Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm

@berilyum

"Siz kimsiniz?" diye sordum karşımda durmuş elini bana uzatan adama.

Elini geri çekmeden dudakları hareketlendi. "Kurtarıcı meleğiniz,"

İki gün önce

Bir hafta geçmişti, tam bir hafta. Aldatıldığımı öğrenmem, kaçırılmam ve bebeğimin öldürülmesi üzerinden tam bir hafta geçmişti.

Oğlumu kuru ve soğuk toprağın altına koymuştum. Onu yalnız bırakmıştım. Yanına uzanmak, onunla beraber defalarca kez o toprağın altına girmek istedim de geri dönüm. Binanın tepesinde, bileklerimi kesmekten ya da art arda sayısız ilacı içip uykuya dalmaktan geri dödüm. Bebeğim öldürülmüştü ve ben onun canını alanların canını yakmadan bu dünyadan gidemezdim.

Oğlumu benden alanlar vardı. Babası, arkadaşım ve kocası. Onların hepsinin ellerinde benim bebeğimin kanları vardı. Temizleyemezlerdi ellerini. Defalarca yıkasınlar ya da silsinler onlar bir meleğin canını almışlardı ve bu onların üzerinde ölene dek kalacaktı.

Ben ne yapacaktım? Onları öldürecek miydim? Hayır. Onlar ölmeyi dileyecekti ama ben buna izin vermeyecektim. Her şekilde onların canını yakacaktım.

Benim bebeğim yaşamak için savaşmıştı ama öldü, onlar ölmek için savaşacak ama yaşayacaklar.

Hiçbirinden bir haber almadım. Ne Yiğit Ali'den ne Sare'den ne de Ulaş'tan tek bir haber almadım ama hepsinin hala burada, Ankara'da olduğuna emindim. Şirket ortaktı ve en önemlisi onların daha çok ilgilendiği bir yer vardı, KARAKAYALAR. Orası nerede ya da orada ne yapılıyor en ufak bir fikrim yok ama orası hakkındaki her şeyi öğrenip oraya girmeliydim.

KARAKAYALAR sadece orada olanların bildiği bir yerdi. Ben şans eseri Yiğit Ali'nin yaptığı bir telefon konuşmasıyla öğrenmiştim. Beni uzun bir süre uyarıp durmuştu. Oradan kimseye bahsetmemem hakkında beni her aklına geldiğinde uyarmıştı.

Bir sürü şey vardı ama tek bir şey yoktu, bebeğim yoktu.

Oturduğum taksi koltuğunda kafamı cama doğru çevirdim. Elimi kalbime koydum. "Söz veriyorum bebeğim, senin intikamını aldığımda bende yanına geleceğim." diye mırıldandım.

"Bir şey mi demiştiniz hanımefendi?" dedi taksi şoförü. Mırıltım ona ulaşmıştı anlaşılan.

"Biraz daha hızlı olabilir miyiz?"

"Tabii ki," Araç hızlandı benim yavaşlayan kalp atışlarıma inat.

❤️‍🩹

Bugün beni hastaneden çıkaran, polisleri başımdan savan, bana otel ayarlayan ve iki gün sonra bir akşam yemeğine davet eden o notla beraber otel odasındaki masanın başına geçtim. Bana ayarladığı çantanın içinden çıkan telefonu, bilgisayarı ve silahı masanın üzerine bıraktım. Elimdeki notu açıp masaya koydum ve tekrar göz gezdirdim.

Hastaneden çık, polisleri unut ve hastanenin önünde seni bekleyen taksiye bin. Otele git, iki gün dinlen. Bugün ve yarın, sadece dinlen çünkü sevgili ortağım senin ve benim almamız gereken intikamlarımız var ve bunun için dinlenmene ihtiyacımız var.

Ben kim miyim? Ben senin kurtarıcı meleğinim.

Yabancı ama aslında çok tanıdık biriydi bu. Yiğit Ali, Sare ya da Ulaş bu kişi her kimse onun düşmanıydı ve bu kişi yaşananları bir şekilde öğrenmişti. Benimle ortaklık yapıp intikam alacaktı. Elimde onun işine yarayabilecek bir şeyler olduğunu düşünüyordu. Ne kadar işine yarayacağını bilmesemde evet benimde elimde bir şeyler vardı.

Amacım intikamdı ve her türlü yardım işime yarayabilirdi. Düşmanınızın düşmanı dostunuzdur, böyle derlerdi değil mi? Dost değil ama bir ortak çok fazla yardımcı olabilirdi. Peki bu ortak kimdi?

Oturduğum sandalyeden kalktım. Masanın üzerindeki telefonu alıp beyaz örtülü yatağa geçtim. Üstündeki örtüyü bir kenara sıyırıp içine kıvrıldım. Telefonu açtım. Rehbere girdim. Bu kişi her kimse eğer beraber yemek yiyeceksek telefon numarasını kaydetmiş olmalıydı. Baktım ama herhangi bir numara bulamadım. O yarın akşama kadar benimle muhattap olmamaya kararlıydı ama neden yarın akşam? Yarının tarihi neydi? Tarihe baktım. 09/11/2024.

Önemli olan dün, bugün ya da yarın değildi. Önemli olan bebeğimdi, artık karnımı tekmelemeyen, varlığını sürdürmeyen bebeğimdi. Bebeğim benim her şeyimdi ve onlar benim her şeyimi almıştı. Ben de onların tek bir şey hariç her şeylerini alacaktım ve onlar o tek şeyi almam için bana yalvaracaktı, canlarını.

❤️‍🩹

Gözlerimi ne kadar kapalı tutsamda bir dakika uyuyamadım. Tek bir saniye bile göremediğim bebeğim gözlerimin önünden gitmedi. Vücudu, saçları vardı ama bir türlü yüzü oluşmuyordu. Hayal etmeye çalışıyordum. Gözleri ne renk olurdu, burnu küçük mü mü olurdu, tam ısırmalık yanakları mı olurdu yoksa doğum vakti daha gelmediği için zayıf mı olurdu? Güler miydi farkında olmadan, ağlar mıydı çok, kucağımda küçücük kalır mıydı, kokusu dünyadaki en güzel parfüm olur muydu?

Dökecek göz yaşım da, ağlayacak mecalim de, isyan edecek kelimelerim de kalmadı artık. Üzerimde varlığını sürdüren tek şey bebeğimin kaybının acısıydı ve onun yüreğimde yarattığı yangın. Tek isteğimse o yangında can çekişmelerini istediğim canavarlardı.

Saat gece yarısını geçmişti. Biraz olsun gevşemek adına duş almaya karar verdim. Üzerimdeki yorganı kenara atıp yataktan çıktım. Uzun süreli açlıktan olacakki başım döndü. Yatağın başlığına tutunup birkaç saniye kendime gelmeyi bekledim. Gözlerimin önünde bir karartı geçti. Sakimleşmek adına nefes kontrolü yaptım. Birkaç dakika içinde dengemi yeniden toparladım.

Üstümdekileri teker teker vücudumdan sıyırdım. En son sütyenimi ve kilodumu da çıkarıp yerdeki diğer kıyafetlerin üzerine bıraktım. Banyoya geçip soğuk suyu açtım. Şuan ancak soğuk bana yaşadığımı hissettirebilirdi.

Soğuk suyun altına girdim. Titresemde çekilmedim. Bir süre akan suya eşlik etti gözlerimden düşen damlalar. Ardından saçımı ve vücudumu köpükleyip duruladım. O canavarlar karşılarında cılız birini görmeyi bekliyordu ama ben karnımdan akan kanlardan sonra asla eski Umay olmayacaktım. Olamazdım, bebeğim beni nasıl affederdi o zaman?

Saf Umay yoktu karşılarında, asla yıkamayacakları Umay vardı. Onlar bir süre eski Umay'ın varlığını sürdürdüğünü zannedeceklerdi sadece. Sonra da yıkılışları gerçekleşecekti. Şuan bunu nasıl yapacağıma karar vermesemde en acılı yolu seçmekte oldukça özen göstereceğim. Sonuçta yalnız değildim. Biri vardı bana yardımı dokunacak, elbette karşılığında isteyeceği bir şeyler olmalı ancak yolun sonunda benden canımı da istese zaten verirdim çünkü bu yolun sonunda ben zaten bebeğimin yanına gideceğim.

Duştan çıkıp banyo dolaplarından bulduğum havluyu vücuduma sardım. Saç havlusuyla saçımın ıslaklığını alıp kurutma makinesiyle de kururttum. Saçlarımı taradıktan sonra da banyodan çıktım. Üzerime bir şey giyme gereksinimi duymadan havluyu yere bırakıp yatağa yattım. Yorganı boynuma kadar çekip yan döndüm. Fiziksel yorgunluk ağırlığını koyduğunda da göz kapaklarım kapandı.

❤️‍🩹

Uyanalı yaklaşık bir saat olmuştu. Öğlen vaktiydi, belkide akşam saatleri yaklaşıyor olabilirdi. Saatten, dışarıdaki koşuşturmalardan, saatte kaç bebeğin öldüğünden ya da aldatılma oranlarından haberim yok. Tek bildiğim tavanın ne renk olduğu.

Tavanlar için bakana çok şey anlattığı söylenirdi, bana bir şey anlatmadan neden sadece olan bütün kötü şeyleri haykırıyordu o zaman. Güneşin parlaklığından, parktaki bankı ıslatan yağmur damlalarından ya da üzülen insana sırnaşan kedilerden bahsetmeyip mneden tüm acılarımı gözler önüne seriyordu. Neden bir de canımı bu beyaz renkli tavan yakıyordu?

Telefona gelen bildirim sesiyle tavandan gözlerimi ayırdım. Daha fazla tavanla bakışmaya devam etseydim yine isyanlarıma başlayacaktım ama bunun için vaktim yoktu. Gelen mesaja girdim. Bir numaradandı. Yazan kişi beni bu otele yerleştirenden başkası olamazdı.

​​​​​Akşam saat sekizde otelin önünde ol, sen ve ben vakit kaybetmek istemeyiz bence.

Mesaja herhangi bir cevap vermedim. Telefonu kapatıp yanıma bıraktım. Otel odası oldukça sıcak olduğu için sadece yorganla uymak beni üşütemişti. Şuan hasta olmak sadece yoluma taş koyardı.

Kalkıp dolabın başına ilerledim. Her şeyi planlayan adamın benim için dolaba kıyafet de koydurmuş olacağından emindim. Açtığım dolabın kapağıyla karşılaştığım manzara da beni haklı çıkardı. Odanın içinde otururken giymek için bir pijama takımı çıkardım. Üstüme geçirdiğim sırada kapı tıklatıldı.

Oda servisiyle kahvaltım gelmişti ardından da telefona bir bildirim daha. Kahvaltımı masaya koyup telefonu aldım. Sandalyeyi çekip oturdum. Ne kadar içimden gelmesede güçsüz düşmeyeceğim kadar bir şeyler yemem lazımdı.

Afiyet olsun.

Mesaja yine bir cevap vermeden ekrandan çıktım. Birkaç lokmayı ağzıma doldurdum. Bebeğim ölmüştü v sanki ağzıma attığım her bir lokma bir günah gibi oturuyordu mideme. Daha fazla bir şey yiyemedim bu yüzden. Gözlerime dolan yaşların geri gitmesi için kısa bir çaba verdim. Sulu göz olmakta herhangi bir fayda yaratmazdı. Üzülüyordum, çok üzülüyordum, nefes almakta ve her saniye yaşamaya devam etmekte zorlanıyordum ama bebeğim için her şeye katlanmam lazım çünkü o öldü ve onun katilleri hala yaşıyor. Adalet yerini bulmalı, benim adaletim.

Bir mesaj bildirimi daha geldi. Bu sefer ne yazmış olabilir diyerek mesaja girdim.

Mesajlara cevap vermekte bir seçenek. Saygıya çok önem veririm. Eğer birlikte bir yola çıkacaksak iyi anlaşmamız işleri kolaylaştırır. Öyle değil mi hanımefendi?

Mesaja cevap vermek yerine sabır çekmekte bir seçenekti benim için.

Öyle beyfendi.

Telefonu tamamen kapatıp masaya bıraktım. Yüz yüze tanışmadan önce birkaç saat daha saygısızlık yapmanın çok da bir sorun yaratacağını düşünmeyerek derin bir nefes aldım. İçim dolan ağlama hissinin bir türlü peşimi bırakmaması beni uzun bir süre daha saygısız yapardı çünkü oryağım dahi olsada kimsenin yanında ağlayamazdım.

Masadan kalktım. Duvar saatinden akşama bir kaç saat kaldığını farkedince hazırlanmaya koyuldum. Banyoya geçip gece duştan sonra yerini farkettiğim düzleştiriciyi alıp saçımı düzleştirdim. Ardından sıkı bir at kuyruğuyla ciddiyetimi yüzüme döktüm. Ani bir kararla beni hastaneden çıkaran ve hiç tanımadığım bir adamla bu yolda yürümeye karar vermiş olsamda ona bile güvenemezdim bu yüzden duruşumu ona da en net şekilde göstermeliydim.

Banyodan çıkıp odaya geçtim. Dolabın kapaklarını aralayıp giyebileceğim uygun bir kıyafet aradım. Bol, siyah ve uzun, örme bir elbiseye göz kestirdim. Çıkarıp baktığımda iç çamaşır giymeden giyebileceğim en uygun kıyafet olduğuna karar verip dolabın kapaklarını kapattım.

Üstümü giyindikten sonra makyaj masasına geçtim. Yüzüme baktım. Güzlerce süregelen uykusuzluk ve yorgunluk göz altlarımda morarma yaratmıştı. Gözlerim şiş ve kırmızıydı. Süslenmek istemiyordum. Şuan burada otururken bile ölen bebeğimin arkasından yaşadığım için ona ihanet ettiğimi hissediyordum. Bu yüzden sadece acınası görüntümü toparlaması için masanın üzerindeki kapatıcıyı göz altlarıma uyguladım. Dudaklarımı nemlendirdim ve işimi bitirdim.

Kapattığım telefonu açtım. Üç yeni mesaja baktım.

Yemeğe gidiyoruz yani yemek yemelisin.

Üstelik zayıf ve çelimsizken bir şey yapamazsın.

Balık sever misin?

Haklı söze ne bir şey denmezdi.

Severim

Noktalama işaretlerini kullanmıyor musun?

Çok dikkat ettiğim bir konu değil.

Anladım, bekliyorum.

Sekize beş dakika kalmıştı. Ekrandaki saçma sohbetten çıktım. Dün masada bıraktığım çantaya telefonu ve çantanın içinden çıkan silahı tekrar çantaya koydum. Silahlar sevdiğim şeyler değildi. Aksine çok korkardım ama gerekirse artık tek dostum onlar olabilirdi. Her şey bebeğim içindi.

Odadan çıkıp asansöre bindim. Zemin katı tuşlayıp aşağı inmeyi bekledim. Görünüşünün nasıl olduğunu bilmiyordum bu yüzden otelden çıkıp onun beni görerek yanıma gelmesini bekleyecektim.

Asansör kapısı açıldığı an içinden çıktım. Odadan çıkmadan önce bulunan tek ayakkabı olan siyah tapuklu ayakkabılarımın üzerinde otelin dışına çıktım. Üzerime herhangi bir ceket almamıştım ve soğuk anında elbisemden içeri girip tüylerimi diken diken etmişti. Yine de çok sorun etmedim. Ölü gibi dolanıyordum ve soğuk ciğerlerime işledikçe aldığım nefesler daha hissedilir oluyordu.

Siyah dalgalı saçlı, uzun boylu, geniş omuzlu, siyah giyinimli bir adam belirdi önümde. "Siz kimsiniz?" diye sordum karşımda durmuş, elini bana uzatan adama.

Elini geri çekmeden dudakları hareketlendi. "Kurtarıcı meleğiniz," diye yanıtladı sorumu. Bu oydu.

Uzattığı elini kavradım. "Bir adınız yok sanırım," Alaycı bir söylemdi ama yüzüme yansıtıp yansıtamadığım konusunda pek emin değildim.

"Bir adım var elbet," dedi elimi sıkarak. "Oğuz Öztürk," dediği anda hem büyük bir şaşkınlık yaşadım hem de büyük bir şansın ayaklarıma geldiğini farkettim. Oğuz Öztürk benim ortaklık yapabileceğim en iyi kişiydi. O, benim düşmanlarımın en büyük düşmanıydı.

"Umay," dedim sadece. Uzel'i ömrüm boyunca kullanmamıştım sadece kimlikte yazan bir isimdi. "Memnun oldum."

"Bende memnun oldum, fazlasıyla." Elimi bıraktı. "Arabaya geçelim, hava üşümek için yeterince soğuk." dedi beni baştan aşağı süzerek.

"Olur," o önden ilerlerken bende peşinden onu takip ettim. O canavarlardan sağlam bir intikam almak istiyorduysam şuan yanımda olan adam en iyi seçenekti ve ben ilk defa başıma gelen şansın en doğru zamanda beni bulduğuna emindim.

Bir arabanın önüne geldiğimizde sağ koltuğun kapısını açıp bana yol verdi. "Teşekkürler," diyerek açtığı kapıdan içeri girdim. Kapımı kapattıktan sonra o da arabanın önünden dolanıp sürücü koltuğuna geçti.

Bana dönüp kemeri işaret etti. "Güvenlik önlemlerimizi alalım."

"Hızlı bir sürüş mü olacak?" Kemerimi taktığımı gördükten sonra kendi kemerini de takıp arabayı çalıştırdı.

Dudağının sağ köşesi yukarı kıvrıldı. "Hayır. Temkinli sürerim. Sadece önlem almayı severim, sonrasında niye başımı duvarlara vurayım değil mi?"

"Haklısınız," diyerek dediğini onayladım. Ana yola çıkmıştık. Yol sakindi.

"Sizli bizli konuşmaya lüzum yok bence. Hep beraber olacağımızdan aramızda gereksiz bir duvar örer sadece."

"Siz yani sen," bir an duraksayıp devam ettim. "Çok resmi konuşuyorsun gibi oldu bende ona karşılık böyle konuştum. Saygıda kusuru pek sevmediğin için dikkat edeyim dedim."

Cümlemdeki imayı havada kaptı. "Özen gösterdiğin için teşekkür ederim ortağım," kırmızı ışık yandığı için durduk. Bana dönüp gözlerimin içine baktı. Bir denizin mavisiyle bir toprağın kahvesi buluştu. "Ortağım dememde bir sakınca var mı?"

"Yok, ortağım," dediğimde samimi bir şekilde gülümsedi. "Benim de dememde bir sakınca yoktur umarım."

"Yok, ortağım," diyerek önüne döndü. Arabalar sarı ışık yanar yanmaz fırlarken o yeşil yandığında geçti. Kuralcı, dikkatli ve kontrolcü bir yapısı vardı.

"Nasıl buldun beni? Ya da neler yaşandığını nasıl öğrendin? Ya da biliyor musun neler olduğunu yoksa şans eseri mi buldun beni?"

"Aç karnına sohbet etmeyi pek sevmem," diyerek tüm sorularımı havada bıraktı. "Yemek yeriz, tanışırız, konuşuruz, planlarız. Bence uygun bir sıralama. Uygun mu ortağım?"

"Uygun,"

Şık bir restorantın önünde durduk. Arabayı durdurduğunda kemerimi çözdüm. O ise çoktan arabadan inip kapımı açmaya gelmişti.

Ben indikten sonra arkamdan kapımı kapattı. Eliyle yol gösterdi. Bir adım önüne geçip yürümeye başladım. Bir yandan etrafa göz gezdirdim. Başka bir araba yoktu. Restorantın camlarından içeri baktığımdaysa bizi bekleyen iki garsondan başkasını görmedim.

"Korkma, bir organ mafyası değilim," diyerek yanımda durdu. İçerideki garsonlardan biri gelip kapıyı açtı. Benim arkamdan gelip içeri girdi. Kocaman alanda, ortada tek bir masa vardı. "Gerçekten önemli ve gizli şeyler konuşacağız ve bunları ikimizde insan içinde, rahat bir şekilde konuşamazdık."

"Organ mafyası olmandan daha mantıklı bir seçenek bu düşüncen." dediğimde güldü. Masaya geldiğimizde bir sandalyeyi çekip oturmam için bana yer açtı.

Oturduğumda hala arkamdaydı. Biraz gerilmeme sebep oluyordu içinde bulunduğumuz ortam ve yakınlık. Ben bunları düşünürken kulağıma eğildi. Nefesi boynuma gezinip gitti. "İçinde saygının olmadığı bir meslek. Tahmin edersinki pek tercihim değil."

Geri çekilip karşıma oturdu. "Sevindim." dediğimde de hafifçe gülümsedi.

Gözleri üzerimdeyken elini kaldırıp garsona gelmesi için işaret yaptı. Hemen ardından iki garson gelip tabaklarımıza servise başladı. "Rakı balık ikilisini sevenlerden misin?"

"Evet, severim."

Garsonlara döndü. "Hanımefendinin isteğini duydunuz beyler," iki adamda mutfak olduğunu düşündüğüm odanın kapısından içeri girdiler. "Çinokop sever misin?" Dirseklerini masaya koymuş, birleştirdiği ellerine de çenesini yaslamış tabaktaki balığı işaret etti.

"Balığın her türlüsünü severim." Ellerimi nereye koyacağımı bilemediğim için kucağıma bıraktım. "Havadan sudan konuşmak için pek keyifli olduğum söylenemez," garsonlar geldiğinde sustum. Oğuz onların getirdiği rakı şişesini alıp bardaklarımı doldurmaya koyulduğunda konuşmaya devam ettim. "Ben bebeğimi kaybettim ve," boğazımdaki düğüm konuşmama engeldi. Bardaktaki sudan bir yudum içip bir nebze etkisini azaltmaya çalıştım. "Niyetim o canavarlara dünyayı dar etmek. Senin Yiğit Ali ile rakip olduğunu biliyorum. Bu yüzden benim senden yardım almam benim için faydalı olur ancak sen benden ne istiyorsun bilmek istiyorum. Ve beni nasıl bulduğunu, olanlardan haberin olup olmadığını da öğrenmek istiyorum."

Benim için doldurduğu rakı bardağını önüme koydu. Kendi bardağını da bana doğru uzattı. Sorularımı cevaplaması için itiraz etmeden bardağımı kaldırıp onun bardağına dokundurdum. O rakısını yudumlarken ben bardağımı masaya bıraktım. "O salakların seni getirdiği hastane benim bağış yaptığım ve sahibiyle ahbab olduğum bir hastane. Dolayısıyla senin orada yattığını ve Ali ile Sare'nin seni oraya bıraktığını bu şekilde öğrendim."

Balığı işaret etti. Bir parça alıp ağzıma attım. Yemek istemesemde ağzımda geveleyip zorla yuttum. "Neler olduğunu tam olarak bilmiyorsun yani."

"Bir kurşun yaralanmasıyla bebeğini kaybettiğini ve bir daha da çocuk sahibi olamayacağını biliyorum. O kurşunu sana kimin sıktığını ya da kocanla arkadaşının seni neden o hastaneye bırakıp gittiğini bilmiyorum. Hikayenin ortası var ama başı ve sonu yok. Eksikleri sen tamamlayacaksın."

"Bir hastanın gizliliğine pek saygın yokmuş gibi görünüyor."

"Polisleri aradan çıkarmam için bilmem gerekenlerdi. Yoksa sen en azından boşanayım diye düşünerek mahkemelerde geziyor olacaktın."

"Boşanmaya uğraşmazdım."

"Bu ne demek?" diye sordu hayretle.

Ona bu işin sonunda meleğimin yanına gitmek istediğimden bahsetmeyecektim tabii ki. "Konumuz bu değil, sana hikayeyi tamamlayayım ve sende benden ne istediğini söyle."

"Lütfen," diyerek sözü bana bıraktı.

"Yiğit Ali'nin beni Sare'yle aldattığını öğrendim. Bana yabancı bir numaradan bulundukları adres geldi ve bende oraya gittim. Onları bastıktan sonra o evden çıkıp gidecektim ama biri bizi kaçırdı."

"Kaçıran Ulaş mıydı?"

"Evet. O da öğrenmiş aldatıldığını. Yiğit Ali'ye ya bebeğinin ölümü ya da Sare'nin ölümü diyerek iki seçenek sundu. O-"

"Devamına gerek yok, anladım."

"Sen," dedim. "Sen benden ne istiyorsun? Çok bir şey beklemiyorsundur umarım çünkü benden alabileceğin tek şey kendi canım, başka bir şeyim yok."

"Sen sadece yanımdaki varlığınla lazımsın bana. Seni karakayalara sokacağım, şirketlerime ortak olacaksın. Tabii bir de nişanlım olacaksın. Ali'yi her şekilde öfkelendirip yanlış yapmasını sağlayacağız. Kontrolü sağlayamadıkça da eriyip yok olacak."

"Beni tanımıyorsun. Nasıl hem işine hem hayatına alacaksın? Bana nasıl güveneceksin? Ben sana güvenmiyorum." Fazla mı açık sözlüydüm?

"Ben sana güveniyorum, benim açımdan sorun yok."

"Bana nasıl güvenebilirsin?"

Rakısını yudumladığında bende peşinden bir yudum aldım. "Sen bebeğin için savaşacaksın, başka hiçbir şey için değil. Bir kadın kendine bile ihanet edebilir ama kendi canından olana edemez. Ben buna güveniyorum."

Haklıydı sözlerinde. Sadece aldatılmış olsaydım asla bu kadar zahmete girmezdim. Yeni bir şehir, biraz göz yaşı sonra da bebeğimle güzel bir hayat... Sıralama böyle olurdu. "Ben hala evliyim."

"Boşanacaksın."

"Davayı hemen açayım o zaman. Zaten direteceğini zannetmiyorum."

"Benim varlığımı öğrenirse diretir. Bu yüzden sen boşanana kadar beraber görülmeyeceğiz."

"O adam benim en yakın arkaşımla sevgili. Hayatımda biri olsa bile, bu sen olsan bile direteceğini sanmıyorum. Sonuçta o beni değil Sare'yi seviyor." Bardağın dibini gördüm.

Oğuz bardağı alıp yeniden doldurdu. İtira etmedim. "Yanılıyorsun ortağım. Erkekler arkasından yas tutulmasını ister. Eğer sen biriyle olursan o birlikte olduğun kişiye karşı yenildiğini düşünür ve seni kaybetmemek için her şeyi yapar. Erkekler hayatı kazanmak üzerine yaşar, kaybetmek onların kabullenebileceği bir şey değildir."

"Sende bir erkeksin." Bunun farkında değilmiş gibi konuşuyordu.

"Ve bu yüzden kaybetmek benim yapacağım iş değil."

"Hayatta her zaman kazanamazsın. Hayat en çok yenilgilerden hoşlanır, daima kazanmana asla müsade etmez."

"Ben doğduğum yenilgiye uğradım, sıramı saldım ortağım. Kazanma sırası bende."

"Bende öyle diyordum ama bak halime, yengiler hüküm sürüyor hala bedenimde."

"Kazanma sırası şimdi sende o zaman."

Bir süre sessizlik hüküm sürdü. O tabağındaki balığı tamamiyle bitirirken ben ikinci bardağımı bitirdim. Birkaç parça balığı da zar zor mideme indirdim.

Garsonlar gelip masayı toparladılar. Bir isteğimiz olup olmadığını sorup tekrar ortalıktan kayboldular. Şimdi yine baş bala, sessizliğin ezgisinde denizle karayı buluşturduk. O karaydı ben deniz. Kahve gözleri, mavi gözlerim... Kahvesinin koyusu ölüm, mavimin açıklığı yaşam gibiydi. İkimizi bakışlarıda oldukça şiirseldi. "Boşanma davasını açarım ama bir avukatım yok." Diyerek gerici sessizliği ortadan kaldırdım.

"Ben o işi halledeceğim. Senin çantanı hastaneye bırakmışlar. Kimliğin gibi gerekli bilgileri avukatlarıma verdim. Anlaşmalı boşanma için bir dosya hazırlayıp Ali'ye yollayacaklar. İk üç gün içerisinde bu işin bitmesini sağlayacağım."

"Ben birkaç gün daha otelde kalacağım o zaman."

"Evet. Ben bu sırada davetiyeleri bastıracağım. Benim evimde bir nişan organizasyonu ayarlayacağız. O günden itibaren bende kalmaya başlarsın. Sonrada KARAKAYALAR'a girişini sağlayacağım."

"KARAKAYALAR'ın gizeminden bana ne zaman bahsedeceksin?"

"Zamanı geldiğinde." diye kısa bir yanıt verdi bana.

"Ben sadece Yiğit Ali'den değil Ulaş ve Sare'den de intikam almak istiyorum."Her şeyi en başından konuşmak en akıla yatandı. sonradan çıkacak bir sorunla uğraşmak istemiyordum.

"Ulaş da KARAKAYALAR'da. Sare için ne yapabilirim bilmiyorum. Sen ne istersen yardımcı olurum. Bu konuda kararı sana bırakıyorum."

"Düşüneceğim."

Sessizlik. Sevmiyordum artık sessizliği. Önceden huzur verirdi ama şimdi sesimi çıkarmadığım, çıkaramadığım her an bir şey olacakmış gibi geliyor. Bir hafta önce orada, ağzımda bir bant olmasaydı ve Yiğit Ali'ye yalvarsaydım belki şimdi bebeğim hala karnımda olurdu. Sabah uyandığında tekmelerdi, uyuduğunda bir şey oldu diye korkup doktora giderdim, kalp atışlarını duyduğumda en iyi müziği dinlemenin keyfiyle dolup taşardım.

"Seni bırakayım," dedi ve ayağa kalktı. Bende hemen ardından ayaklanıp çantamı omzuma taktım. Ceketini bana uzattı. "Zaten iyi beslenmiyorsun eğer üşütürsen toparlanman zor olur."

"Teşekkür ederim ama gerek yok. Bünyem güçlüdür."

Arkama geçti. Ceketi omuzlarıma bıraktı. "Yinede önlem alalım." İtiraz istemediği ses tonundan belliydi. Beraber restoranttan çıktık. Yine kapımı açtı. Yola çıktık. "Boşanma davası çözülene kadar otelden çıkmanı istemiyorum. Ulaş'ın bu davada cezayı sana kesmesi pek normal değil."

"Bu ne demek?" diye sordum sözlerindeki anlamı kavrayakavrayamayarak.

"Bu işin içinde başka bir şeyler olduğunu düşünüyorum."

"Ne olabilir?" Söyledikleri mantıklı gelmeye başlamıştı. Öfkesi karısına ve Yiğit Ali'yeydi ama kestiği ceza banaydı.

"Bilmiyorum, öğreneceğiz."

"Senin onlarla ne kadar alıp veremediğin bir şey var da benimle iş birliği yapmak istiyorsun? Üstelik sana verebileceğim pek bir şey de yok."

"Dediğim gibi," dedi gaza basarken. "Senin yanımdaki varlığın benim için yeterli." Otelin önünde arabayı durdurdu. Arka koltuğa uzandı. Kir pas içinde kalan, en son Ulaş'ın bizi götürdüğü depoda gördüğüm çantamı bana uzattı. "Ben aldığımda içinde ne varsa şimdi de onlar var. Eğer bir eksiğin çıkarsa muhtemelen orada kayıp olmuştur ya da Ali almıştır."

"Teşekkür ederim."

"Ben teşekkür ederim bu akşam için. Elimdeki telefonu işaret etti. "Herhangi bir durumda haberleşiriz. Eğer yanına gelmemi istersen günün her saati arayabilirsin. Her şeyden önce sen bir kayıp yaşadın, acını paylaşmak en doğal hakkın."

Bir şey demedim. Sadece gülümseyip arabadan indim. Koşar adım otele girdim. Arkamdan baktığımda hala araba olduğu yerdeydi. Muhtemelen buradakilerden odaya çıktığım haberini aldığında gidecekti.

Asansörle yukarı çıkarken çantamı karıştırdım. Pek önemli bir şey yoktu, tek bir şey hariç. Asansör kapısı açıldığında çıktım. Odaya varana kadar çantayı karıştırmaya devam ettim ama aradığımı bir türlü bulamadım. Odaya girip çantadakileri masaya boşalttım. Aradım ama bulamadım. Aradığım tek şey yoktu.

Yetimhaneden, Kağan'dan kalan tek hatıraydı o fotoğraf. 10 yaşımızda çekildiğimiz, ilk ve tek fotoğrafımızdı. Bir gün onu bulma umuduyla yanımda taşıyordum o fotoğrafı. Onu bir aile alıp gittiğinden beri bir daha karşılaşmamıştık ama o hayatımda karşılaştığıma şükürler ettiğim tek insandı.

Fotoğrafın kaybolmasının burukluğuyla, bebeğimin artık yok oluşuyla koydum başımı yastığa. Uykuya daldım, rüyamda Kağan'ı ve bebeğimi görme umuduyla.

​​​​​​❤️‍🩹

Telefonun kendiliğinden kapanmasını istedim. Bir hafta sonra ilk defa bu kadar huzurlu bir uykuya dalmıştım. Kalktığımda uyuyabildiğim için kendime kızacaktım ancak irademe yenik düşüyordum şuan.

Telefon kapandı ama uykum açıldığı için kalktım. Oğuz aramıştı, bir de mesaj bırakmıştı. Mesaja girdim.

Sanırım uyuyorsun. Gelişmeleri haber etmek için aramıştım.

Bir mesaj daha geldi.

Avukatlarım dosyayı Ali'ye yolladı. İmzalamış. Bu iş bugün avukatlar aracılığıyla çözülüyor. Bende nişanı duyuracağım. Bugün seninle görüşüp kıyafetleri alsak iyi olur. Acın taze sayılır ama ne kadar üstüne düşersen alışması bir o kadar zor olur.

Haklı olması sinir bozucuydu. Tam telefonu bir kenara bırakcaktım ama son bir mesaj daha geldi.

Oyalanırken kafanı biraz daha toparlamış olursun. Bebeğine ihanet etmiş olmayacaksın onun için savaşacaksın. Kendini suçlayacağın bir durum yok.

Yine ve yine haklıydı. Elimi kalbime götürdüm. "Senin için her şey bebeğim. Şimdi mezarına gelirsem oradan kalkamam ama annen seni seviyor, senin yanına gelecek. Her şey senin için meleğim."

Kaçta hazır olmalıyım?

Mesajı atar atmaz duşa girdim. Anlaşılan yoğun bir gün olacaktı bu yüzden hemen hazırlanmaya başlamak en iyi seçenekti.

❤️‍🩹

Oğuz'un arabasında nişanımız için kıyafet bakmaya gidiyorduk. Durup düşündüm. Ben şuan ne yaşıyordum?

Aldatıldım, bebeğim öldürüldü, Oğuz'la tanıştım, boşandım ve şimdi de nişanlanıyordum. Bunların hepsi sekiz gün içerisinde gerçekleşmişti ve şöyle bir düşününce pek de taşıyabileceğim yükler değildi. Yaşanan her şeyin üstüne bir de intikam almak için bir yola koyulmuştum. Oğlumun acısını yeteri kadar yas tutarak atlatmış mıydım? Ya da bu atlatılabilecek bir acı mıydı? Alışılır mıydı yokluğuna? Yoksa dayanamayıp her sokak başı ağlatır mıydı beni gün ortasında?

"Fazla düşünüyorsun," dedi düşünceli halimi farkeden sevgili ortağım. Üstelik gözlerimden süzülen yaşlara şahit olmuştu ve silmem için bir peçete uzatıyordu. "Nefes aldığın sürece acın azalır, yokluğa alışırsın. Bu bir ihanet değil, yaşamın kuralıdır."

"Haklı olmayı ya da bunun sana söylenmesini çok mu seviyorsun? Sen çocuğunu kaybettin mi? Aldatıldın mı ya da bir kurşun yedin mi? Hangi birinin acısını biliyorsun?" diye haykırmaya başladım. Kontrolüm ellerimden kayıp gitmişti çoktan. "Hangisini yaşadın da böyle bilmiş bilmiş konuşuyorsun? Saygılıyım diye geçiniyorsun ama acıya saygı duymayı bilmiyorsun." Kapıya vurdum. "Kenara çek, ineceğim ben."

Lafımı ikiletmedi. Müsait bir yerde arabyı durdurdu. Oldukça ıssız ve sessiz bir yol kenarıydı. Bağırıp ağlayarak rahatlamak için çok iyi bir yerdi.

Arabadan inip koca bir çığlık attım. Dizlerimin üstünde yer çöküp bağırarak ağlamaya başladım. İsyan ettim, ağadım, bağırdım, kızdım ve en son da sinirden gülmeye başladım. Oğuz da her anımı yanımda dikilerek izledi. Karışmadı. Ağlama, bu da geçeçecek, üzülme gibi herhangi bir teselli cümlesi kurmadı. Aykırı olan her şeyi yapmama izin verdi.

Sakinleşmeye başadığımda yanımda eğildi. "Rahatladın mı?"

Rahatlamıştım biraz olsun. Buna ihtiyacım varmış. "Evet,"

"Daha devam edebilirsin."

"Gerek yok, yeteri kadar rezil oldum." Ayaklandık aynı anda.

"Burada benden başka kimse yok, pek de rezil olmuş sayılmazsın."

"Senin bir suçun yoktu, kusura bakma. Sadece gerçekten uyanmak isteyip de uyanamadığım bir kabustaymışım gibi hissediyorum. O histen bir türlü kurtulamıyorum."

"Seni anlıyorum," dedi dostane bir tavırla. "Bu yüzden benim yanımda istediğin gibi davranabilirsin."

Beraber arabya geçtik. Arabayı çalıştırıp yola devam etti. "Bana birini haltırlatıyorsun," dedim bir an dünyadan ve yaşadıklarımdan soyutlanarak.

"Kimi hatırlatıyorum? Umarım iyi birini hatırlatıyorumdur."

"İy birini hatırlatıyorsun, çok iyi birini," bir iç çektim. Beraber geçirdiğimiz bütün güzel anılar gözlerimin önünden geçti. En sonda bizi ayrıldıkları o anla film şeridi sona erdi, bizim için sonrası yoktu. "On yaşımı, Kağan'ı hatırlatıyorsun."

Gerildi gibi oldu. "O kim?"

"Beni yetimhaneye götüren bir çocuktu. Oradan kaçmış yolda da beni bulmuştu. Üstüm yırtık pırtık, elim yüzüm kan içinde bir haldeydim. Beni gördüğünde deşhete düşmüş gibi olmuştu."

"Neden o haldeydin?"

"Uzun hikaye," diye kestirip attım. "Bir ara anlatırım."

"Öyle olsun."

Büyük bir dükkanın önünde durmuştuk. Bu sefer Oğuz kapımı açmadan arabadan inmeyi başarmıştım. Böyle yaptığında kenimi kötü hissediyordm. Ben bana iyi davranılmasına alışık değildim. En azından bana bu kadar ilgi verilmesine hiç alışık değildim. Bu kadar ilgi görmeyi on yaşımda bırakmıştım. "Geçiyor muyuz?"

"Güzel hanımefendiler önden," diyerek elini öne doğru uzattı.

Güldüm. Sekiz gün sonra istemsizce, içimden gelerek güldüm. Anında soldu o gülüş. Bebeğimi kaybetmiştim ben, mutlu olamazdım. "Sanırım nişanlanacak olan iki sevgili gibi davranmalıyız değil mi?"

"İstemediği hiçbir şeyi yapmaya zorlamam seni."

"Gereken her şeyi yaparım," dedim kendimden emin bir tavırla. Duruşu onu da ikna etmiş gibiydi. "El ele tutuşalım mı?"

Bir cevap vermeden elimi kavradı. Bir iki adım attıktan sonra da aniden durdu. "Bir dakika," boştaki elini cebine attı ve bir yüzük kutusu çıkardı. Kutu açık maviydi, gözlerimin rengine çok yakındı. "Yüzüğü takabilir miyim?"

Sağ elimi uzattım. "Takabilirsin," elimi bırakıp yüzüğü kutudan çıkardı. Yüzük parmağıma geçirdikten sonra kutuyu cebine attı. Üzük parmağıma tam olmuştu. "Nokta atışı bir ölçüm olmuş."

"Övünmek gibi olmasın ama her konuda iyiyimdir."

"Biraz övünmek gibi oldu ama olsun." Güldü, güzel bir gülüşü vardı.

Tekrar elimi tuttu. Beraber içeri doğru yürümeye başladık. Şimdiye kadar iki erkeğin teması beni rahatsız etmemişti. Oğuz da üçüncüydü. Yine de yeni tanıştığım ve beraber bir yola girdiğim bu adam da farklı bir şeyler var gibiydi. Bu yolculukta belki onu da çözerdim.

"Hoş geldiniz efendim,"

İkimiz de bir baş selamıyla çalışanın selamını karşıladık. İçer geçip kahverengi, deriden yaoılma koltuğa geçip oturduk. Bu sırada dükkanın içindeki bazı meraklı bakışlar çoktan bizi bulmuştu. Benim değil belki ama Oğuz'un onların dikkatini çektiği belliydi. Neredeyse tüm gözler ona ve ellerimizin birleşimine çevrilmişti.

Bizi karşılayan çalışan peşimizden gelip arşımızda durdu. "Size mi yoksa hanımefendiye mi bir şeyler bakıyoruz Oğuz bey?"

"İkimized," dedi Oğuz. "Nişanımız var, sade ama şık bir şeyler arıyoruz. Bize yardımcı olur musun?"

"Hayırlı olsun," dedi şaşkın bakışlarını gizleyemeden bize bakan çalışan. "Hemen size uygun bir şeyler getiriyorum," tam gidecektiki Oğuz'un seslenmesiyle durdu.

"Önce müstakbel nişanlım için bakalım."

Çalışan Oğuz'u başıyla onaylayıp gözden uzaklaştı. "Çok fazla şaşırmadı mı? Sende bir insansın sonuçta, hayatına birini alacaksın."

"İlk defa yanımda bir kadın gördüğündendir bu şaşkınlığı." Şimdi bende şaşırmıştım.

"Ama daha önce bir sevgilin olmuştur değil mi?"

"Sen niye şaşırdın? Olmamış olamaz mı?"

"Olabilir tabii ki ama olmuştur diye tahmin ettim."

"Yanlış tahmin ortağım. Sen de olmasan evde kalacaktım." Dalga geçiyordu kendi kendine ama onun gibi zengin, yakışıklı ve kendi karakterini oturtmuş birinin hayatına hiç kimsenin girmemiş olması gerçekten şaşırtıcıydı.

"Kaç yaşındasın?" Belki de genç olduğu için hayatına kimse girmemiştir.

"Yirmi dokuz."

"Daha genç duruyorsun, şaşırdım."

"Size uygun bir kaç parça getirdik hanımefendi." Çalışanın yaklaşık on tane elbiseyle yanımıza gelmesiyle sohbetimiz yarıda kesildi.

"Denemek ister misin sevgilim?" Oğuz'un hitap şekli bir an boşluğuma geldi ve gözlerimi büyüterek ona baktım. Anında kendimi toparlasamda yanımdaki adam tepkimi farketmişti.

"Ah sevgilim, şu utangaçlığını ne yapacağız biz senin?" Oğuz iyi bir hamleyle durumu toparlamıştı.

Zoraki bir tebessümle bende ona ayak uydurdum. Oturduğum yerden kalkıp adamın getirdiği kıyafetleri inceledim. Hepsi fazla gösterişli, ben burdayım diye bağıran elbiselerdi. En sonda kalan açık mavi bir elbise vardı. Sakinliği ve duru güzelliği en iyi gösterecek, sade ve az işlemeli bir elbiseydi. En uygunu buydu. Benim bebeğim ölmüştü, aldığım her nefes bir haksızlık gibi geliyordu. Her nefeste, yaşamaya devam ettiğim her dakika da onun ölümünü kutluyormuş gibi hissederken bir de burda parti havasına giremezdim.

Mavi elbiseyi alıp Oğuz'a döndüm. Üstüme tutup gösterdim. Bu sırada da yüzüme dışarıdan anlaşılmayacak ama bana oldukça yapmacık gelen bir gülüş kondurdum. Oğuz ayağa kalkıp iki adımda önüme geldi. "Gözlerinin renginde," diye mırıldandı. "Bence sana çok yakışır mavişim."

On dört yıl önce, Umay on yaşındayken

"Ben sana mavişim diyeceğim Umay." Bu çocuk çok ısrarcıydı.

"Böyle kelimeleri sevgililer birbirine söyler Kağan." O kadar da küçük değildi, bunları bilebilirdi.

"O zaman biz de sevgili oluruz."

"Ben on yaşındayım sen on beş yaşındasın Kağan." diye bıkkın bir cevap verdim. Büyük olan oydu, bunları bilmesi gerekende. Sanırım küçük bir çocuk olduğum için benimle dalga geçiyordu. Ama ben o kadar küçükte değildim.

"Aşkın yaşı olmaz mavişim. Hem sen bana abi bile demiyorsun."

"Sen deme demiştin çünkü,"

"Aferin mavişim, söz dinlemeye başladın."

"Teşekkür ederim sevgilim." Çok fazla benzerlik vardı, Oğuz'un Kağan olduğunu düşünmeye başlayacaktım. Saçmalamanın sırası değil, Kağan yurt dışına gitmişti.

"Denemek istiyor musun?"

"Gerek yok, benim bedenim zaten. Sana da bir takım bakalım." Kendimi olabildiğince anın içine sokmaya çalışıyordum. Saçma bir benzerliğe takılmak manasızdı.

"Benim sizde ölçülerim var zaten, siz bir şeyler ayarlayıp elbiseyle birlikte eve yollarsınız." dedi Oğuz çalışana doğru.

"Tabii ki. Tekrardan hayırlı olsun Oğuz bey, iyi günler."

"İyi günler." Oğuz elini belime koyup beni kapıya doğru yönlendirdi. Dalıp gittiğimin o da farkına varmıştı. Beraber arabaya bindik, emniyet kemerlerimizi taktık ve Oğuz arabayı çalıştırdı. "Bir şey mi oldu?"

"Senin her sözün, her hareketin Kağan'ı hatırlatıyor."

"Bu Kağan," dedi sesinde sezebildiğim gerginlikle. "Senin ilk aşkın mı?"

Bir tebessüm kondu yüzüme. O küçük bir çocuk olduğum için benimle dalga geçip eğleniyordu belki ama ben ona hayranlık duyuyordum. Çocukluk aşkı da böyle bir şeydi zaten. "Evet ama onu ilk aşkım kalıbına sığdırmak istemem. O benim için daha fazlası. Hayatımın dönüm noktası, ilk aşkım, hayranlık duyduğum ve izini bir daha bulamadığım."

"Vay be," dedi. Alay eder bir tavrı vardı ama böyle bir tavır sergileyeceği bir durum olmadığı için yanlış anladığımı düşündüm. "Çok şanslıymış."

"Neden?" Ne demek istediğini anlayamamıştım.

"Biri için, senin için çok şey anlam ediyor. Biri için bu kadar anlamlı olmak çok özel bence."

"Ben çok şanslıydım," diye itiraz ettim. "Bir ele ihtiyaç duyduğumda en doğru kişiye denk geldiğim için. O benim şansımdı."

Başka bir şey demedi, bende devam etmedim. O arabayı sürdü bende düşüncelere daldım. Kağan'ı bulmak, tekrardan en ihtiyacım olan zamanda karşıma çıkmasını istedim. O beni bu çıkmazdan kurtarırdı, doğru yolu bana gösterirdi. Şimdi yaptıklarımın hangisi doğru hangisi yanlış bilmiyorum. Hayatımdaki hangi insan iyi hangi insan kötü bilmiyorum. Kağan bilirdi, o doğruyla yanlışı, iyiyle kötüyü ayırt ederdi ve benim başıma bir şey gelmesine asla izin vermezdi.

Beraber geçirdiğimiz bir yıl içerisinde bir ay ayrı kalmıştık, geri dönmesinin imkanı yoktu. Yetimhanedeki çocuklardan biri bana saldıracakken gelmişti. Yine en ihtiyacım olduğu zamanda benim yanımdaydı ve şimdi yine öyle bir zamandayım. Yine ona, şansıma çok ihtiyacım var.

Bir evin önünde durdurdu arabayı Oğuz. Bahçeli, iki katlı bir villaydı. Dış cephesi maviydi, evin kapısına kadar uzanan taşlı bir yol vardı. Bu da Kağan'la benim hayallerimdeki gibiydi. "Geldik," dedi. "Evim, yani evimiz burası."

"Güzelmiş," Yine kafamda sorular dolanmaya başladı. Bu kadar denk geliş olamazdı. Her şey bu kadar tesadüf olamazdı.

"Oğuz," dedim oturduğum koltukta ona dönerek. "Bu kadar raslantı biraz fazla," söyleyeceklerimden sonra beni deli etsede umrumda değildi. Sormadan rahat edemeyecektim. "Sen yetimhanede mi büyüdün?"

"Bu nereden aklına geldi?" Gergindi. Tavrı beni düşüncelerimin doğruluğuna itiyordu.

"Sadece cevap ver, lütfen."

Durdu. Dudakları hareketlendi ama bir şey demedi. Cevap vermek istemiyor ya da bir şeyden kaçıyor gibiydi. Kaşları çatılmıştı. "Evet ama neden?"

"Başka bir adın daha var mı?"

"Bunları neden soruyosun?" Sinirliydi.

"Sen Kağan mısın?"

"Ne saçmalıyorsun Umay?" Emniyet kemerini çözüp arabadan indi.

Hemen arkasından bende kemerimi çözdüm. O Kağan'dı ve bunu gizlemeye çalışıyordu, emindim. Kaçıyordu ve neden beni bulmuşken bana bunu söylemiyordu? Oğuz ismini ona evlatlık aldığı aile mi vermişti? O aslında benim varlığımdan haberdardı ve benim yanıma gelmemiş miydi? "Oğuz!" Diye arkasından ilerledim.

Bahçe kapısında durdu. Bende durdum. Aramızda birkaç adım vardı. On yaşımla, ilk aşkımla, şansımla aramızda sadece birkaç adım vardı. O Kağan olduğunu itiraf edecekti ve ben dayanamayıp ona sarılacaktım.

Arkasını döndü. Çenesi kasılmış, bakışları kısılmıştı. Neden böyleydi bilmiyorum ama şuan tek umrumda olan onu bulmuş olmamdı, seneler sonra. "Ben aradığın kişi değilim Umay."

"Bu kadar raslantı olamaz. Her şey aynı. Çocukluğumuzda konuştuğumuz her şey aynı. Neden saklanıyorsun? Seneler sonra-"

"Mavişim," dedi arkamdan gelen bir ses.

Arkamı döndüm. Baktım. Bu... "Kağan," dedi arkamdan Oğuz. Kağan o muydu? Neler oluyordu?

"Mavişim," dedi tekrardan. "Ben buradayım, geldim." Cebinden benim çantamdan kaybolan fotoğrafın aynısını çıkardı. "Bana koşmayacak mısın?"

Yeni bölümde görüşmek üzere...

Loading...
0%