki bana. Mutsuzum… Bunu demek niye bu kadar zor? Ne oldu bilmiyorum. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar kısa sürmüştü ve ben içerideki herkesi ölüme terk etmiştim, şimdi yaratıcı sormaz mıydı bunun hesabını bana ölüme terk edileceğim zaman? Camlar kırılmıştı. Ben kırmıştım. Emindim bu sefer. İçeriye akın etmeye başlamıştı zehirli hava, olay mahallini bırakıyordu arkasında. Soğuk kanlı bir katıl gibi çekmişti bıçağını yummuştu gözünü. Eli ayağı birbirine dolanır da kendine saplar mıydı o bıçağı yoksa hayat sadece masuma mı haramdı? Çığlık atıyordu sanırım herkes. Ben sağlamıştım onu da. Yaratıcı şimdi son anımda çığlık attırmaz mıydı bana? Sormaz mıydı bunca masumun hesabını? Neredeydi duygularım, biraz bıraksalardı ya bana… Koşuyordum deli gibi. Artık uzaklaşmıştım hapsedilmek zorunda olduğum o mekandan. Ardımda bıraktıklarım değildi umurumda. Beni de arkada çok bırakmışlardı ben hiç kırılmadım onlara. Herkesin içinde olurdu bencillik. Masumluk Melek’e mahsustu. Beni de öldürseydi ya şu hava. Bekliyordum ama ölüm bile gelmiyordu sanki bana. Dört dönüyordum etrafta ama karın üzerinde çıkan ayak izlerim hariç ve onlardan çıkan boğuk ses hariç yoktu hiçbir şey bana. Sonra onu gördüm yerde. Kanlar içinde. Kılıç’ı… Yatıyordu. Bayıltılmıştı ya da. Her yeri yara bere içindeydi. Bitmişti. Tükenmişti. Aynı benim gibi. Aramızda olan birkaç adımı kapattım hızlıca. Adımlarım donar, gidemem ona zannettim ama vardım ona. Geç kalayım istemedim. Yanına çöktüm yavaşça. Güzel yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Şu an çok masumdu gözümde. Sanki şu an dünyada tek iyilik bilen biri vardı. O da; oydu. Bu düşünceme gülerdim normal bir zamanda olsak ama normal değildi benim hiçbir zamanım, ya da yoktu vakit buna. Gözleri açıldığında hızlıca, “Demiştim ben sana!” diye sitem ettim. “Bak! Beyaz belli ediyor işte her şeyi! Kar kıpkırmızı olmuş, sebebi senin kanın! Nefret ediyorum kırmızıdan ve beyazdan da… Biri çok masum biri de çok yaralı, hiç adil değil!” Ağlayabilir miydim şu an, vardı çok ihtiyacım. Ben kanla kaplanmış beyaz tabakayı izlerken onun derin nefes sesleri geliyordu kulaklarıma ama reddediyordum onun mavilerini görmeye. Görürsem ağlardım, o zaman da anlardı güçsüz olduğumu… Değil mi? Anlamasın. Kimse. “Ağlama,” diye sıkıntılı homurtusu yankı yaptı zihnimde. “Ağlamıyorum ben,” diye reddettim hemen onu. “Ağlama,” dedi tekrar benimle inatlaşarak üzerine basa basa. “Benim yanımda ağlamaman gerektiğini söylemiştim. Teselli edemem seni. Ağlama.” “Evet,” diyerek onayladım onu burnumu çekerek. “Ben de teselli arayacağım son insanın sen olduğunu söyledim, sen de onayladın…” Sustum. Gözlerimi kapattım ve kafamı aşağıya eğerek yutkundum ağırca. “Ne olacak şimdi? Ne yapacağım?” “Yürü, Talya,” “Ne?” “Bakma arkana hiç. Yürü sadece. Kurtarılamayacak birine duyulan vicdan senin ihtiyacın olan vaktinden alır sadece.” “Seni anlamıyorum…” “Önünde uzun bir yol var, Talya…” dedi sanki son sözlerini söyler gibi bir hali vardı. Bırakmazdı değil mi beni herkes gibi? “Ya yürür pişman olursun ya da geriye döner daha da pişman olursun,” “Her türlü pişman olucaksam kalırım olduğum yerde. Ne ileriye giderim ne de geriye dönerim.” “Ölürsün öyle de…” “Sorun değil…” “Tart,” dedi aramızda süren kısa sessizliği bölerek. “Yedin mi?” “Cık,” diyerek olumsuz bir cevap çıkardım. “İçeridekileri kurtarmaya çalışıyordum. Geldi mi gelmedi mi göremedim. Özür dilerim,” “Söz vermiştin halbuki,” “Demek ki ikimiz de verdiğimiz sözleri tutamıyormuşuz. Sen de dönmedin…” Ne olur susma Kılıç. Konuşmaz kimse bana. Kışı da sevmiyorum ben. Beni kışla yalnız bırakma. Soğukla yalnız bırakma. Çiçekler ölmez mi bu soğukta? “Peşindeler, Talya,” Gözlerim ne dediğini algılayamadığım için kısıldığında bakışları kararmıştı aniden. “Ben kurtulurum ama senin de kurtulman lazım. Ben kurtaramam seni, senin kurtulman lazım,” “Kim?” diye sorabildim sesimi bulabildiğimde. “Biri ya da birileri. Karanlığa bulaşmamaya çalış. Karanlık yutar insanı. Aydınlık da çok belli eder. Nerede duracağına sen karar ver.” “Kılıç,” diye fısıldadım mavilerine bakarken. Ağlama duygusu yerini endişeye bırakmıştı. “Mesaj geldi telefonuna. Açtım ben de ama…” “Sana gelmişti zaten,” diye tamamladı cümlemi benim tamamlamama izin vermeyerek. “Bu da ne demek oluyor? Anlamıyorum, Kılıç. Bildiğimden kendimi korurum ama kendimi neyden korumam gerektiğini bilmeden nasıl koruyacağım yardım et!” Bakışları arkama kaydı. Dakikalar önce benim yaptığımı yaptı ve o da yutkundu. Gözlerini sıkı sıkı kapattı ve sıcak avucunu buz kesmiş avucumun üzerine yaslayıp baş parmağıyla okşadı, Canından can gidiyordu sanki. Neden gidiyordu? Canı ben olamaz mıydım? Ben gitmezdim ondan. “Özür dilerim, Yıldız Çiçeği…” “Kılıç neden veda,” Ağzımın üzerine bir el aniden kapandığında cümlem yarıda kaldı. Büyük bir çığlık atıp çırpınmaya başladığımda Kılıç’ın büyük eli ile benim küçük elim birbirinden zincir gibi koptu. Bana bakmadığını biliyordum. Bakamazdı çünkü. Utanırdı yaptığından. Yaratıcı bunun hesabını da ondan sorardı. Ağzımdan çekilmeyen el yüzünden nefes alamazken daha da çırpınmaya başladım. Karları tekmeleyip etrafa saçarken içeride bir bir ölen insanların böyle duygularla mı öldüğünü düşünüyordum. Korkunçtu. Ciğerim sökülüyordu sanki. Suratımda ve vücudumda sahip olduğum ve geçmeye yüz tutmuş yaralarımın hepsinin tek tek sızladığını hissettim ama sustum. Çırpınmak kurtulabilecekler içindi. Ben bu saatten sonra kurtulamayacağımı biliyordum. Ve sonra onu gördüm; elinde servis tabağı tutan ama kesinlikle garson olmadığına emin olduğum genç bir adamı. İlk önce mavinin çirkin bir tonu olabileceğine önceden ihtimal vermezken şimdi olabileceğine emin olduğum o mavilerine baktım. Sonra alayla kıvrılmış dudaklarına, kızıl saçlarına ve en son… Elinde olan tabağa. Karamelli tarta. Adam rahat bir tavırla bize doğru yürürken bir manken gibi kıvırıyordu. Deli olmalıydı. Aklını kaçırmış olmalıydı. Dehşet içinde onu izliyor olmamın başka bir açıklaması yoktu. Arkadan bileklerim koparılacakmış gibi tutulup diğer iki el de omuzlarımdan çekerken aklımda bulunan tek şey dehşet içinde olduğumdu. Karamelli tart yerle buluştu. Daha tadının neye benzediğini bile bilemeden. Afiyet olur mu sahiden? Afiyet olmadı. Beynim uyuşmaya başladı. Etraf karardı. En son gördüğüm şeyler onun güzel mavileri ve hiçbir zaman neye benzediğini bilemeyeceğim, üzerime lanet gibi binen karamelli tartın yerle buluşması oldu. Bir… İki… Üç… Aydınlık kayboldu. Dört… Beş… Altı… Karanlık çok daha yakındı. Yedi… Sekiz… Dokuz… Karanlıktan korkan küçük kız karanlığa saklandı; muhtaçtı. Şimdi mutlu bir kadınsın ama kendinden geriye ne kaldı? ❀❀❀ Size çookk uzun bir bölümle geldim ve bu bölümde Cenk'in Dalya'ya olan tavırlarını, davranışlarını daha iyi anlamış olacaksınız. Ve sizden bununla ilgili fikirlerinizi söylemenizi istiyorum. Sizce Cenk haklımı Dalya'ya yaptıklarına? Birde şöyle düşünmenizi istiyorum. Biz hikayeyi sadece Dalya'nın ağzından dinledik. Hiç Cenk'in tarafından bakmadık. Belki hikayeyi Cenk anlatsa Cenk kötü adam değil, Dalya kötü kadın olur? Instagram: ber.enust Önemli şeyler oradan bildirilecektir ❀
|
0% |