@berilece7
|
Hayatınız hiç beklemediğiniz bir anda tam anlamıyla değişebilir. Aşık olabilir, değer verdiğiniz bir insanı yitirebilir, çok çalıştığınız bir sınavı geçebilir veya zengin olabilirsiniz... Bu liste sonsuza uzanacaktır. Olasılıklar, insanlara bağlı oldukça sonsuzdur. Hiç tanımadığınız bir insanın, sizin hayatınızı tepetaklak edebileceği gerçeği de bu olasılıklardan sadece birdir. Her sabah uyandığınız yatağınız artık olmayabilir veya daha üzücü olanıysa, yatağınız aynı bile olsa; o yatakta uyanan kişi aynı siz olmayabilirsiniz. Aynadan her sabah baktığınız yüz size aittir belki ama artık onu tanıyamıyor olabilirsiniz. Hayat böyleydi, beklenmediklere gebeydi ve ne doğuracağını doğana kadar bilemiyordunuz. Hayat karmaşıktır, onu anlamaya çalışmayı bırakıp yaşamaya başlayınca ne olduğunu anlayabiliyordunuz. İronik ve bir o kadar da gerçek.
Ben de hayatı anladığımı düşünmüştüm. Üstesinden gelebilir ve bu hayatı sürdürebilirim sanmıştım. Herkes gibi büyür, istediğim okulu kazanır ve aşık olup yuvamı kurabilirim sanmıştım. Bunların artık benim hayatımın herhangi bir köşesinde olmayacağı gerçeği içime dokunuyordu. Yıllar önce verdiğim bir kararın hayatımı değiştireceğini daha o zamanlar da farkındaydım. Ama çaresizdim. Başka bir seçeneğim yoktu. Ya ölecektim ya da öldürecektim.
Küçükken kumsalda kumdan kaleler yaptığımı hatırlıyorum. Üzerimde desenli mayom ve başımda hasır şapkam vardı. Ellerim, bacaklarım, ayaklarım hatta yüzüme bile kum yapışmıştı. Umursamıyordum, çünkü mutluydum. Sarı renkli küreğimle kumu kazdım, kazdım ve kumun içindeki deniz kabuğunu görünce inanılmaz bir mutlulukla elime alıp ayağa kalktım.
''Anne!'' dedim avucumda tuttuğum ve üzeri kumla kaplı olan deniz kabuğunu ona doğru götürürken. Sesimi duyan annem okuduğu kitabı indirmişti ve geldiğim yöne doğru bakıyordu.
''Anne bak, ne buldum! Bir deniz kabuğu. Çok güzel değil mi?''Çocuksu bir merakla vereceği cevabı bekledim. Bacaklarım güneşin sıcaklığıyla ısınıyordu ve arkamda kalan denizin dalga seslerini duyabiliyordum. Annem cevap vermiyordu.
''Anne? Çok güzel değil mi?'' Yine bir şey dememişti. Hüzünle başımı yere indirip dudağımı büzmüştüm.
''Anne, beğenmedin mi yoksa?'' Dudağım ve sesim titremişti. En sonunda bakışlarımı avucumda tuttuğum deniz kabuğundan kaldırıp anneme çevirdim. Gözlerimin içine bakıyordu. Sıcacık gülümsüyordu. Sıcacık. Bacaklarımı ısıtan ve gözlerimi kamaştıran güneşten daha sıcak. İçimin sızladığını hissettim. Deja vu muydu? Kalbimi saran özlemle sarsıldım.
''Uyan kızım.'' Anlamayarak anneme baktım. Zaten uyanıktım neden uyanmamı istiyordu ki?
''Ne?'' dedim şaşkınca.
''Uyan!'' Bağırışıyla beraber güneşin sıcaklığı da dalgaların sesi de yok olup gitmişti. Sıcaklığın yerini soğuk asfalt almıştı ve artık dalgaları duyamıyordum. Kulaklarımda yalnızca çınlama vardı. Asfaltta yüz üstü uzanıyordum. Doğrulmaya çalışınca karnımda hissettiğim ağrıyla dişlerimi sıktım. Boğuk inlemem kulaklarıma ulaştı. Gecenin karanlığında birkaç metre ötemde duran motosikletime bakıyordum. Boğuluyormuş gibi hissediyordum. Başımdaki kaskımı çıkarıp kenara fırlattım ve karnımı tutarak yerden kalktım. Başımı arkaya yatırdığımda nefesim soğuk gecede buhar olarak yükseldi. Hızlı hızlı soluyordum. Kulaklarımdaki çınlama daha da dağılınca uzaktan gelen alevlerin sesini duyabilmiştim.
Arkamı döndüğümde dakikalar önce kovaladığım arabanın ters dönmüş bir şekilde alevlerce yutulduğunu gördüm. Birkaç defa dumandan dolayı öksürdükten sonra acıyla dişlerimi sıktım ve sert bir şekilde yutkundum. Arabanın hemen ilerisinde, yerde sürünerek ilerleyen bedeni görünce gözlerim ona kitlenmişti. Kaçmaya çalışıyordu. Ne acınası. Kendimden emin bir şekilde ona doğru yürümeye başladım. Bu sahneye defalarca şahit olmuştum. Birazdan ne olacağını adım gibi iyi biliyordum. Artık sıkıcı geldiğini söyleyebilirdim. Belimdeki silahı çıkardım. Ayak seslerimi duyan adam korkuyla geldiğim yöne doğru döndü. Gözleri, yanan arabanın alevlerinden aydınlanan yüzüme baktı ve hemen ardından elimdeki silahı görünce korkuyla açıldılar.
''Hayır! Ben değildim! Ben yapmadım!'' Ayağa kalkmaya çalıştı. Ayağa kalkıp bir ayağını arkasından sürüklerken topallayarak benden kaçmaya devam etti.
''Yemin ederim ben yapmadım! Ne istersen veririm! Yalvarırım canımı bağışla!'' derken kaçmaya devam ediyordu. Silahımı kaldırdığımda ona doğrulttuğumu görünce haykırarak ellerini kaldırdı. Yalvarmaya ve af dilemeye devam etmişti. Benden af dilemesi zoruma gidiyordu. Af dilenilmesi gereken insanlardan biri bile değildim. Canını yaktığı ve hayatını kararttığı insan ben değildim. Hayatımı karartan o değildi. Ben de böyle yalvarmıştım dedim içimden. Kimse duymamıştı, kimse...
''Ne istersem verir misin?'' diye sordum adama.
''Ne istersen!'' Sesindeki umudu duyabiliyordum. Onu öldürmeyeceğime inanmaya başlamıştı bile. Veremezdi...
''Zamanı geri alabilir misin?'' Anlamayan gözlerle bana bakıyordu.
''Tabii ki de alamazsın.'' Büyük bir hüznün eşlik ettiği tek kurşunla, başından vurduğum bedeni geriye doğru savrulup asfaltta yerini aldı. Farkında olmadan tuttuğum nefesimi verdim. Yerde, çevresine yayılmaya başlayan kana takılmıştı gözlerim. Zamanı geri alabilir misin? Sahiden bunu yapabilecek biri var mıydı? Zamanı geriye alıp olacakları engelleyebilir miydi?
''Saçmalama İra, olacak olan olur,'' dedim ve parmaklarımla ağrıyan başıma baskı yaptım. Geçmişi düşünmek insan öldürmekten daha çok yoruyordu beni. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımda şehirden uzakta olduğumuz için belirgin olan yıldızları gördüm. Gökyüzünde bir yıldız olmak istiyordum. Dünyadan uzak ve parlak. Kayıp, yok olmaya bile razıydım. Artık dünyada olmak istemiyordum. Dünya insanların çöplüğü hâline gelmişti ve ben bu çöplüğün içinde debelenip duruyordum. ''Yap haydi!'' dedi içimdeki ses. ''Yap! Son ver acına!'' dedi.
''Saçmalama,'' dedim gülerek ve etrafımda hafifçe dönerek. ''Yap, yap, yap!'' hızlıca silahın namlusunu başıma yasladım. ''Yap!'' Parmağım yavaşça tetiğin üstüne gitti. Yapacak mıydım bu sefer? Son verecek miydim acıma? Bitecek miydi tüm bunlar? Yıllardır süren bu acı sonunda huzura kavuşacak mıydı? Ellerim buz gibiydi ama sanki yandıklarını hissediyordum. Yutkunmaya çalıştım ama dilimle damağım kuruduğu için başaramadım. ''Yap, haydi!'' Parmağım tetiğin üstünde titremeye başladı.
''Anne, çok güzel değil mi?'' Çocukluğumun huzur verici sesi yankılandı zihnimin içinde. Kum kaplı parmaklarının arasında tuttuğu deniz kabuğuyla gülümsüyordu bana. Onu nasıl unutabildim? Kendim için değilse bile onun için yaşamam gerekiyordu. Ona ihanet edemezdim. Onun intikamını almak zorundaydım. Silahımı indirdim ve belime sıkıştırıp hızlı adımlarla kaskımın olduğu yere doğru yürüdüm.
''Bu gece değil, onu da öldürmeden değil.'' Yerden kaskımı alıp motorumun yanına geldim. Motorumu yerden kaldırıp üzerine oturdum. Cebimden çıkardığım telefonumda son aramalardaki numarayı aradım.
''Kuzgun, görev tamam. Konumu atıyorum. Ekibi gönder.'' Telefonu kapatıp cebime geri sıkıştırdım. Kaskımı başıma geçirip üşüyen ellerime eldivenlerimi giydikten sonra yanan arabaya doğru son kez baktım. Kanlar içinde yerde yatan bedeni sadece işlediği günahlarla tanıyordum. Yaptığı iyilikleri bilmiyordum. Ailesi var mıydı, onu sevenler var mıydı, ya da bu gece onu bekleyen birisi var mıydı, bilmiyordum. Bilmek de istemiyordum. Bir şey varsa, o da karşıma çıktıysa ölmeyi hak ettiğidir.
Kontağı çevirdim ve motorum altımda titremeye başladı. Yanan araba ve günahlarının bedelini ödeyen adam arkamda kalırken ben gecenin içinde hızla ilerledim. Yıldızlar üzerimden hızla geçip giderken şehrin ışıklarının üstünde yine soluklaşmaya başladılar. Onları seviyordum, beni dünyanın çirkin gerçekliğinden uzaklaştırıyorlardı. Yoluma hız kesmeden devam ediyordum ki telefonum cebimde titreşmeye başladı. Telefonu açabilmek için yolun kenarına çektim. Arayan Kuzgun'du. Eldivenimin birini dişlerimle ısırarak çıkarıp aramayı cevapladım.
''Alo, İra?''
''Söyle.'' Sesimden yorgunluğumun belli olmasını umuyordum.
''Neredesin diye sormayacağım zaten biliyorum. Anlaşılan evine doğru gidiyorsun,'' dedi bilmiş bir tonda. Arkadan klavye sesleri geliyordu. Bıkkın bir şekilde nefesimi verdim. Sesimden bıkkın olduğumu anlamış olmalıydı ki:
''Tamam, uzatmıyorum. Saat onda Başkan seni görmek istiyor.''
''Neden?'' Sorumun cevabını bilmeyerek bekledim.
''Ben de bilmiyorum. Bana da bir şey söylemedi. Belki de sana bir hediyesi vardır. Sonuçta doğum günün.'' Telefonun ekranından bugünün tarihine baktım. 4 Şubat, unutmuşum. Doğum günümü kutlamayalı yıllar olmuştu. Kaç yaşıma giriyordum, yirmi beş? Yirmi altı? Emin değildim. Sanırım yirmi altı.
''Kaç yaşıma giriyorum Kuzgun?'' diye sordum dalgın bir şekilde. Arkadaki klavye sesleri kesildi ama karşıdan bir süre cevap gelmedi.
''Yirmi altı?'' Sesi soru sorarcasına gelmişti. Kendi yaşımı ona sorunca kafası karışmış olmalıydı. Yorgundum ve eve gidip yıkanmak istiyordum. Sokak ışıklarının aydınlattığı sokağa baktım. Tekrardan nefesimi sıkkın bir şekilde dışarıya verdim. Telefonun ucunda sabırla vereceğim cevabı bekleyen Kuzgun'u daha fazla bekletmek istemedim.
''Geleceğimi söyle, kapatıyorum.''
''Bir saniye!'' dedi telaşla ve ne diyeceğini bilemeyerek bir süre durdu. ''Yeni yaşın kutlu olsun İra.'' Bunu söylemek onun için zor olmuş olmalıydı. Yıllardır bana karşı olan hislerinin farkındaydım fakat benim ona karşı bir şey hissetmem imkansızdı.
''Sağ ol,'' dedim kısaca ve telefonu kapattım. Böyle bir hayatın içinde nasıl bir ilişki yaşamamızı bekliyordu anlayabilmiş değildim. Savaş meydanında güneşlenmeye çalışmaktan farksızdı. Delilikti. Telefonu tekrar cebime atıp eldivenimi elime geçirdim. Evime doğru son hız sürmeye devam ettim. Motoru garaja bırakıp garajın içindeki kapıdan eve geçtim. Üzerimdeki ceketimi portmantoya bırakmadan önce televizyondan haberleri açmıştım. Karanlık salon, televizyonun ışığıyla aydınlandı.
''Bir son dakika haberiyle karşınızdayız. Bu akşam saat sekiz sularında, otobanda yanan bir aracın yanında ölü olarak bulunan ünlü iş adamı Ekrem Çolak'ın aşırı hız sonucu takla atan aracından dışarı fırlayarak feci şekilde öldüğü bildirildi. Uyuşturucu kaçakçılığı ve istismar suçlarından dosyası bulunan ünlü iş adamının intihar ettiğine dair idd-'' spikerin sözünü bitirmesine izin vermeden televizyonu kapatıp elimdeki kumandayı koltuğa attım. Her zamanki gibi ölümü çarpıtılmıştı. Hiç haberinin yapılmamasını da sağlayabilirdik fakat bu dışarıda bulunan şerefsizler için bir uyarı niteliğindeydi. Ki yüzlercesinin haberinin de yapılmasına izin vermemiştik. Ölümleri doğal göstermeye çalışıyorduk. En azından halka. Halkın paniğe kapılmasını istemiyorduk.
Duvarda asılı olan saate baktığımda dokuzu biraz geçtiğini gördüm. Pek zamanım yoktu, hızlıca duş almak için banyoya yöneldim. Üzerimde olan tozlu kıyafetlerimi çıkardım. Karnımdaki ağrı yüzünden dişlerimi birbirine bastırıyordum. Bir süre bu ağrıyla uğraşacağımı bilerek yüzümü buruşturdum. Aynadaki yansımamdan karnımdaki taze morluğu görmüştüm. Bu kadar ağrımasına şaşmamalıydı. Musluğu çevirip sıcak suyun vücudumu kat edişini hissettim. Başımı suya doğru kaldırdım. parmaklarımı yüzümden saçıma doğru götürüp başımı yere doğru eğdim. Su damlaları loş ışıkta yere, ayaklarımın dibine hızlıca damlıyordu ve kendi aralarında oluşturdukları ritme uyum sağlayarak yayılıyorlardı.
Duşumu bitirdikten sonra altımda dar bir kotla ve üzerimde siyah sutyenimle aynadaki yansımama bakıyordum. Ecza dolabından çıkardığım ağrı kesici merhemi karnımdaki morluğa sürmeye başladım. Hissettiğim ağrıyla yüzümü buruşturdum ve ''Siktir,'' diyerek dudaklarımı birbirine bastırdım. Merhemi iyice yayıp bir de ağrı kesici içtim. Üzerimi giyinip banyodan çıktım. Portmantoda duran deri ceketimle botlarımı ayağıma geçirdim. Garaj kapısından geçip motorumun üstündeki kaskımı da başıma geçirdikten sonra kontağı çevirip evden ayrıldım.
Yirmi dakikalık yolun sonunda Başkan'ın ofisine varmıştım. Kaskımdan çıkardığım saçlarımı parmaklarımla geriye doğru attım. Kontağı kapatıp binaya doğru yürüdüm. Hızlı adımlarla ve Başkan'ın diyeceklerine ufak bir merak duyarak merdivenleri tırmandım. Binanın girişindeki güvenliklere, başıyla verdikleri selama karşılık ben de başımla selam verdim. Bu selam içerideki masada oturan görevlilerle de devam etti. Asansöre binip en üst kata bastım. Kapı kapanacakken telaşlı bir el kapı kapanmasın diye elini kapının arasına uzattı.
''Beni bekle!'' dedi Kuzgun ve açılan kapıdan içeriye girerek kapıyı kapatma tuşuna bastı. Biraz soluklandıktan sonra bana doğru döndü.
''Nasılsın?'' Sakin bir ses tonuyla konuşuyordu. Bir süre ona cevap vermedim. Sorusuna karşılık olarak ben de sakin bir ses tonuyla ''İyi,'' dedim. Konuşmanın bu noktasında soru sorması gereken kişinin ben olduğumun pek tabii farkındaydım fakat bunu yapmak istemiyordum. Mükemmel bir morâle sahip olduğum söylenemezdi.
''Bir süredir seni görmüyorum. Bu akşam dışarıda bir şeyler içmeye ne dersin? Ben ödüyorum.'' Gülümseyerek bana baktı. Doğum günüm olduğu için bu fırsatı geri çevirmeyeceğimi düşünmüş olmalıydı.
''Plânlarım var.'' Geldiğimizi belli eden sesle asansörün kapısı açıldı.
''Ne plânı?'' dedi arkamdan gelirken. Sırtım ona dönük bir şeklide yürümeye davam ettim.
''Uyuyacağım.'' Ofisin kapısının önüne gelince kapıyı tıklatıp hiç beklemeden içeriye girdim. Arkamdan sıkıntıyla verdiği nefesi duymuştum. Gözlerimi devirdiğimde masasında oturmakta olan Başkan'ın gözlüklerinin üzerinden bana bakan bakışlarıyla karşılaştım. Masasının önündeki tekli deri koltuğa oturdum, bakışlarımı ona çevirdim. Bu hareketime gülüp koltuğunda, kollarını kucağında kavuşturarak geriye doğru yaslandı.
''Hoş geldin İra,'' Gülümsemeye devam ediyordu.
''Hoş bulduk.'' dedim samimiyetinin gözlerime ulaşmadığına emin olduğum bir gülümsemeyle karşılık verirken. Bir süre yüzüme baktı, önüne dönüp masasının çekmecesinden etrafı yaldızlı bir pakete sarılı, küçük bir kutu çıkardı. Masasının üzerine koyup parmaklarıyla bana doğru itekledi.
''Al bakalım, nice yıllara.'' Gülümseyerek bir kutuya bir de bana baktı. Ne olduğunu anlamayarak kutuya baktım. Yıllardır bana hediye almıyordu ve bu şimdi nereden çıkmıştı? İlk hediyesi onun yanında geçirdiğim ilk doğum günümde aldığı tabancaydı. Pek de sevgi dolu olduğu söylenemezdi. Fakat insan öldüren birine verilebilecek en kullanışlı hediyeydi.
''Bu da nereden çıktı?'' Bir kaşım havada suratına bakıyordum. Güldü ve başını iki yana salladı.
''Ne olacak? Doğum günün için hediye.'' Gözlüğünü çıkarıp önünde ki kağıtların üstüne koydu. Gözlerimi tekrardan devirdim.
''Ne için olduğunu ben de biliyorum. Yıllardır hediye almadığın için soruyorum.'' Sinirle kutuyu masadan aldım. Kutunun üstündeki yaldızlı paketi açarken dikkatle beni izliyordu.
''Alındım ama. Çetelesini tutacağını bilseydim her sene alırdım.'' Sahte bir üzüntü ile konuştu. Yaldızlı paketi önümdeki sehpaya bıraktım. Ufak kutuyu açtım. İçinde bir ev anahtarı vardı. Kutudan çıkarırken anlamayan gözlerle ona doğru baktım.
''Bir ev mi?''
''Evet, sana alınabilecek en güzel hediyenin bu olduğunu düşündüm. On sekiz yaşından beri beraber çalışıyoruz. Bunu hak ettiğini düşünüyorum.'' Evet, ona çalıştığım bir gerçekti fakat hak ettiğini düşünüyorum da ne demekti? Bu tavırdan hoşlanmıyordum.
''Ya kabul etmezsem?'' dediğimde gözlerime inanamayarak baktı.
''Neden kabul etmeyesin?'' Anlamadığı yüzünden anlaşılıyordu.
''Hediyeni böyle vermek yerine evime yollayabilirdin. İstemiyorum.'' Anahtarı masaya koyup koltuktan kalktım. Masadaki anahtarı alıp o da ayağa kalktı.
''Haydi İra. Yapma böyle. Altüstü bir hediye.'' Anahtarı bana doğru uzattı. Almak istemediğimi bakışlarımdan anlayabiliyordu.
''Hediye almadığım yılların toplamı olarak düşünürsün. Bir daha da hediye almam, merak etme.'' Elimi tutup anahtarı avcumun içine koydu. Bir süre elimi tutan eline baktım. Nefesimi, yenilgimi kabûllenirmişçesine dışarıya verdim. Bununla uğraşmak istemiyordum.
''Tamam.'' Anahtarı cebime sıkıştırdım. Mutlulukla gülümseyerek bana sarıldı. Başkan her zaman dokunsal bir insandı ama ben değildim. O bana sarılırken kollarım iki yanımda durdum. Bir eliyle saçlarımı okşuyordu.
''İra bunu unutma, sen benim kızımsın.'' Değildim. İçime yayılan ve anlam veremediğim duyguya nefret duydum. Çenem kasılırken elimi kaldırdım ve omzundan yavaşça itekledim.
''Ben gidiyorum.'' Ondan uzaklaştım.
''Nice yıllara kızım,'' diyerek arkamdan seslendi. Ofisten çıktığımda hızlı adımlarla asansöre doğru ilerledim. O sırada bilgisayar odasından çıkan Kuzgunla karşılaştım. Yanında durdum. Ani duruşuma şaşırmıştı.
''Teklifin hâlâ geçerli mi?'' diye sordum.
''E-evet,'' dedi afallamış bir şekilde.
''İyi, bu gece içmeye ihtiyacım var.'' Asansöre doğru yürümeye devam ettim. Odanın kapısını hızlıca kapatıp asansöre koşar adım yetişti.
''Kabul etmeni beklemiyordum. Beni şaşırttın.'' Yüzünde çocuksu bir heyecan vardı.
''İstersen vazgeçebilirim,'' dediğimde, panikle:
''Tamam, susuyorum,'' Parmaklarıyla sanki bir fermuarı kapatıyormuş gibi ağzının üstünde soldan sağa düz bir çizgi çekti. Gözlerimi kapattım ve başımı iki yana doğru, hafifçe salladım. Kuzgun ve onun aşırılığı. Asansörden inip çıkışa doğru yürüyorduk.
''Benim arabamla gidelim. Motorunu yarın, sabahtan evine göndertirim,'' derken garaja doğru ilerledi. Arkasından ben de garaja doğru ilerledim. Gri spor arabaya binip garajdan ayrılırken ikimizde sessizdik. Yol altımızdan akıp giderken camdan dışarıyı izliyordum. Sağ dirseğimi cama yaslamıştım. Tırnağımı dişlerimin arasında eziyordum. 'Unutma İra, sen benim kızımsın.' bu cümle bana neden bu kadar dokunuyordu? İçimde dolduramayacağım bir boşluk vardı. Bunu şu saatten sonra bırak bir başkasının doldurabilmesini kendi öz ailemin bile doldurabileceğinden şüpheliydim. Araba durmuştu fakat Kuzgun bana seslenene kadar durduğumuzu fark etmemiştim bile.
''İra?'' derken elini gözlerimin önünde sallıyordu. ''İyi misin?'' dalgınlıkla dişlerimin arasında ezdiğim tırnağımı çıkardım ve dışarıya baktım. Bakışlarım Kuzgun'u bulunca durdum.
''İyiyim. Geldik mi?'' dedim kemerimi çözerken. Kuzgun'un anlamaya çalışarak baktığını tahmin edebiliyordum ama asla anlayamayacağı bir gerçekti.
''Evet,'' O da kemerini çözdü ve anahtarı kontaktan çıkardığı sırada ben de arabadan dışarıya çıkmıştım. Arabayı kilitlediğini belli eden sesi duyduktan sonra bana yetişip yanımda yürümeye başladı. Ahşaptan yapılmış, bir yamacın kenarında duran, sarı ışıkların aydınlattığı restorana baktım.
''Burası neresi?'' Gözlerimi restorandan ayırmadan sordum. Bir yandan da yürümeye devam ediyorduk.
''Sık sık geldiğim bir yer. Özellikle de kafamı dinlemek istediğim zamanlarda. Seveceğini düşündüm. Bu saatlerde çok fazla insan olmuyor ve sessiz. Üstelik de yemekleri çok lezzetli.'' Başımla onu onayladım ve içeriye girdik. Girişte duran garson kapıyı arkamızdan kapattı.
''Hoş geldiniz efendim. Rezervasyonunuz var mıydı?'' dedi kibar bir şekilde.
''Hayır yok. İki kişilik müsait bir masanız varsa geçmek isteriz,'' dedi Kuzgun kadının nezaketine karşılık nezaketle. Anlaşılan teklifini geri çevirebileceğim ihtimalini göz önünde bulundurarak rezervasyon yaptırmamıştı. Ya da sadece buranın genelde boş olduğunu biliyordu. Ne fark ederdi? Kadın bize boş olan masaları göstererek istediğimizi seçebileceğimizi söyledi. Arka bahçeye açılan kapının yakınında olan camın önündeki masaya geçtik. Getirdiği menüden yemek istediklerimize karar verdikten sonra yemeğimizi beklemeye başladık. Sessizliği bozan yine Kuzgun oldu.
''Yemekten sonra içmeye dışarıda devam edebiliriz,'' Camdan, dışarıdaki masaları göstererek. ''İstersek, gördüğün şu sobalardan da yakabiliriz,'' bakışlarımı yuvarlak ve üzerinde bacası olan sobalara çevirdim.
''Olur, fark etmez,'' Dışarıyı izlemeye devam ettim. Masaya yapılan yemek servisiyle bakışlarımı dışarıdan, önümdeki tabaklara çevirdim. Hemen önüme bir kadeh kondu. Kadehe kırmızı şarabı dolduran garsona baktım.
''Afiyet olsun efendim,'' dedi gülümseyerek ve şişeyi masada bırakıp uzaklaştı. Şarabımdan bir yudum aldım, mayhoş ve güzeldi. Önümdeki biftekten bir parça koparıp ağzıma atıp sakince çiğnemeye başladım. Masalardan gelen çatal bıçak sesleriyle karışan neşeli sohbet sesleri yanımızdan geçip restoranı dolduruyordu. Kuzgun'un bir gözünün bende olduğunun farkındaydım. Şarabımdan bir yudum daha alırken bakışlarına karşılık olarak ben de ona baktım.
Eline aldığı kadehinden bir yudum alırken gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. Bitirdiği kadehini masaya koydu.
''Doldurmamı ister misin?'' dedi çenesiyle işaret ederek. Kadehimi ona doğru uzattım ve doldurduğu şaraba baktım.
''Çok dalgınsın,'' dediğinde elimde tuttuğum kadehimden bakışlarımı ayırmadım. ''Bir şey mi oldu?'' dedi sakince. Düşüncelerimi üzerime örtüp altında saklanıyordum. Yıllar önce zihnim dağılmaya başlamıştı ve ben toplamayı bırakalı çok olmuştu. Her şey her yere dağılmıştı. Daracık, ne kapısı ne de penceresi olan bir odaydı zihnim. Kumdan zeminde öylece yatmıştım ve baktığım şeyin bir tavan olduğunu umarak karanlıkta boşluğa bakıyordum. Elimde bir deniz kabuğu vardı. Yıllardır avucumu açıp ona bile bakmamıştım. Düşüncelerim altında eziliyor ve kuma batıyordum. Bazen kumda oturuyor ve hayallerimi parmağımla kuma çiziyordum sonra elimle dağıtıyordum. Kumdan kale yapmayı da bırakmıştım. Çünkü her kalem, umudum gibi yıkılıyordu. Bir düşünce geliyordu ve üzerine basıp karşımda oturuyordu. Gözlerimin içine bakıyordu. Uçsuz bucaksız ve karanlık. O bakışların arkasında umut yoktu. Olan umudumu da yıkıyordu. Bir de bir başka oda vardı. Hiçbir düşünce yoktu orada. Sadece hiç sönmeyen bir yangın vardı. O günden beri yanıyordu. Ne umut ne de hayaller vardı. Saf öfke. Yanan ve sönmeyen bir öfke. O odadan gelen yıkımı duyuyordum. Korkuyordum. Kumun içinde saklanmaya çalışıyordum. Küçük bedenime dönüyordum. Çocuk ellerimle elimde tuttuğum deniz kabuğunu daha da sıkı tutuyordum. Avcumdan, parmaklarımdan dökülen kanın kumda bıraktığı izleri görene kadar canımın acıdığını bile fark etmiyordum.
''Yok bir şey.'' Kadehimde kalan şarabın hepsini kafama diktikten sonra ayağa kalktım.
''Dışarıda içmeye devam edeceğim,'' dedim ve bahçenin kapısına doğru yöneldim.
''Birazdan geliyorum ben de.'' Sandalyesini itekleyip ayağa kalktığında sürüklenme sesinin tizliği kulaklarımı doldurdu. Dışarısı soğuktu ve nefesim ağzımdan bir buhar oluşturarak çıktı. Ellerimi ceketimin ceplerine yerleştirip restorandan en uzakta olan, yamaca en yakın olan koltuklara gittim. Koltuğa oturduğumda soğukluğu içimin ürpermesine neden olmuştu. Manzara çok güzeldi. Tüm şehir ayaklarımızın altındaydı. Arkamdan gelen ayak seslerinden Kuzgun'un geldiğini anladım. Omuzlarımın üzerine bırakılan battaniyeye dalgın bir şekilde baktım. Bakışlarımı Kuzgun'a çevirdiğimde kendisi de omuzlarının üzerine bir battaniye almıştı.
''Sağ ol,'' dediğimde hafifçe gülümsedi.
''Rica ederim.'' Önümüzde duran sobanın üzerindeki çakmağı alıp sobayı yakmaya başladı. Çok geçmeden gelen garson bir şişe şarabı ve iki kadehi de aramızdaki sehpaya koydu. Servisini yapıp yanımızdan uzaklaştı. Sobadan gelen sıcaklıkla odunların çıkardığı çatırtılar sessizliğimizi bozan tek sesti.
''İra?'' dedi Kuzgun.
''Efendim,'' dedim yanan ateşe bakarken.
''Konuşmak ister misin?''
''Neyi?''
''Fark etmez. Her şeyi. Son zamanlarda çok suskunlaştın ve artık şirkete de pek uğramaz oldun. Senin için endişeleniyorum,'' Sesi endişeliydi. Dediklerinin saçmalığı karşısında sadece güldüm.
''Neden güldün? Söylediklerimde ciddiyim.'' Bakışlarımı ona çevirdim.
''Ne istiyorsun Kuzgun?'' dediğimde kaşları çatıldı.
''Bir şey istemiyorum senden. Sadece endişeleniyorum.'' Nefesimi sıkkın bir şekilde verdim.
''Neden? Neden endişeleniyorsun? Kimsin ki benim için endişelenesin. Buraya gelmemin tek sebebi içmek ve kafamı dağıtmak istemiş olmam. Sana anlatacak bir şeyim yok,'' dediğimde sesim netti. Sürekli olarak sorduğun sorulardan ötürü kendimi savunmaya geçmiştim. Duydukları zoruna gitmiş bir şekilde bakışlarını benden uzağa çevirdi.
''Bu gece beraber içiyor olmamız bunu özel kılmıyor. Seninle buraya gelmeseydim yapacağım tek şey eve gidip uyumak olacaktı. Davet ettiğin için teşekkürler ama sana sohbet arkadaşı olup içimi dökeceğimi düşünmeyi bırakman gerekiyor.'' Bardağındaki şarabından büyük bir yudum aldı ve boğazının yandığını belli eder bir şekilde yüzünü buruşturdu.
''Yalnız kalmaktan korkmuyor musun?'' Bakışları yanan ateşi izliyordu..
''Korktuğum şeylere dahil bile değil,'' dedim ve şarabımın kalanını bitirdim. Kadehimi yeniden doldurdum.
''Doldurayım,'' dedim ve çenemle kadehini işaret ettim. Dalgın bir şekilde kadehini uzattı.
''Hayatımda olup olmaman benim için manevi bir anlam ifade etmiyor. Yalnızca iş arkadaşımsın. Fakat illâki benimle zaman geçirmek istiyorsan, sessizliğime ortak olabilirsin,'' derken şehrin ışıklarını izlemeye devam ettim. Güldü ve başını eğip iki yana salladı. Kadehine bakarken bakışlarını bana çevirdi.
''Belki bir gün o sessizliğin içinden sesimi duyarsın?'' Gözlerindeki çaresiz umudu görebiliyordum. Bir şey demedim. 'Savaş meydanında güneşlenmek.' Güldüm ve önümde yanan ateşi izlemeye devam ettim. Uzun süren sessizliğin ardından Kuzgun aklına bir şey gelmiş gibi elini cebine attı ve telefonunu çıkardı.
''Başkan'ın hediyesinden haberim var. Sana evinin yeni konumunu atayım.''
''Bu gece beni yeni evime bırak,'' dediğimde başını telefonundan kaldırdı.
''Olur, o zaman motosikletini de yeni adresine gönderiyorum.''
''Sağ ol,'' dedim sessizce. Şarap yavaş yavaş uykumu getirmeye başlamıştı. Ateşin sıcaklığı da buna dahil olunca iyice mayıştım.
''Gidelim mi?'' Uykulu bakışlarımı ona çevirdim.
''Olur.'' Gerindiğimde omuzlarımdaki battaniyenin koltuğa düşmesine izin verdim. Restorana doğru yürüdük ve arka kapıdan içeriye girdik. Çıkış kapsına geldiğimizde çıkmam için kapıyı açan garsona minnettar bir şekilde gülümsedim.
''İyi akşamlar efendim,'' dedi garson kibarca. Arabanın yanına geldiğimde Kuzgun kapıların kilidini açtığında sürücünün yanındaki koltuğa geçtim. Arabanın sürücü koltuğuna geçen Kuzgun, ısıtıcıyı açtı. Araba yolda hızlıca yol alırken sıcaklık ve alkol uykumu daha da arttırdı. Öne uzanıp ısıtıcıyı kapattım.
''Neden kapattın?''
''Uyuyakalmak istemiyorum.'' Oturuşumu dikleştirdim. Uykumun kaçması için camı biraz araladım.
''Hava soğuk, camı kapat lütfen,'' dediğinde bakışlarımı ona çevirdim.
''Sen sigara içerken açıyordun.'' Karşı bir savunma ile cevap verdim.
''Artık içmiyorum.'' İnanamayarak ona baktım. Bakışlarımı görmüş olmalı ki güldü.
''Altı ay oldu bırakalı.''
''Neden? Bırakacağını düşünmezdim.'' Bakışlarımı yola geri çevirdim. Bir şey demedi.
''İyi yapmışsın, kokusunu sevmiyordum,'' dedim uykulu bir şekilde. Camı ne kadar açmış da olsam, uykunun beni ele geçirmesine engel olamıyordum.
''Biliyorum,'' dediğini duydum hayâl meyal. Gözlerim daha da kapanıyordu. Başım omzuma doğru düştüğünde artık uykunun kollarına teslim olmuştum.
|
0% |