Yeni Üyelik
6.
Bölüm

4. Bölüm (Hüznü Giyinmek)

@betulbasndrglu

*******

 

"Sen!" derken, devam edemedim. Kaşlarım havaya kalkarken, aralanan dudaklarımdan sızan soğuk hava boğazımı yakıyordu. Dışardaki soğuğa rağmen, bedenimin sıcakladığını hissettim.

 

  

Bir eli havada kalmış, muhtemelen tam kapıya vuracakken ben açmıştım. O da kendine gelip, elini indirdiğinde, konuşma yetimi yeni kazanmış gibi zorlukla "Çakır?" diyerek bir cevap bekledim. Saatler gibi gelen birkaç saniye bana baktı. Ardından yeşil gözlerini kırpıp, "Selam." diyerek hafifçe gülümsedi. Gülümseyişine bakarken "Selam." diyerek karşılık verdim.

 

Dudaklarıma yerleşen gülümseme, tamamen isteğim dışındaydı.

 

"Burada ne işin var?"

 

Neden geldiğini hatırlamaya çalışırmışcasına, kaşlarını çattı. Tam o sırada annemin sesini duyduk.

 

 

"Efsun, gitmedin mi kızım?"

 

 

"Gidiyorum annecim." dedim ve yere düşmüş çöpleri alarak kapıdan dışarı çıkmak için bir adım attım. Çakır da geriye doğru giderek bana yer açtı. Kapıyı kapattım ve yürümeye başladım. Ortamdaki gerginliği atmak için hafifçe gülerek konuştum. "Çöpler çok ağır. Bir an önce atmalıyım." Yürümeye başladığımda, elimden çöp poşetlerini almasını beklemiyordum. "Hey! Bu yüzden söylememiştim. Ben halledebilirim."

 

 

"Elime yapışmaz." dedi. Karşılık verecekken vazgeçtim. Benim elimde ufak bir poşet, onunsa koca bir poşet vardı. Binanın arkasına doğru yürümeye başladığımda bana eşlik etti.

 

 

 

"Neden geldin?" Çöpleri attıktan hemen sonra sorduğum soruyla bana döndü. Ama ben kokudan rahatsız olup geldiğim yere dönmeye başlamıştım bile. Adımlarıma uydu.

 

 

"Ela sana bir şey vermemi istedi." Duraksadım. "O iyi mi?" Başını sallayarak "Kliniğe yatırıldı. Bir hafta boyunca kimseyle görüşmeyecekmiş. Yani ben de onu göremeyeceğim." dedi. Son cümlesini huysuzca söylemişti. Ve aynı huysuzlukla devam etti. "Prosedürmüş."

 

 

  

"Onun iyiliği için dayanmalısın."

 

 

 

Bakışları beni buldu. Yüzümü incelerken dudaklarına yerleşen gülümseme, bana dün gece düşündüklerimi hatırlattığında aceleyle konuştum. "Ela bana ne gönderdi?"

 

 

Tavrım kaşlarını çatmasına sebep olurken, elini yavaşça cebine attı. Bu sırada bakışlarımı etrafta gezdirdim. Babam gelmek üzereydi.

 

"Avucunu aç." Kulağıma bir melodi gibi gelen sakin sesiyle ona döndüm. Sağ eli yumruk şeklinde, beni bekliyordu. Avucumu açıp ona uzattım. Elini yavaşça avucumun üstüne getirdi. Parmak uçları avuç içimi okşarken, nefesim hızlandı.

 

Bir rüzgar esti. Uçuşan saçlarımın arasından, Çakır'ın kısılmış gözlerine baktım. Bana bakıyordu. Sanki gözlerimde seyredilecek bir şeyler varmış gibi, avucuma dokunan parmaklarını çekmeden, öylece bana bakıyordu.

 

Gözlerini kapattı. Başını eğip, avucuma bıraktığı ağırlıkla benden bir adım uzaklaştığında, ona doğru bir adım attım. Gözlerini açtı.

 

Aramızdaki mesafeden hiçbir şey eksilmediğini görünce, belli belirsiz bir şaşkınlık sergiledi.

 

"Bu kolye Ela'ya annesinden kaldı. Onu sana vermemi istedi. Bir hafta sonra senden geri alacak. Tekrar buluşmanızı kesinleştirmek için yaptığını düşünüyorum. Seni ne kadar severse sevsin; klinikten çıktıktan sonra onun için geleceğine kendini inandırmak istiyor."

 

Kararlılıkla başımı salladım. "Onun için geleceğim."

 

"Onun için geleceksin." Fısıldayarak tekrar ettiğinde, gülümseyerek kafamı salladım. Ardından, bir adım geri gittim. Yüzündeki ifade kayboldu. "Gidiyor musun?" Sesinin altında yatan, panik miydi?

 

Ufak bir çocuğu ikna etmeye çalışıyormuş gibi konuştum.

 

"Gitmem gerekiyor." Bu ses tonu da neydi? Sanki birazdan oturup ağlayacaktım.

 

Duraksadı. Evimizin kapısına bakarken "Pekala." dedi ve ellerini cebine soktu. Gözümü ona diktiğimde, birkaç defa ağzımı açıp kapamıştım. Oysa beklentiyle bakıp, beni daha da strese sokmuştu. En sonunda sıkışan kalbime dayanamadım ve "İyi akşamlar." diyerek arkamı döndüm. Birkaç adım atmıştım ki, kıvranışının ardından yükselen sesi duydum.

 

 

 

"Seni bir daha ne zaman görebilirim?"

 

 

 

Adımım havada kaldı. Ona dönmedim. Şu an yüzüme vuran duygunun ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Her şey birbirine girmişti; ne hissedeceğimi bilmiyordum.

 

 

 

Tüm bunlara rağmen dudaklarımda, koca bir sırıtışa ev sahipliği yapıyordum.

 

 

 

"Yolumuz bir daha ne zaman kesişirse."

 

 

Zorlukla verdiğim cevap, oldukça açıktı.

 

 

 

Arkama bakmadan eve girdim. Kapıyı kapatırken, bir anlık da olsa bakışlarım onu buldu. Çöken omuzları, kısılan gözleri ve aralık dudaklarıyla bana bakıyordu. Yorgunluğu, sanki benim omuzlarıma binmiş gibi bir ağırlıkla kapıyı kapattım. Alnımı kapıya yasladığım an derin bir nefesi içime doldurdum. Bana ne oluyordu böyle? Sanki kalbim parçalara ayrılıyordu ve her bir parça yerini bulmaya çalışırken, beni nefessiz bırakıyordu.

 

 

 

"Kızım." Aceleyle anneme döndüm.

 

 

 

"İyi misin? Niye kızardın?"

 

 

 

"Hava soğuk." derken yalan söylememiştim. Sadece geçiştirmiştim. Hava gerçekten soğuktu. Ama ben bunu umursayacak durumda değildim.

 

 

 

"Anladım. Baban aradı az önce. Gelmek üzereymiş. Masada bir iki eksik kaldı. Onları tamamlar mısın? Ben de üstümü değiştireyim."

 

 

 

Aklımı dağıtmak için anneme takıldım. "25 senelik yeni gelin. Hala eşi eve gelmeden önce süsleniyor."

 

 

Gülerek söylediğimle kıkırdadı. "Buna aşk deniyor, şekerim." Göz kırpıp bana 'şekerim' deyişi, içten bir kahkaha atmama sebep oldu. Gülerek mutfağa geçtim. Bir an, kahkaham yüzümde dondu. Buna aşk denir...

 

 

İmkansız bir aşk denir...

 

 

Ruhumun bir köşesinde, bez bebeğini ayaklarına yatırmış, sallayarak uyutmaya çalışan küçük kız, bakışlarını kaldırıp sessizce sordu. Size mi imkansız denir? Ama neden?

 

 

 

Kendime gelmek için başımı iki yana sallayarak masada kalan eksikleri tamamladım. Kapı çaldığında annem hızlıca odasından çıktı. "Ben bakıyorum!"

 

 

 

Gülümsedim. Aşkı ile süslenmiş bir kadındı annem. Ve babam anneme takılmak istediği her an ona 'süslü' diye seslenirdi.

 

 

 

 

"Efsun! Masaya bir tabak daha koy kızım!" Abim gece klinikte kalmaktan vaz mı geçti diye düşünüp, hevesle arkamı dönmüştüm ki, olduğum yere çakılmama sebep olacak bir görüntüyle karşılaştım. Gözlerim irice açıldı. Burnumdan aldığım nefes yetmeyince, dudaklarımı araladım.

 

 

 

Babam önde, Çakır ise hemen arkasındaydı.

 

 

 

"Çakır!"

 

 

Şaşkınlık hepimizden önce oturmuştu masaya. Çatalını boş tabakta sürterek, sinsi bir sırıtışla beni izliyordu.

 

 

"Selam." dediğinde, bakışlarındaki anlamı gördüm. Yolumuz ne zaman kesişirse... Bu kadar çabuktu demek. Anlamı neydi peki? Hep böyle mi olacaktı?

 

 

Ben henüz kendime gelememişken, babam söze atıldı. "Çakır ile kapıda karşılaştık. Kim olduğunu sorunca Ela'dan bahsetti. Hemen hatırladım. Ela'nın sana vermesini istediği bir şey için gelmiş. Ben de gelmişken yemeğe davet etmek istedim."

 

 

"İ-iyi yapmışsın babacım." Kekeleyişim babamı güldürdü. Muhtemelen sadece şaşırdığımı düşünüyordu. Ah! Şu an şaşkınlıktan çok daha büyük duygular içindeyim baba!

 

 

Annem Çakır'la tanışıp onu masaya davet etti. Çakır'ın çekingen tavrıyla benim diken üstü tavrım birleşince, annem ve babamın bakıştığını gördüm. Tabak, çatal ve kaşığı önüne yerleştirirken göz göze geldik. Sonra, sanki bir suç işliyormuş gibi aceleyle gözlerimizi kaçırdık. Arkamı dönüp bardağa su doldururken kaşlarımı çattım. Sahi, neden suç işliyormuş gibi davranıyorduk? Amacım bardağı masaya koymakken oracıkta kafama dikip derin bir nefes aldım ve masaya geçtim.

 

 

Her zamanki Efsun'u yaşatmaya başladım.

 

 

"Çakır, umarım domates çorbası seviyorsundur."

 

 

"Aslına bakarsanız ben pek çorba içmem."

 

 

"Neden? Sevmez misin?" Soruyu soran annemdi. Sıcakkanlılıkla yönelttiği soru karşısında Çakır tebessüm etti. "Severim. Ama birkaç başarısız deneyişten sonra çorba yapmaya çalışmayı bıraktım." Annem gülümsedi. Benim aklıma gelen soruların ona da uğradığını görebiliyordum. Ama çok şükür ki o can alıcı soruları sormadı.

 

 

"Efsun çok güzel domates çorbası yapar." diyerek bana bir çorba kasesi uzattı. Kaseyi doldurup Çakır'ın önüne bıraktığımda, bakışlarının altında yatan durgunluğu gördüm. Elleri masanın altında, dalgın bir şekilde çorbaya baktı. Ardından kaşığı eline alıp çorbaya daldırdı. Beklentiyle tatmasını bekledim. Çorbayı içti, birkaç saniyelik kapanan gözleri açıldığında, görmeyi beklediğim memnuniyet tam olarak oradaydı.

 

 

"Ellerine sağlık. Nefis olmuş."

 

 

Gülümseyip herkese çorba koydum ve yemeğe başladık. Babam ve Çakır'ın oldukça güzel iletişim kurduğu masada, ben ve annem sessizce eşlik ediyorduk. Çorbadan sonra sadece salata alarak, kaçamak bakışlarla Çakır'ı izledim. Babamla, babamın gençliğinde çokça uğraştığı basketbol hakkında konuşuyorlardı. Çakır'ın heyecanlı tavrı beni gülümsetti. Annem de babama bakarak gülümsüyordu. Bakışlarımı onlardan çekip tekrardan Çakır'a baktım. Gülümseyişim yavaşça silindi.

 

 

Yalnız mı yaşıyordu? Anne ve babası yok muydu? Yemeklerini de kendi pişiriyordu demek. Hiç mi öğreteni, yardım edeni olmamıştı? Aslan vardı ama. O hayatının neresindeydi? Kardeşi yok muydu? Ela onunla yaşamaya başladığında kim ilgilenecekti? Ela'yı nasıl yanına alabilecekti?

 

 

"Oynadığım son zamanlarda da pivot oyuncuydum. Çok güzel zamanlardı. Hiç kaybetmezdik. Ama okul bitince tüm takım dağıldı tabii. Şimdi arasam, hiç birini bulamam." Babam hep hüzünlenerek anlatırdı lise anılarını. Çok sevdiği ama liseden sonra hiç görüşemediği arkadaşları vardı.

 

 

Bir an için sürekli tekrarladığı arkadaşlarından birkaçının ismini hatırladım. Cenk Kaya, Cem Uzay, Hakan Gürel, Eyüp Yancı... Hakan Gürel...

 

 

Gözlerim irileşirken, sessizleşen ortamda çınlamasını umursamadan yüksek sesle konuştum. "Çakır, Hakan Gürel senin neyin oluyor?" Sorumla birlikte Çakır'ın bakışları bana sabitlendi. Kasıldığını fark ettiğim sırada babamın şaşkın sesi duyuldu. "Nasıl yani? Hakan mı? Ne alaka?"

 

 

"Çakır'ın da soyadı Gürel. Bir an da aklıma geldi."

 

 

"Sen ciddi misin? Çakır? Hakan benim lisede en yakın arkadaşımdı." Babamın beklentiyle dolu sesi, Çakır'ın bir cevap vermesi için sabırsızlığını dışarı vuruyordu. Oysa Çakır hiçbir şey söylemeden bakışlarını bana kilitlemişti. "Çakır?"

 

 

Seslenişimle dudakları aralandı.

 

 

"Babam olur kendisi."

 

 

"Hadi canım! Gül, inanabiliyor musun?" Babamın heyecanlı sesini bastıran bir şey vardı. Gözlerimin önünde, hüznü giyinen Çakır'dı belki de babamın sevincine ortak olamayışımın sebebi.

 

 

Bir insan nasıl olur da hüznü giyebilirdi üstüne? Nasıl olur da tek bir damla yaş akıtmadan ağlayabilirdi?

 

 

Tüm sesler kesildi. Etrafımızdaki her şey geri çekildi. Şu an bu odada ben ve gözlerimin gördüğü hüzün vardı sadece. Çakır. Dudaklarını birbirine bastırarak titremesini durdurmaya çalıştığını fark etmediğimi mi sanıyordu? Ya da ellerinde ki titremeyi? Görmediğimi mi sanıyordu? Neydi babasıyla arasındaki ilişki? Bahsi geçince onu bu duruma sokan şey neydi? Hakan Gürel, kötü bir adam mı olmuştu yoksa? Babamın lisede tanıdığı, anlatıp durduğu o iyi yürekli adam olmaktan çıkmış mıydı? Ya da ölmüş olabilir miydi? O yüzden mi böyle etkilenmişti?

  

  

 

Babamın sesi, bir deniz kabuğundan gelen dalga sesleri gibi, yavaşça kulağıma gelmeye başladı. Çakır gözlerini benden aldığında anladım, onun da bana baktığını. O ana kadar düşüncelerimin karanlığına hapsolmuştum.

 

 

"Hakan nasıl? Çok uzun zaman oldu. Telefon numarasını almamda bir sorun yoktur umarım."

 

 

   

"Oldukça iyi. İş için yurt dışına çıktı. Bir süre buralarda olmayacak. Orada kullandığı telefonu farklı ve belli bir hat üzerinde olduğu için Türkiye'ye dönmesini beklemelisiniz. Sizin numaranızı alayım. Döndüğünde bizzat söyleyip sizi arayacağım."

 

 

"Çok iyi olur. Çakır, beni ne kadar sevindirdiğini bilemezsin. Hakan benim lisedeyken en iyi arkadaşımdı. Hiçbir günümüz ayrı geçmezdi. Liseden sonra taşındılar. Bir daha da görüşemedik."

 

 

"Dedemin işleri yoğunlaşınca, sık sık şehir değiştirmeleri gerekiyormuş. O da sizi gördüğüne çok sevinecek, eminim."

 

 

Az önceki tavrını üzerinden atmış, rahatça konuşuyordu. Acaba kafamda mı kurmuştum? Belki de hiç rahatsız olmamıştı.

 

 

Ah, hayır. Onu görmüştüm.

 

 

Belli ki babasıyla arası iyi değildi.

 

 

Akşamın devamında salona geçmiştik ve annem tatlı servisi yapmıştı. Bense koltuğun kenarında, sessizce oturmuştum. Çakır'ın bakışlarını üzerimde hissetsem de dönüp bakmadım. Onun için neden bu kadar üzüldüğümü düşünüyordum. Sonra da bunu bile düşünmem saçma geldiği için kendime kızıyordum. Ara sıra, aynı benim gibi koltuğunun kenarında oturan küçük kız da bana kızıyordu. Bu döngü Çakır yanımızdan ayrılmak için müsaade isteyene kadar sürmüştü.

 

 

Yerimden kalkarken ona baktım. Babama ve anneme minnet dolu sesiyle "Bu akşam için sizlere teşekkür ederim. Her şey çok güzeldi. Ellerinize sağlık." dedi. Bunu derken annemden hemen sonra bana dönmüş, silmekle silmemek arasında kaldığı tebessümüyle bakmıştı. Gülümsediğimde rahatlayıp karşılık verdi. "Afiyet olsun."

 

 

"Yine bekleriz oğlum. Kim bilir, belki de bir sonrakinde Hakanla birlikte misafirimiz olursunuz."

 

 

"Memnuniyetle, Tarık amca." Babam bir elini Çakır'ın omzuna atarak sıvazladı.

 

 

Dış kapıya geldiğimizde Çakır ayakkabılarını giyinip evden çıktı. Annem hemen arkamdan bir poşet uzattığında şaşırarak "Bu ne?" diye sordum. "Çakır'a ver bunu. Domates çorbası ve diğer yemeklerden koydum."

 

 

Bir an için çekinerek "Anne, ne gerek var?" diye fısıldadım. Annem poşeti elime tutuşturarak "Kızım, hadi bak. Gidiyor çocuk." dedi ve sırtımdan ittirerek beni de evden çıkardı. Ayağımdaki ev terlikleriyle arabasına yürüyen Çakır'ın arkasından gitmeye başladım. Varlığımı hissedip bana döndü. Yüz ifadesine bakılırsa şaşırmıştı.

 

 

"Efsun?" Kalbimde bir çarpma olduğunda, adımlarım birbirine karıştı. Hafifçe tökezlediğimde kolumu tutan Çakırla istemsizce kıkırdadım. "Dışarı çıkarken terliklerimi değiştirmeliydim." Annemin beni kovarcasına evden çıkardığını bilmese de olurdu. Ya da ayaklarımın terliklerden dolayı karışmadığını.

 

 

Bakışları terliklerime kaydı. Güldüğünde gülümsedim. "Neden geldin?"

 

 

Günün popüler sorusu buydu.

 

 

"Annem kaplara yemeklerden koymuş. Sana vermemi istedi." diyerek elimdeki poşeti ona uzattım. Önce elimdeki poşete, ardından da bana baktığında, gülümseyerek poşeti hafifçe salladım. "Teşekkür ederim." diyerek elimden aldı. "Rica ederim. Buzdolabına koymayı unutma."

 

 

"Unutmam." Söylediğiyle birlikte yavaşça kafamı salladım ve bir an için ne yapacağımı bilemedim. Olduğum yerde ağırlığımı bir bacağıma verip kollarımı bağladım ve "Görüşmek üzere." diye mırıldandım. Gözlerinde bir parlama gördüğüme yemin edebilirdim. "Görüşmek üzere." diyerek arabanın kilidini açtı ve geriye doğru bir adım attı. Ardından bir adım daha. Çalan telefonuyla olduğu yerde durdu ve telefonunu açtı. "Söyle Aslan."

 

 

Birkaç saniye, bana bakarak sırıtan bir ifadeyle Aslan'ı dinledi. Ama bu an çok kısa sürdü. Yüzüne yerleşen dehşetle aniden soluk soluğa kaldı.

 

 

"Sen ne saçmalıyorsun?!"

 

 

Bağırışıyla beraber yerimde sıçradığımda göz göze geldik. "Ne oldu?" diyerek ona yaklaştım. Bir elini kaldırıp beni durdurana kadar. Sertçe bir nefes alarak elinde tuttuğu poşeti yumruğuyla buruşturdu.

 

 

"On dakikaya oradayım. Furkan'ı arama. Bu benim meselem. Ben halledeceğim."

 

 

Telefonu kapatarak cebine sıkıştırdı ve "Gitmeliyim. Seni arayacağım." diyerek hızlıca arkasını dönüp arabasına bindi. "Ama-" derken devamını getiremedim. Tozu dumana katarak gittiğinde, arkasından bakarken kendi kendime cümlemi tamamlamıştım.

 

 

"Numaramı almadın ki."

 

 

 

 

*********

 

 

"Anne, ben çıkıyorum. Okul çıkışında kütüphaneye gideceğim. Haberin olsun."

 

 

"Telefonun açık olsun. Dikkat et."

 

 

"Tamam canım. Sen de."

 

 

Evden çıkarak koşar adımlarla okula gittim. Geç kalmıştım. Okul binasına girerken saatime baktım. "Hadi be!"

 

 

On dakika kalmıştı dersin bitmesine.

 

 

Sınıfı pas geçerek lavaboya yöneldim. Acele etsem de yetişememiştim. Sadece terlememle kalmıştım. Suyu avucuma doldurdum. Yüzüme çarpan soğuk su bir nebze de olsa iyi gelmişti.

 

Yüzümü kurulamak için çantamda peçete ararken, lavaboya biri girdi. Kim olduğuna bakmadım. Bulduğum peçeteyle çantamı kapatıp aynaya döndüğümde, hemen arkamda gördüğüm yüz, korkuyla çığlık atmama sebep oldu. Hızlıca yana doğru kayıp ondan uzaklaştım. Tepkim, arsızca gülmesiyle öfkeye dönüştü.

 

 

"Hadi ama! Seni en son gördüğümde de bana böyle öfkeyle bakıyordun. Biraz sakinleşmeyi dener misin?"

 

 

"Sen yok olmayı denersen, neden olmasın?"

 

 

Soluna doğru bir adım atarken güldü. O hareket ettikçe ben de uzaklaşıyordum.

"Bak sen."

 

 

Alaycı sesiyle yumruklarımı sıktım. Nasıl burada olabilirdi? Kaçmış mıydı yoksa serbest mi bırakılmıştı? Her ikisini de aklım almıyordu.

 

 

"Neden burada olduğumu merak ediyor olmalısın."

 

 

"O delikten nasıl kurtulduğunu merak ediyorum."

 

 

Siyah, uzun saçlarının arasından bakışlarını kaldırıp bana diktiğinde, gözlerinde gördüğüm şey psikopatlıktı. Bakışlarımı kaçırmamak için direndim. Ben birkaç saniye bile tahammül edemezken, Ela bu canavara nasıl dayanmıştı?

 

 

"Merakını giderecek cevap, aynı zamanda neden burada olduğumu da açıklayacak."

 

 

Ben daha ne olduğunu bile anlayamadan belinden çıkardığı silahı bedenime doğrulttuğunda, aldığım nefesi hissedemeyeceğim bir korkuya kapıldım. Ellerim titrerken, bedenimi dik tutmak için üstün bir çaba sarf ediyordum. "Ne yapıyorsun?"

 

 

Sırıttı.

 

 

"Sana kim olduğumu gösteriyorum."

 

 

"Buradan bakınca aciz bir şeytana benziyorsun."

 

 

Sırıtışı silindi.

 

 

Silahın emniyetini kaldırdığında gözlerim yerinden çıkacak kadar açıldı. "Saçmalamayı kes!" Zar zor bulduğum sesimle, kurabildiğim tek cümle buydu. Karşısında yalvarmayacaktım. Deli gibi korksam da, amacını anlamıştım. Beni korkutup, üstümde hakimiyet kurmaya çalışıyordu.

 

 

Maalesef, üstümde hakimiyet kuran hiçbir şeyi kabul etmiyordum.

 

 

Yavaşça bana yaklaşmaya başladı.

 

 

"Senin yüzünden, tüm emniyet peşimde! O aptal yerden kaçabilmek için kaç polisi atlattım, haberin var mı?" Demek kaçmıştı. O halde yakalanması an meselesiydi.

 

 

"Pek ilgimi çektiği söylenemez. Nasıl olsa yakın zamanda tekrar gireceksin."

 

 

Güldü. "Sahte kimlikle Avrupa'ya gitmemi sağlayacak olan araba şu an bu okulun önünde. Sadece işimi bitirmemi bekliyorlar." dedi ve bir adım daha yaklaşarak elindeki silahın kalbime yaslanmasına sebep oldu. Nefes alamadım. Göğsüm yükselmeyi bıraktığında, silahın baskısı daha da arttı. Yüzünü yüzüme yaklaştırarak, alkol kokan nefesiyle fısıldadı.

 

"İşim ne biliyor musun?"

 

 

Hemen arkasından bir ses yükseldi.

 

 

"Ben biliyorum."

 

 

 

 

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%