

“Şaka değil gerçek
Kırmızı bir çilek
Mis gibi kok benim için
Ben de senin gibiyim
Serin ve ufak tefek
Ölüm gelse de gitsek…”
O sabah, yatağından kendini küçücük bir çilek gibi hissederek uyanmıştı. Bir yandan reçelini kaşıklarken bir yandan da yeni yazdığı şiiri içinden tekrarlıyordu. Birden sol bileğinin iç tarafına bir çilek dövmesi yaptırmak istediğine karar verdi.
*
Akşama kadar aynı kanepede oturup televizyon seyretti; reality programları, gelin-kaynana programları, kadın programları, yemek programları… Televizyon aracılığıyla O’na bazı şifreli mesajlar geliyordu. Hiçbirini kaçırmaması gerekliydi. Evde kimse yokken bazen tuvalete bile gitmeye korkardı. Saatlerce oğlunun okuldan dönmesini bekledi. O’na yeni şiirini okumak için sabırsızlanıyordu. Çok kitap okurdu. Mesajlar, bazen de kitaplar aracılığıyla iletilirdi. Çocukluğundan beri hep yazar olmak istiyor, bir gün Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanacağına inanıyordu.
*
Ailesiyle bağları kopuktu. O’nu aldatan kocasından da boşandığı için hayattaki tek dayanağı oğluydu. Pek dışarı çıkmaz, saatlerce O’nun okuldan dönmesini beklerdi. Henüz on altı yaşındaydı, liseye gidiyordu. Bu genç yaşında, küçücük bir kız çocuğu gibi davranan annesine, babalık etmek gibi bir misyon üstlenmek zorunda kalmıştı. Evi çekip çevirmek, O’nun sorumluluğundaydı. Annesi çalışmıyordu. Babasından gelen nafaka ile geçiniyorlardı.
*
“Güzin…” diye bir ses duydu. Bu bir kadın sesiydi. Annesinin sesine benziyordu. Kanepeden kalkmadan koridora doğru baktı. Kimse yoktu. “Sus.” dedi, usulca. “Güzin...” yine o ses. “Sus, sus, sus...” sol elini başına doğru götürüp, üç kez kafasını yana doğru çevirdi. “Güzin, buraya gel, kızım…” İki eliyle kulaklarını kapatarak “Suuus!” diye bağırdı. Annesi, on yedi yıl önce vefat etmişti. Babasının evli bir komşu kadın ile kaçtığı ortaya çıkınca, sinir krizi geçirmiş, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne kaldırılmıştı. Burada, annesine F20.0 Paranoid Şizofreni tanısı koyulmuştu. Bu âni atakla ortaya çıkan hastalığı, kısa sürede ilerlemiş, aylarca hastanede yatması gerekmişti. Eve döndükten sonra ilaçlarına devam etmek istemediği için buhranları bir türlü son bulmamış, aradan daha iki ay bile geçmeden canına kıymıştı.
“Ellerim toprağa dokunabilir mi?
Kurtlar içinde gezerken
Ve ağır bir sessizlik
Öyle ki uzay gibi
Ve büyük bir yalnızlık
Öyle ki Tanrı gibi.”
Annesinin ölümünden sonra kendini çok yalnız hissetmiş, daha on sekiz yaşındayken Adana’daki yakın akrabaları tarafından görücü usûlü zengin bir ailenin oğlu ile evlendirilmişti. Kocası, O’ndan yaşça büyüktü. Daha bir yıl geçmeden ve henüz gençliğini bile yaşayamadan oğlunu kucağına almıştı. Annesinin anılarından, babasının rezaletinden uzaklaşmak istediği için kocasına İstanbul’a taşınmayı teklif edince neyse ki ikiletmeden kabul etmişti. Büyük şehre taşınmak, O’na iyi gelir diye düşünmüştü. Gelmedi. Evlilikleri aşk değil, mantık evliliğiydi. Babasının annesini aldattığı gibi kocasının da O’nu aldattığı ifşâ olunca birkaç yıl içerisinde boşandılar. Şimdi, beton yığını bu şehrin yirmi milyon kişilik kaosunda, oğluyla birlikte hayata tutunmaya çalışıyordu…
*
Oğluna şiirlerini okuyup yazar olmak istediğinden bahsedince, hemen internetten belediyenin yazarlık kurslarına bakıp annesini bir kursa kaydettirmişti. Evden çıkması, insan içine karışması için bir bahanesi olacaktı, artık. Evde hep yalnız kaldığından O’na arkadaş olsun diye pelüş bir oyuncak ayı hediye almış; ertesi akşam eve döndüğünde, ayının gözlerinin ve karnının oyulmuş, içindeki elyafın dışarı çıkartılmış olduğunu görüp dehşete kapılmıştı. Annesi, televizyonda izlediği bir programdan oğlunun bir ajan olduğu, ayının gözlerinin içine O’nu izlemek için kamera ve dinlemek için karnına da bir ses kayıt cihazı yerleştirdiği mesajını almış, onları bulup dışarı çıkartmak istemişti. Bu yazarlık kursu, belki annesinin normale dönmesini sağlayabilirdi. En azından, bütün gün evde oturup televizyon izleyerek zehirlenmesine engel olmak istemişti.
*
Kursun ilk günü, takip edilmediğinden emin olmak için sürekli arkasına dönüp baka baka yürümüştü. Son okuduğu kitapta, başkarakter tam öldürülmek üzereyken, kırmızı gömlekli bir adam tarafından kurtarılıyordu. O’nu öldürmek isteyen insanlar olabileceğini bu kitaptan öğrenmiş ama O da son anda kırmızı gömlekli biri tarafından kurtarılacağına kendini inandırmıştı. Kırmızı gömlek… Kırmızı çilek… Bu düşünceler beyninde sürekli tekrarlanıyor, kafasının içindeki bu sesleri bir türlü bastıramıyordu. Dersi dinlemeye konsantre olmakta zorlansa da burada, tuhaf bir şekilde kendini güvende hissetmişti. Sınıfta, kırmızı gömlekli bir adam oturuyordu…
Mola verilince yerinden kalkmadı, etrafındakileri süzmeye başladı. “Çay içer misiniz?” diye sordu, biri. O gün kırmızı bir gömlek giymeyi tercih etmiş olan Ercüment Bey’di. “Olur” diyebildi. Şâirmiş, ona şiirlerimi okuyabilirim diye düşündü, içinden. Birlikte çay içtiler. “Bana kur yaptı, kesin bana âşık oldu.” Kurs çıkışı, Ercüment Bey’le aynı asansöre bindiler, ayaküstü biraz daha sohbet ettiler. Eve dönerken, akşam karanlığı bastırdığı için O’nu öldürmek isteyen biri varsa göremez diye biraz olsun rahat yürümüştü. Zaten, aklı da başka yere kaymıştı, artık. Ercüment Bey, kursun mesajlaşma grubuna, bir aşk şiiri gönderdi. “Bak, yine bana kur yapmaya devam ediyor, gördün mü?” “Evet, kesin âşık oldu, sana”. Kendi kendine konuşuyordu... Oğlu, yanına geldi: “Bir şey mi dedin, anne?” “Ha? Yok, hayır”.
Günlüğüne uzundur yazmamıştı. Bu gelişmeyi muhakkak yazması lâzımdı: “Bugün, yazarlık kursuna başladım. Ercüment adında bir şâirle tanıştık, babama benziyor. İlk görüşte bana âşık oldu. Benimle konuşmak için hiçbir fırsatı kaçırmadı. Mola verilince, bana çay ısmarladı. Çıkışta da benimle aynı asansöre binmek için acele etti. Sonra da gruba bir aşk şiiri atmış. Kesin bana âşık oldu. O’na, bundan sonra “Reçelim” diye hitap edeceğim, sevgili günlük. Annem de babama “Reçelim” derdi. Çok güzel çilek reçeli yapardı, babam da çok severdi. Bütün ev çilek kokardı. Yarın, sol bileğimin iç tarafına küçük bir çilek dövmesi yaptıracağım...”
*
Ertesi hafta, Ercüment kursa gelmedi. “Nasıl gelmezdi? O’na âşık olmamış mıydı? Yoksa, daha ilişkinin en başından O’nu aldatıyor muydu?” “Erkek milleti değil mi? Hepsinin köküne kibrit suyu…” “Bir şey mi dediniz, Güzin Hanım?” diye sordu, yazarlık hocası. Âniden uykudan uyanmış gibi: “Ha-hayır…” Yine kendi kendine konuşmaya başlamıştı. “Sessiz ol, herkes anlayacak” diye mırıldandı. “Tamam, şşş... Bizi duyacaklar.” Sınıftakiler ona tuhaf tuhaf baktı.
*
Bir sonraki hafta Ercüment kursa gelmişti. Güzin O’nu görünce surat sallandırdı. Molada yine yanına geldi, çay bahanesiyle O’nunla konuşmaya çalıştı. Güzin “Neredeydin, geçen hafta?” diye hesap vermesini bekler bir ses tonuyla sordu. Birden senli benli konuşmaya başlamıştı. Ercüment şaşırdı ama hoşuna da gitmişti. Bir iş toplantısına gitmesi gerektiğini söylemişti. Güzin bir an rahatladı; onu aldatmıyordu, hâlâ O’na âşıktı. Sonra, birden yalan söylediği sanrısına kapıldı. “Kesin, bize yalan söylüyor…” Ercüment’in yüzüne bakıyor ama yine iç sesiyle konuşuyordu: “O da baban gibi.” “Hepsi aynı.” “Yüz verme, şunlara!”
“Sen nerelisin, Güzin?” diye sordu. “Bursalı’yım” dedi, oysaki Adanalı’ydı. “Oo, iskender çok severim, karnım da çok acıktı, çıkışta yiyelim mi, madem?” diye teklifte bulundu. Güzin rahatladı. Gülümsedi. “Hâlâ bana âşık.” “Seni kandırmasına izin verme, o da babanın anneni üzdüğü gibi seni üzecek.” “Sus...”
Yemekte, ilk önce havadan sudan sohbet ettiler. Derken konu evlilik mevzularına geldi. Güzin “Ben evlendim, boşandım, bir oğlum var” deyince, Ercüment de “Ben de evliyim, üç çocuğum var” diye cevap verdi. Güzin âniden sandalyesini devirip ayağa fırladı, parmağıyla onu işaret ederek bağırmaya başladı: “Seni şerefsiz, o….. çocuğu! Sen evli misin? Beni kandırdın! Bana yalan söyledin! Seni hayvan!” Ercüment oturduğu yerde kalakalmıştı. Ağzı açık bir şekilde Güzin’e bakıyordu. Hasta olduğunu tam o anda anladı. Restorandaki herkes aynı anda susup pür dikkat onlara bakmaya başladı. Güzin’i sakinleştirmeye çalıştı ama ne yaptıysa nâfile. Kollarından tutup onun yeniden masaya oturmasını sağlamak istedi ama Güzin, birden masadaki bıçağı kapıp “Bak, şimdi buradan çıkıp gideceğim, eğer beni takip etmeye kalkarsan seni polise şikâyet ederim! Anladın mı beni?” diye bağırdı. Ercüment, hayatının şokunu yaşıyordu, sadece arkadaşça bir yemek yemek istemişti. İşlerin nasıl bir anda bu boyuta geldiğini anlayamadı. Güzin’in rahatsız olduğunu nasıl da fark edememişti? “Herkese rezil oldum, ya karım görseydi, ne zannederdi?” diye düşündü.
*
Güzin eve döndü. Bir süre salonda volta atıp durdu. Sonra, birden kanepeye oturdu. Günlüğüne öfkeyle bir şeyler karaladı. Koltuğun üzerinde duran, gözleri ve karnı oyulmuş, pelüş ayıyla konuşmaya başladı. Karar verilmişti. Pazartesi günü her şey sona erecekti. Babası da evi ve onları bir pazartesi günü terk etmişti.
*
Pazartesi sabahı, Güzin mutfakta annesi gibi çilek reçeli kaynatıyordu… Bütün ev çilek kokuyordu. Tezgâhın üzerindeki kutuya uzandı. Etiketini okumaya başladı: “ÇOK ZEHİRLİ, Fare Zehri, Dayanıklı fare ve sıçanlara karşı kesin etkili ZEHİR.” Bu seferki reçel, bambaşka olacaktı… Oğlu, okuldan eve gelince bol bol yerdi, kesin. Yazık, o da dedesi gibi çilek reçelini çok severdi. Böylece büyüyüp evlenemeyecek, ailenin diğer erkekleri gibi kadınları üzemeyecekti. Bu döngüyü Güzin bozacaktı, sonra da huzurla annesinin yanına gidecekti. Bunu, pelüş ayıyla birlikte planlamışlardı.
-SON-
Beril Öke Gülen
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |