@berivan_elaltunbay
|
Kafamda hâlâ bu görevi nasıl yerine getireceğimle ilgili soru işaretleri varken toplantı bitti. Revire doğru ilerledim. En azından bir şeylerle uğraşıp kafamı bir süreliğine boşaltmalıydım. Gittiğimde gözüme ilk çarpan şey masamın etrafındaki içindekilerin incelenmesi gereken kutular olurken, gözüme çarpan ikinci şey askılıkta duran Tarık komutana ait olan ceket oldu. Gözlerimi devirip ceketi almak için askılığa doğru adımladım. Ceketi alınca üzerine sinmiş olan kokuyu istemsizce içime çektim. Tarık komutanın kokusuna ek olarak barut kokuyordu. Ve ben bu barut kokusundan, bu dağlardan kim bilir ne kadar uzak kalacaktım... Benim bu hayattaki tek mutlu olduğum zaman görevimin başında olduğum zamandı. Ayağımda postallarım, üzerimde kamuflajım, elimde silahımla bu dağlardaki hainleri yakalarken mutluydum. Ama bu yeni görevimde üzerimde kamuflajım değil şık bir elbise, ayağımda postallarım değil topuklular, elimde ise silahım değil gereksiz bir çanta olacaktı. Benden barut değil, parfüm kokusu gelecekti. Ben bu göreve giderken asıl Deniz TAŞKIRAN' ı yanımda götüremeyecektim... Daldığım, bana hiç bir faydası olmayan bu düşünce havuzundan çıktım. Elimde ceketle Tarık komutanın odasına doğru ilerlemeye başladım. Kapısını tıklatıp "Gel" komutunu aldıktan sonra girdim odaya. Odaya girince komutanımı yarı çıplak bir şekilde bulacağımı hiç tahmin etmemiştim. Omzunda olan kan lekesini görmemle yarasını temizlemeye çalıştığını anladım. "Komutanım bana söyleseydiniz ya, ben hallederdim." dedim yanına doğru ilerlerken. "Önemsiz bir şeydi." demekle yetindi. Bu adam ya salağa yatmaya bayılıyor, ya da gerçekten salak... En azından kendine karşı. "Önemsiz bir şey olur mu hiç? Yara temiz kalmazsa iyileşmesi de o kadar gecikir. Enfeksiyon kapması halinde ise çok daha kötü sonuçlar doğurur. Bu da... -" "Üsteğmen!" diyip konuşmamı böldü aniden. "Kafamı yeterince ütüledin. Şimdi sessiz olacaksan işini yap, olmayacaksan gidebilirsin. Ben hallederim." diye devam etti. Hiç bir şey demeden gazlı beze batikon döktüm ve sessiz olduğum kadar da ağır hareketlerle işimi yaptım. "Ne düşünüyorsun?" Gelen soruyla gözlerim gözlerine değdi. Beni zorla susturduktan sonra konuşmam için soru sormuştu... Amaç...? "Bakma öyle, suskun halin çok sıkıcı geldi." diye açıklama yaptı bakışlarıma maruz kaldıktan sonra. Omuz silkmekle yetindim. Çok bile, biraz daha sıkılsın ne olacak? Yarasını tekrar sardıktan sonra "Bitti" dedim sadece. Vücudu kıdemli bir yüzbaşıya yakışacak kadar iyiydi. Görüntü olarak tek kusur mesleği dolayısıyla almış olduğu yaraların izleriydi. Onlar da bizim nazar boncuğumuz hükmünde oluyorlar zaten. Ve bu izlere de bir yenisi daha eklenmişti. "Sağ ol" dediğinde başımı sallamakla yetindim. Tam odadan çıkacakken odaya geliş sebebimi hatırladım. Ve sandalyenin üzerine bıraktığım ceketi alıp "Komutanım, ceketiniz revirde kalmıştı. Ben aslında onu getirmiştim size." dedim. "Orda mıymış? Ben de arıyordum." dedi. "Geçmiş olsun." diyip çıktım odadan. Daha fazla kalmamın ne mânâsı ne de gerekçesi yoktu zaten. Revirde yapmam gereken şeylerle uğraşıp oyalandım biraz. Sonra Ömer'i çağırıp yokluğumda yapılması gerekenleri söyledim. "Döndüğümde burayı çiçek gibi bulacağım asker." "Emredersiniz komutanım." Burda yalnızca ekibimi değil bütün herkesi sevmiştim. Keşke geçen günki çürük hiç buraya uğramasaydı, ama artık olan da oldu... Odada yalnız kaldığımda pencerenin önünde oturdum ve dışarıyı seyrettim. Bu defa daldığım düşüncelerden beni sıyıran karnımın gurultusu olmuştu. Hastane, toplantı falan derken akşam yemeği de kaçmıştı. Ben bu midemdeki gurultuyla asla duramazdım. Bir asker öyle her istediğinde istediği şeyi yiyemezdi normalde. Ama ben dayanamıyordum. Yediklerim baklavalarımı böreğe dönüştürmesin diye sonrasında yaptığım sporları saymazsak da hiç bir zaman yemek yemekten bıkmazdım. Kantine indiğimde görevliyi yerinde bulamamam canımı sıkmıştı. Yemek yapamazdım ama harika tost yapardım. Ben de kendin yap kendin ye moduna geçip tezgahın diğer tarafına geçtim. Tostumu yaptıktan sonra kesip tabağa koydum ve bir masaya geçtim. İştahla tostumu yerken cebimde titreyen telefonumla varlığını hatırladım. Aslında bakmazdım şu an ama belki Ezgi'den ve önemli bir şeydir diye çıkardım cebimden. Sol elimde yarısını dişlediğim tostumun parçası, sağ elimde telefon varken tostumun elimden uçmasıyla kafamı kaldırdım. Bir dakika tostum uçmamış, Tarık komutan yemiş, hem de direkt benim elimden. Uçması bile daha mantıklı olurdu şuan. "Komutanım." diyebildim sadece şaşkınlıkla. "Kim yapmış bu tostu? Yeni biri herhalde, bu kadar güzelini ilk defa yapıyorlar." dedi gözleriyle tezgahın diğer tarafında birilerini ararken. "Ben" "Efendim?" dedi anlamaz bakışlarla. Tabağımdan bir parça daha alıp oturmuştu. Ama ben doymadan bu adam benim yemeğimi bitirecekti! "Löp löp götürdüğünüz tostu diyorum, ben yapmıştım. Yani kimseyi görmeyince kendim yapayım demiştim." diye devam ettim. Tabaktan aldığım yeni dilimime kocaman bir ısırık atmıştım gözlerinin içine bakarak. "Hı? Iıı biraz daha iyi olabilirdi, bak kaşarı tam uzamıyor." dedi bu defa. Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Hiç bir şey demeyip yemeye devam ettim. Telefonumun çalmasıyla mesaja bakmayı unuttuğumu fark ettim. Arayan Mete'ydi. "Efendim" diyerek açtım. "Komutanım, odanızda bulamayınca mesaj attım ama siz dönmeyince de aramak zorunda kaldım." dedi. "Evet? Sadede gel." dedim boş ayrıntıları geçmesi için. "Fırat komutanım sizi çağırıyor. Tarık komutanımı da çağırdı. Şimdi ona da haber vereceğim." dedi. "Tamam Mete sen işine dön. Ben Tarık komutana söylerim." diyip kapattım. Telefonu tekrar cebime attıktan sonra "Komutanım, Fırat komutanım bizi çağırıyormuş." dedim Tarık komutana, aynı zamanda ayağa da kalkmıştım. O da "Tamam" diyip ayağa kalktı. Tabakta kalan son parçayı bir kerede ağzına attıktan sonra ilerlemeye başladı. "Bir dahakine biraz daha kötü yapayım bari..." dedim kendi kendime. Ama sesimi duymuş olacak ki "Aynen, daha iyi olur." dedi ağzı dolu olduğu için çok garip söylemişti. Kendi kendime gülüp arkasından ilerlemeye başladım. Fırat komutanın yönlendirmesiyle ikimiz de karşılıklı koltuklara oturduk. Masanın diğer tarafındaki koltuğunda oturan Fırat komutanın bakışları üzerimizdeydi. "Sizi buraya, gideceğiniz gizli görev hakkında bilgi vermek için çağırdım." dedi. E onu anladık zaten... Neyse. "Burda, bizim karakolumuzda Melih adlı askerimizi vuran hain yani Sarp da gideceğiniz yerde olacak. Bizle iş birliği yapmaktan başka çaresi olmadığını anladı. Orda kendinize hakim olup ona bir şey yapmamalısınız, daha işimize yarayacak o. Tarık'ın da zaten tanımış olduğu, uzun zamandır peşinde olduğumuz Şahin adlı teröristin emir aldığı kişi o davetteki hedefiniz olacak. Yaman KALAYCI, peşinde olduğumuz herif. Büyük ihtimalle oğlu Taylan KALAYCI da orda olacaktır. Deniz, sen bu Taylan ile temas halinde olmaya çalışacaksın, nasıl olacağını söylememe gerek yok herhalde. Tarık, sen de Yaman ile iş konuşma bahanesi ile hep temas halinde olmaya çalışacaksın. Tabi şüphe çekmeyecek bir şekilde..." dedi Fırat komutan. Taylan denen herifle kurmak zorunda olacağım bağlantıyı düşündükçe midemin bulandığını hissettim. "Komutanım, bu Taylan...-" diye sorumu soracakkan sözümü kesti. "Deniz, evet bağlantı kurmamız lazım, evet bu görevden başarıyla dönmeniz lazım. Ama asla bu herifle istemediğin bir şey yapmama hakkına da sahipsin. Yapmanız gereken yegane şey ifşalanmamak. Sonrası ise görevi başarıyla tamamlamak. Anlaşıldı mı asker?" dedi, sonda yüksek sesle. "Anlaşıldı komutanım." dedik biz de aynı şekilde. "Yaman'ın şirketi çok iyi bir teknoloji şirketi. Ve tahmin edersiniz ki bu avantajlarını Türk Devletine karşı kullanıyorlar. Sizin bu görevde öğrenmeniz gereken şey yapacakları planın ne olduğu ya da içeriği... Orda gözünüzü dört açmalısınız. Yakalanmamak ve aynı zamanda zarar görmemek için her şeyi yapabilirsiniz. Ama tekrar ediyorum, size de zarar gelmemeli." diye devam etti Fırat komutan. "Emredersiniz komutanım." diyip selam verdikten sonra odadan çıktık. İstanbul'a yani davete gittiğimizde yapacaklarımız söylenecekti. Eve gitme vakti geldiğinde kafam bir milyon olmuş vaziyetteydi. Buraya geliş sebebim de bir gizli görev sonucu olmuştu. O görev sonrasında çıktığım ilk gizli görevdi bu. Üzerimi drğiştirdikten sonra arabamın anahtarını da alıp çıktım. Bizimkiler çıkmıştı sanırım. Eve doğru ilerlerken yol kenarında araba görünce durdum. Arabanın ön tarafında motoru inceleyen üç adam vardı. Dikkatli baktığımda bu kişilerin Tarık ve Aytaç komutan ve Samet olduklarını anladım. Arabadan inip yanlarına ilerlediğimde Samet'in "Abi ben dedim size bundan tuhaf sesler çıkıyor diye ama..." dediğini duydum. "Bir sussana artık Samet! Kafamızı siktin sabahtan beri..." dedi Aytaç komutan. Ben de genellikle argo kullandığım için yadırgamadım pek. Gülerek "Ne o, yolda mı kaldınız beyler?" dedim. Sonuçta mesai saatinin dışındaydık ve şuan benim komutanlarım yok karşımda, iş arkadaşlarım var. "Biraz öyle oldu." dedi Tarık komutan ensesini tutarak. "Atlayın o zaman benim arabaya. Yolumun üstündesiniz zaten." dedim gülerek. Aynı apartman, hatta aynı kata gitmemiz dışında sorun yoktu. "Ben hiç hayır diyemeyeceğim vallaha." dedi Samet ve direkt arabaya ilerleyip arka tarafa oturdu. Aytaç komutan Samet'e güldükten sonra "Sağ ol Deniz. Sen olmasan bir de taksinin buraya gelmesini beklerdik iki saat." dedi. "Lafı bile olmaz." dedi gülümseyerek. Sonra da "Hadi gelin siz de." diyip arabaya geçtim ben de. Kemerimi taktıktan sonra açılan kapıların sesiyle anahtarı çevirdim. "Kemerlerinizi takın lütfen. Hazır bu saatlerde yol boşken en sevdiğim şeylerden birini yapacağım da..." dedim. Üçünün de kemerlerini taktığından emin olduktan sonra gaza bastım. "Bismillahirrahmanirrahim!" diyen Samet ile gülmeden edemedim. "Komutanım sizin en sevdiğiniz şeylerden biri hız mı?" diye sordu Samet. Tuhaf görünüyordu, kusmasa bari... "Evett." dedim heyecanla. Aytaç komutan gülüp "Samet de hızdan pek hoşlanmaz, bizim aksimize..." dedi. Anlaşılan şu an arabada hızdan hoşlanmayan tek kişi Samet'ti. "Samet arabama kusarsan seni mehvederim ona göre." dedim aynadan ona bakarak. Ben öyle söyleyince yerinde daha da sinip gözlerini kapattı sımsıkı. Aslında asla hızımı düşürmezdim ama Samet'in kusarak arabamı mahvetmesine de göz yumamazdım. O yüzden hızımı düşürdüm biraz. Eve yetişip sokağın başında araçtan indiğimizde Samet "Allah razı olsun, getirdiniz. Ama lütfen bir daha ben gelmek istesem bile siz beni arabanıza almayın komutanım." dedi. Bu herif de amma korkak çıktı ha... "Tabiki de artık hep ben seni eve bırakırım Samet. Lafı bile olmaz." dedim ben de sırıtarak. Karakola ilk gittiğim gün söyledikleri, hâlâ kulaklarımda dönüp duruyordu. "Ben en iyisi gideyim." diyip arkasına bakmadan apartmana koştu Samet. Bu haline gülmeden edememiştim. Daha benden çok çekecekti bu herif. Eve gittiğimde Ezgi'nin o muhteşem güler yüzü beni karşıladı. Onunla konuşmayı, dertleşmeyi, zamsn geçirmeyi o kadar özlemiştim ki... Beraber sohbet edip çaylarımızı içtik. Üstüne bir de terasta çekirdek çitledik. Ama ben bir türlü bir süreliğine burda olamayacağımı söyleyemedim. Benim üzümlü kekim, Ezgi'm çok üzülürdü çünkü. Sonunda başka çare yok diyerekten söyledim pat diye. Gözleri dolmaya başlamıştı bile ben daha lafımı bitiremeden... "Ne zaman döneceksin?" dedi. "Bilmiyorum ve umarım kısa sürer." diyebildim. Daha fazla dolan gözlerine bakmaya dayanamadım "Hey ama yapma böyle. Hem sana söz veriyorum yakaladığım her fırsatta sana nasıl olduğuma dair haber vereceğim." dedim. "Söz dimi?" dedi gözlerini kurularken. "Söz tabi. Hem de asker sözü, şapşik." dedim yanağını kocaman öpmeden hemen önce. Havin yanımıza gelince "Ay ne oldu? Bir duşa girdim, geldim ağlıyorsunuz..." dedi şok içinde. "Öncelikle ben ağlamıyorum, Ezgi ağlıyor. Bir şey olmadı ya, bir süreliğine göreve gideceğim. Ezgi de ona ağlıyor, klasik sulugöz işte..." dedim sonda gülerek. Böyle dışardan gülüyordum falan ama benim de ağlamam an meselesiydi. Ezgi'nin ağlamasını daha fazla izlersem patlayabilirdim. "Yaa, anladım. Umarım en kısa zamanda başarıyla tamamlanır görevin." dedi Havin içten bir gülümsemeyle. "Tabiki de öyle olacak!" diyip burnunu çeken Ezgi'ye kahkahalarla gülmüştük.
Davet günü, İstanbul'da... Davetin yapılacağı mekana pek de yakın sayılmayacak bir eve gelmiştik. Ev küçük sayılmazdı ancak az eşyalıydı. Ama işimize yarayacak her şey de mevcuttu. Tarık komutanın telefonu çalınca "Fırat komutan." diyip açtı ve sesi de hoperlöre aldı. "Evdesiniz şuan değil mi çocuklar." dedi ilk iş. "Evet komutanım." "İki odada ikinizin de giyecekleri ve diğer gerekli olan bir çok şey var. Oraya gitmek için iki saatiniz kaldı. Elinizi çabuk tutun." dedi. "Komutanım peki yanımıza silah almayacak mıyız? Ben öyle bir tuhaf olurum ya." dedim. De, demesem daha mı iyiydi acaba? "Bu saçma soruyu duymamış farz ediyorum. Ve kod adlarınızı söylüyorum. Tarık, sen buraya dönene kadar artık Koray YANICI'sın. Deniz, sen de Mira KIZILTAŞ'sın. Yaman'ınki gibi bir teknoloji şirketinde yöneticisiniz ikiniz de. Şirketin sahibi gelemediğinden sizi referans göstermiş. Gerçekte o davete gidecek olan kişiler yani gerçek Mira ve Koray bizim elimizde. O yüzden elinizi çabuk tutmalı ve inandırıcı olmalısınız. Haydi şimdi bir an önce hazırlanıp oraya gidin. Bu arada, oraya gitmeden önce gizli kulaklıklarınızı da takmayı unutmayın." dedi Fırat komutan. "Emredersiniz komutanım." dedik aynı anda. Telefonu kapattıktan sonra hiç bir şey demeden kıyafetlerimizin olduğu odaları bulup gittik. Bir buçuk saat geçmesine rağmen hâlâ hazırlanamamıştım. Kıyafet, saç falan 15 dakimamı almamıştı. Ama şu makyaj için aynı şeyi söyleyemeyecekyim... En güzeli doğal hal ya, neden makyaja gerek duyar ki bu insanlar? Hiç anlamıyorum. İnternetten açtığım makyaj videolarının ve burda bulunan sayısız ürünün yardımlarıyla hallettim onu da. Neyseki yetenekli biriyim de yapabildim en azından... Makyajım pek de ağır olmadığı için bordo bir ruj sürmüştüm. Maksat yüzüme renk gelsin yani. "Hadi ama, hâlâ hazırlanamadın mı?" diyen Tarık komutanla son rütuşlarımı da halledip kapıya doğru adımladım. "Tamam tamam hazırım, geldim." diyip siyah elbisemin eteklerini tutarak çıktım odadan. Onu gördüğümde ise ikimizin de baştan aşağı simsiyah giyindiğimizi gördüm. İşte bu güzeldi. Siyahın asaleti başka hiç bir renkte yoktu çünkü. Üzerimizdeki tek farklı renk ise onun kravatının benim de rujumun bordo olmasıydı. Bayağı uyumlu olmuştuk. Tarık komutan gözlerini üzerimden çekip kulaklığına dokundu ve "Komutanım biz hazırız. Araba var mı, gelecek mi?" dedi. Ben de kulaklığımı aktifleştirdiğimde Fırat komutanın "Salondaki masanın üzerindeki anahtar kapının önündeki araca ait. Şimdi konumu atacaklar." diyen sesini duydum. Hemen arabaya binip mekana gittik. Tahmin ettiğimden daha kalabalıktı burası. En çok şaşırdığım ise burada bile kenarda köşede kırıştıran gereksizler oldu. İğrendiğim de diyebilirim aslında. Her şeyin de bir yeri, zamanı vardır ama yani. Ankara'dan ayrıldığımdan beri saçlarımı ilk defa açık bırakmıştım. Aslında bir tek böyle görevlerdeyken falan açıyordum zaten. Topluyken seviyorum. Rahatlık nerde ben orda... Her neyse. Tarık komutanın uzattığı koluna girdim ve yüzüme yapay bir gülümseme yerleştirdim. Biraz ilerledikten sonra "Koray'cığım, kendini zorlamış olacaksın ama biraz gülümsemeyi deneyebilir misin acaba? Hayır herkesi öldürecekmiş gibi bakıyorsun da..." dedim. "Mira'cığım. Bu bakışlarım sebepsiz değil. Burdaki herkesi öldürmek istiyorum zaten." dedi gülümseyerek yüzüme baktı sonra da. "Ay tamam vazgeçtim ben ya, sen gülümsemeden önce daha iyiydi. Böyle daha korkutucu göründün." dedim ben de. Çünkü gerçekten öyle oldu. Acaba ben de mi onun gibi korkutucu görünüyordum ya? Yok canım, benim gibi bir minnoş öyle görünemezdi herhalde... Fırat komutanın bize gönderdiği fotoğraflardan yola çıkarak şu anda karşımda olan kişinin Taylan KALAYCI olduğunu fark ettim. Tarık komutanı dürtüp "Taylan karşımızda." dedim. "Gidip bir konuşalım o zaman." dedi Tarık komutan. Beraber ona doğru ilerledik. Önünde durduğumuzda Tarık komutan elini ona uzatıp "Merhabalar, ben Koray YANICI, Kartima Holding'in CEO'suyum." dedi. Taylan , Tarık komutanın elini sıkıp, "Memnun oldum Koray Bey. Kartima Holding'in sahibi Musa YILDIRIM kendisinin gelemeyeceğini, yerine başkasını yollayacağını söylemişti." dedi. Bana baktıktan sonra ise yine "Yanınızdaki bu güzel hanımefendiyi tanıştırmayacak mısınız Koray Bey." dedi. Pis herif ya, gözleriyle yedi resmen. Sapık... Ben buna yapacağımı bilirdim de, şuan değil maalesef...
Tarık komutandan önce davranıp elimi uzattım ve "Ben Mira KIZILTAŞ. Kartima Holding'in genel müdürüyüm. Aynı zamanda Koray'ın kız arkadaşıyım, yakında nişanımız olacak." dedim gülümseyerek. Böyle söylersem belki kudurukluğu diner diye düşünmüştüm ama yanılmışım. Herifin gözleri daha da parladı resmen. İğrenç şey ya, biraz bile utanması yok. Hayır sanki etrafında kimse yok da, yokluk içinde. Ama öyle bir şey de mümkün değil. Her neysee, konu bu değil zaten. Uzattığım elimi tuttuktan sonra üzerine minik bir öpücük bıraktı. "Sizin gibi güzel ve başarılı bir kadınla tanıştığıma çok memnun oldum Mira Hanım." dedi. Elimi elinden kurtardıktan sonra "Teşekkür ederim." dedim. Halbuki içimden ona nasıl sövdüğümü bir bilse... "Siz şimdi eğlenmenize bakın, daha sonra yine görüşürüz." diyince de ayrıldık yanından. Ondan uzaklaştığımızda kendimi tutamayıp "İğrenç bir herif bu." dedim. "Katlanmak zorundayız ama. Özellikle de sen..." dedi Tarık komutan da bana. "Biliyorum ve bu yüzden de sinir oluyorum işte. Her neyse..." dedim ben de. Daha sonra kulaklıktan "Deniz kendini kontrol etmek zorundasın. Bu adamla temas halinde olman gerekecek. Bunun ne kadar önemli olduğunu da biliyorsun, söyletme şimdi." diyen Fırat komutanın sesi geldi. "Biliyorum komutanım, sorun çıkmayacak." dedim ben de. "Zaten şimdilik hiç bir sorun da yok komutanım. Öyle olmaya da devam edecek inşallah." dedi Tarık komutan. Dışardan bakanlar bizi gerizekalı sanmasınlar diye birbirimize bakıp, birbirimizle konuşuyormuş gibi yapıyorduk. "İyi o zaman. Haydi, göreyim sizi bakalım." dedi Fırat komutan ve ses gitti. Yine kendimizle baş başa kalmıştık. "Yalnız ben Yaman denen herifi görmedim bir türlü. Sen görüyor musun?" diyen Tarık komutanla ben de hiç onu görmediğimi fark ettim. "Hayır, belki de daha sonra gelecektir." dedim. "Olabilir." demekle yetindi. Ama hâlâ etrafına göz gezdiyordu da. Kapıdan gelen kişilerle gözlerim ardına kadar açılmıştı. Tarık komutan beni görünce hemen baktığım yöne doğru baktı ve o da şaşırdı. Bunların burada ne işi vardı? Görevimizin içine edeceklerdi şimdi. "Komutanım ne yapacağız?" dedim Tarık komutana endişeyle. "Bilmiyorum." dedi. Sen biliyorsan ben mi bileceğim be adam! Komutan olan sensin, nasıl bilmezsin? "Bizi ifşalayacaklar." dedim çaresizlikle. Kendinden emin bir şekilde "Öyle bir şey olmayacak." diyip kolkola içeri giren Seda ve hastanede Melih'e kan vermek için gelen Havin'in akrabası Ayas'a doğru gitmeye başladı. Ben de arkasından ilerledim. "Hey nereye, ne yapacaksın ki?" dedim. Gerçekten merak ve endişe içerisindeydim... Şimdi ne olacaktı?...
Huhuuuu bölüm geldi... Nasıldı? Yorumlarınızı bekliyorum... İnstagram: b.e.hikayeleri |
0% |