
Geçmiş, insanın utandığı bir yara izi olabiliyordu. Sevdiğin çiçekli elbiseni giymek yerine yaralarını örtecek bir pantolon giyinmeyi tercih etmek gibiydi. Bazen yara izlerini sevmeyi öğrenebilen insanlar oluyordu. O izlerin etrafına çiçekler çizip, yara izlerinden öpüyorlardı. Ben ne yaralarımı sevebilmiş ne de onları unutabilmiştim. Hemen arkamda, omzumun üstünde kulağıma fısıldıyorlardı. Her gün anılan bir yara kabuk tutamazdı, kanadıkça kanardı. Her gözlerim daldığında geçmişimle göz göze geliyordum. Kaldığım sığınma evlerinin soğuk odaları, küçük kadınların hayata tutunma çabaları, hepimizin anne dediği ama hiçbirimizin annesi olmayan o kadınlar... Şimdi düşünüyorum da, yanı başımda ne çok can uçup gitti. Kimi canı ben almıştım, kimisiyse kendilerince. Daha on altı yaşındaydım. O ise on beşinci yaşının sonlarındaydı.
''İsmine karar verebildin mi?'' Elimi sıcacık karnının üstünde gezdiriyordum. Yüzüme baktı ve utanarak bakışlarını kaçırdı.
''Abla, aslında senin ismini vermek istiyorum.'' Duyduklarım gözlerimin dolmasına neden olurken gülümsedim. Şaşkın bir şekilde yüzüne baktım.
''Emin misin Sıla? Bu önemli bir karar sonuçta. Çocuğun ömrünün sonuna kadar o isimle yaşayacak.'' Başını heyecanla sallarken, yanakları gözyaşlarından ıslanmıştı. Burnunu çektiğinde çıkan sese güldü. ''Bir sen bir de kızım kaldınız hayatımda.'' Cebimden çıkardığım mendille yanaklarını sildim. Işıl ışıl gözlerini karnındaki eline indirip konuştu. ''Hem, her ona seslendiğimde seni hatırlatır bana. İnci'm derim, İnci tanem derim. Hem de teyzesi sayılırsın sonuçta.'' Gülerken gözlerimden akan yaşları da elimin tersiyle siliyordum. Sıla ile hamileliğinin üçüncü ayında tanışmıştık. Anne ve babasını kazada kaybedince amcasıyla beraber yaşamaya başlamıştı. On beşinci yaşının başlarında hamile olduğunu fark edince sığınma evine yerleşmişti. Fakat kimseye bebeğin babasının kim olduğunu söylememişti.
Bir hafta sonu, yarı zamanlı çalıştığım işime gitmek için evden çıkmıştım. Geceleri açık olan bir restoranda bulaşık yıkıyordum. Zordu kabul ediyorum, fakat reşit olmayan birinin çalışabileceği çok bir yer yoktu. Limonlu bulaşık deterjanı ve lateks eldivenlerinin kokusu hâlâ daha burnumdadır. Birbirine çarpıp duran bulaşıkların çıkardıkları sesler, lokantanın arkasında sigara içmek için bulaşıkhaneden geçip gidenlerin bakışları, içeriden gelen kanun sesi... O gün normalden bir saat daha geç çıkmıştım işten. Sabahın yedisine doğru eve gelmiştim. Gün aydınlanmıştı ve serin bir yaz sabahıydı. Kahvaltıda beraber yeriz diye aldığım sıcacık simitlerle gitmiştim eve. Normalde sığınma evlerinde kalanların gece dışarıda kalmaları yasak olmasına rağmen, bizlerle ilgilenen annelerle aramız iyi olduğundan, çalışmama anlayış gösteriyorlardı. Bu sayede cebime giren birkaç kuruş para ile hem kendime hem de Sıla'ya bir şeyler alabiliyordum.
Evdekiler büyük ihtimalle hâlâ uyuyordu. Cebimden çıkardığım anahtarla sessizce kapıyı açıp kızlarla kaldığımız odaya girdim. Toplamda dört kişi beraber kalıyorduk. Diğer ikisi bizden daha küçük olan çocuklardı. Sessiz adımlarla Sıla'nın ranzasının yanına geldim. Yüzü duvara dönük bir şekilde uzanmıştı. Omzuna yavaşça dokunup dürttüm.
''Sıla, bize simit aldım.'' Bir kez daha omzundan dürttüğümde yine ses yoktu. ''Sıcacık bak.'' Omzundan tutup kendime doğru çevirdiğimde beti benzi atmış yüzünü görmek yüreğimi ağzıma getirmişti. Titreyen parmaklarımla, terden anlına yapışmış olan saçlarını kenara itekledim.
''S-sıla?'' Boğazım düğüm düğüm olmuştu. Üzerindeki örtüyü kaldırdığımda pijamasının altı kan içindeydi. Korkuyla ağzıma giden elim titriyordu. Aklıma gelen anlık bir refleksle kulağımı yüzüne yaklaştırdım ve nefes alıp almadığını kontrol ettim. Nabzım kulaklarımda atıyordu. Nefesini duyduğumda ''Anne!'' diye attığım çığlık yıllar sonra bile zihnimde yankılanıyordu. Omzundan Sıla'yı sarsmaya devam ediyor ve evdeki annelere sesleniyordum. Odada kalan diğer iki çocuk da bağırışlarıma uyanmıştı ve ne olduğunu anlayamadıkları için onlar da korkuyla ağlamaya başlamışlardı. Odanın kapısı büyük bir telaşla açıldığında, uykudan uyandığı belli olan anne bize doğru geldi.
''Anne! Anne! Sıla uyanmıyor! A-ambulansı arayın!'' Sanki ciğerlerimden parçalar kopuyormuşçasına ağlıyordum. Çok geçmeden gelen ambulansa Sıla'yı götüren görevlilere bakıyordum.
''Nefes alıyor! On dakika önce kontrol ettim, nefes alıyor!'' Sağlık görevlilerinin yüzüme bakan bakışlarındaki çaresizlik daha da ağlamama neden olmuştu. Ambulansın arkasında annelerden biriyle gittiğimiz hastanede, yoğun bakımın kapısının önünde beklerken fark etmiştim yalın ayak geldiğimi. Ağlamaktan gözümde yaş kalmamış bir şekilde oturuyordum. Ellerimin titremesi saatlerdir geçmemişti. Çaresizliğin ne olduğunu, o gün bir kez daha anlamıştım. Birinde, küçük bir beden, taşıyamadı annesini; birinde de taşıyamadı küçük bir anneyi.
Açılan yoğun bakım kapısından çıkan doktorla göz göze gelmiştim. Sırtımı sıvazlayan anneden önce ayağa kalkıp doktora koştum.
''Sıla! Sıla iyi mi? Bebeği iyi mi? İyiler mi?'' Gözlerim, diyeceklerini beklerken gözlerinin arasında mekik dokuyordu. Arkamda duran anneye bakan doktor beni görmüyordu.
''Kızdan sorumlu kişi siz misiniz?''
''E-evet benim doktor hanım. Buyurun.''
''Sizinle konuşabilir miyiz?''
''Onun en yakını benim! Benimle konuşun!'' Öfkeden, korkudan gözüm dönmüştü.
''Bırak, yetişkinler konuşsun kızım.'' Annenin, omzumda hissettiğim eliyle kendimi dizginleyip yerime geri oturdum. İkisi yanımdan uzaklaşırken stresten dizimi sallıyordum. Dakikalar sanki saatlere dönüşmüştü. Sonunda koridorun sonundan gelen anneyi görünce yüreğim ağzımda ona doğru koşmuştum.
''Ne dedi doktor? İyiler miymiş?'' Cevap vermiyor ve önünde kavuşturduğu ellerini sıkıyordu. Gözlerim dolarken vereceği cevabı biliyordum ama kabul edemiyordum. ''Konuşsana kadın!'' Ağlamaya başladığında cevabımı almıştım. Konuşurken sesi de çenesi de titriyordu.
''İnci, üzgünüm...'' Dizlerimin bağı çözülürken yakasından kuvvetsizce tutan ellerim gevşedi ve yere çöküp ruhumun parçalanışına izin verdim. Çevremizdeki insanlar telaşla bize bakıyordu. Ne kadar süre öyle ağladığımı hatırlamıyorum. Gözümü açtığımda sakinleştirici verip serum bağlamış olduklarını öğrendiğim sedyede uzanıyordum. Günlerce hiçbir şey yiyip içmemiştim. Uyanıyor ve solumda duran camdan dışarıyı sessizce izliyordum. Evdeki iki anne dönüşümlü olarak yanımda kalıyordu. Oturduğum yatakta dizlerimi kendime doğru çekip başımı yaslamıştım. Rüzgarda sürüklenen kurumuş bir yaprak gibi hissediyordum. Karanlık olan odaya yalnızca aralık olan kapıdan ince bir ışık sızıyordu. Kapıda duran anne hemşirelerden biriyle konuşurken kulak misafiri oldum.
''Daha acil olan hastalar için hastanede boş yatak bulundurmamız gerekiyor hanımefendi. Lütfen kendisiyle konuşun ve bir an önce çıkışını yapalım.'' Anlaşılan burada da daha fazla istenmiyordum. Sonrasında kapı kapanınca konuşulanları duyamamıştım. Ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Öylece boşluğu izleyerek zaman öldürüyordum. Kapı tekrardan açılınca bakışlarımı üzerine çekti. Elinde tuttuğu beyaz bir kağıtla yaklaşan anneye bakıyordum. Sanırım çıkış için doldurmam gereken belgeleri getirmişti. Sıkıntıyla nefesimi verip bacaklarımı yataktan sarkıttığımda parmak uçlarımla terliklerimi bulup giyindim.
''İnci?'' Tekli koltukta duran çantayı açıp içinden temiz kıyafetler çıkarmaya başlamıştım.
''Üzerimi değişince çıkarız.''
''Şey onu demeyecektim. Bu sana.'' Elinde tutuğu zarfı bana doğru uzatıyordu. Kıyafetleri çantanın üzerine bırakırken ne olduğunu anlamaya çalışarak eline baktım. Zarfı aldığımda okuduğum iki sözcükle kalbimin sıkışması bir olmuştu. Zarfın üstünde: ''Ablam İnci'ye'' yazıyordu. Titreyen parmaklarımla zarfı açtığımda sanki kağıt Sıla kokuyordu. Gözlerimi kapatıp kağıdı yüzüme yaklaştırırken göz yaşlarım yanaklarımda yol aldı. Nefes alırken odanın içindeki hava ciğerlerimi yakıyordu. Yanı başımda ayakta duran anne ellerini omuzlarıma koydu ve beni sedyeye yönlendirdi.
''Oturup oku kuzum.'' Nasıl yürüdüğümü bile fark etmeden gelip sedyeye oturmuştum. Katlı hâlde duran iki kağıdı yavaşça açtım. Okumaya başlamadan önce gözlerimdeki yaşları hızlıca sildim ve derin birkaç nefes aldım. Birazdan okuyacağım cümlelerin, ne yazarsa yazsın içimde bir yara olacağını biliyordum. Görüşüm gözyaşlarımla her bulanıklaştığında, gözlerimi hızlıca kırpıştırıp yaşlarımı gözlerimden uzaklaştırıyordum. Mektubu okurken sırtımı sıvazlayan el, boş odada yankılanan hıçkırık seslerim ve ağustos böceklerinin sesleri. Hepsi bir kara film olmuştu anılarımda.
Sevgili Ablam,
Mektuplara sanırım böyle başlanırdı. Yanlış başladıysam da kusuruma bakma lütfen. Yazım da çok güzel değil, biliyorum. Ama sen çok iyi olduğun için anlayışla karşılarsın değil mi? İlk karşılaştığımız zamanı hatırlıyor musun? Çok korkmuştum senden. Uzun boylu ve soğuk biriydin. Hamile olduğumu duyunca beni dışlarsın diye çok korkmuştum. Ama sen, beni sıkıca sarıp sarmaladın. Sana ilk kez abla dediğimde hoşuna gitmemişti. ''Aramızda bir sene var sadece. Bana abla deme.'' demiştin. Ama ben, inatla sana abla demiştim. Neden olduğunu sana hiç söyleyememiştim. Aslında tek sebebi, sırtımı birine yaslayabilmekti. Annem ve babamı kaybettikten sonra çok yalnız kalmıştım. Yanına sığınmak zorunda kaldığım adam beni daha da yalnız hissettirmişti. Bunu daha öncesinde kimseye söyleme cesaretim olmadığı için bugün bu mektupta itiraf edeceğim. Çocuğumun kimden olduğunu kimseye söylememiştim çünkü ben de bilmiyorum. Amcam bekârdı ve arkadaşları da gelip onda kalıyordu. İlk yıl her şey normaldi. Odamın önünden bile geçmiyordu. Bir gece arkadaşlarıyla toplanıp içtiler. O gece ilk kez odama girmişti. Sesim duyulmasın diye ağzımı bağladılar. Kimseyi göremeyeyim diye gözlerimi de bağladılar. Bu durum bir kaç ay devam etti. Evden kaçmayayım diye evin kapısını üzerime kilitliyordu. Kâbus gibiydi. Sonra bende bir şeylerin normal olmadığını fark ettiğimizde elinde bir gebelik testiyle gelmişti. Hamileydim ve kimden olduğunu bilmiyorduk. Bebeğimi düşürmek için yediğim dayağı unutamıyorum. O kadar çok canım yanıyordu ki sabaha kadar acıdan inlemiştim. Yine çok içip sarhoş olduğu bir gece evden kaçabilmiştim. Karakola geldiğimde sığınma evine gitmek için yalvarmıştım. Annem ve babamın olmadığını ve kalan tek akrabamın da amcam olduğunu görünce hâlime acıyıp beni sığınma evine göndermişlerdi. Hayatımda verdiğim en iyi karardı. Çünkü seninle tanışabildim abla. Bu hayatı bana sen sevdirdin. Bu bebeği bana sen sevdirdin. Senin sayende hâlâ bir umut olduğuna inanabildim. Ne kadar yorgun olsan da sabahlara kadar çalışman, anneni kaybetsen de bana annelik etmen, tüm bunlar sayesinde hayata tekrardan tutunabildim. Sana bu mektubu vermediğimde büyük ihtimalle biliyor olacaksın ama ben yine de söyleyeyim: kızımın adını İnci koyacağım. Teyzesinin adını vereceğim ona. Sizler de benim inci tanelerim olursunuz, fena mı?
Ağlarken bir yandan da gülmüştüm ve bu durum daha da ağlamama sebep olmuştu.
Beraber internet kafeye gittiğimiz gün bir şey araştırmıştım. Cinsel istismarın zaman aşımı 8 yılmış. Şimdiden 7 yılım kaldı abla. Bebeğimi doğurup büyütürken çalışacağım. Kazandığım parayla da en iyi avukatları tutup onu dava edeceğim. Bu benim yedi yıllık planım. Senden benim davama ortak olmanı isteyemem ama bu süreçte bana destek olur musun? Zor olacağını biliyorum. Bazı geceler İnci yüzünden uyuyamayacağız ama elimden geleni yapacağım abla. Söz veriyorum ben de sana destek olacağım. İşe gittiğinde ev işleri bende. Sevdiğin yemekleri de yapmayı öğrenirim. Ekmek almaya da artık büyüyünce İnci gider. Düşündüm de, kim bilir ne tatlı olur: koluna taktığı ve dizlerine kadar uzanan ekmek poşetinden görünen ucu koparılıp yenmiş ekmekle. Gül diye yazıyorum bunları. Yıllar sonra bunları okuyup gülelim diye yazıyorum.
Uzun zamandır okula gidemediğim için kalem tutmak elimi ağrıttı. Daha fazla uzatmayacağım mektubu. Hem iki tane tek kâğıdım var, anca yeter. İyi ki hayatıma girdin abla. İyi ki beni dışlamadın ve bana bir canavarmışım gibi davranmadın. Eğer olur da bir gün bana bir şey olursa kızım sana emanet. Seni bu yükün altında bıraktığım için üzgünüm. Senden başka kimsem yok. Kalbimi sıcacık yaptığın ve beni yalnız bırakmadığın için teşekkür ederim. Seni çok seviyorum abla. Mektubumu da okurken sakın ağlama olur mu? Sonra başın ağıyor.
Ve, hiç kapanmayacak bir yara izim daha olmuştu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |