@ber.enus
|
Oy+yorum ve başlama tarihinizi alabilir mi bu kız acaba? Instagram'a da davetlisiniz efendim... Instagram: ber.enust Keyifli okumalarrr ❀ ♪Kahraman Deniz-Tuzaklara Düştüm ♪Lil Peep-Broken Smile ♪Martin Garrix, Bebe Rexha-In The Name Of Your ♪Maneskin-The Lonelıest
Acılarımı saymaya kalktığımda Daha yaşıma gelemeden Süzülen gözyaşımaydı isyanım benim. Zaman gibi akan tanelerimi, Ben görmeden siler misin, sevgilim? Elmacıklarımda dikenlerim yok, Kanatmaz benim gözyaşlarım seni.
❀ ❀ ❀
Önce bir sevdayı unuturdu insan sonra da neyi unuttuğunu. Hatırlamazdı belki sızlatılan yeri ama acıdığını gösterirdi zaman ona. Kalbiyle aklı arasında ki o ince çizgide yürürken, sona yaklaştığında bir rüzgâra kapılıp küsecekti hayata, hayatta ona... Aklını dinlese zihni susmayacaktı, kalbini dinlese vicdanı. O sebeple bıraktı bir yerden kendini aşağı. Çıkmaz olduğunu bildiğim bir yola girip, şansımla çıkışı bulmak istemem gibiydi hayat bana. Şans desem, yok. Çare desem, yok. Sesimi duymalarını beklesem, susan bir zihinleri yok. Her şey bir yokluktan ibaretti. Asla gerçekleşmeyecek olan hayallerimden daha uzun olan merdiven basamaklarını inerken içime ekilen korku tohumları herbir adımımımda birkaç santim daha uzuyordu. Üzerime bindirilen sorumluluk, üzerime biçtikleri kaftan bana bol geliyordu. Ağırdı, kaldırmamı bekliyorlardı. Ama sanki benim ne kuvvetim vardı ne de dermanım kalmıştı. Basamaklar bittiğinde sıcak bir ter damlası şakakalarımdan aşağıya doğru kaymaya başladı. Korkuyordum, bu bir itiraf mıydı yoksa korkulu bir germek mi bilmiyordum ama hayatımın çoğunlukla bundan ibaret olduğunu bilmek beni yoruyordu. En büyük korkum da korktuklarımın arasında korkmadıklarımla kalmaktı. Uzun camdan kapıya sadece birkaç adım kala, ellerim kulpla buluşamadan önüme iki tane iri cüsseli gardiyan kılıklı koruma geçtiğinde biraz gerileyip onlara bakabilmek için başımı yukarıya doğru kaldırmak zorunda kalmıştım. Bakışları hiç dost canlısı görünmüyordu, yanlış bir hareketimde neler olurdu kestiremiyordum. Düşüncelerimin aksine sakince, "Ah peki," diye mırıldandım o tehlike saçan ifadelerinden daha fazla kaçamayarak. Sertçe yutkunurken bakışlarımı kaçırdım. "Sadece bir tanıdığa bakıp çıkacağım," İkisinin de beni kaale almadığını değişmeyen surat ifadelerinden okuyabiliyordum. Sağ tarafımda olan buğday tenli olan tek kaşını kaldırdırırken sol yanımdaki adamın ifadesi alayla parladı. Büyük avucunu açıp bana doğru uzattı ama bunu yaparken bile avucuna bir şey bırakmayacağımı bildiğine adım gibi emindim. Eğlence için kullanılacak o masum kadınlar birkaçından biri bu akşam bendim onlara. "Kimlik görebilir miyim?" Buraya girebilsem çıkabilecek miydim, emin değildim. Bu adamlar beni kaç saniyede etkisiz hale getirirler acaba diye matematiğini yapacak zaman da yoktu. Kıskaçlarına takılmıştım bir kere, bu saatten sonra ya huylarına ya sularına. "Gerek olduğunu sanmıyorum," dedim beni içeriye almayacaklarını bilerek. "On sekizin altında olmadığımı anlayabilirsiniz bence," Yeşil gözlerinde hiçbir yumuşama yoktu. Uzlaşma sağlayacaklarını sanmıyordum zaten benimle. "Prosedür gereği almamız gerekiyor yoksa size çıkışa kadar eşlik etsin arkadaşlar," Nazik bir tehditti bu. Alttan alttan buraya asla giremeyeceğimi ima ediyordu. "Yalnızca iki dakika, lütfen." "Sizi içeriye alamayız küçük hanım, üzgünüm," "Neden anlamak istemiyorsunuz? Önemli diyorum!" "İşimizi yapıyoruz," dedi alayla. "İşimiz de sizin gibi küçük kızların bu gibi sorunlarını ortadan kaldırmak," Beni çıldırmanın eşiğine getirip benim eğlenmelerine kaşlarımı çattım. "Bir yakınım burada çalışıyor," dedim tehditkâr bir evhamla. "Araya onun girmesini istemezsiniz. Bu zamanlarda iş bulmak zor," Gözlerini kıstığında hâlâ benimle eğleniyordu. "Sizin burada çalışan tanıdığınızın ismini öğrenebilme şansımız var mı? Sadece meraktan,"
"Cenk Alamer'in kardeşiyim." Etrafımdaki herkes öyle gür kahkahalar atmaya başladı ki, korkudan dilimi yuttuğumu sandım. Etrafıma bakarak ne olduğunu anlamaya çalıştım ama bana olan alaylı ifadeler haricinde hiçbir şeye rastlayamadım ve bu beni ürküttü. Karşımdaki yeşil gözlü adam yanındaki siyahi adamı dürtüp, "Duydun mu lan?" diye sordu gülmeye devam ederek. "Cenk Alamer'in kardeşiyim diyor. Aslında biz de burada çalışmıyoruz, ben Cenk Bey'in uzaktan karısıyım." Kısa bir duraksadı ve sırıtmaya devam etti. "Ah pardon, kocasıyım diyecektim." Elimi sinirle saçlarımdan geçirirken bir yandan da dersime kalan zamanı hesaplamaya çalışıyordum. Geç kalacaktım... Yine. Ve aynı sebeple. Sorumsuzlukları yüzünden geleceğimden de olacaktım. Huzur beni terk etmişti. Karanlık bana çok yakındı. Serkan, "Onu içeriye alın," diye seslendiğinde hangi ara geldiğini bilmiyordum. Sadece heyecanla kapının olduğu tarafa doğru döndüm ve korumaların önümden çekilişi izledim. "Serkan," diye seslendim ona olur olmadık. Neden seslendiğimi bilmiyordum. Bir refleks olmalıydı seslenişim. Serkan'ın alev kırmızısı bakışları bana dokunmak yerine baktığı yeri yakacak bir şekilde beni içeriye almayan yeşil gözlü adama bakıyordu. Saniyelik bile olsa yumuşamıyordu. "O, Cenk'in kardeşi." dediğinde bakışlarında oluşan şaşkınlık ifadesi şu durumda bile beni güldürebilirdi. "Bir daha böyle bir akılsızlığınızla karşılaşırsam, ben söylemeden siz çıkın buradan. Yanında çalıştığınız adamın çevresini de iyi öğrenin." Koruma, mahçup bir şekilde kafasını yere eğdiğinde, "Üzgünüm, Serkan Bey. Bilmiyorduk Cenk Bey'in kardeşi olduğunu." diye açıkladı kendini, Serkan'ın gazap veren konuşmasından kurtulmak için. Serkan ona bir cevap vermezken bana döndü, baştan aşağıya vücudumu süzdüğünde bana bir şey yapıp yapmadıklarını anlamaya çalışıyor gibiydi. "Ben iyiyim." dedim merak etmemesi için. Alevleri yüzüme çevrildi. "Sana bir şey yapmadılar değil mi bu itler?" "Hayır," dedim hızlıca ama biraz daha gelmeseydi o zaman aynı cevabı verebilecek durumda mı olurdum emin değildim. "Bir şey olmuş olsaydı sana söylerdim. Yeni gelmiştim zaten." Kaşlarını çattı. "Neden beni aramıyorsun?" "Daha çok zorluk çıkarmak istemedim. İşlerini yapıyorlardı." Gözlerini devirmek ister gibi bir hali vardı ama imajını bozmamak için yapamamış olmalıydı. "Bir daha canını sıklamalarına izin verme." "Bir şey olduğu yok, abartıyorsun." "Sıkmamışlar, belli oluyor," Neden alayla konuştuğunu anlamadığım için ellerimde olan bakışlarını takip ederek ben de aynı yere baktım. Başımı çevirmemle birlikte büyük bir şaşkınlık bedenimi esir aldı. Avuçlarımın içi siyah saç tellerimle doluydu ve ben bunu yaptığımın farkında bile değildim. Hangi ara yapmıştım bilmiyordum. Şimdi fark ediyordum saç diplerimin sızladığını. Elimi saçlarımın üzerine koyduğumda önemli bir şey değilmiş gibi Serkan'a dudak büzdüm. "Önemli değil, acımıyor." diye kafamı iki yana sallayıp dudaklarımı dişledim yalanıma. "İçeriye girelim mi? Derse yetişmem lazım." Birkaç saniye daha hiç kımıldamadan olduğu yerde dikildi. Ellerini siyah kot pantolonunun ceplerine soktu acelesiz bir şekilde. Saçlarıma baktı sonra da avuçlarıma. "Olur," dedi başını sallayarak. Beni beklemeyip gideceğini sandım ama o, beklemediğim bir anda arkasına döndüğü gibi yeşil gözlü olan adamın suratının tam ortasına yumruğunu geçirdi. Ağzımdan bir çığlık kaçtığında elim dudaklarımın üzerine kapandı. "Şükret ki Cenk görmedi," diye bağırdı adama. "Önce o, on tel saçı sana yedirir sonra da onun canını sıkabileceğin can bırakmazdı sende." Diğerlerinin müdahale edeceğini düşünmüştüm ama hepsi bir kaç adım gerileyip onlara alan sağlamaktan başka bir şey yapmamıştı. Kısa bir an onlara baktım yardım etmeleri için ama bakışlarıma bile karşılık vermemişlerdi. Onlardan medet ummayı bıraktığımda kana susamış aç bir canavar gibi karşısındaki adamı hırpalayan Serkan'a doğru atılmak zorunda kalmıştım. Korkudan omuzlarım sarsılırcasına titriyordu. Dişlerimin birbirlerine vurup çıkardığı tok sesler kafamın içinde bir uğultu oluşturacak kadar kuvvetliydi. Onlara bir zarar versin istemiyordum. Saçlarımı yolmam korkumdan olmalıydı. Benden büyük kaç tane adama annelik yapmak zorunda kalmamdan dolayıydı. Kimsenin bir kusuru, suçu, kabahati yoktu. Üstüme çıkıp tepinmelerine izin veren de bendim, bunun için söylenen de. Serkan'ın bir diğer yumruğunu havada bırakacak bir şekilde, "Sizin yüzünüzden oldu!" diye bağırdım. Hareketleri kesildi, göğsü aldığı sert nefeslerinden kalkıp inerken bana bakmıyordu. Kaldırdığı sağ yumruğu titriyordu. Sinirden miydi bilmiyordum. Kendini kontrol edemediği için olduğunu varsayıyordum. Son söylediğimi dememeliydim belki, patavatsızlık yapmayıp başka bir şekilde durdurmalıydım onu ama laf ağzımdan çıkmıştı, artık benim değildi. Hafiften bana doğru kafasını çevirdiğinde sağ profili görüş hizama girdi. Biçimli burnunu seçebiliyordum. Dişlerini sıktığı için kasılan çenesinden dolayı alnında bir damar çarpıyordu. Şu an hiç olmadığı kadar tehlikeli ve korkunç bakıyordu. "O ne demek?" diye sordu. "Ne yaptık biz?" "Bir şey değil," "Söyle, Dalya," "Seni durdurmak için söyledim. Öyle bir şey yok." Yerinde doğruldu. Dağılan saçlarını gözlerinin önünden çekmek için başını iki yana salladı. Yanıma yaklaştığında kolumdan kavrayıp kendine doğru çekti beni ama dokunuşu ve hareketleri duygu durumuna göre oldukça nazikti. "Yalan söylüyorsun." Kendinden emin olan ifadesine kaşlarımı çattım. "Hayır, duymak istediklerini işitmediğin için doğruluğunu kabul etmiyorsun." Duraksadı. "Cenk bir şey mi söyledi?" "Bir şey mi söylemesi gerekiyor?" diye lafı çevirmeye çalıştım. "Bana laf cambazlığı yapma, Alamer." "Laf cambazlığı yapmayayım öyle mi?" Kaşlarımı yukarıya doğru kaldırdığımda içimden taşan siniri durdurmak istemedim. Yakıp yıkmak istedim. Bir şeyi alttan almak değil o şeyi ben yapmak istedim. Kendini kaybetmek nasıl bir his ben de tatmak istedim. Elimdeki kırmızı çantamı yere fırlatıp omzuna çarparak cam kapıya doğru yürüdüm. Kapıyı açmak için uzanan elimin üzerine Serkan'ın eli kapandığında sertçe geriye doğru çekip ona baktım. İçimden dışarıya taşmak için çırpınan bir ateş tufanı vardı sanki. Onu dizginleştiremiyordum. Hep bir sonrakinden daha çok harlanıyordu. Kaşlarımı çattım. "Ne yaptığını sanıyorsun?Çekil önümden." "Bekle beraber girelim," dedi ama ben alayla gülümseyip tekrar kapıya yöneldiğimde bu sefer dirseğimden tuttu. "Boşuna uğraşma, kapı kilitli." Bu sefer de dirseğimi ondan kurtardığımda delirmiş gibiydim. Alttan almaktan, ötelenmekten, hayattan her şeyden bıkmıştım artık. Damarıma basıyorlarmış gibi geliyordu. Kalbimin üzerine çıkıp tepinseler ancak bu kadar acırdı. "Biz ne oluyoruz?" Sorum şaşkınlıkla bana bakmasını sağladı. "Nereden geliyor bana olan bu korumacı tavrın?" Boğazını temizledi rahatsız olarak. "Arkadaşımı korumak istemem hata mı senin için?" "Sizin yüzünüzden saçlarımı koparttım ben, şimdi iki telini avucuma bıraktıkları için hesap soramazsın!" "Üzgünüm," Ben de. Öylesine sinirliydim ki öfkeden boncuk boncuk terliyordum. Saldıracak ve hırçınlaşabileceğim birini ya da bir şey arıyordum ama bulamıyordum. "Arkadaşım dediğin insanları bu kadar koruma. Ben senin sevgilin değilim. Dostun değilim. Korunmaya muhtaç aç bir kadın da değilim," Göğsüne vurup birkaç adım geriye sendelemesini sağladım. Ama buna izin vermese onu yerinden bile kımıldatamayacak olduğumu biliyordum. Hıncımı çıkarmam için bana alan sağlıyor gibi görünüyordu. Ona daha çok vurmak için avuçlarım kaşınıyordu. Buna hakkım var mıydı, bilmiyordum. "Sadece biraz nefes almak istiyorum! Mola vermek istediğimde ardımda bıraktıklarımda aklım kalsın istemiyorum! Sizinle olmadığım zaman çektiğim her nefeste, kanınızın kokusunu solurum diye çok korkuyorum! Korkmak istemiyorum! Anlayın artık beni! Çok mu zor! İmkansızı mı diliyorum, bilmiyorum ama artık bir dileğim var, anlamanızı diliyorum! Anlayın istiyorum!" Gözlerimin önü kararıyordu ama sanki bedenimi ayakta tutan bir şey vardı. Düşmeme izin vermiyordu, daha dik durmamı sağlıyordu. Etraf kararacakken daha çok aydınlatıyordu. Dizlerimin üzerine çökmeme izin vermiyordu. Vücudum bir ateşin içinde kavruluyormuş gibi geliyordu ama bir şey üzerimden bir kova soğuk su boşaltıyordu. İzin vermiyordu çekmeme. İçimden dışarıya taşmak için direnen bir şeyler vardı, adını koyamıyordum. Serkan'ın bakışları yumuşamıştı, büyük bir merhamet ve pişmanlık vardı. Alevlerinin karanlığı ışıldamıştı, artık baktığını gölgeler ardında bırakmıyordu. "Özür dilerim, Dalya," dedi samimi bir şekilde. "Sana böyle hissettirdiğimiz için çok özür dilerim. İyi birer insan olamadığımız için. Bu kadar sorumsuz olup davrandığımız için. Kendini düşünmek yerine bizi düşündüğün için. Amacım senin kötülüğün değildi, hiçbir zaman da olmayacak. Özür geçirir mi bilmem ama özür dilerim." Başını muhtaç bir şekilde yere eğdiğinde, "Herkes özür diliyor ama kimse yaptığının farkında değil," dedim tırnaklarımı derime batırarak. "Ve ben de çok üzgünüm çünkü üzgün olman hiçbir şeyi değiştirmiyor. Ben yaramı unutmadım, yaram da bana kendini unutturmuyor." Bir şey diyemedi bana. Küçük bir çocuk gibi parmağıyla kapıyı işaret etti. "Kapıyı senin için açayım," "Gerek yok," Şaşkındı. "İçeriye girmek istemiyor muydun?" Benim engelleyemeyeceğim bir hızla gelişmişti her şey. Zihnimin ardında bir ışık parladı, bedenim karşı konulamaz bir şekilde sarsıldı, gözlerim kısa bir an karardı ve her şey saniyeler içinde gerçekleşti. Elim kapıyla buluştuğunda etime giren camlarının tenimi nasıl yardığını hissettim. Bordoya boyadığım bakımlı tırnaklarımdan birkaçının kırıldığını da seçebilmiştim. Elim camın ardına girdi ve camın ardından çıktı. Camlar tuz buz halde bir kum saatinin kumları gibi yerle buluştu. Çiçek kokan hoş parfümümün kokusuna artık tenimden gelen kan kokusu da bulaşmıştı. Bir sonraki adımımın ne olacağını tahmin etmek güç olmazken tam da düşündüğüm şeyi yaptım ve bedenimin beni ele geçirmesine izin verdim. Kapının kırdığım camının ardına elimi uzatıp anahtarı çevirdim ve kapının açılıp bana yol vermesine izin verdim. Kapı açıldı, herkes donmuş gibiydi. Sanki her şey milisaniyelerce kısa bir süreliğine donmuştu fakat benim yaptıklarım da milisaniyeler kadar kısa bir sürede gerçekleşmişti. Çevik bir robot gibi benden istenileni yerine getirmiştim ve bunda bir sorun göremiyordum. Sanki her şey olması gerektiğinden daha normaldi. Burnuma dolan kan kokusuna artık ter ve alkol de eşlik ediyordu. Bu iğrenç üçlünün midemi bulandıran kokusundan dolayı suratımı buruşturup kanayan kolumu yüzüme siper ettim daha fazla soluyamamak için. İçeriye doğru bir adım attığımda kimsenin dikkatini çekmemiştim. Herkes kolumdaki boydan boya olan yarığı ve tonlarca akan kanı normal bir şeymiş gibi karşılamıştı. Çoğu kişi danslarına kardıkları yerden devam ederken birkaç kişi de dudaklarıyla yaptıkları danslarını devam ettiriyordu. Hepsinin elinde pahalı içkiler vardı. Böyle bir ortamda da daha azını beklenmezdi zaten ama böyle bir yere ilk defa gelen benim gibi biri için korkunç bir şeydi. Bu görüntüleri midem kaldırmıyordu. Çıkarabilsem şu saniye midemi dışarıya çıkarabilir ya da içindeki her şeyi boşaltabilirdim. Adeta delirmiştim. Gözlerim etrafı seçemiyordu. Kafam allak bullaktı fakat vücudumda bir direnç vardı. Beni ele geçirmiş, bir canavara çevirmiş gibiydi. Birkaç kişiye çarpıp ellerinde olan şarapların üzerlerine devrilmesine sebebiyet vermiştim ama dönüp tekrar onlara bakmamıştım. Aralarda kaybolup beni görmelerimi engellemem büyük bir şanstı bu durumda. Yakalasalardı ellerinde olan bardakların kafamda patlayacağına emindim. Ardımda kalan bağırışları ve hakaretleri duyabiliyordum. Aradığımı bulamamak beni çılgına çevirmişti. Bedenimi ele geçiren bu güç patlaması kesinlikle benliğime iyi değildi. Kendimi kaybetmişim hissi içimde bir yuva edinmişti kendine. Kurtaramıyordum kendimi. Çığlık atıp delicesine bağırmak, kafamda tek bir tel bırakmayacak şekilde saçlarımı yolmak ve hüngüre hüngüre ağlamak istiyordum. Başladığım noktaya, çıkışa geri döndüğümde Serkan'ı bıraktığım yerde buldum. Etrafa ateş püskürtüyor ama bir yandan da tedirgin görünüyordu. Telefonundan hararetle biriyle konuşuyordu. İçeriyi saran şarkının yüksek sesli melodilerinden onu duyamıyordum. Kaşlarım çatıldı, bakışları beni buldu. Gözlerini kıstı, telefonu kapatıp cebine koydu ve bana doğru yavaş ama aceleci bir şekilde koşmaya başladı. İlk geldiğimde yaptığı gibi üzerimde bir hasar tespiti yaptı. Saç diplerimden başladı, bacaklarımda durdu. Bacaklarımdan başladı ve parçalanan kolumda duramadı... Kısılmış gözleri aralandı. Dilini yutmuş gibiydi. Etrafına baktı, sonra tekrar bana. Olanlara yetişemiyor, anlayamıyor gibi görünüyordu. Tıpkı benim son yarım saati kavrayamadığım gibi. Bileğimi kavrayıp incelerken, "Koluna ne oldu senin?" diye sordu. Sesi buradaki müzik sesini bile bastırabilecek kadar kuvvetliydi fakat benim takıldığım koluma ne olduğunu bilmemesiydi. Gözünün önünde olanı göremiyor muydu? Bir aptala bakar gibi baktım ona. "Kapıyı kırdığımda oldu ya," "Kapı mı kırdın?" Kaşlarını kaldırdı aynı zamanda çatmaya çalıştı. "Ne kapısı?" "Ne demek ne kapısı?.." Bakışlarım kapıya kaydığında cam kapının sapasağlam bir şekilde yerinde durduğunu görmemle kollarımı Serkan'ın beline sardım olur olmadık. Yere fırlatmamım ardından hangi ara elime aldığımı bilmediğim çantam avuçlarımın içinden kurtulup yerle buluştu. Yüzümü avuçladı Serkan ama benim uğuldayan beynim ona bakmama el vermiyordu. "Sen iyi olduğuna emin misin? Bir şey mi oldu?" Titreyen sesimle, "Kapıyı mı yaptırdın?" diye sordum. Bunun başka bir açıklaması yoktu çünkü. Kısaca güldüm ama bu tedirgin bir tebessümden ileri gitmedi. "Çalışanlarına kızmamalısın. Hatta maaşlarına zam bile yapabilirsin. Her işçi, işverenine böyle bir hizmet sunmaz. Baksana. Nasıl da hemen olaya müdahale etmişler." Serkan, "Dalya. Şimdi sana bir şey söyleyeceğim ama panik olacağın bir şey yok," diye mırıldandı. Benim baktığım yere, kapıya baktığını görememiştim ama hissediyordum. "Sen o kapıya hiçbir şey yapmadın. Ben de hiçbir şey yaptırmadım..." Kalbim çırpınmaya başladı bir anda. Sanki beynimle bir savaş içindeydi ve kazanmak onun hakkıydı. "Ben içeriye nasıl girdim o halde?" "İstedin, ben de açmalarını rica ettim." "Koluma ne oldu o halde?" Kolumu havaya kaldırıp incelemeye başladım ben de. "Bilmiyorum... Beni de çıldırtan bu ya," "Serkan," diye sessizce fısıldadım. Beni duyuyor muydu bilmiyordum. Zümrütlerimi onun alevleriyle buluşturdum. "O nerede?" Uzun bir süre öylece kaldık. Ne yapmamız gerektiğini düşündük. Ne olması gerektiğini düşündük. Ama yollarımızın hepsi ya çıkmazdı ya uçurum. Geçen dakikaların ardından ilk konuşan o oldu. "Hastaneye gitmek ister misin?" diye sordu tane tane. "İstemezsen seni zorlamam ama bir profesyonelle görüşmen iyi olabilir," "Beni ona götür, lütfen," Yalvarışlarım ve yakarışlarım herkese karşı. "İyi olduğunu göreyim gideceğim buradan. Burası bana iyi gelmedi... Nefes alamıyorum, çok tıkalı burası. Basıyor beni." Emin olamasa da laf etmedi. Beni aşağıya bir kapıya götürdü sonra kapının ardında kalan odanın içindeki bir başka kapıya. Bu sırada ne o konuştu ne de ben. Sadece sustuk ve sustuklarımızdan boğulduk. Nefes nefese kalıp soluklanmaya çalıştık sanki aynı anda. Bir diğer kapının önüne geldiğimizde yavaşlayıp tuttuğu elimi bıraktı. Bunları yaparken bir kere bile bana bakmaması kalbimi kırdı ama ona bir şey diyemedim. Delirdiğimi düşünüyor olmalıydı çünkü ben de öyle düşünüyordum. Ona kızmazdım. "Sakin olmaya çalış," dedi beni uyarmaktan ne olursa olsun geri durmayarak. "Hoşuna gidecek şeyler görmeyeceğini sen de biliyorsun. O yüzden en azından çalış. Eline de pansuman yap, kanamayı durdur. Ne zaman ve ne kadar kan kaybettiğini bilmiyorum ama bayılabilirsin. Kendini kötü hissettiğin zaman bağırmak ve çığlık atmaktan kendini mazur görme. Çekinme yaralarını söylemekten. Bir kere de kendini boş vermek yerine başkalarını boş ver. Çünkü senin yerinde onlar olsaydı, öyle yaparlardı," Kalbim kırıldı, birleşmiyor. Yutkunduğumda yüksek sesli müzikten dolayı o bunu duyamamıştı. Kafamla kısaca onu onayladımda bana son defa bakmadan çıktı odadan. Benimse içimde kırık bir kalp ve dizginleşmiş bir atın sakinliği vardı. İçeriye girdiğimde ne olurdu bilmiyordum ama şu an için gözlerimi kolumdaki kızıllıktan çekemiyordum. Rengi fazla kırmızıydı. Sanki kan değil karanlık gibiydi ve ben karanlıktan, onun getirdiklerinden çok korkardım. Son kere düşünme fırsatı tanımadan daldım içeriye, çok düşünürsem vazgeçerdim. Giderdim buradan. Getiremezdim sorumluluklarımı yerine. Gerçekliğe gerek yok, bana bir doğru verin. Gözlerim kapandı ve geri açıldığında emeklerim, umutlarım ve hayal kırıklığımın aynı kişi olduğunu görmek üzdü beni. Kalbimi emanet ettiğim ettiğim kişinin onu parçaladığını görmek kırdı beni. Zararı yok ama. Daha fazla üzmesinler kafiydi. Birçok kişi vardı orta büyüklükteki salonda. Hepsi tanıdıktı ama bir o kadar da yabancı. Hepsi yakın ama bir o kadar da uzaktı. İçki kokusu burada daha çok hakimdi sanki. Odanın küçüklüğünden olsa gerekti bu. Yerlede boş şişeleri şarampole fırlatılmış, etrafa saçılmıştı. Diğerleri gülüp eğlenirken ben sadece iki kişiye odaklanmıştım. Herhangi birisi beni seçmemişti daha. Her akşam gibi bu akşam da görünmez rolünü üstlenmiştim sanki. Üzerime sinmişti kokusu, yıkasam da geçmezdi. Cenk, Hazal'ı mutfak tezgahının üzerine oturtmuştu. Hafiften üzerine doğru vermişti ağırlığını, Hazal'ın başı arkasındaki raflardan birine yaslıydı. İkisinin de dudakları birbirleriyle bir savaş halindeydi. Hararetli bir anın içinde nefes almak için kısa süreli ayrılıkları hariç birbirlerinden ayrılmıyorlardı. İkisinin de halinden memnun ve çarpık bir gülümseme vardı yüzlerinde. Bunda bir sorun yoktu. Mutlu olmalarında bir sorun yoktu ama biri kardeşimdi, biri arkadaşım. Hangi taraftan baksam ben kırılıyordum, hangi taraftan baksam ben kanıyordum. Dudaklarını birbirlerinden ayırdıklarında kısa bir süre gözlerini kenetlediler, göğüsleri anın getirisi olan heyecanla kalkıp inerken. Cenk, Hazal'ın kulağına bir şeylet fısıldadı. Hazal bir kahkaha attığında Cenk gördüğü en güzel şeymiş gibi baktı alttan ona. Dayanamayıp içi gidiyormuş gibi ona bakarken tekrar dudaklarını buluşturacaktı ama benim buradaki varlığım karşı çıkmıştı onlara. Atalay, "Dalya?" diye seslendi sorar gibi, tüm bakışlarlar beni bulurken. "Ne işin var burada? Yolunu mu kaybettin ev kuşu?" Sesi eğlenir bir tonda çıksa da benim eğlendiğim söylenemezdi. Benim varlığım birkaç kişinin huzursuzca yerinde kıpırdanmasına sebep olmuştu. Onlar burada olmamdan pek memnun değil gibiydi. "Kaybetmedim, Atalay," diye bağırdım sesimi herkes duysun diye. "Aksine, yoldan çıkanları yola sokmaya geldim," Çekmediğim bakışlarımdan dolayı rahatsız olan Hazal kalçasının bitimine doğru toplanan eteğini düzelterek tezgahtan aşağıya indi. Cenk, rahatlatmak için onun omuzlarını okşarken vereceğim tepkiden korkar gibiydi. Birkaç kişi kurduğum son cümleye ıslık çalarken diğer kişiler gülmeye başlamıştı ama benim ne kadar ciddi olduğumun farkında değillerdi. Hazal'ın utançtan kıpkırmızı kesilen suratını izlemek başka zaman için bana bir zevk verebilirdi fakat şu an için kırılan tırnaklarımı o kırmızı yanaklarına geçirmemek için kendimi zorlamam gerekiyordu. Yalın, kolunu omzuma atarken gülmeye devam ediyordu. Yanağımdan bir makas alırken, "Bu seksi kız kim ve bizim ev kuşu Dalya'mıza ne yaptı?" diye sordu eğlenerek. Tek düze bir sesle, "İndir o kolunu," diye emrettim. Dediğimi ikiletmedi, kolunu sardığı omzumdan çekti ama saçlarımı karıştırmaktan geriye durmadı. "Bugün hırçınız bakıyorum da," İlk defa gözlerimi o rezil ikiliden çevirdim ve birinden tarafa döndürüp Yalın'a baktım öfkeyle. "Sen de her zamankinden daha yılışıksın," Dudaklarını büzdü aynı şımarıklıkla. "Bugün ilk defa güzeller güzeli uysal kedimiz, fevri bir kedi olmuşken bunu kaçıramazdım ama, öyle değil mi?" "Ne istiyorsun, Yalın?" "Uysal, bugün için fevri olan kedimiz ile bir kadeh şarap içmek kâfi," Elinde tuttuğu koca viski şişesini kafasına dikip tek bir dikişte koca bir yudum almanın ardından bana uzattı. Gözlerimi devirip elimin tersiyle içki tuttuğu elini ittirdim. Herkes işi gücü kesmiş bizi izliyordu. Sanki bir belgeselde oynaşan hayvanları izliyor gibilerdi. Tayfun abi yanımıza eklendiğinde, "Neden reddediyorsun çocuğu?" diye sordu bana. Buradaki en büyük ve en olgun kişi o olduğu belli olacak bir şekilde alkol almıyordu. Aklı en başında olan o olmalıydı. "İlk defa seni böyle gördüğü için şaşırdı o da. Takılıyor sadece sana." Anlayışla yaklaşmaya çalıştım. "Sen de beni ilk defa böyle görüyorsun ama yiyecekmiş gibi üzerime atlamıyorsun abi," Tayfun abi kısık sesli bir kahkaha attığında Yalın elini ona iftira atmışız gibi kalbinin üzerine bastırdı. Yalın, "Senin hep seksi olduğunu fark ettim şimdi, sadece biraz fazla yaşlı ruhlusun ama o da halledilir." dediğinde kendini onaylarcasına başını sallayıp kendi çapında bir hesaplama yaparcasına beni inceledi. Bu beni rahatsız etse de burada olan kimsenin bana karşı terbiyesiz bir ahlakla yaklaşacağını zannetmiyordum. Bana gerçekten takılıyordu ama yanlış bir zamanı tercih etmesi de onun sorunuydu biraz. "Rahat bırak kızı. Belli ki eğlence modunda değil," Uzlaşma yolunda gitmeye çalıştı Tayfun abi. Bana döndü ardından. "Seni hangi rüzgâr attı buralara ev kedisi? Anlat bakalım." Boğazımı temizlediğimde sinirlenmemek amacıyla o iki kişinin olduğu tarafa doğru dönememeye çalıştım. "Bir sebebi yok." Mırıldanışımdan dolayı tek kaşını kaldırdı sorgularcasına. "Bir sebebi yok ve sen buraya mı geldin?" Atakan ve Yalın ikimizin arasına girdiğinde arkadaki Batın, Ahmet, Aras ve diğerleri bu halimize kahkahalarla gülüyordu. Kafalarının çok yerinde olduğu da söylenemezdi. Yadırgamıyordum bu yüzden onları. Atakan, Yalın'ın kolunun altına girmişti. İkisi de elinde viski şişelerinden büyük yudumlar alıyor aptal aptal sırıtıyordu. Tayfun abi yüzünü buruşturup, "Leş gibi kokuyorsunuz," dediğinde burada etrafı saran o iğrenç kokuyu soluyamadığını düşünüyordum. Onlardan gelen kokunun mislice fazlası bulunduğu ortamdaydı ve onun tek soluyabildiği şey yılışık ikiliden gelen içki kokusu muydu sahiden? Atakan bir diğer kolunu Tayfun abinin omzuna doladığında artık Yalın'la ikisinin ortasında kalmıştı. Elindeki içki şişesini Tayfun abinin ağzına sokmaya çalışırken, "Sen de leş gibi kok çiçeğim," diye fısıldadı. "Kanımızda leşlik var." "Sizin kanınız var mı acaba, kansızlar..." diye mırıldadığımdan hepsinden bir kahkaha daha yükseldi. Bu onlara tuhaf bir şekilde bakmama sebep oldu. Hepsi oldukları yerde bir o yana bir bu yana sallanıp duruyorlardı. Yalın'ın dudaklarındaki kıvrım yerli yerinde dururken sarhoşluğun getirdiği bozuk türkçeyle heyecanla bana doğru atıldı. "Aferin kız, hızlı öğreniyorsun." "İğrençsin," "Biliyorum, hep öyleydim." Ben bir cevap vermezken Yalın bana doğru atılıp sol kolumu kavradı. Beni kendine doğru çekerken, "Bize katılsana zümrüt gözlüm," dedi ama benim bileğimi kavradığı elin üzerine bir el kapandığında isteğini gerçekleştirmedi. Üzerine kapanan elin baskısından dolayı eli yavaş yavaş morarmaya başlamıştı. İkisinin de elleri oluşan basınçtan dolayı titriyordu. Kafamı kaldırmadım ama Cenk'in dişlerinin arasından titreyen sesiyle, "Ondan temaslarını uzak tut," diye fısıldadığını duydum. Cümlesini bitirir bitirmez leş bir şeye dokunmuş gibi temasını kesip Yalın'ın elini geriye savurdu ve bana doğru döndü. "Neden buradasın, Dalya? Lafı geveleme ya da çevirmeye çalışma. Böyle ortamlardan zerre hoşlanmadığını herkes bilir. Yine neden geldin?" Onun keskin mavileriyle kendi zümrütlerimi buluşturamayacak kadar korkaktım. Az önce içimde hissettiğim o güç patlamasının hiçbir emaresi yoktu içimde. "Sen bana emanetsin, Cenk. İster inan ister inanma ama sen benim kardeşimsin ve biz birbirimizi korumakla yükümlüyüz. Burada bulunmanı sevmiyorum, o kızla olmanı istemiyorum," Dudakları yukarıya doğru kıvrıldığında, "Ya da ben sana söyleyeyim," diye mırıldandı. "Huzurumuzu kaçırmaya mı geldin?" Ona bakmamak bu saatten sonra mümkün bile değildi. "Ne?" "Duydun. Senin beni korumana ihtiyacım yok. Çok korunmak istiyorsan seni korurum ama huzurumuzu kaçırmana izin vermem." Nabzım korkunç derecede hızlı atıyordu, derimi bile delip geçebileciğini düşünmek beni ürkütüyordu. Damarlarımda olan tüm kan geri çekilmişti sanki. Başıma olur olmadık bir ağrı saplanmıştı aniden. Nefeslerim öyle sıklaşmıştı ki Cenk'in hafif açık olan gömleğinden dolayı çıplak tenine doğru vurduğunu görebiliyordum. Hayal kırıklığı ile baktım hayallerime... "Sen gerçekten hak etmiyorsun sana verilen değeri..." "Hak etmeyenlere hak ettiğini düşündüğün değerleri verme sen de," Sağ elimin parmaklarını etime geçirdim ona zarar vermemek için. Kanım kaynıyordu resmen. "Annen burada olsaydı, varlığından utanırdı," "Babanın senin varlığından utandığı gibi mi?" Alaylı bir sırıtış kondurdu al al olmuş çehresine. "Şanslıyım desene, annem göremeyeceği için utanamaz varlığımdan. Ama ya senin baban gibi varlığından utanarak ölseydi?" Yumruk yaptığım elimi göğsüne setçe geçirdiğimde bu onu sendeletmemişti. Olduğu yerde durup alayla parlamaya devam ediyordu. "Düzgün konuş!" diye tısladım iki dudağım arasından. "Doğrular her zaman canını yakmıştı Rigel, senin de bu hayatta ki imtihanın da doğru bildiklerine inanmak olsun." "Ben Rigel değilim!" "Neden korktun Rigel olmaktan? Peri masalı sandığın hayatının sonunun kötü bitmemesi için mi?" Gözlerim dolamaya başladı. Nefeslerim sıklaştı. Karşımda acımasız sözlerini acımasızca bana sunan kardeşim dediğim kişi seçemiyordum. Bu çok zordu çünkü onu zaten hiç seçemediğimi fark etmiştim. "Seni annen mutlu masallara inandırırken, ben mutsuz sonlarla savaşmaya çalışıyordum." "Çünkü baban olacak o adam yetiştirdi seni," Aynı, bir çocuğun sitem edişi gibiydi sitemi. İşaret parmağıyla burnuma bir fiske attı. "Eğer korkuyorsan mutsuz sonlardan, hayal kırıklığı olmayacaksın insanların, gelseydin benimle senin de mutlu sonların olsaydı." Kırılmış sana diyerek haykırdı vicdanım olacak illet. İçerlenmiş gidişine... Ondan gidişine, sizi terk edişine, onu bu kadar kolay silip yaralarını üflemeyişine. En çok da onsuz yıllarını geçirip onsuz büyüyüşüne. Bir damla gözyaşı düştü usulca gözlerimden, yavaş yavaş süzüldü çeneme doğru. İçim acıdı onu da kimse anlamadı. Hazal yanımıza geldiğinde Cenk'in bileğini tutup benden uzaklaştırdı. Benim yumruklarımla sendelemeyen Cenk, yabancısı olduğu bir kadın için arkaya doğru geriledi. "Onun üzerine gitme," diye kızdı sevgilisine Hazal. "Seni düşünüyor." "Sen karışma," diye uyardım onu. Benim kimsenin korumasına, sevgisine ve yanımda olmasına ihtiyacım yoktu. Önceden yanımda olmayan şimdi de olmasındı. "Bence de sen karışma," dedi Cenk alayla. "Sevgili kardeşim huzurumuzu da kaçırdığına göre gidiyordu zaten," Düşündüğüm tek şey hayal kırıklığıydı. Sadece hayallerimin kırıklığı... "Seni asla affetmeyeceğim," "Görev tamamlandı ajan," Arkamda kalan kapıyı açtı ve önümde bir referans yaptı geçmem adına. "Artık def olup gidebilirsin buradan." Tam yanından geçip giderken kendimi durduramayacağım bir hızda sağ tarafıma dönüp kemikli sert suratına bir tokat attım. Ortamda derin bir sessizlik olduğunda bangır bangır kafa ütüleyen müziğin sesi bile buna engel olamamıştı. Attığım tokattan dolayı kafası sağına doğru çevrilmişti ama bembeyaz teninde oluşan beş parmağımın izi bile içimdeki alevi biraz olsun söndürmemişti. "Korkuyla aldığım herbir nefes haram olsun!" diye bağırdım. Herkes bize doğru atılmıştı fakat kimse bize karışamıyordu. Beni ilk defa böyle görenler de şaşkınlık içinde birbirlerine bakıyorlardı. "Bu dünyada mutluluk olarak çektiğin herbir nefes, öteki dünyada azap olarak geri dönsün sana." Kafası hala sağ tarafına dönükken acıyla gözlerini yumdu. Neden yaptığını bilmiyordum. Kendi adına mı üzgündü, bana yaşattıklarına mı karar veremiyordum. Acıyla, "Dalya, bak..." diye konuşucakken sözlerini ağzına teptim. "Seni ne bu dünyada ne de öteki dünyada affetmeyeceğim." Bir daha bir şey demesine izin vermeden her tarafını simsiyah kapladıkları bu kapalı yerden kendimi dışarıya attım ve kapıyı da ardımdan sertçe çarptım. Serkan'la sakin bir şekilde indiğimiz merdivenleri tepelene tepelene zar zor çıkmıştım. Kendimi hiç olmadığım kadar dinç ve hiç olmadığım kadar kötü hissediyordum. Bu öylesine bir histi ki beynimi bulandırıyordu, bayılacak gibi hissediyordum. "Dalya, bekle lütfen!" diye seslenişi duydum Hazal'ın ama dönüp ona bakmadım. Belki de onu duymadığımı zannetti fakat bu sefer ben onları duyup duymamazlıktan geldim. Benim sarsak adımlarla çıkmaya çalıştığım küf kokulu merdivenleri o, koşarak çıkıyordu. İçine çektiği derin ve düzensiz nefeslerden dolayı bunu anlayabiliyordum. Merdivenlere olan baskısı o kadar yoğundu ki, olduğumuz basamaklar sallanıyor, her adımında bastığı yerde tok bir ses çıkarıyordu. Ne kadar koşmaya çalışsam da sanki çıktığım basamaklar hiç bitmeyecekmiş gibi hissediyordum. Sanki attığım adımlar beni bir adım geriye götürmekten başka hiçbir işe yaramıyordu. Amaçlarım boşunaydı, emeklerim boşunaydı, uğraşlarım boşunaydı ve ben boşunaydım. Sıkı bir el bileğime bir yılan gibi dolandığında avucundaki yoğun teri de bileğime mühürleyerek bırakmıştı. Gözlerimi sıkıca yumup beynimdeki zonklama ve kafamdaki bulantı hissinin geçmesini bekliyordum ama bu his sanki üzerime yapışmış bir vebaldi, ne tam olarak kalıyordu ne de özgür bırakıyordu. Bileğime dolan parmaklarından kurtulmak için onu geriye doğru savururken, "Ne istiyorsun Hazal?" diye sordum, sesim bana bile yabancıydı sanki. Bu onu adeta sendeletmişti, şaşkınlık tüm çehresine yayılmıştı. Az önce içlerinde Cenk'in parmaklarının dolaştığı kızıl tutamlarının arasından geçirdi parmaklarını tedirgin bir şekilde. "Konuşmamız gerekiyor," Güldüm alayla. "Kardeşimle nasıl gönül eğlendiğini mi anlatacaksın?" Gözlerini sıkıca yumdu. "Onu seviyorum... Onu sevmiyorum onu çok seviyorum. Deliler gibi aşığım ona," "Güzel." dedim sadece. "Başka bir şey demeyecek misin?" "Ne dememi bekliyorsun?" Saçlarını ellerime dolayıp dört bir yanımızı çevreleyen duvarlarda gezdirmek istiyordum kafasını. "İlişki tavsiyesi vermemi falan mı bekliyorsun benden? Birazcık daha yakın temaslarda bulunun, gezin tozun, kafelere gidin. Birkaç aya kalmaz seni istemeye geliriz, ben de düğününüzde baş solist olarak şarkı söylerim, size düğün hediyem olur ya da Cenk seni kaçırmayı tercih eder, maksat size eğlence çıksın." Duraksadım kısa bir an, midemden yukarıya doğru yükselen ekşi tada karşı. "Ne istiyorsun, Hazal? Benden duymak istediklerin bunlar mı sahiden?" Benden duymak istediklerinizi vermezsem, nasıl olur da sesimi duyarsınız zaten? "Tabii ki de senden bunu isteyemem." En azından neyi isteyip istememesi gerektiğiyle alakalı doğru düşüncelere sahipti. "Sadece biraz anlayış bekliyoruz. Cenk'le birbirimizi gerçekten seviyoruz ve bir tek bununla sınırlı da değil. Acımla onun da canı acıyor. Bu ne demek biliyor musun?" Gözleri dolmaya başlamamıştı bir anda. "Biri senin acına yanıyor. Yalnız başına yanmıyorsun, belki yakan da o ama yalnız başına kalmıyorsun. Beni yakan da o, o yangından kurtaranda ama onu seviyorum. Aptallık da denilebilir, gözü aşktan kör olmuş da fakat sevmiyormuş denmesin," Kalbimi istediğim zaman durdurabilmeyi çok isterdim, en azından ne zaman acıyıp acımayacağını bilirdim. Kirpiklerim titredi onu bu halde görmeye. Canı acıyor muydu? Bilmiyorum ama benim ki acımıştı; o, bunu bilmemişti. "O seni geçici bir heves için yanında tutuyor," Acı çeker gibi hırıltılı bir ses çıkardı, "Biliyorum." dedi, ağlayacaktı sanki birazdan. "Ağlayacak mısın?" "Belki." "Onun için değmez," Hiç beklemeceğim bir anda boğazından bir hıçkırık kaçtı, aynı anda gözlerinden sicimle yaşlar boşalmaya başladığında uzun kollarını boynuma doladı. Boynumu saran kollarının sıcaklığı gevşetmişti beni, kollarım onun belini sarmamak için benimle bir savaş veriyordu ve o benden daha dirençliydi. Ona karşı koymak bir hayli zordu ama ona kollarımı dolamak, geçmişime yaptığım bir ihanet olurdu gibi. Yapmadım o yüzden, sarmadım onu; geçmişim ihanetimi kaldırmak zorunda kalmasın diye. "Sarılmayacağını biliyordum ama," diye mırıldandı titreyen sesiyle. "Sadece kollarını sarsan olmaz mı?" "Sana sarılmayacağım." Boğazını temizledi ağladığından dolayı. "Ama sarılmama izin vereceksin?" dedi sorar gibi. Çenemi omzuna doğru bastırdığımda sorunusunu yanıtsız bırakmıştım. Dakikalar boyuncu bana sarılıp ağlayarak geçirmişti ama ben bu geçen süre boyunca ona söylediğimi yaptım ve bir kere bile vicdanıma yenilip ona kollarımı sarmadım. Onu teselli etmedim ama kendini etmesine de engel olmadım. Yarasını sarmazdım ama tuz da basmazdım; bana da öyle yapılmasını tercih ederdim. Kafasını geriye doğru çekip yaşlarla dolu olan gözlerini açığa çıkardı. Elinin bir tanesini boynumdan çekip tersiyle göz altlarını kuruladı, akan rimelini temizledi. ağlamasından dolayı olmalıydı, sıcak bastığı için eliyle kendini yelledi, kızıl tutamları kendi yaptığı rüzgârın etkisiyle ileri geri bir ahenkte oynaştı. "Sence..." diye başladı cümlesine, kirpiklerini kırpıştırırken. "Onun yanında durmam aptallık mi?" "Birini çok sevmek de aptallıktır." "Ve ben onu çok seviyorum," "Sen onu çok seviyorsun," diye fısıldadım çarpan kalp atışlarını dinlerken. "Ve bizden vazgeçiyorsun." Sizi seçtin, bizden vazgeçtin. "Affet," "Seni affedersem, kendimi nasıl affederim?" "Yıllardır birlikteyiz biz, senin bile haberin olmadığı zamanlarda bile birlikteydik. Beni seviyor, beni sevdiğini biliyorum, hissediyorum. Yalnızlık hep masumları bulur, kendimden biliyorum ama onunla hiç yalnız hissetmedim." Yüzüne yapışan saç tellerini çekiştirdi suratından, bunalarak. "Biliyorum. Beni seviyor, başkalarını da seviyor ama ben onu sevmekten vazgeçemiyorum." "Ne zamandan beri birliktesiniz? Benim bilmediğim." "Üç buçuk sene," Pişmanlık duyuyordu sanki bundan. "Ve sen üç buçuk seneni değmeyecek biri için mi harcadın?" "Harcadım, gençliğimi de." "Seni affetmeyeceğim, en çok da kendine yaptıkların için," Çünkü sen ne kadar kötü olursan ol, eğer hâlâ canın acıyabiliyorsa, yeterince kötü değilsin demektir.Ve yeterince kötü olayamayan her insan, bir kez olsun bağışlanmayı hak eder, çünkü dünya yeterinde kötü bir yer. "Ben," diye başlayan acıklı kelimelerini sıralamaya başlayacakken ardından tüylerini diken diken eden onun sesini duydu. "Rigel, sevgilimi rahat bırak!" diye seslendi Cenk. Biz merdivenlerin en başında olduğumuz için bizi göremiyordu ama burada olduğumuzu bildiğine emindim. "Sen bizi rahat bırak!" Hazal'ın Cenk'e karşı böyle bir atakta bulunmasına şaşırsamda onunla gurur duymuştum. Cenk bir kahkaha attı. "Görümcesine ne de çabuk benzemiş benim küçük serçem." "Yemedik sevgilini!" diye seslendim ben de ona. Ne olursa olsun ellerimi Hazal'ın omuzlarına bıraktım ve dostane bir şekilde ovdum. "Git hadi, onu kızdırma." Tekrar öyle ağlamasını istemiyordum ama sanki ağlayacakmış gibi bakıyordu yine. Gözlerinin içi boncuk gibi parlıyordu, terlemişti de biraz sanki. "Affetme ama sevmeyi bırakma, o hem affetmez hem sevmez çünkü beni," Kalbimi kırdı bu dediği. Üzüldüm ona, şefkat göstermek istedim, ikimizin de kırılmasından korktum. "Eğer birazcık olsun umudun hâlâ varsa, hiçbir şey için geç değil demektir." Arkasını dönüp gidecekken adımlarının duraksamasına sebebiyet verecek o kelimelerini zorlansam da söyledim çünkü o, o kadar kötünün arasında en kötüsü değildi. "... Seni seviyorum, Hazal." "Ben de," dedi dolu gözlerle. "Ben de seni seviyorum, Dalya" O gitti, ben onu izledim. Geç kalmıştım ama onu gidişini izledim. Nasıl gidilir öğrenmek istedim. Hem acıtıp hem de nasıl sevilir görmek istedim. Merdivenin köşesine, kimsenin beni göremeyeceği, yumak olmuş bir şekilde oturdum. Bacaklarımı kendime çektim. Zamanı saymaya başladım, yakalamaya çalıştım ama o benden daha hızlıydı. Koşmaktan yoruldum ve bir köşeye tüydüm. Sanki ben bir kuştum ve kanat çırpmaktan yorulmuştum. O köhne merdiven köşesinde ne kadar durdum, hayatı ne kadar sorgulayıp, ne kadar sularında boğulduğumu bilmiyordum ama artık kalkıp derse yetişmem gerektiğini biliyordum. Bugüne vermem gereken bir ders vardı ve ben şu an için neredeyse bir saat kadar geç kalmıştım. Bu sene son senem olduğu için daha çok çalışmaya gayret ediyordum, kalmak istemiyordum. Bir an önce çalışmaya başlamak istiyordum. Kendi ayaklarım üzerinde durmak istiyordum, başarılı kendinden emin bir kadın olmak istiyordum. Ve bu sene sınıf tekrarı yapmam her şeyin bir sene daha fazla gecikmesine yol açmaktan başka bir şeye yaramayacaktı. Sadece biraz daha sıkıntı, çokça boğulmaydı. Kendimi zorlayarak yerimden kalktım, zaten birkaç basamak kalmış olan merdiveni çıktım. Soğuk rüzgâr yüzüme çarpıp beni kendime getirene kadar dışarıya çıktığımın bile farkında değildim. Serkan'ı bir daha görmemiştim ya da gördüysem bile hatırlamıyordum. Korumaların yanından ne zaman geçtiğimi de bilmiyordum, belli ki dalgınlığımın farkına varıp bana seslerini çıkartmamışlardı. Bu beni sevindirmişti bir sorun daha istemiyordum bugün için. Bir taksi çağırdığımda kaldırımın bir köşesine çökmüş gelmesini bekliyordum. Boş sokakta ağaçların rüzgârla uyumlu bir ahenkte eşlik edişi haricinde bir ses yoktu. Havada tozlar uçuşuyordu, saçlarıma konuyorlardı ama umurumda değildi. Telefonumu çıkartıp bir mesaj atma gereksiniminde hissettiğimde kendimi, parmaklarımı bir anda klavyenin üzerinde ne yazacağımı düşünürken buldum. Özür mü dilemeliydim? Özrün az önce bir işleve yaramadığını haykıran kadın söylüyordu bunu. Uzun süre düşünüp onlara söyleyeceğim hiçbir şeyin bir anlamı olmayacağını anladığımda telefonumu kapatıp sertçe kırmızı çantamın içine fırlattım. Birkaç damla yağmur, gözyaşlarım gibi ilk önce göz altlarıma oradan da çeneme doğru süzüldü. Ağlamak için çok direnmiştim ama şu saatten sonra ağlasam da anlamazdı kimse beni. Çağırdığım taksinin ışıkları olduğum ıssız mahallenin etrafına saçılırken sırılsıklam olmuş bir lağım faresi gibi kendisine sığındırmıştı. İçim buruk ama bakışlarım kendinden bir hayli emin ve güçlü bir şekilde duruyordu ama içimden ne kadar yaş akıttığımı bilmiyorlardı, ben biliyordum. Taksiden indikten sonra hızlı bir şekilde okula girdim ve fakülteme doğru yürümeye başladım. Öyle hızlıydım ki çarptığım birkaç kişi benimle büyük bir kavga çıkaracakken karşılık vermememle birlikte ağza alınmayacak birkaç yüz kızartıcı küfür savurmuştu fakat bunlar bile benim umurumda olmamıştı. Bu akşam içimde bir boşluk vardı, yerine ne koysam dolmayacakmış gibi hissettiren. Bu hissi hiç sevmemiyordum çünkü bir çözümü yoktu, ölene kadar benimle kalacaktı. Sınıfın ahşap kapısı çalma gereğinde bile bulunmadan içeriye daldığımda çok fazla soluk alıp veriyordum. Elim kalkıp inen kalbimde akabinde bakışlarım Egemen hocadaydı, vereceği tepkiyi, neler söyleyeceğini ölesiye merak ediyordum ve bu öyle bir şeydi ki sınıftaki dehşet dolu bakışların karesinde olduğumu bilmeme rağmen onlara bakmayı reddediyordum. Şu an görebildiğim tek şey bir çift kehribar rengi gözdü. Konuşmak isteyip sadece dudaklarım kımıldatabildiğimde, "Üzgünüm," dedim ama bu tek kelime dudaklarım arasından sızmamıştı. Egemen hoca uzun süreli bakışmamızdan sıkılmış, bana verdiği görevi yerine getiremediğim için sinirlenmiş görünürken oturduğu sandalyeden kalkıp yanıma geldi. Kısık bir sesle, "Beni takip et," diye bir emir verdiğinde benim bir söz hakkım olmadığının farkındaydım. İkimiz de kapının önüne çıktığımızda Egemen hoca bir süre konuşmak yerine karşımızdaki camdan, bir bardaktan boşalırcasına yağan yağmuru izledi. Bu süre bir zaman sonra garip gelmeye başladığında benim konuşmamı istediğini düşündüm, tam dudaklarımı aralayıp özür cümlelerimi peş peşe sıralayacakken konuşmasıyla sustum ve mahçup bakışlarımı ondan kaçırıp beton zemini bıraktım. "Yine aynı sebep, değil mi?" Ellerimi önümde suç işlemiş küçük bir çocuk gibi birleştirdiğimde şaşkındım. "Kızmayacak mısınız?" "Sana mı?" diye sorduğunda bakışlarını suratımda hissediyordum. "Hayır, kızılacak bir şey yapmadın. "Bir aması var gibi bu cümlenin?" "Ama, her cümlede vardır, Dalya. Yoksa başka türlü nasıl ölsün cümleler?" "Erken gelmeye çalıştım, yine olmadı. Geç bıraktılar." Yine geç kaldım, herkese ve kendime kaldığım gibi. "Yıllardır bu okuldasın, Dalya," Konuşma şimdi başlıyordu. Amaların peş peşe birbirini kovalayacağı o konuşma. "Bir kere bile bir hadsizliğini, terbiyesizliğini görmedim. Her zaman başarılı, hedeflerinin peşinde koşup duran bir kadın gördüm. Bu yüzden seni çok taktir ettiğimi de biliyorsun zaten. Sen hep gurur duyulası bir öğrenciydin. Hâlâ daha da öylesin, senin ileride çok başarılı bir müzisyen olacağını biliyoruz ama seni dış etkenler değil hayatına aldığın insanlar öldürecek." Kalbim kırıldı. "Ama dediniz, artık söylediklerinizin bir anlamı yok." "Bu cümlenin de bir aması var... Ama senin bir anlamın var kızım, sen ve senin sanatın her zaman anlamlıydınız. Şu son aylarda seni bırakmıyorsak tek sebebi altın kalpli bir insan olman. Karartamaz senin kalbini kimse," Ağlamak istemiyordum ama zor da tutuyordum kendimi. "Tamam, şimdi bana kızın da dersimize girelim." Beni onaylamadığını belirten bir ses çıkardı. "Geç değil, eğer hâlâ istiyorsan dersimiz bitmeden kısa bir ders verebilirsin arkadaşlarına." Heyecanla Egemen hocanın olduğu tarafa doğru döndüğümde az kalsın ona çarpıyordum. "Bu son bir şansın daha var demek mi oluyor?" Bu heyecanım güldürdü onu. "Bunu senin de isteğini biliyorum." "Elbette istiyorum." "Biliyorum," dedi, ben de bildiğini biliyordum. Sınıfın kapısını açıp geçmem için eliyle bir referans yaptığında, "Geçmeyecek misin?" diye sordu hâlâ değişik hareketlerimi sürdürdüğüm için. Sınıfa, çıktığım gibi geri döndüğümde içerideki nem artmış gibiydi ama ben donuyordum. İçeride buzdan sarkıtlar oluşmuş, yoğun bir kar fırtınasının altında kalmıştım birden. Kulaklarımdaki uğuldama tekrar başlamıştı, öyle ki kulaklarımı kapatıp başımı vura vura ağlama istediği tekrar içime salınmıştı. Az önceki gelişimin aksine içerisini kasvet ve yoğun bir gerginlik ele almıştı. Dışımdan nasıl göründüğümü bilmiyordum ama tüylerim diken diken olmuştu. Kalbim miydi titreyen yoksa ben miydim anlamaya çalışıyordum. Karanlığa saklanamazsın. Bir ses kulaklarımda uğuldadığında sıkıca gözlerimi yumdum. Bu şey her neyse, ondan kurtulmadığım için bağırmak üzereydim ama yan taraftan Egemen hoca, "Dalya, yeni öğrencimiz Kılıç," diye bana seslendiğinde kendime gelmiş ve birkaç adım gerilemiştim. Dediğini de anlamamıştım, birini tanıtıyor gibi gelmişti. "Pardon, dalmışım," diyerek elimi kaldırdım ve alnımda biriken ufak terleri aldırdım. "Ne demiştiniz?" Kaşlarını çattığında sabırla karşıladı beni yine. "Tanışmamış olacağınızı düşündüm," Eliyle öğretmen masasını işaret ettiğinde oraya doğru baktım. "Yeni öğrenci Kılıç." Zaman durmuştu o an. Bugün camı parçalara ayırdığımda olan hisler yine beni ele almıştı, her şey yine milisaniyeler kadar kısa, bana bir ömür gelecek kadar uzun sürmüştü. İçimde, patlamak isteyen bir volkan vardı, önüne geleni yakıp beni sağ bırakacaktı sanki. Kendime karşı koyamıyordum, sanki birisi beni kontrol ediyor ve tüm haraketlerimi kendisi planlıyordu. Donuyordum, soğuktan dişlerim birbirine çarpıyordu ama alnımda da terler birikiyor tenimi yakıyordu. Yazın ortasında kış yaşamak gibiydi bu, vücudum olanlara yetişemiyordu. Kendi içimde bir savaş vardı sanki. Karanlığa meydan okuyacak kadar kara olan saçlarına zıt bir şekilde, bir elmas gibi parlayan masmavi gözleri vardı. Bu öylesine bir zıtlıktı ki benim içten içe verdiğim savaşa benziyordu. Keskin çene hatları ve kemikli bir yüzü vardı. Biriyle bir müsabakaya girse kesinlikle karşısındakinin şansı sıfıra yakındı, çok kalın olmayan bir beli vardı fakat heybetliydi biraz. Korkunç görünüyordu. Eğer masmavi gözlerini görmemiş olsaydım onu benzeteceğim ilk şey karanlık olurdu ve benim için karanlığın ardında ağzından kanlar akıtan kocaman dişleri olan canavarlar olmalıydı ama onun bakışları bir canavar olamayacak kadar keskin, parlak ve güzeldi. Onu gördüğümden beri olduğumuz dört duvarın içini kara bulutlar kaplamıştı sanki. Bir tanesi beni içine çekecek ve bir daha oradan asla çıkamayacakmışım gibiydi. Karşılaşmamız, içimde çıkmak için direnen her şeyin sınıra gelmesine sebebiyet vermişti. Onun varlığıydı kesinlikle buradaki kasvetli havayı yaratan. Onun varlığı kasvetliydi. Bakışlarımız birbirlerine birer bıçak gibi saplıydı uzun zamandır. Bu öyle bir zamandı ki etrafımızda var olan herkes şu an bizim için yok olmuştu. Buradaki insanların hiçbiri umurumuzda değildi. Yüzünde alaylı fakat karanlık bir gülümseme vardı. Korkutucu görünüyordu, ölüm kokan kokusu huzurluydu, ölmeyi diletebilirdi bir insana. Aramızda olan fazla mesafeye rağmen kokusunu soluyabiliyordum. "Siz ikiniz iyi misiniz?" Egemen hocanın seslenmeyesiyle yerimde sıçradım ve onda olan bakışlarımı kaçırdım. O benim aksime bakışlarını kaçırmak yerine üzerime daha çok diktiğinde suratında olan o alaycı tebessüm daha da büyüdüğünü göz ucuyla seçmiştim. Etrafımızda kimse olmasa kahkaha atabileceğini ya da dişlerini göstererek sırıtabileceğini biliyordum. Kendini zor tutuyor gibiydi. Ben konuşamıyordum, dilim lâl olmuştu sanki. Belki de kelimeleri unutmuştum. Ben sadece bize değişik birer varlıkmış gibi bakan arkadaşlarımı izlerken göz ucuyla da onu inceliyordum ve o da bunun gayet farkındaydı. "Ben muhteşemim de ardaşımızı bilemiyorum, ona sormak lazım." Konuştu ve ben ondan kaçmamak için kendimi kasabildiğim kadar kastım. Sesini daha önce duyduğuma yemin edebilirdim ama kanıtlayamazdım. Sevmediğim insanları hep koyu renklere boyamışlar sonra da ışıkları kapatıp karanlıkta bırakmışlar. ❀ ❀ ❀ İnstagram: ber.enust Önemli şeyler oradan bildirilecektir
|
0% |