Yeni Üyelik
3.
Bölüm

BÖLÜM 1

@berattassgit

Demacia’nın kuzeydoğu kırsalında uzak bir dağ kasabası olan Uwendale, avcılar ve çiftçilere ev sahipliği yapıyor. Ormanlarda ve yüksek tepelerde gezen vahşi hayvanlar köyü tehdit ediyor gibi görünse de kolcuların koruması sayesinde gayet güvenli bir yaşam alanıydı Uwendale. Sera bu köyde doğmuş, babasının yardımıyla iz sürüp avlanmayı öğrenmiştir. Uzun menzilde yayıyla çok temiz atış yapardı. Yerde avlanmak yerine genellikle uzun ağaçların dalları arasında sessizce gezinir, av hayvanlarının dikkatini çekmeden işlerini bitirirdi. Arada sırada ölümcül atışı yapamasa da işini tamamlayan bir dostu vardı.

Bu dost kanatlı, siyah gövdeli, kanatlarının uçlarında turuncu, kırmızı ve sarı renkleri ahenk içinde dalgalanan bir alevi andıran Noxus kartalı Black Fire’dı. Nesli tükenmekte olan bu ırkın nadide örneği Sera tarafından bulunduğunda henüz yavruydu. Bir gün babasıyla avlanırken Demacia’dan bir hayli uzaklaşmışlar, Noxus ormanlarına kadar girmişlerdi. Her ne kadar bu iki ülke ezeli düşman olsa da dünya barış çağındaydı. Hava iyice karardığında Sera ve babası kamp yapmaya karar verdiler. Avladıkları bir tavşanı pişirip yerken ağaçların arasından gelen sesle irkilmiş, yaylarını ve hançerlerini alarak sesin geldiği noktaya doğru ilerlemişlerdi. Karanlıkta pek göremeseler de yavrudan gelen tiz çığlıkları takip ederek kartalı buldular.

 

Sera’nın babası yavruyu biraz inceledikten sonra herhangi bir saldırıya uğramadığını, muhtemelen yüksek ağaçlardan birine çarparak yere düştüğü kanısına vardı. Kanadı incinmişti, bu yüzden tekrar havalanamıyor sadece acı ve korku içinde çığlık atıyordu. Babası Sera’ya döndü. “Matarandan biraz su verir misin?” Sera belinden matarasını çözüp mantarını açtı. Babası açık matarayı alarak yavrunun ağzına birkaç damla su verdi. “Tamam sakin ol, bizden sana zarar gelmez. Şşş yok bir şey. Kanadın biraz incinmiş sadece. Sera, yayımı kampa kadar taşıyabilir misin? Ben de bu yavruyu getireyim.” Sera, babasının emirlerine başıyla onay verip yayını ondan aldı. Kampa geri döndüklerinde yavrunun kanadını sabitledi. Biraz da avladıkları tavşan etiyle besledikten sonra yavruyu çadırlarının içine aldılar.

Ertesi gün eve döndüklerinde yavru iyice sakinleşmişti. Her ne kadar yavru da olsa bir kartaldı, Sera o zamanlar on üç yaşındaydı. Yavruyu her gün besliyor, babasıyla beraber bakımını yapıyor, onunla oyunlar oynayarak vakit geçiriyordu. Kartal nihayet tamamen iyileştiğinde Sera’yı bırakıp gitmeyi reddetti. Böylece ailenin yeni üyesi Sera ile beraber büyüdü. Bif kanat çırparken hiç ses çıkarmıyor, adeta bir baykuş edasıyla süzülüyordu. Bu da avlanırken gizliliklerini korumalarına büyük yardımda bulunuyordu. Üç yıl boyunca Sera, babası ve Bif beraber avlandılar. Ancak Sera on yedi yaşına geldiğinde geriye sadece Bif kaldı. Bu iki dost birbirine kardeş, yol arkadaşı ve aile oldular.

*****

 

Yazın son demlerinde yine Sera ve Bif avlanıyordu. Sera dalların arasında sincap gibi sekiyor, Bif ise keskin gözleriyle yeri süzüyordu. Sera arada sırada Bif’e bakıyor, kartalının herhangi bir şeyi gözüne kestirip kestirmediğini anlamaya çalışıyordu. Nihayet Bif pençelerini açıp kapamaya başladı. Bu hareket yakınlarda bir hayvanın olduğunu işaret ediyordu. Bir kanat boyu alçalıp yükseldikten sonra Sera, bu hayvanın ceylan olduğunu anladı. Gözlerini tekrar yere çevirip alanı taramaya başladı. Bif’in odaklandığı noktayı bulmaya çalışıyor, çok ses çıkarmadan bir ağaçtan diğerine atlıyordu. Sonunda ceylanı fark etmişti. Atış yapabilecek kadar ama hayvanı ürkütmeyecek kadar yaklaştı. Sadağında bir ok çıkartıp yayını gerdi. Ciğerlerini boşaltıp nefesini tuttu. Tam atışını yapacakken Bif’in tiz çığlığını duydu. Ardından kendisinin atmadığı bir ok ceylanın boğazına saplandı. Ceylan oracıkta yere düşüp öldü. Sera kafasını göğe kaldırdığında Bif’in yanında mavi bir silüet gördü. Bu... Bu Valor’du. İki kartal havada çember çizip birbirini selamlıyordu.

"Naber güzellik?” Bu ses Sera’yı öyle ürkütmüştü ki az kalsın dengesini kaybedip aşağı düşecekti. Hemen yayını sesin geldiği yere, üzerinde durduğu dalın aşağısına çevirdi. “Hoop benim! Sakin ol!” Sera’nın yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşti. “Quinn!” Sera hızla aşağı inip Quinn’e sarıldı. “Hoş geldin! Ne zamandır uğramıyorsun köyünü unuttun sandım.”

Quinn, Sera’nın saçlarını dağıttı.
“Aaa insan doğup büyüdüğü toprakları unutur mu hiç?”
Sera alaycı bir tavır takınarak devam etti.
"Yani bilmiyorum, ne de olsa köyümüzün gururu Efsaneler Ligi’nde boy gösteren bir şampiyon. Birkaç yıldır da akademide eğitmen. Bu ışıltılı hayat gözünü kör eder diye düşünmüştüm.”
"Aşk olsun, buraya özellikle seni görmeye geliyorum sen de beni nasıl sözlerle karşılıyorsun."
"Beni görmeye mi?"
"Şu ceylanı alıp köye dönelim, güzel bir akşam yemeği eşliğinde anlatayım."
"Eğer o konu hakkındaysa fikrim değişmedi."
Quinn sanki Sera'yı duymamış gibiydi. Islık çalarak Valor'u yanına çağırdı. Aynı şekilde Sera da Bif'i çağırdı. Ölü ceylanın boynundan oku çıkarıp biri ön ayakları diğeri arka ayaklarında olacak şekilde iki halatla bağladılar. Daha sonra bu halatların da uçlarını kartallarının pençelerine tutturdular.
"Hadi bakalım, doğru Sera'nın evine." diye komut verdi Quinn.

İki kartal ağaçların arasından havalanarak taşıdıkları ceylan ile gözden kayboldular. Sera ve Quinn de av aletlerini toplayarak patikanın yolunu tuttu. Yürüyerek kırk beş dakikalık yolları vardı. Bu süreçte Quinn sohbet açtı.
“Köyde durumlar nasıl?”
“Mahsuller bereketli, avcılar da hemen hemen her gün elleri dolu geliyor. Şuna bak daha köyden bir saat uzaklaşmamışken ceylan avladık. Belli olmuyor mu?”
“Buradan ayrılmayı düşünmüyor musun Sera?”
“Ayrılıp şehir hayatına mı karışayım? Hiç sanmıyorum. Doğanın ortasında yaşarken neden kendimi surların içerisine hapsedeyim?”
“Bizim köyden çıkan en yetenekli izcilerden birisin. Diğer izcilerin aksine avını yerden değil havadan takip ediyorsun.”
“Bif’ten bana geçen birtakım özellikler.”
“Yayın kadar hançerini de etkili kullanıyorsun.”
“Bıçak tutmayı üç yaşındaki çocuklarımız da biliyor.”
“Sera! Bıçak dediğin şey ile on beş yaşındayken bir yabandişi devirdin. Köylünün hâlâ dilinde bu olay. Ateş başında anlatılan hikâyeye döndü.”
Sera omuz silkti. Quinn yürümeyi bırakarak Sera’yı tutup kendine çevirdi. Sera’nın boyu Quinn’e göre yirmi santim daha kısaydı. Quinn başını eğip Sera ile göz göze geldi.
“Buradan neden ayrılmak istemediğini biliyorum. Aileni terk etmiş, yuvanı bırakmış gibi olacağını düşünüyorsun. İkiz kardeşimi biliyorsun değil mi?”
“Caleb.”
Quinn mahsun bir gülümseme ile karşılık verdi.
“Evet, Caleb ile çok güzel hayallerimiz vardı. Büyüyünce şövalye olacaktık, sınırlarımızı koruyacaktık ama olmadı. Senin on beş yaşında alt ettiğin bir yabandiş onu benden aldı. Pes ettim, hayallerimizden vazgeçtim ve uzun süre kendime gelemedim. Taa ki-”
Sera tamamladı.
“Taa ki Valor ile tanışana kadar.”
“Taa ki Valor ile tanışana kadar. Valor bana zaman zaman kardeşimi hatırlattı. Eğer şimdi burda olsaydı beni çekiştire çekiştire başkente götürür, hayallerimizi gerçekleştirmem için elinden geleni ardına koymazdı. Caleb olsa pes etmeme izin vermezdi, hayatımı durdurmama, hayallerimden kaçmama izin vermezdi. Bu şekilde düşününce her şey tekrar güzel olmaya başladı. Nihayetinde kolcu şövalye birliğine katıldım, yetmedi şampiyon oldum. O da yetmedi Efsaneler Ligi’ne katılmaya hak kazandım. Daha ne kazanabilirim derken beni Şampiyonlar Akademisi’nde eğitmen yaptılar. Yani hayal ettiğimden çok daha fazlası oldu. Ama o ilk adımı cesaret edip atmasaydım, potansiyelimi ortaya çıkaramaz, olduğum yerde sayar, bir zaman sonra kederlenip pişman olurdum. Bu saatten sonra da pişmanlık fayda etmez, hüzün içinde yaşamımı tamamlardım. Senin de cesaret edip bir adım atmanı istiyorum. Annen için... baban için...”
Sera nemli gözleriyle toprağı inceliyordu. Gücünü topladığında ağzından sadece tek bir kelime, şu cılız ses çıktı.
“Düşüneceğim.”
Bunun üzerine Quinn, Sera’nın sırtını sıvazlayarak yola devam etmesini sağladı.

Havanın kararmasının üzerinden bir müddet vakit geçmiş, Quinn akşam yemeğinden sonra ailesinin yanına dönmüştü. Quinn’in aklındaki, en geç üç gün içerisinde Sera’yı buradan alıp gitmekti. Sera’nın ise aklı hâlâ karışıktı. Quinn daha önce iki kez daha gelmiş, ikisinde de eli boş dönmüştü.

Bunun böyle olmasının bir sebebi vardı, zaten onun düşünmek istediği de buydu. Bu dağ kasabası yıldızları izlemek için yaratılmıştı sanki. Sera sık sık gece yürüyüşlerine çıkar, ertesi gün avına odaklanabilmek için zihnini boşaltırdı. Fakat bugün farklı bir amaç için çıkmıştı bu yürüyüşe. Zihnini boşaltmak değil, doğru düzgün düşünebilmekti maksadı. Köy merkezinden uzaklaşmış, ağaçların daha seyrek olduğu açık bir patikada yol alıyordu. Çakıl taşları ayaklarını rahatsız etse de hoş bir yanı vardı. Odaklanması gereken konudan uzaklaştığında bu küçük uyarıcılar dikkatini tekrar toplamasına yardımcı oluyordu. Rastgele yürümüyordu Sera, bu patikanın sonunda ulaşmak istediği bir yer vardı. Son kararını vereceği yer.

 

Birkaç dakika sonra nihayet gelmişti. Dikdörtgen şeklinde mermer ile çevrilmiş iki toprak parçası. Toprak parçalarının bir ucunda yine mermerden yapılmış belirteçler vardı. Bu belirteçlerin boyu yerden ancak kırk santim yüksekliğinde, üzerine çiçek motifleri işlenmiş, iyi bir ustanın elinden çıkma taş işçiliğine harika birer örnekti. Bu güzel mermerin bir diğer özelliği ise üzerine yazılmış yazılardı. Sera önce gökyüzüne baktı, daha sonra bu iki parçaya. Sesli olarak konuşmaya başladı.

“Anne... Baba... Quinn geldi bugün... Sizi buraya yatırdığımızdan beri onu görmemiştim. Sekiz ay, beş gün, on üç saat önce... Yaşım tuttuğundan beri her sene geliyordu biliyorsunuz. Ben sizden, köyümüzden, evimizden ayrılmayı hiç istememiştim. Yine istemiyorum... Sanki buradan ayrılsam, sanki sizi her gün görmeye gelmesem, sanki...” Sera’nın göz pınarları dolmuş, artık yaşlar daha fazla tutunamamaya başlamıştı. Kirpiklerinin arasından başlattıkları bu süzülüş elmacık kemiklerinden yanağına, oradan çenesinin altına, en sonunda ise gecenin karanlığındaki buz gibi toprağa serpilmişti. Sera derin bir nefes alıp devam etti. “Bu zamana kadar kararları hep bana bıraktınız, benim vermemi istediniz. Keşke bir kere olmaz deseydiniz, keşke sizi ikna etmeme izin vermeseydiniz. Keşke o kaza hiç yaşanmamış olsaydı. Keşke Quinn’i bugün beraber misafir etsek, tekrar eli boş ama sevgi içerisinde gönderseydik. Uzun zamandır hissettiğim tek şey hüzün. İçimden gelmiyor gülmek, içimden gelmiyor kahkaha atmak, sürekli bir mutluluğu hakkım olarak görmüyorum. Bu köyü terk edersem, sizi ziyaret etmeyi bırakırsam sebep olduğum felaketi unutacağımdan korkuyorum. Normalleşmekten korkuyorum. Bu olayın tüm suçlusu benim ve aklanmaktan korkuyorum.”

“Korkma.”
Sera olduğu yerde irkildi. Hemen göz yaşlarını silip sesin geldiği yöne doğru döndü.
“Ne zamandır ordasın?”
“Önemi yok. Köydekilerden her gece yürüyüşe çıktığını öğrendim. Biraz akıl yürütmeyle nereye gittiğini anlamak zor olmadı. Ne de olsa ben de izciyim değil mi?”
Sera’nın dudakları belli belirsiz titredi.
“Gitmek istiyorum, ama...” diye duraksadı Sera.
Quinn bel çantasından mühürlü bir rulo kâğıt çıkardı.
Sera, “Bu ne?” diye sordu.
“Baban akademiye katılmanı çok istiyordu. Tercihi sana bırakmıştı, ancak akademiye katılımının üst sınırı olan yirmi yaşına gelince seni teşvik edip akademiye katılmanı sağlayacaktı. Eğer o zamana kadar başına bir şey gelirse diye senin için mektup yazdı, mühürledi ve bana verdi. Ölürsem, bir sonraki gelişinde Sera’yı mutlaka al dedi.”
Quinn mektubu Sera’ya uzattı.
Sera mektubu alıp açtı, babasının el yazısını ilk görüşte tanımıştı.
Yaklaşık bir dakikalık sessizlikten sonra ruloyu toparlayıp Quinn’e döndü.
“Gidiyoruz.”

Loading...
0%