@ber.enus
|
Oy+yorum ve başlama tarihinizi alabilir mi bu kız acaba? Instagram'a da davetlisiniz efendim... Instagram: ber.enust Keyifli okumalarrr ❀
Bir mezar kaz yalnızlığa. İçine kendin gir. Yalanlarını ardına sakla. Yanına hayallerini göm.
Ay geceyi azca aydınlatıp çokça karanlıkta bıraktığı bir vakitte benim kaybolan yaşama isteğimi ararcasına koşuyordum dik yamaçlarlarda. Göğsüm sıkışıyor, kalbim vücuduma biraz daha kan pompalayabilmek için benimle bir savaşa giriyordu. Galibiyet yalancı tarafındı. Bir yıldız kaydı gökyüzünde, bir geçmiş geçti gözlerimin önünden. Ağlıyor muydum? Bu göz altlarımda olan ıslaklığı açıklıyordu. Belki de acım ilk günkü kadar tazeydi ama ben geçtiğini sanıyordum. Hafif hafif seçebildiğim etraf bir anda karardı. Nabzım derimi deşip giderken arkamı döndüm ve koşmaya başladım. Ama seçebildiğim, görüp görebileceğim her yer sanki benim karanlığa olan nefretimi bildiklerinden ötürü bana sundukları bir ceza olarak kararıyordu. Etrafta sadece tek bir tür olup adını kesinlikle bilmediğim çiçekler ben yanlarından geçtikte soluyordu. "Neler oluyor?!" diye bağırdığım koşarken. "Senin birini ya da bir şeyi öldürmen için elinde bir silah karşında da namlunun ucunda olan bir masum olması gerekmez," diye bir ses geldiğinde bu hayatımda duyduğum en tanıdık ve en korkunç sesti. "Sen var olduğun sürece herkesi ve her şeyi öldüreceksin." Kafamı iki yana salladım. Üzerindeki uzun elbisenin eteklerini ayaklarıma takılıyordu. Her an yere çakılabilirdim ama ben sadece biraz daha hızlı koşuyordum. "Ben istemedim! Ben yapmadım!" "Neyi?" diye sordu karartı. Neyi? Neden? Kimi? Hayır. Hayır. Hayır. Unuttum geçmişi. Unutacağım geleceği. Yakacağım kendimi. "Bilmiyorum. Bilmiyorum." "Yaptığını bilmediğin bir şeyi nasıl istemediğini biliyorsun?" "Ben..." diye mırıldalandığımda adımlarım yavaşlar gibi oldu. Bilmiyorum. "Yapmadım," "Günahın bedelini çekmediğin sürece günahkâr sen olmazsın," Bir yıldız daha kaydığında artık Ay gökyüzünde değildi. Güneş yoktu. Aydınlık yoktu. Herkes karanlığın ve karanlığın içerisine gizlenen bizlerin esiriydi. Yıldızın benim olduğum yere doğru kaymaya başladığını fark ettiğimde ağız dolusu bağırmaya ve akla mantığa sığmayacak sözler savurmaya başladım. Artık öyle hızlı koşuyordum ki şakağımdan aşağıya doğru bir ter damlası yuvarlanıyordu. Ama şöyle ki; içimde en ufak bir korku yoktu ama içimde dışarıya taşıp korkmamı söyleyen bir başka ben vardı. Ve ben onun için koşuyordum. "Ne kadar hızlı olursan o kadar çabuk ölürsün," dedi karartı. Neredeydi? Görmediğim, göremediğim bir şeyle konuşup onun dediklerine kulak vermem bana delirdiğimi hissettiriyordu. "Konuşmayı kes artık!" diye bağırdım ona doğru. Bu ne kadar akıl kârıydı? Emin değildim. "Bir şey yap! İkimiz de geberip gideceğiz!" "Belki de bazılarımızın yaşaması için ilk senin ölmen gerekiyordur?" "Ben ne yaptım? Ne yaptım, ne?! Niye bu kadar ölmemi istiyorsun?" Cevabı netti. Hiç düşünmemişti. "Senin sorunun varlığın," Yüzüme değen narin eller hissettiğimde o ellerin sahibi, "Uyanman lazım, Talya," diye fısıldadı yüzüme tatlı nefesini üflerken. "Gözlerini açman lazım artık, Yıldız Çiçeği," Gözlerimi açıp kapattığımda artık başka bir yerdeydim. Üzerime doğru süzülen yıldız, artık benden kilometrelerce uzakta olan bir çiftin üzerine doğru süzülüyordu. Artık hedefi ben değildim ama benim yüzümdendi onlara gidişi. "Saçların artık uzun değiller," dedi karartı. Yanımda olduğu hissediyordum ama ona bakmayı reddediyor, belki de bir kaç dakika içerisinde bu dünyada olamayacak olan iki insanı izliyordum. "Halbuki kısasını hiç sevmezsin," "Ben istemedim," dedim bunu bilmemesine şaşırarak. Her şeyi biliyor gibi gelmişti. "Ben razı değildim," "Sen onların ölmesini de istemedin," O sırada sevdiği kadının karşısında olan seven adam fısıldadı sevdiği kadının dudaklarına doğru. Dudakları üzerine titrek bir öpücük bıraktığında, "Sana nabzımsın demiştim ya?" diye mırıldandı. "Sen herkese atarsın. Herkese olan bir şeyi kendimde istemiyorum," Dudaklarım aralık kaldığında gözlerimden yaşlar dökülüyordu. Üzerimde hâlâ bir korku yoktu ama kalbim acıyordu, kırılmıştı. Üzgündüm ama üzgün olmak geçirmiyordu. Tam o anda devasa bir yıldız birbirlerini son kez öpen çiftin üzerine çakıldığında boğazım yırtılırcasına bir çığlık attım. Öyle ki ses tellerimin koptuğuna bile yemin edebilirdim. Öne doğru atıldım ama gidemedim. Bir şey gitmeme engeldi sanki. Bağlıydım bir şeye, bir yere ya da birine. "Talya, sakin ol! Nefes al ve gözlerini aç!" "Hayır. Hayır. Hayır." dedim kafamı iki yana sallarken. "Ben istemedim. Lütfen." Fark ettiğim bir şey vardı ki benim de üzerime doğru gelen bir yıldız vardı. Ve bu sefer az önceki çiftin üzerine yığılan yıldız boyutunda değil ondan daha devasa bir şeydi. Korkunçtu ama korkmuyordum. Kadere inanırdım. Ve kaderimi yaşayacaktım. Hâlâ ağlamaya devam ederken çırpınıyordum ama bir faydası yoktu. Olmasını da istemiyordum. Bir... İki... Üç... Biraz daha yaklaştı. Dört... Beş... Altı... Artık çok daha yakındı. Yedi... Sekiz... Dokuz... Zaman beni yakaladı. Kan ter içinde gözlerimi araladığımda kesinlikle ne yaptığımı ya da ne yapacağımı bilmiyordum. Ne olduğunu ya da ne olacağını da bilmediğim gibi. Bir el suratımı avuçladığında ben hâlâ nefes alabilmeye çalışıyordum. Ciğerlerim sıkışmış gibi hissediyordum. Kesinlikle duygularım sonum olacaktı. Hissettikleri yüzünden insan ölür müydü? Hissetmemek için ölürdüm. Başım soğuk bir omuza yaslandığında bunu hiç yadırgamadım. Kim olduğunu umursamadım. Sadece biraz dinlenmek ve kendime vakit ayırmak istedim. Saçlarımı okşayan dokunmaya korkan ellere nazaran tırnaklarımı avuç içlerime sertçe geçirdim. Avuçlarımdan sızan kanı umursamadım. Acıyı hissetmemek beni geriyordu. Ve bu durumda tırnaklarımı biraz daha etime geçiyordum. "Talya," diye adımı seslendiğinde göremesem bile buz mavisi gözleri geldi gözlerimin önüne bana kesilmiş acımasız bir ceza gibi. "İyi misin?" Çatallı sesimle, "Ben her zaman iyiyimdir. Benim kötü olabileceğim bir dünya yok," diyebildim zorlayarak. "O ne demek öyle?" diye sordu, beni yaslandığım göğsünden uzaklaştırarak. Bu sorunun cevabını gerçekten merak ediyor gibiydi. "Neden buradasın?" "Seni merak ettim," "Beni merak mı ettin?" diyerek güldüm. "Sence de bunun için üç gün kadar geç kalmış değil misin?" Küçükken dinlediğim masallarda hep iyiler ölürdü, bu benim için kaçınılmaz bir sondu. Hiçbir zaman mutlu olamazlardı. Yüzlerini güldüren şeyler her zaman onların sonu olurdu. Onların sonları da benim yüzümü güldüren şeylerin sonu olurdu. Küçükken korkunç diye adlandırdığım o masallar şimdilerde hayatın bir parçası olmuştu. Çok uzun değil, sadece üç gün öncesine kadar o masalların içinde bir yerlerdeydim. Çok canım yanmıştı, ki bu zamana kadar hiç bu kadar canımın yandığını hissetmemiştim. Saçlarım artık kalçalarıma kadar inip beni bir masal kahramı gibi hissettirmiyordu. Artık o uzun tutamlar omzumun birkaç parmak altında bitiyordu ama ben buna üzülmeye vakit bile bulamıyordum. Kalbimde bir yangın, ortasında ben, etrafında o yangını çıkaranlar ve benimle yanıyorlar. Belki de öyle düşünmemi istiyorlar. Hep öyle olmuştu çünkü. Evde oyuncaklarıyla oynayıp şımarık hareketler yaparak herkese sözünü geçirebileceğini düşünen o kız olarak büyümemiştim ben. Saçlarım da o sarışın güzel kızların ki gibi sarı değil, aksine kapkaraydı. Belki de ben bu yüzden ölüme seçilmiş kızdım. Cenk'in evindeydim üç gündür. Yaşam belirtisi olarak gösterdiğim tek şey nefes almamdı o da muhtemelen ciğerlerim üzerine gelen tekme yüzünden bir hayli zordu. Onun haricinde ağzıma sürdüğüm bir lokma yoktu, yemeğin kokusu bile midemi bulandırıyordu. Sanki aldığım oksijeni bile kan kokusu ele geçirmişti. Yemek yemeye beni zorladıklarında da çoğu kez yediklerimi çıkarmış ya da çıkarma noktasına gelene kadar öğürmüştüm. Bu iğrenç bir döngü gibi üç gündür devam ediyordu. "Üzgünüm," dedi birden beklemediğim bir şeyi yaparak. "Üzülmene gerek yok, unutmasan yeter," Bir an bir hüzün çöktü gözlerine. Onun sert çehresinde gördüğüm bu ifade beni şaşırtmıştı. Onun üzülebileceği ya da herhangi başka bir duygu hissedebileceğini düşünmezdim. Onun kalbi kırılmazdı, taştan daha sağlamdı. Bakışlarına da hüzün çökemezdi, karanlığın üzerine çöken şey sadece aydınlık olursa anlaşılırdı. "Orada... Yanına gelmek istedim," "Ama gelmedin," dedim hayal kırıklığımı belli edercesine. Sahi sadece bir kere gördüğüm bir adamdan neden medet umuyordum ki? "Gerçekten. O gün bize çok yakındın. Bana yapılanı gördün. Canımın yandığını, canımdan can gittiğini gördün. Saçlarım..." diye mırıldanıp acıyla gözlerimi yumdum. Onun bakışlarını suratımda hissederken eli saçlarıma gider gibi olduğunda onu bileğinden yakaladım. "Üzülmüyorum ama onları severdim." "Hayır üzülüyorsun, söyle," Hiç yumuşamaz dediğim keskin mavileri saniyelik bile olsa yumuşadı ama bir profesyonel gibi gizledi hemen bunu. "Üzüldüğünü söyle. Sana şiddet uyguladıklarında bile bu kadar acımadığını ama saçlarını kestiklerinde derini yüzselerdi bu kadar acı çekemeyeceğin kadar çok acıdığını söyle!" Bir tutam saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdığımda, "Üzülmene gerek yok," diye fısıldadım. "Hayat birkaç tel saça üzülecek kadar uzun değil." Duraksadı. Ben de duraksadım. Hangi ara bu kadar duygusuz olmuştum yoksa bu da iyi olduğum konusunda kendimi ikna etme yöntemlerimden biri miydi? Sahiden acımıyor muydu canım? Çok acıyordu. Ağlasam ağlar mıydım? Ağlardım. Ama ağlamama izin var mıydı? Yoktu. Çünkü teselli eden biri olmadıktan sonra ağlamak, omuzladığın bir yığın tuğlanın altında kalmaktan başka bir şey değildi. Mavi gözleri kısıldı. Bu gözlere sadece mavi demekte onlara yapılan büyük bir hakaret sayılırdı. Adeta cam gibi parlıyordu. Böyle bir şey nasıl gerçek olabilirdi? Cidden aklımı oynatacaktım. Belki de kafama yediğim bir darbeden dolayı oynatmıştım bile. "Saçlarınla ilgili bir şey söylediler mi sana?" Şüpheyle ona baktım. "Bir şey mi söylemeleri gerekiyordu?" "Kim olduklarını bulmak için," Bakışlarını kaçırdı. "Ellette bir şey söylemeleri gerekmiyordu ama en azından işimize yarayacak birkaç kelime bile olsa bizim yararımıza olurdu. Yoksa emin ol sana bir şey yapmalarını da geçtim, sesini duymalarını isteyecek son insan benim," "Neden? Neden bu kadar ilgilisin ki bu konuyla?" Kolunu tutmak istediğimde kolunu hızlıca kendine doğru çekti. Bu kaşlarımın çatılmasına sebep oldu ama konuşmamı bölmedim. "O gün orada çok yakındın. Eminim boş bir adam olmadığına. Kendine göre yöntemlerin olacağında da hepimiz hemfikiriz. Ne bu böyle? Sen benimle alay mı ediyorsun yoksa ben kafaya aldığım darbelerden ötürü hayal mi görmeye başladım?" "Seninle bir alakası yok. Kim olsa senin için endişelenirdi." "İşte sorun burada başlıyor. Kim olsa benim için endişelenir ve edemese bile en azından bana yardım etmeyi denerdi," Yatakta iyice doğrulup bu anın gerçekliğinden emin olmak için kendimi arkamdaki soğuk duvara yasladım. "Ama sen denemedin bile ve şimdi gelmiş burada bana endişelenmiş numarası yapıyorsun. Ben ölebilirdim!" Göğsümün üzerine bastırıp kendimi işaret ettiğim elime kaydı gözleri. Herbir hareketimden bir şey çıkarabilecekmiş gibi hepsini takip ediyordu ve bu sinir bozucuydu. "Ölebilirdin ama ölmedin." "Doğru. Haklısın." Öyle bir kahkaha attım ki odama bizimkilerden birinin dalabileceği ihtimalinden korktum. "Her yerim morluk ve kesiler içinde. Dudağım patlamış, bilmem kaç tane dikiş atılmış. Kafam yarılmış. Kim bilir vücudumun nerelerinde göremediğim yaralar var. Saçlarım... Artık eskisi kadar uzun değiller; acımasızca kesilmişler. Halısın ya, ölmediğim için şükretmeliyim. Bak bu doğru, çok haklısın ya!" "Biliyorum," dediğinde ne hissettiği şu an hiç anlaşılmıyordu. "Bunları yaşadığın için affet," "Neden sen yapmışsın gibi konuşuyorsun?" Geriye çekilip yüzünü daha iyi görmeye çalıştım ama daha gündüz olmasına rağmen havanın kapalı olmasından dolayı çok başarılı olamadım. "Tabi ki de ben yapmadım," Gözlerini devirebilse o saniye devirirmiş gibi görünüyordu ama bunu yapmadı. Güldüm. "Biliyor musun? Cenk'te yapmamış. Sen yapmadın, o yapmadı, bu yapmadı. Galiba ben kendi kendime suikast düzenledim. Sonunda tek ulaşabildiğim sonuç bu çünkü!" "Eğer bir akıl hastası değilsen, bunu yapmış olman sıfırın altında," Gülen yüzüm bir çiçek gibi soldu. "Cenk kim diye sormadın?" Dondu kısa bir an. Bakıştık öylece. Bir yaprağa vuran dalga misali çakıldı gözleri gözlerime. Tedirgin gibi göründü ama çokça da değildi. O muhteşem bir yalancı olmalıydı. "Sormam mı gerekiyordu?" "Eve nasıl girdin sen?" diye sordum yattığım yerden kalkarak. "Seni içeriye Cenk'in almadığına eminim. Atakan kapımın önünde bir gardiyan gibi bekliyor da üç gündür. Bir kez olsun ayrılmadı o kapıdan." Cam açık mı diye pencereme doğru baktım. "Düz duvara tırmandın desem, onu da yapmamışsın. Bana doğruyu söyle. Bu eve nasıl girdin?" Yutkundu. "Talya," "Kılıç," dedim sözünü keserek. "Tabi gerçek adın buysa?" "Aynı okula giden iki normal insanız sadece. Sen benden ne bekliyorsun?" Birden ona kolumu açıp uzattığımda ne yaptığımla alakalı kesinlikle bir fikri yoktu. Benim kafayı yediğimi bile düşünüyor olabilirdi ama ben bunu hiç umursamadan, "Bak buraya!" diyerek sesimi yükselttim. Cidden yürek yemiş olmalıydım ama umursamadım. "Bak bu sadece üç gün önce oldu." Kolum yarıldıktan sonra bir anda çıkan yıldız dövmesini dikkatlice incelerken bir yandan burnundan soluyordu. "Kapıyı kırdım. Tırnaklarım kırıldı, kolum yarıldı. Kolum kopmuştu sanki ama biraz olsun acı hissetmedim. Öyle çok kanadı ki kan kaybından öleceğim sandım ama ne olduysa bundan sonra oldu," Bana baktı ama çok kısa bir andı. "Sonra kolun bu hale mi geldi?" Kendi kendine sormuştu bu soruyu ama ben kafamı salladım göremesede. "Anlatmaya devam et." "Her zaman içimde olan o korku bir anda yok oldu gitti sanki. İçimde bir yerlerde korkmamı söyleyen bir başka ben var gibiydi. Onun için korkuyorum ama sonra kendi duygularım ağır basıyor ve bir anda kendimi ne olduğunu veya ne yaptığımı bilmediğim bir cesaretle buluyorum." "Nasıl oluyor tam olarak?" Kolumu incelemeyi bıraktı ve kafasını beni görebilmek için aşağıya indirdi. "Seninle konuşan biri mi var yoksa bu sadece bir içgüdü mü?" "İçgüdü. Biri benimle konuşsa bu kadar sakin kalabileceğimi sanmıyorum," Daha ciddi bir soru soracakmış gibi boğazını temizledi. "Peki hiç korktun mu? O gün? Veya o günden sonra? Bu üç gün içinde hiç korktun mu, Talya?" Bedenimden bir elektrik akımı geçtiğinde etrafıma bakındım anda kalabilmek için. Köşe bucak üç gündür göremediğim odanın ayrıntılarını şimdi gördüm. Halı... Duvar... Kapı... Bembeyaz battaniyem... Ve daha bir çok şey.
Küçük Talya, minik Talya. Nefes al. Sadece kabus. Hayır. Kabus olamayacak kadar gerçek, gerçek olmasını isteyemeyeceğim kadar kabus. "Korktum," dedim ona bakamayarak. Ellerim titremeye başlamıştı bir anda. Bunu durduramıyordum. Çok kötü hissettiriyordu. "Ne zaman?" Yutkunamadım. "Üç gün önce," "Tam olarak ne zaman?" "Bir anda oldu. Sen bana... Talya diye seslendiğinde. Bir anı hatırladım. Belki de bir kabus. Ne olduğunu bilmiyorum ama benim de aklıma sen bana öyle seslendikten sonra geldi." "Nasıl bir şey anın?" diye sorduğunda biraz bekleyip, "Ya da kabusun?" diyerek tamamladı sorusunu. Ağzımı aralayacaktım ama içimde bir yerde bunun doğru olmadığını haykıran ve beni rahatsız eden bir dürtü vardı. Ona bunları anlatmamalıydım. Dost mu düşman mı olduğunu bilmediğim birinin eline kendimle ilgili bir hayat vermemeliydim. Düşman olsa hayatımı parçalardı, dost olsa beni. "Bence bunun berbat bir tesadüften fazlası yok," dedim ona bakmak için başımı fazlasıyla geriye doğru eğerek. "Eğer dövme hakkında bir fikrin yoksa bu konuyu kapatalım. Boş yere daha fazla muhattap olmamıza gerek yok. Tanımadığım bir insanla zaten haddinden fazla konuştum," Bir anda kulağıma yaklaştı ve elini kaçmamam için kafamın arkasına yaslayıp, "Dövme hakkında bir fikrim var," dedi fısıldayarak. Heyecanla ona dönmeye çalıştığımda kafamın arkasındaki eliyle can acıtmayacak bir baskı uygulayarak buna izin vermedi. "Üç gün önce de dediğim gibi Yıldız Çiçeği, belki de sadece deliriyorsundur." Benimle alay ettiğini zannettiğim için az kalsın ona bağırıcaktım ama ciddi ifadesini görür görmez bu fikrimden vaz geçip kaşlarımı çattım. "Madem bir fikrin yok, eve girdiğin gibi defolup git buradan. Malum ben bu evde ne kadar yaşadım ama senin içeriye girdiğin yeri ben bile bilmiyorum. Bilmediğim bir yerden seni yolcu edemem," Buna gülümseyeceğini düşünmemiştim ama bu hafif sitemime karşı tam bir gülümse bahşetmese de dudakları hafiften kıvrılır gibi oldu. Burnunu kaşır gibi yapıp bunu gizlemeye çalıştı. "Sahiden korkmuyorsun değil mi?" Kafasını iki yana salladı. "Cesaret ve aptallık arasında ince bir çizgi vardır. Cesaretine hayranım ama umarım aptallığın yüzünden başına iş açmazsın," "Sana ne be benden!" diye yükseldim ona. Yandan kaptığım bir bibloyu ona doğru fırlatırken hiç düşünmemiştim. Ki o da hızlı bir refleksle bundan kurtuldu. "Defolup git evimden, ruh hastası! İn midir, cin midir belli değil. Bir de bana kafayı sıyırmışsın diyor! Sen git önce kendine bak!" Bu neydi böyle? Bu cesaret cidden nereden geliyordu bana? Bu adamda bir şeyler olduğu belli olmasına rağmen hâlâ nasıl olurda ondan korkmaz ya da çekinmezdim? Belki de o haklıydı. Gerçekten delirmiştim ya da delirmek üzereydim. Ona fırlattığım bibloyu düzlüğünü hiç bozmadığı surat ifadesi ile bana geri fırlattığında havada yakalayıp ona geri döndüm. Bana sinirlenir, kızar ya da bağırır sanmıştım ama onun suratında en ufak bir ifade bile yoktu. Elini saçlarının arasından geçirirken, "Deliye bak," dedi bir anda. "Zoru var." Tek kaşımı kaldırdım. "Espri yapabildiğini bilmiyordum?" "Ben şaka yapmam." dedi kaşlarını çatarak. "Ciddiye almamanız gereken bir şey söylerim. Ama siz ciddiye alıp bir de üzerine gereksiz samimiyetle artistlik taslayıp racon kesmeye çalışınca benim cevaplarımı şaka olarak anlıyorsunuz." Bir mimik arıyordum suratında. Sadece insan olduğuna dair tek bir mimik. "O zaman sen de insanlara espri yapıp yapmadığını belli edeceğin bir surat ifadesi göster!" "Dediğim gibi, espri yapmam," Beni baştan aşağıya süzüp alnına düşen siyah saç tutamına doğru üfledi. "Yapanları da sevmem." "Haklısın, biz senin gibi sağ gösterip sol vurmadığımız için yadırgıyorsun!" "Ben sağ gösterip sol vurmam," dediğinde normal bir şeyden bahseder gibiydi. "Ben doğrusunu gösteririm, onlar nereden geldiğini anlamazlar," Onlara beni dahil etmemişti. Onlar vardı. Birde o ve ben. Biz olarak. Ağzımdan bir nefes verip ofladığımda, "Git artık. Senin doldurulmuş egonu dinlemek istemiyorum. Cenk her an beni kontrole gelebilir. Onunla karşılaşmak istemezsin," dedim elimle onu kovarak. Alayla baktı. "Neden? Şu meşhur Cenk bir yaratık falan mı?" "Sen de değilsin," "Nereden biliyorsun?" "Normal olmadığına eminim," dediğimde sırıttı. "Ne? Öyle değil misin? Normal misin?" "Normalden kastının ne olduğuna göre değişir," dediğinde düşünür gibi yaparak elini kemikli yüzüne doğru götürdü. "Mesela senin, benim zihnine girmemle alakalı saçmalığından dolayı kesinlikle benim gözümde normal değilsin." "Girdin çünkü!" dedim tek bir nefesle. "Duydum. Orada bana dikenli gül dedin! Dalga geçtin benimle sen!" Durdum. "İyi ki hatırlattın bana. Sensin be dikenli!" Tam o anda olduğum odanın kapısı açıldığında Cenk, "Neler oluyor burada?" diyerek içeri girdi. "Kiminle konuşuyorsun sen, Dalya?" Bir çiçek vardı. Bir yaprağı koptu. Diğer yapraklarının hiçbir önemi kalmadı. *** İnstagram: ber.enust İnstagrama bekleniyorsunuz efenim
|
0% |