@berilyum
|
Beyaz Gerbera 🌸 Geldim, İstanbul'dan Eskişehir'e geldim. Gelmek masum kalıyor aslında çünkü ben kaçtım. İstanbul'dan, babamdan, annemden kaçtım, gerçeklerden kaçtım. Otobüsten indim. Otogarda bir sağa, bir sola bakınırken birini aradım. Bana yardımcı olabilecek birini aradım ama bu boş bir çabaydı. Hiç bilmediğim bir şehirde, bütün yabancı insanların içinde, yardıma muhtaç bir halde kalmıştım ve bana yardımcı olabilecek biri yoktu. Param, kalacak bir evim ya da güvenebileceğim kimse yoktu. Şuan yaptığımsa tüm bu yokluğun içnde bir varlık aramaktı, yardım edebilecek birinin varlığını. Daha fazla burada dolanmanın bir anlamı olmadığına kanaat getirip Eskişehir sokaklarına kendimi attım. Yağan yaz yağmuru ve esen rüzgarın eşliğinde, kimsenin etrafta olmadığı boş sokakta yürümeye başladım. Bir elimle valizimi sürüklerken diğeriyle pantolonumun arka cebindeki telefonu çıkardım. Tuşuna basıp ekranı açtım, saat 23.25'ti. Telefonun daha fazla ıslanmaması için boynumdan takıp sol kolumun tarafına salındırdığım çantanın içine telefonu attım. Boş sokakta ilerlemeye devam ederken birkaç adım sesi kulağıma doldu. Yürürken kafamı yana çevirip bakmaya çalıştım. Tipini seçebildiğim kadarıyla orta yaşlı bir erkekti. Yardım isteyebileceğimi düşünüp durdum. Adam da yanıma geldi. "Merhaba amcacığım. Ben Eskişehir'e yeni geldim, kalacak yere ihtiyacım var. Yardımcı olabilir misiniz?" Adam hemen hemen benimle aynı boydaydı. Sakallı bir yüze ve esmer tene sahipti. Ben onun görünüşünün analizini yaparken ince dudakları aralandı. "Olurum tabiiki. Yardımımın karşılığı ne olacak?" Bir sırıtış belirdi yüzünde. Utana sıkıla cevap verdim sorusuna. "Şey, benim size verebileceğim param yok ama sizin için yapabileceğim bir şey varsa yapabilirim." Güldü. Bir adım yaklaştı. "Var, yapacak mısın?" Yağmur yavaş yavaş azalmaya başlamıştı. Kıstığım gözlerimi biraz olsun açabilmiştim. "Tabii ki, nedir isteğiniz?" Yine güldü. Bir adım daha attığında fazla yakın olduğumuz için geri bir adım atttım. Ancak karşımdaki adam üstüme yürümeye devam etti. Bir şeylerin ters gittiğini, adamın niyetinin başka olduğunu geç de olsa anlamıştım. En son adımımda sırtım bir evin duvarıyla buluştu. Elimi valizimden çekip kaçmaya yeltenecektim ama izin vermedi. Yabancı adam aniden üzerime kapandı, beni kendi bedeniyle evin duvarı arasında sıkıştırdı. Yüzünü yüzüme yaklaştırdığında hemen kafamı yana çevirdim ve avazım çıktığı kadar bağırdım, bağırmaya çalıştım. Adamın büyük eli ağzıma kapandığı için sesim istediğim kadar çıkmamıştı. Kolunu iki elimle tutup elini ağzımdan çekmeye çalıştım ama beceremedim. Adam diğer elini de saçlarıma dolayıp sertçe aşağı çekti. Ardından dudaklarını boynuma bastırdı. Tepinip onu üstümden atmaya çalışsamda iri cüssesi karşısında cılız bedenim başarılı olamadı. Yaşadığım anın iğrençliği ve hissettiğim korkuyla yaşlar gözlerimden birer birer dökülmeye başladı. Tam o anda adamın vücudumdaki hakimiyeti başka biri tarafından kesildi. Biri üstümdeki adamı tuttuğu gibi yere fırlattı ve üstüne çıktı. Çenesine ve burnuna birer yumruk geçirdiğinde adam bayıldı. Kafası yana düştü. Onu yere deviren adam üstünden kalkıp yanıma geldi. "İyi misin?" diye sorduğunda daha çok ağlamaya başladım. Yanıma yaklaştığında gerilemeye çalıştım ama arkamdaki duvar buna izin vermedi. Biraz daha yaklaştığında ellerimi yüzüme kapattım. Tam önümde durup ellerini bileklerime sardı ve yüzümü açtı. Çekik, yeşil gözlere ve keskin çene hattına sahipti. Yeni çıkmaya başlamış sakalları ve yağmurdan ıslanarak alnına düşen saçları ona iyi bir görünüş yaratmıştı. Kollarımı aşağı indirip bileklerimi bıraktı. Yanımdaki valize baktıktan sonra tekrar bana döndü. "Adam uyanmadan nereye gidiyorsan git." dedi ve arkasını döndü. Tam gideceği sırada iki elimle kolunu tuttum. Dönüp bana baktı. "Bana... yardım eder misin?" Gözlerimden akan yaşlara hıçkırıklarımda eşlik ettiği için kesik kesik konuşuyordum. "Benim gidebileceğim bir yer yok." "Bu benim sorunum değil." dedi ve yürümeye başladı. Kolundan çekiştirip tekrar durmasını sağladım. "Lütfen, ne istersen yaparım." "O adama da aynısını dedin değil mi?" diyerek hala yerde baygın yatan adamı işaret etti. Kolunu ellerimden kurtarıp vücudunu bana çevirdi. "Tanımadığın insanlara güvenemezsin." "Onun gibi olsaydın beni kurtardıktan sonra kendi istediğini yapardın." Yağmur tamamen durmuştu ama rüzgar tüm şiddetiyle esip ıslak tenimin üşümesine sebep oluyordu. "En ufak yanlışında umrumda olmadan seni böyle adamların önüne atarım." Gözlerine baktığımda yalana veya şakaya dair en ufak bir şey bulamadım. O söylediklerinde son derece ciddiydi. Şimdi bu adamla gitmezsem tüm gece boyunca başıma gelebilecek olası durum da beni tehdit ettiği mevzuydu. Filmlerde kızlar böyle adamlarla giderdi ve o adamlar kızları hep korurdu. Peki gerçek hayatta benim de başıma böyle bir şey gelmesi mümkün müydü? Bir mucize olur muydu? Mucizeler olsun ya da olmasın şuan başka çarem yoktu. "Tamam." "Peşimden gel." dedi ve yürümeye başladı. Hemen arkamda kalan valizi alıp peşinden koşmaya başladım. Koşuyordum çünkü onun yürürken attığı bir adımı benim iki adımımdı ve valizimi alırken de beni beklememişti. Tek başıma girdiğim sokaktan beni kurtaran adamla beraber çıktım. Nihayet yanına yetiştiğim için adımlarımı yavaşlatıp soluklanabildim. Rüzgar kesildiği içinde üşüme sorunum biraz olsun gitmişti. Gece vakti olmasından dolayı tek tük arabanın geçtiği ana caddeye çıktık. Yağmur dindikten sonra oluşan yer yer birikintilerin eşlik ettiği kaldırımda yürürken verdiğim kararın doğruluğunu sorguladım. Başka bir seçeneğim olmadığı için aldığım bir karardı. Bu yüzden doğruluğunun ya da yanlışlığının bir önemi yoktu. Yanımdaki adam solumuzda kalan sokağa girdiğinde bende peşinden ilerledim. Bu sokak daha çok tek katlı ve dışarıdan lüks duran evlerin olduğu bir sokaktı. Dış cephesi gri olan, diğer evlerin bahçelerinden zıt olarak hiç çiçek olmayan bir bahçeye sahip, önünde liseye gidebileceğini düşündüğüm bir çocuğun beklediği evin önünde durduk. Valizimi sürüklediğim için çıkan takırtıların kesilmesiyle kulaklarım rahatlamıştı. "Aslan abi, istediğin emaneti getirdim." dedi çocuk ve elindeki küçük poşeti adını öğrendiğim adama uzattı. Çocuğun elindeki poşeti alıp başını okşadı. Çocuk ona gülümsedi ve dönüp bana baktı. Yüzündeki gülüş daha da büyüdüğü için bende ona güldüm. Dönüp yanımdaki adama baktı tekrar. "Artık yengemiz mi var abi?" Gözlerimi açarak çocuğa bakmaya devam ettim. Bana taktığı sıfata mı, çoğul konuşmasına mı ya da kim olduğuna mı takılmalıydım bilemedim. "Oğlum," dedi yanımdaki adam karşısındaki çocuğa kızar bir şekilde. "Arkadaşım," Bana bakarak konuşmaya devam etti. "Ve bundan sonra da sizin ablanız." Tam ağzımı açıp konuşulan hiçbir şeyi anlamadığımı ve neyden bahsettiklerini soracaktımki bedenime sarılan kollarla dilimin ucuna gelen kelimeleri geri yuttum. Çocuk bana sıkı sıkıya sarılmıştı. Ne yapacağımı bilemesemde ellerim çocuğun kafasına gitti. Saçlarını iki kez okşadım. Yanımdaki adam omzundan tutup onu benden ayırdı. "Hadi, geri dön. Yarın geleceğiz, hiç kimse işe gitmesin." "Tamam abi." Çocuk koşarak gözden uzaklaştı. "O kimdi?" diye sormadan duramadım. Merakım iyice artmıştı. "Öğrenirsin." dedi ve bahçe kapısından içeri girdi. Bende arkasından girdiğimde çoktan kısa bahçeyi geçip evin kapısına varmıştı. Valizimi sürükleyerek yanına vardım. Anahtarını kilide takıp çevirdikten sonra kapıyı açtı. Arkasına dönüp elimin üzerinden valizi tuttu. "Elini çek." Dediğini yapıp elimi çektim. Valizi içeri soktu. Kapıdaki anahtarı çıkardıktan sonra bende eve girdim ve kapıyı kapattım. Hemen girişte bulunan ayakkabılığın üzerindeki küçük kaseye anahtarı bıraktım. Eve girdiğim gibi amerikan mutfağa sahip salon beni karşıladı. Evin dışı gibi içide grinin tonlarına bürünmüştü. Etrafı aydınlatan kırık beyaz ışık eve güzel bir hava katıyordu. "Odanı göstereceğim, gel benimle." Valizimi evin kapısının solunda kalan odaya doğru sürüklemeye başladı. Açık kapısına vardığı odaya girdiğinde bende arkasından girdim. Bu odayı da görünce tüm evin gri tonlarda olduğuna kanaat getirmiştim. Ahşaptan yapılma mobilyalar olmasa belki fazla boğucu bir havası olabilirdi evin ama iyi bir dizaynla oldukça şık hale getirilmişti. Göz yormayan, ışıltılı ama sade bir güzelliği vardı bu evin. İçinde yaşayan adam ise bu güzelliğe fazla karanlık kaçıyor gibiydi. Valizi dolabın önüne bırakıp arkasına, bana döndü. Önümde durup hala elinde tuttuğu poşetteki, ne olduğunu bilmediğim şeyi çıkarırken "Bileğini uzat," dedi. Poşetten çıkardığı gri ip bilekliği gördüm. "Bunu takacaksın." "Niye?" diye sordum yine merakıma yenik düşüp. Yüzüme baktığını hissettiğimde bende kafamı kaldırıp ona baktım. "Benim olduğunu bilmeleri için takacaksın." O nasıl bir tabirdi öyle? "Anlamadım." "Yarın anlatırım, bileğini uzat." Hala uzatmadığımda sol bileğimi kavrayıp kendi önüne doğru kaldırdı. Bilekliği elimden geçirdikten sonra ipini bağlaması için bileğimin iç kısmını yukarı çevirdim. Bir düğüm attıktan sonra kurdele yapıp ellerini üstümden çekti. Bende kolumu yan tarafımda salındırdım. "Adın ne?" diye sordu. "Erva," "Tam adın ne?" diye yineledi sorusunu. "Erva Vera Karaman." Elini uzattı. "Aslan Altınbilek." Sağ elimi uzattıp elini kavradım. İkimizde birbirimizin elini hafifçe sıktık. Bu sırada ne onun gözleri benimkilerden ne de benim gözlerim onunkilerden çekilmişti. İkimizinde yeşilleri birbirine odaklıydı. Elini çekti. "Uyu. Yarın sabah sana ne yapman gerektiğini anlatırım." Kapıya doğru döndüğünde kolundan tutup onu durdurdum. Bana yandan bir bakış attığında konuştum. "Ben burada ne kadar kalabilirim?" Güldü ama bu samimi ya da alaycı bir gülüş değildi, hissettirdiği duyguyu anlayamamıştım. "Dediklerimi yaptığın sürece kalabilirsin." dedi ve odadan çıktı. Arkasından bir süre bakakalsamda kendime gelip valizimin yanına gittim. Yan yatırıp fermuarını açtım. En üste koyduğum gri, saten, şortlu pijama takımını ve iç çamaşırlarımı alıp kapının bitişiğindeki yatağa ilerledim. Temiz kıyafetlerimi yatağın üstüne koyup üzerimdeki ıslak kıyafetlerden ve ayakkabılardan kurtuldum. Aniden kapıyı kitlemediğimi hatırladığımda hemen kapıya baktım. Anahtar göremeyince tek seçeneğimin hızlı hızlı giyinmek olduğuna karar verip ilk önce iç çamaşırlarımı, sonra pijamalarımı giydim. Islak kıyafetlerimi yatağın karşısında kalan, aynalı şifonyerin önündeki, ahşap sandalyenin üzerine astım. Yatağın yanına gidip üstündeki ince örtüyü kenara sıyırdım. Yattığımda geldiğim yolun, yola çıkmadan öğrendiğim gerçeklerin ve bu eve girmeden önce yaşadıklarımın ağırlığının göz kapaklarıma bindiğini hissettim. Gözlerimi kapatmadan önce bileğime takılan bilekliğe göz gezdirdim ve bu seferde uykunun kollarına teslim ettim kendimi. 🌸 Uyanmıştım. Hem yeni bir şehirde yeni bir güne hem de gerçeklere uyanmıştım. Tüm hayatımın üzerine kurulduğu bir gerçek hem de yeni bir hayat vardı önümde. Gerçekler değişmezdi. Gerçekleri değiştiremezdim ama önümdeki günlere dokunabilirdim. Planlanmış bir geçmişim vardı ama geleceğim benim elimde olabilirdi. Geçmişim İstanbul'daydı ama geleceğim buradaydı, Eskişehir'de. İstanbul'u seçememiştim ama Eskişehiri ben seçmiştim. Neden Eskişehir? Cevabı belliydi. Yatakta oturup ayaklarımı yere doğru sarkıttım. Yatak yerden yüksekte olmadığı için ayklarımı yere değiyordu. Dün ıslandığımdan dolayı acıyan boğazım ve halsiz düşen bedenim beni zorlasada ayağa kalktım. Odanın içinde gördüğüm kapıya ilerledim. Kapı kulbunu kavrayıp indirdim. Kapıyı ittirip içeri girdim. Tahmin ettiğim gibi banyoya açılmıştı kapı. Bundan sonra burada giyinmek daha güvenli olurdu, üstünde anahtarı vardı. Yüzümü yıkayıp banyodan çıktım. Biraz olsun ateşimin olduğunu hissedebiliyordum ama şuan hastalığımla ilgilenmeye vaktim yoktu. Bir an önce bileğimdeki bilekliğin sebebini ve evinde kaldığım yabancının gizemini çözmem gerekiyordu. Üstelik Eskişehir'de bulmam gereken biri vardı. Gece, yatmadan önce yatağın kenarına bıraktığım telefonumu aldım. Odadan çıkıp koridorda ilerledim. Salona geldiğimde etrafta kimseyi göremedim. Karşımdaki kapının onun odası olabileceğini düşünerek oraya ilerledim. Kapıyı iki kez tıklattıktan sonra ses gelmeyince tekrar tıklattım. "Bekle." Tok çıkan sesini duyduğumda bu evde beni yalnız bırakmadığı için sevindim. Nerede beklemem gerektiğini söylemediği için kapısının önünde dikilmeye devam ettim. Bu sırada zil çaldı. Gidip kapıyı açmayı düşündüm ama tanımadığım birinin evine kimin gelebileceğini de bilmediğim için sormadan hareket etmek istemedim. "Kapıya bakayım mı?" "Evet." Birkaç adımda kapıya vardım. İlk önce delikten baktım. Bir kargocu olduğunu gördüğümde hızla kapıyı açtım. Yaz güneşi çoktan etraftaki suları kurutmuş, havayı ısıtmıştı. Kargocu elindeki kutuyu bana uzattı. "Doğan Aktaş'tan geldi." Elindeki kutuyu aldım. "İsminizi alabilir miyim?" "Erva Vera Karaman." "İyi günler." dedi ve arkasını dönüp gitti. Arkasından kapıyı kapatıp elimdeki paketle içeri geçtim. Telefonumu ve paketi şifonyerin üzerine bıraktım. Duyduğum adım sesleriyle kafamı sola çevirdim. Islak saçları ve sadece altına geçirdiği siyah şortla yanıma geldi. Refleks olarak kafamı önüme çevirdim. "Günaydın," dedim ne diyeceğimi bilemediğim için. "Günaydın, ne geldi?" diye sordu şifonyerin üzerindeki kutuyu elleri arasına alırken. "Açmadım." Üzerindeki kağıdı eline alıp okudu. Bir süre elinde tuttuktan sonra kağıdı şifonyere fırlatıp mutfak kısmına geçti. Şifonyerin üzerindeki nota doğru eğilip okudum. Doğum günün kutlu olsun can dostum. Notu, pasta olduğunu tahmin ettiğim paketi ve telefonumu alıp peşinden gittim. Mutfak kısmına geçtiğimde çay demlediğini gördüm. "Doğum günün kutlu olsun." dedim pastayı tezgaha bırakırken. Çayın altını yakıp bana döndü. "İçinden geldiği için mi kutluyorsun?" "Evet." Bana inanması için tüm samimiyetimle cevapladım sorusunu. "Teşekkür ederim." "Rica ederim." Benim arkamdan dolanıp mutfak girişindeki dolabın başına gitti. Kapağını açıp içinden aldığı kıymayı bana uzattı. "Verdiklerimi tezgaha koy." Yine kaba haline geri dönmüştü. Çok fazla aldırış etmemeye çalışıp dediğini yaptım. Verdiği kıymayı tezgaha koydum. Ardından uzattığı domates ve soğanı da kıymanın yanına koydum. Son alarak eline aldığı birkaç tane yeşil biberi de bana uzattıp dolabın kapağını kapattı. Arkamdan dolanıp sol tarafıma geçti. Çıkardığı sebzeleri lavoboda yıkamaya başladı. Bu sırada bileğindeki, benimkisiyle aynı olan bilekliğine ilişti gözlerim. Daha fazla dayanamayıp sordum. "Bu bilekliği gerçekten neden takıyorum?" Benim seninle olduğumu kimin bilmesi lazım?" "Fazla sabırsızsın." Hala sebzeleri yıkadığı sırada sırtındaki yaralar dikkatimi çekti. Benek benek ve yer yer yaraları vardı sırtında. Elimi kaldırıp yarlardan birine dokunacağım an bileğimi havada yakaladı. "Sakın dokunma." Çekik, yeşil gözlerinden çıkan alevler tüm bedenimi yakmaya yeterdi. Zar zor delici bakışlarının etkisinden sıyrıldım. "Ben... ben özür dilerim." Biraz korktuğum için kesik kesik konuşmuştum. "Bana benim iznim olmadan dokunma. Bu evde kaldığın sürece uyman gereken en önemli kuralın bu." "Tamam, söz veriyorum bir daha dokunmayacağım." Sesim titrek çıkmıştı. "Aferin," dedi ve bileğimi bıraktı. Tenim hassas olduğu için bileğim çoktan kızarmıştı. Sebzeleri yıkayıp tezgaha koydu. Musluğu kapatıp çekmeceden çıkardığı bıçak ve tezgahın üzerinde duvara yaslandırılmış tahtayı aldı. İlk önce soğanı soymaya başladı. "Yardım edebileceğim bir şey var mı?" "O pastayı şuradaki çöpe atabilirsin." diyerek köşedeki çöp kovasını işaret etti. "Pastanı kesmeyecek misin?" diye sordum şaşkın ifademle. "O pastayı iyi niyetinden göndermedi." "Nasıl yani?" Kim birine kötü amaçla pasta yollardıki? "Çok soru soruyosun çilli bebek." "Çilli bebek mi?" Bu nereden çıkmıştı şimdi? Çilli demesini anlayabilirdim ama bir bebeğe benzediğimi hiç zannetmiyordum. "Ocaktaki tavaya yağ koy ve altını yak. Sonra doğradığım soğanları kavur." Dediklerini yapmayıp sadece ona baktığımı farkettiğinde dudakları tekrar aralandı. "İkinci kural," dedi. "Dediğim her şeyi yapmak zorundasın." "Kaç tane kural var?" Bir yandan dediklerini yapmaya başlamıştım. İlk önce tezgahın üstündeki yağdanlıktan tavaya yeteri kadar yağ döktüm. Ne yapacağını anlamadığım için doğradığı soğanları kavurmaya yetecek kadar yağ koymuştum. Ocağın altını da yaktıktan sonra uzattığı tahtayı alıp soğanları tavanın üzerine döktüm ve tahtayı geri ona verdim. Ocağın yanında duvara aslı kepçelikten uygun olanı alıp soğanları kavurmaya başladım. Bu sırada yine sorumu yanıtlamadığı için sinirlenmiştim ama şuan bu adama katlanmaya mecburdum. Ben soğanları kavururken doğradığı biberleri de tavanın içine attı. Domatesi soyup doğradı. Kıymayı tavanın içine atıp elimdeki kepçeyi benden aldı. "Dolaptan istediğin kahvaltılıkları çıkar." Bir teklif sunarken bile emir vermesi gerçekten çok garipti. Güzel bir şey söylüyordu ama söylerken iyi niyetli gözükmek istemiyordu sanki. Üstüne çok düşünmemeye çalışarak dolabın kapağını açtım. Beyaz peynir, siyah zeytin ve gördüğümde gözlerimin ışıldadığı üçgen peyniri çıkarıp kapağı kapattım. Gülerek elimdeki üçgen peynire baktım. Şuan beni en çok mutlu edecek şey bu olabilirdi ve öyleydi de. "Neye sırıtıyorsun öyle?" "Üçgen peynirin varmış." dedim heyecanla. "Çok mu seviyorsun?" "Hemde çok." dedim ortadaki harfi uzatarak. Ardından masanın üzerine kahvaltılıkları yerleştirdim. Yanına geçtiğimde domatesi de tavaya attı. Biraz karıştırdıktan sonra kapağını kapattı. Atmadığım pasta kutusunu alıp arkamdan geçti ve çöp kovasına attı. Tavanın başına gelip kapağını açtı, bir tur karıştırdıktan sonra geri kapattı. "Pastayı yollayanın kim olduğunu sormadan nasıl niyetinin kötü olduğuna karar verdin?" Fazla meraklı oluşum hoşuna gitmemiş olacaktıki çekik gözlerini iyice kıstı. Sinirlendiği gerilen yüz ifadesinden belliydi. "Üçüncü kural," dedi. "Soru sormak yasak." "Hiç mi soru sormayacağım?" diyerek karşı çıktım. "Hiç. Ben sana gereken her şeyi söyleyeceğim için sen sormayacaksın." Göz devirdim. "Bana kağıt ve kalem verirsen unutmamak için yazabilirim." Güldüm. "Her hareketimden bir kural çıkarıyorsun, yazayım da unutmayayım." "Kafan biraz olsun çalışıyormuş, sevindim." "Kafamın çalışmadığını da nereden çıkardın?" Anında ciddileşmiştim. "Dün gece, sokakta dolaşmandan anladım." Ocağın altını kapatıp dolaptan bir tabak çıkarttı. Tavanın kapağını açıp tezgaha bıraktıktan sonra tabağı doldurmaya başladı. "Gece yarısı, yağmurun altında, kimsenin olmadığı sokaklarda gezen bir insanın akıllı olduğunu düşünmek saçma olurdu." Tabağı alıp masaya geçti. Bir sandalye çekip oturdu. "Çekmeceden çatal getir." Bana döndü. "Çayları da doldur, gel." Önüne döndü ve cebinden çıkardığı telefondan biriyle masajlaşmaya başladı. Hala ses çıkmadığı için dediklerini yapmadığımı anladı ve ikinci kuralı hatırlattı. "Dediğim her şeyi yapmak zorundasın." Gerçekten gidebileceğim tek bir yer olsaydı şuanda giderdim ama yoktu. En azından buraya gelme sebebime kavuşana kadar başka çarem yoktu. Bu yüzden ilk önce iki çatal alıp masaya bıraktım. Ardından çay koymak için tekrar tezgahın başına geçtim. Bardakların yerini bilmediğim için bütün dolap kapaklarını açmaya karar verdim. İlk açtığım kapakta bulduğum bardaklardan iki tane çay bardağı aldım. Ben şekersiz içtiğim için sadece onun bardağına çay kaşığı koydum ve çayları doldurdum. Bardakları dudak payı bıraktığım yerlerinden tutup masaya götürdüm. Kaşıklı bardağı onun önüne koydum. Kendi bardağımı da çaprazındaki sandalyenin önüne, masaya koyup çektiğim sandalyeye oturdum. "Ben de çayı şekersiz içerim." dedi ve bardağındaki kaşığı çıkarıp masaya koydu. Bir yudum aldıktan sonra bana döndü. "Anlat bakalım." "Neyi?" diye sordum anlamamazlıktan gelerek. Nasıl anlatabilirdimki? Annemin ve babamın yaptıklarından nasıl bahsedebilirdimki? "Nereden geldiğini, neden dün gece elinde bir valizle sokaklarda olduğunu anlat." Hazırladıklarımızdan yemeye başladı. Üçgen peynirden bir tanesini açıp yemeye başladım. Bakışlarını üzerimde hissettiğimde konuşmam gerektiğinin farkındaydım. Beni evine almıştı ve bunları sormak hakkıydı. Yutkundum. "İstanbul'dan geldim ben." "Neden geldin?" "Ailem yüzünden." "Ne yaptılar?" Her şeyi en açık haliyle öğrenmekte kararlıydı. Daha kendim bile bu konu üzerine düşünememişken ona anlatmayı da istemiyordum. Ne söyleyeceğimi düşünürken bacağımı sallamaya başladım. Bu çoğu insan gibi stres anında yaptığım bir hareketti. Sallarken bacağım onun bacağına çarpınca durdum. "Pardon." "Şiddet mi uyguladılar?" diye sorunca irkildim. Hemen karşı çıktım. İki elimi kaldırıp iki tarafa salladım. "Hayır hayır, öyle bir şey değil. O kadarını sonra anlatsam olmaz mı?" Ellerimi kucağıma indirdim. Soruma cevap vermeden başka bir soru sordu. "Peki neden buraya geldin?" "Onu da sonra anlatsam olmaz mı?" "Soru sormak yasak demiştim ama kuralı iki kere çiğnedin." Sanırsın yaptığımız iş anlaşmasıydı ve ben yazılan maddelere itiraz ediyordum. Bu konuda bu kadar ciddi olması çok garipti. "Kusura bakma," dedim ama asla mahcup değildim çünkü saçma bir kuraldı. Ayrıca kim kime soru sorma yasağı koyardıki? "Kahvaltımızı yapalım, çıkacağız." "Nereye?" Çenesiyle bileğimi işaret ettiğinde gözüm gri bilekliğe kaydı. "Merakını gidermeye." diyerek cevapladı sorumu. "Şimdi ye, işimiz çok." İtiraz etmeyip yaptıği kıymalı yemekten bir çatal aldım. Kahvaltı için ağır olduğunu düşünsemde tadı güzel gelmişti. Üçgen peynirimle beraber güzel ve keyifli bir kahvaltı seçeneği olmuştu. Masaya bıraktığım telefonumun ekranının parladığını farkettim. Sessizde kullandığım için arama olup olmadığını anlayamadım. Elime alıp baktığımdaysa babamın aradığını gördüm. Telaşlandım, ne yapmam gerektiğini kestiremedim. Beni istese hemen bulabilirdi ama dün, evden çıkışımdan beri ilk defa beni aramıştı. Bu bile fazlasıyla tuhaf gelirken dün öğrendiklerim aklıma geldi. Aslan telefonu elimden çekip aldı. Bir ekrana bir bana baktı. Ardından aramayı kapatıp telefonu bana uzattı. "Bir şey yaparken çok fazla düşünüyorsun. Ne kadar düşünürsen o kadar hata yapma riskin artar. Çünkü daha çok şeyi bir anda düşünmeye başlarsın, odağın kayar." Hem söylediklerinin haklılığına hem de bu kadar uzun konuşmuş olmasına hayretle baktım. O ise ciddi görünümünden ödün vermedi. Telefonumu elinden aldım. Tekrar masaya bırakacağım sırada ekrana düşen mesajı gördüm, babamdandı. Mesaja girdim. Kızım, açıklamamıza izin ver ve evine dön. Eskişehirde olduğunu biliyorum. Seni almaya gelmeyeceğim, kafanı toplamana izin vereceğim ama hasretine çok fazla dayanamayız. Seni seviyoruz. Babamın ve annemin dün evden kaçışımı bu kadar sakin karşılamaları hiç de normal değildi. Üstelik yerimi bilip şimdiye kadar gelmemeleride asla yapacakları bir şey değildi. Her şey biraz fazla garipti. "Ne oldu?" diye sordu durgunluğumu farkeden adam. "Bir şey olmadı." "Dördüncü kural," dediğinde yüzüne karşı ağzım açık bakakaldım. Bu sefer neyden kural çıkardığını kestirememiştim. Merakla söylemesini bekledim. "Yalan söylemek yok." Bir şey demediğimde konuşmaya devam etti. "Şimdi söyle, ne oldu?" İlk önce mesajı okuması için telefonun ekranını ona doğru çevirdim. Kafasını kaldırıp bana baktığında mesajı okuduğunu anladım ve telefonu kapatıp masaya koydum. "Garipler," dedim. "Babam benim yerimi biliyorken, ben dün evden kaçmışken peşimden gelmemesi ya da dünden beri ilk defa şimdi araması asla onun yapacağı bir şey değildi." İlk önce bir şey demeyip çayından yudumladı sonra sırtını sandalyesine verdi. Kollarıni kucağında kavuşturup bana baktı. "Belki de kızlarının büyüdüğünü kabul etmeleri gerektiklerini düşünmüşlerdir." "Hayır," diyerek itiraz ettim hemen. "Bu onların yapacağı bir şey değil." "Sen onlardan kaçıp gelmedin mi buraya?" diye sordu birden. Kafamı olumlu anlamda sallamakla yetindim. "O zaman neden bu kadar takılıyorsun. Amacın buydu ve oldu." Aslında söylediklerinde haklıydı ama hareketlerinin garip olması yinede aklımı kurcalıyordu. Öğrendiğim gerçeklerle fevri bir harekette bulunmamam için mi bunları yapıyolardı yoksa daha öğrenebileceğim sırları vardı ve benim olayları kurcalamamam için mi burada kalmamı istiyorlardı bilemiyorum. "Haklısın." demekle yetindim ve konuyu orada kapattım. Kısa bir süre daha sessizce kahvaltımıza devam ettik. Ben sadece üçgen peynir yiyip bardağımdaki çayımı bitirdim. Aslan da gerçekten bir aslan gibi masadaki her şeye saldırmıştı. İki kere daha çayını doldurmuştu. Bu kadar fazla yiyiyor oluşuna karşılık kalemle çizilmiş gibi duran bir vücuda sahip olması dışarıdan bakıldığında imkansız gibi duruyordu. Hem boğazına düşkün olup hem de bu kadar iyi bir vücuda sahip oluşu haksızlıktı, çoğu insan böyle düşünürdü. Ben onu inceleyip kafamdaki düşünceleri bir nebze susturabilmişken gözlerim bana bakan gözlerinde takılı kaldı. Zaten çekik olduğu için küçük gözüken gözlerini biraz daha kısmasıyla yeşilleri oldukça az gözüküyordu. Şuanda takılmam gereken konuysa onu izlerken yakalanmış olmamdı. "Gördüğün yaralardan," Gözleri benim gözlerime öyle bir odaklanmıştıki başka bir yere bakmam imkansızmış gibi hissetmiştim o an. "Kimseye bahsetmeyeceksin. Bu da beşinci kural. Merak etme bugün sana defter ve kalem alacağız." Sözlerine ciddi bir başlangıç yapsada son söylediği şeye benim güldüğüm gibi o da gülmüştü. "Tamam, iyi olur." dedim ve kıkırdadım. "Bir de şey," "Ne?" "Kaç yaşındasın? Yani kaç yaşına girdin? Benden büyük duruyorsun." "Yirmi yedi." "Aramızda neredeyse beş yaş var. Abi," Ona abi dememi isteyip istemediğini soracaktım ama üçüncü kural aklıma gelince duraksamıştım. "Abi demene gerek yok." dedi beni anlamış gibi. "Tamam o zaman, Aslan," dedim ve güldüm. O da güldü, bu sefer gerçekten gülmüştü. Yani samimi gelmişti ve yüzüne de yakışmıştı. "İsmin güzelmiş, değişik ama duyunca bile güçlü olduğunu insana söyleyen bir isim gibi." "Kendim seçtim." Ne demek istediğini anlayamamıştım. Nasıl ismini kendi seçmiştiki? Dudakları tekrar aralandı. "Sabahtan beri şaşkın ördek yavrusu gibi dolanıyorsun ortalıkta." "Şaşırmakta yasak mı?" Soru sormadan nasıl durabilirdimki? "Ben yasak koymuyorum, kural koyuyorum." "Çok farklıymış gerçekten." Gözlerimi büyüterek konuşmama karşılık gülmüştü. "Hasan abi beni beni yetimhaneden aldı. Kimliğimi çıkartırken de ismimi bana seçtirdi. Gerisini sonra anlatırım." Ayağa kalktı. "Hadi kalk, hazırlan. Çıkarız birazdan." Hızla ortalıktan kayboldu ve odasına gitti. Buz gibi olmuş çayımın son yudumunu içip telefonumu da aldıktan sonra kalktım. Bana verdiği odaya gittim. Saçlarım yağmur suyuyla kaldığı için duş almam gerekiyordu ama buna vaktim varmış gibi durmuyordu. Bu yüzden valizden çıkardığım dalin saç spreyi ve tarağımla aynalı şifonyerin önüne geçtim. Üzerine dün gece ıslanmış kıyafetlerimi koyduğum sandalyeye oturdum. Saçlarıma çok yakından sıkmadan, her yerine gelecek şekilde spreyi sıktım ve saçlarımı taradım. Spreyi ve tarağı şifonyerin üzerine bırakıp valizimin başına geçtim. Gri bir şort ve beyaz, kısa kollu body çıkarttım. Bir çift beyaz çorabı ve yine valizden çıkardığım beyaz spor ayakkabıları yatağın üzerine bırakıp giyinmek için elimdeki kıyafetlerle banyoya geçtim. Kapıyı kilitleyip üzerimdekileri çıkarmaya başladım. Üstümden çıkardıklarımı köşede duran kirli sepetine attıktan sonra getirdiğim kıyafetleri giydim. Aynadan kendime baktım. Alnımda bir sivilce çıkması dışında hiçbir sorun yoktu Tam banyodan çıkacağım sırada mide bulantımla beraber durdum. Bir süre geçmesini bekledim. Biraz hafiflediğinde banyodan çıktım. Telefonumu ve valize attığım siyah çantamı alıp telefonu içine attım. Çantayı omzuma takıp odadan çıktım. Aslan kapının önünde telefonla konuşuyordu. O da benin gibi gri bir şort giymişti ve üzerine beyaz bir tişört geçirmişti. Beyaz spor ayakkabılarımızsa aynı markadandı. Beni gördüğünde birkaç şey daha söyleyip telefonu kapattı. Bende bu sırada yanına gelmiştim. Beni baştan aşağı süzdü. Gözleri en son yüzümde durdu. "Yüzün neden tuhaf?" Midemin bulantısı hala devam ettiği için yüzümü buruşturmuştum. "Midem bulanıyor da biraz." "Bekle burada." dedi ve mutfak kısmını geçti. Bir çekmeceyi açıp içini karıştırdı. Aldığı ilaç ve bir bardağa doldurduğu suyla yanıma geri geldi. Suyu bana verip ilaçtan bir tane çıkardı. Elimi uzattığımda ilacı da avucuma bıraktı. "İç bunu, iyi gelir." Kafamı aşağı yukarı sallayıp ilacı dilimin üstüne koydum. Bardaktaki suyun yarısını içip ilacı mideme yolladım. Bardağı elimden alıp kapının yanındaki şifonyerin üzerine bıraktı. "Teşekkür ederim." Bir cevap vermeyip elini alnıma kapattı. Yüzüme baktı. "Biraz ateşin var gibi." Şimdide annelerin hep yaptığı gibi dudaklarını alnıma bastırdı. Bir anlık yaptığı harekete karşı irkilerek geri gidecektimki belime koyduğu eli beni engelledi. Biraz durup üzerimden geri çekildi. "Dün gece üşütmüşsün belli. Eczaneye uğrayalım giderken. Eğer düzelmezsen hastaneye gideriz." "Gerek yok, gerçekten. Teşekkür ederim yinede." "Altıncı kural," dediği an yüzüne gerçekten mi der gibi baktım. Bana aldırış etmeyip kuralı söyledi. "İtiraz etmek yok." "Sadece kibarlık yapmıştım." dedim bıkkın bir halde. "O zaman yedinci kuralında kibarlık yapmamak olsun. Hadi çıkıyoruz." Kapıyı açıp şifonyerin üzerindeki ev anahtarını alarak çıktı. Bende arkasından beklemeden çıktım. Kısa bahçeyi de yürüyerek aştık ve bahçe kapısından çıktık. Dün gece olmasada şimdi evin önünde duran siyah, spor arabaya bindik. Bir anda yaptığı hızla sırtım adeta araba koltuğuna yapıştı. Korktuğumu farkedip yavaşladığında içime su serpilmişti. Yaklaşık beş dakika sonra arabayı bir eczanenin önünde durdurdu ve aşağı indi. Onu beklerken arabada bıraktığı telefonu çalmaya başladı. Elime alıp arayana baktığımda dört yazıyordu. Kim olabileceğine dair hiç bir fikrim yoktu. Açmak istemiyordum ama telefon ısrarla çalmaya devam ediyordu. Bir sorun olmayacağını umarak telefonu açıp kulağıma götürdüm. "Alo," "Abla sen misin?" Ses dün gece Aslan'a bilekliği getiren çocuğundu. "Sen dün gece bilekliği getiren çocuk musun?" diye sordum emin olmak için. "Evet abla. Aslan abiye boyaların geldiğini söyleyecektim, sen haber verirsin." "Tamam." Ne boyası olduğunu sorgulamadım. "Bir de ne zaman geliyorsunuz abla?" "Biz nereye-" Ne zaman geldiğini farketmediğim Aslan telefonu elimden alıp ekrana baktı. Ardından kulağına götürdü. "Geliyoruz, bekleyin." dedi ve telefonu kapattı. Arabaya tamamen binip kapısını da örttü. Telefonu cebine koyarken eczane poşetini de bana uzattı. "Teşekkür ederim." Bir şey demeden arabayı çalıştırdı. İlk an kadar olmasada yine hızlı bir şekilde arabayı sürmeye başladı. Birkaç dakika da varmıştık geleceğimiz yere. "İn." Artık onun bu kaba tavrını sorgulamayarak arabadan indim. Poşetide çantamın içine attım ve arabanın önünden dolanıp Aslan'nın yanına geçtim. Nereye geldiğimizi soru sormadan nasıl öğrenebileceğimi düşünmeye başladım. Geldiğimiz yer depo gibi bir yere benzediği için buradan mevzuya girebileceğimi düşündüm. "Depo gibi bir yere benziyor." "Üçüncü kurala olan sadıklığın gözlerimi yaşarttı doğrusu." Şaka gibi bir adamdı gerçekten. İstediğini yapıyordum ama ya ona da bir kulp buluyor ya da dalga geçiyordu. "Burası benim küçüklüğüm," Yüzümü ona çevirip söylediklerine dikkat kesildim. O ise önümüzdeki yere bakarak konuşuyordu. "Hasan abi yetimhanedeki çocukları alarak burayı büyüttü ama ben sokakta kalmış çocuklarla devam ediyorum. Yetimhanedeki çocukların sıcak yatakları var ama sokaktakilerin yok. Burası onların hakkı." Söyledikleri karşısında şaşırmadan edemedim. Şimdi bu deponun içine girdiğimde sokakta kalmış bir sürü çocuğu mu görecektim? Yanımdaki bu adam yetimhaneden alınıp burada mı büyümüştü? İçeride ne yapılıyordu? Bu bileklik ne içindi? "Yani burada çocuklar kalıyor ve sende burada büyüdün." "Evet. Sokaklarda her zaman savaş vardır Erva. Sokakta kalan çocuklar yaşamak için birbiriyle savaşır. Yemekleri, işleri, kalacak yerleri için birbiriyle savaşırlar. Hepsi yaşamak ister ama kazanan yaşar. Bende onların yaşaması için imkanlarını sunuyorum." Bilekliğin takılı olduğu elimi kavrayıp havaya kaldırdı. İlk önce bana sonra bilekliğime baktı. Elimi tutan elindede aynı bileklikten vardı. "Burası GRİ, Erva. Burası GRİ ÇETESİ, Hasan abiden bana kalan çete. Sokaktaki savaş büyük ve sokaktaki her çocuk bir çeteye üye, kendilerine sahip çıkan çeteye. Ben içerideki çocukların abisiyim ve şimdi sende onların ablası olacaksın." Hasan abi kimdi bilmiyorum ama anlattıklarının hiç iç açıcı olmadığının farkındaydım. Benin asla farkedemediğim, evde el bebek gül bebek büyürken hiç çıkmadığım sokaklarda yaşam mücadelesi vardı. Ben hiçbir zaman yaşamın bu tarafını görmemiştim ama yanımdaki adam beni bu evrenin başına geçirdiğini söylüyordu. Korkmuştum, burası benim bilmediğim bir yerdi. Ben burada kalıcı olacağımı düşünmemiştim ama şuanda buraya kazık atmış gibiydim. Her şeye rağmen içimdeki bir ses benim zaten buraya ait olduğumu fısıldıyordu. "Ben sokaklardaki yaşamı bilmiyorum." diyerek içimdekileri tek bir cümleyle anlatatmak istedim. Gözlerime baktığında beni anladığını sezmiştim. Ve çekik gözleri bana cesaret veriyordu sanki. Korku o an içimden kaybolmuştu ve ben ait olduğum yere gelmistim, öyle gibiydi. "Öğrenirsin." dedi ve bileğimi bırakarak geniş alanda yürümeye başladı. Arkasından ilerlerken karşılaştığım durum, bir anda bana verilen konum, Eskişehir'e gelişim, ailemden öğrendiklerim ve burada aramam gereken kişiyi düşündüm. Ben tek gecede bütün yaşantımı değiştirmiştim. Ben yalandan sunulan bi hayatın geçmişinden kaçıp bambaşka bir geleceğe adım atmıştım ve başıma neler geleceğini hiç bilmiyordum. Depo gibi yerin önüne geldiğimizde Aslan durdu. Bende iki adım daha atıp yanında durdum. Dış cephesini incelediğimde duvarları griye boyanmış yüksek bir binayı andırıyordu. Koyu gri harflerlede üzerine adı yazılmıştı. GRİ. "İçeri girdiğinde çocuklar seni gördükleri için mutlu olup biraz üstüne atlayabilirler. Onlara anlayış göster." Neden olduğunu soracaktımki dünkü çocuğa artık ablaları olduğumu söylediği aklıma geldi. Sanırım bu onlar için önemliydi. Aslan sürgü, demir kapıyı açtı ve içeri girdi. Bende arkasından girdiğimde kapıyı tekrar kapattı. Oluşan gürültüyle beraber içerideki bütün çocuklar bize döndü. Burası oldukça geniş bir yerdi. Orta alanda uzun bir yemek masası ve çeşitli etkinliklerin yapıldığı alanlar vardı. Duvarlar boyunca bir sürü kapı vardı, sanırım hepsi başka bir odaya açılıyordu. Sağ tarafımızda uzun bir merdiven vardı. Üst katında sadece camdan bir oda vardı, sanki aşağıyı gözlemlemek için yapılmış bir yer gibiydi. Aslan'nın da dediği gibi tüm çocuklar etrafımıza doluştu. Çok fazlaydılar, sayabilmem imkansızdı ama en az elli çocuğun olduğuna emindim. Çoğunluğu ortaokul başlangıcı ve lisen son arası gibiydi. "Hoş geldiniz." Hep bir ağızdan konuşup bir anda bize sarıldılar. İlk başta sarsılır gibi olsamda Aslan kolumdan tutup dengede durmamı sağladı. "Çocuklar müsaade edin." Aslan'ın ikazıyla hepsi birer birer geri çekildi. Dün akşam bilekliği getiren çocuk elinde bir pastayla ikimizin önüne geldi. Yine bütün çocuklar hep bir ağızdan konuştu. "İyiki doğdun Aslan abi." Aslan'a baktığımda mutlu gözüküyordu. Hoşuna gittiği belliydi. Gerçekten içinden gelerek gülüyordu, çekik gözleri kapanma derecesinde kısılmıştı. Aynı mutlulukla tüm çocuklarda onu izliyordu. Hepsinin bu halini görmek içimi ısıtmıştı. Yüzümde beliren tebessüm de bunun göstergesiydi. Çocuğun hala mumu yanan pastayı elinde tuttuğunu farkettiğimde araya girdim. "Dilek tutsana." Bütün gözler bir an da bana çevrildiğinde yanlış bir şey söylediğimi düşündüm. Tedirginlik içerisinde Aslan'a baktığımda o da bana baktı. Tam bir şey diyecektiki yanımdaki kız çocuklarından biri daha önce davrandı. "Aslan abi dilek hakkını hep bize verir." Başka bir tanesi konuştu şimdi. "Bizim de tek bir dileğimiz olurdu." "Dileğiniz neydi?" diye sordum karşımdaki çocuğa. Sorumu en büyüklerinden sayabileceğim bir erkek çocuğu cevapladı. "Bir ablamızın olmasını istiyorduk ve sen geldin." "O zaman dilek dileme sırası artık Aslan abide." Küçük kız çocuklarından biri konuşup ellerini çırptı. "Benim de dileğim gerçekleşti zaten çocuklar." Aslan nihayet araya girmişti. "Bende hep Erva'nın gelişini dilemiştim," Yeşillerimiz birbirine denk düştüğünde gıcık tutmuş gibi öksürdü. "Yani bir ablanız olmasını istiyordum bende." diyerek açıkladı kendini. Çocuklar arasında oluşan sessizliği alkış yapan minik kız bozdu. "O zaman Erva ablamız dilek tutsun." Benden bir harekerlilik görmeyince aralardan geçip yanıma geldi. Elimi tutup Aslan'a doğru yürüttü. Pastayı tutan çocuk pastayı bana uzattı. "Hadi ama," dedi elimi çekiştirerek minik kız. "Mum sönecek şimdi." Aslan'a baktığımda onaylar gibi kırpıştırdı gözlerini. Bende oyalanmadan şuan tek isteğim olan şeyi diledim ve mumu üfledim. Onu bulmak istiyorum. Bütün çocuklar ellerin çırpıp alkışladı. Hem kalabalık olduğu için hem de büyük bir binanın içinde olduğumuz için epeyce bir ses çıkmıştı. Aslan'ın elini havaya kaldırışıyla hepsi durdu. "Bu kadar eğlence yeterli çocuklar." Elimden tutup beni yanına çekti. "Erva artık benim sizin abiniz olduğum gibi o da ablanız. Benim sözüm neyse onun sözü de o." Bana baktı, ona baktım. Dönüp önümüzdeki çocuklara baktık. Onlarda bize baktı. Bu an çok başkaydı. "Evet hadi, bugün boya günü." Aslan'ın konuşmasıyla bütün çocuklar etrafa dağıldı. Hepsi uzun yemek masasının üzerindeki fırçalardan ve boya kovalarından alıp odaların kapılarını boyamaya başladı. Artık etrafımızda hiçbir çocuk kalmadığı sırada Aslan da elini elimden çekti. "Bizde yardım edelim." "Tamam." "İstediğin yere geç. Ben yukarıda birkaç işimi halledip geleceğim." dedi ve merdivenlere doğru ilerledi. Bir süre olduğum yerde kalıp çocukları izledim. Hepsi halinden memnun ve çok mutlu duruyorlardı ama Aslan'nın anlattıklarına göre onlar sadece bu dört duvarın arasında böyleydi. Onların sınavı sokaklardaydı, burası ise dış dünyadan soyurlanıp hayatın toz pembe kısmını yaşadıkları yerdi. Sokaklar onlar için siyahı, bu dört duvarın arası beyazı temsil ediyordu. Ve onlar bu çetenin adı gibi hayatın grisinde yaşıyorlardı. Bana en yakın kapının oradaki iki kızın yanına geçtim. Bana verdikleri fırçayla bende onlar gibi kapıyı boyamaya başladım. Açık gri bir tondaydı boya, duvardaki griyle uyum sağlıyordu. Aslan'ın evindeki gibi etraftaki eşyalar ahşaptan olduğu için boğucu bir hava yoktu buradada. "Sen hiç sokaklarda büyümüş gibi durmuyorsun abla." Sarışın kızın konuşmasıyla ona döndüm. "Evet, ben sokaklarda büyümedim." "Aslan abiyle nasıl tanıştınız? Daha önce hiç kimseyi buraya getirmemişti." Bu sefer esmer olan konuşmuştu. Tam cevap vereceğim sırada omzumda hissettiğim elle beraber arkama döndüm. Elin sahibi Aslan'dı. "Gidiyoruz, işimiz var." Sarışın kıza elimdeki fırçayı uzattım. Aslan'la beraber çıkış kapısına ilerlerken çantalarıma her zaman attığımı bildiğim ıslak mendiller aklıma geldi. Fermuarı açıp aramaya başladım. Telefonumun altında kalan ıslak mendilden bir tane çıkarıp fermuarı geri kapattım. Bu sırada çoktan kapıya gelmiştik ve Aslan'da kapıyı açmıştı. Beraber depodan çıktık. Bu sefer kapı arkamızdan kapatılmıştı. Aslan hızlı adımlarla yürüdüğü için ona yetişmek adına koşar adım ilerledim. Arabaya vardığımızda köşede gördüğüm çöp kovasına elimi sildiğim ıslak mendili attım. Arabaya bindiğim an Aslan arabayı çalıştırdı. "Kemerini tak." Hemen kemerimi taktım. Arabayı hızlı sürdüğü için korkuyordum. Ama o kadar öfkeli duruyorduki sanki yavaşlamasını istesem beni arabadan fırlatıp atacak gibiydi. Bu yüzden gözlerimi kapatıp bir an önce gideceğimiz yere varmayı diledim. Birkaç dakika içerisinde ani bir frenle arabayı durdurdu. Emniyet kemerini takmasaydım arabadan fırlayacağım kesindi. Hemen kemeri çözüp onunla beraber arabadan indim. Bir hastaneye gelmiştik. Ne olduğunu sormak istiyordum ama vazgeçtim. Üçüncü kural yüzünden değilde öfkeli ifadesinden dolayı vazgeçtim. Benim yanıma gelip elimden tuttu. Hızlı ve büyük adımlarla yürümeye başladığında adeta beni arkasında sürüklüyordu. O kadar hızlı yürüyorduki ayakta kalmam için koşmam gerekiyordu. Birkaç adımım havada asılı kalıyor, sanki uçarcasına yürütordum. Hastane kapısından içeri girdiğimizde hemen giriş işlemlerinin yapıldığı masaya ilerledik. Nihayet o an durabilmiştik. Derin bir nefes aldığımda arabadan buraya gelene kadar hiç nefes almamışım gibi hissetmiştim. "Of," dedim ama bu sadece rahatlamak adına ağzımdan kaçan bir kelimeydi. "Atacan'ın velisiyim. Nerede o?" Dediklerini anlayamasamda o an bunu öğrenmemin imkanı yoktu. "Koridorun sonundaki oda." Kadın sol taraftaki koridoru gösterdiğin Aslan bu seferde oraya sürükledi beni. Koşarak kadının dediği odaya vardığımızda kapının önünde sarışın bir kız ve o vardı. O adam vardı. "Lan nasıl saldırırsın Atacan'a!" diye bağırarak onun üstüne Aslan. Onun yanındaki kız onları ayırmaya çalışırken ben sadece bakakalmıştım. En sonunda ayrıldıklarında Aslan beni elimden tutup odaya götürecektiki onu durdurdum. Sonunda onunla göz göze geldiğimizde o da yanındaki kızla el ele tutuşuyordu. En sonunda adı ağzımdan çıkmıştı. "Melih," Ekrandaki fotoğrafından gördüğüm yüzü şimdi birkaç adım mesafeyle önümde duruyordu. Sevgilim. |
0% |