Yeni Üyelik
8.
Bölüm

6. Bölüm (Kaçtığına Koşmak)

@betulbasndrglu

 

Çakır birkaç saniye tepkisiz kaldı. Ardından hızlıca cama yöneldiğinde, Mehmet hoca "Ne oluyor?" diye sordu. Onu duymamazlıktan geldim. Odağım Çakır'dı. Adamları gördü. Gözlerini kısarak dikkatlice baktığında, kasılan vücudu gevşedi. "Onlar bizden."

 

 

"Ah! Bana bundan bahsetmeliydin!"

 

 

"Benim de şimdi haberim oldu. Aslan göndermiş olmalı."

 

 

O Aslan'ı arayarak bunu teyit ederken, ben adamlara daha dikkatli baktım. Evet, şu an okul kapısında dikilen adam, hastanedeyken beni öldürecekmiş gibi duran adamdı. Rahat bir nefes alarak Çakır'a döndüm.

 

 

Konuşmayı kısa tutmuş, Mehmet hocaya açıklama yapıyordu. "Ufak bir yanlış anlaşılma hocam."

 

 

"Bir sorun yok, değil mi?"

 

 

"Hayır, sorun yok."

 

 

Onaylayarak kafasını salladı. Pek inanmış gibi durmasa da, irdelemedi.

 

 

"Ben lavaboya gidip geleceğim. Siz konuşun." dedim, sadece Çakır'ın duyabileceği bir şekilde. Cevap vermesini beklemeden sınıftan çıktım. Kendi kendime ilerlerken, yanımda belirdi. Omzumun üzerinden başımı çevirerek ona baktığımda, bana değil ileriye bakıyordu.

Önüme döndüm. Yanımdan bir an bile ayrılmayacağını, daha bir saat önce söylemişti.

 

 

Lavaboya girdim. Beklerken kapıyı kapatmama izin vermemişti. Sırtını döndüğünde anlamsız bir şekilde sırıttım ve ellerimi yıkayarak yüzüme su çarptım. Aklımın dağılması bu kadar kolay olmamalıydı. O adamları görüp, böyle kolay korkmamalıydım. Korkak bir kız değilken bu yaptıklarım kendimden şüphe ettiriyordu. Cansu'nun yakalanması an meselesiydi zaten. Hem polisler hem de Çakır ve Aslan peşindeydi. Nereye kadar kaçabilirdi ki? Kim tarafından? Arkasında büyük biri olmalıydı ki bu yaptıklarının mantıklı bir açıklaması olsun. Aksi taktirde hapisten nasıl kaçabilirdi? Onlarca polisi nasıl atlatabilmişti? Aklımda korkunç bir ihtimal belirdi. Destek aldığı kişiler kötü insanlardı, bir de ya katillerse? Çakır'a, Aslan'a zarar verirlerse? Zarar verilmek istenen kişi bendim. Ya Çakır beni koruduğu için zarar görürse? Ya Çakır'ı-

 

 

"Hey!" Yerimde sıçrayarak elimi kalbime götürdüğümde, Çakır endişeyle içeri girdi. "İyi misin? Seni korkuttum."

 

 

"İyiyim. Sorun değil, dalmıştım sadece."

 

 

"Ne düşünüyordun?"

 

 

"Boş ver. Yersiz endişeler."

 

 

Asla yersiz değildi. Eğer benim yüzümden Çakır'a zarar gelirse...

 

 

"Endişelenme. Kimseye bir şey olmayacak. Aslan mesaj attı. Kliniğin önünde hareketlerinden şüphelendiği birkaç adamı kaldırmış. Eminim ki bir şeyler çıkar." Bunu söylerken ekranı açık telefonu salladı.

 

 

Anlamayarak kaşlarımı çattım. "Kaldırmış?"

 

 

Çakır duraksadı. Yavaşça "Sohbet ediyorlar." dediğinde, bu sefer de kaşlarımı kaldırdım. "Sohbet mi ediyorlar?"

 

 

Sessizlik içinde ki bir anda, bir mesaj geldi. Çakır telefonu kaldırarak aramızda tuttuğunda, ekrandaki şeyi ben de gördüm. Gözlerimi hızlıca çevirdim. Çakır panikleyerek telefonu kapadı ve cebine attı. İğneleyici bir tonda konuştum. "Sohbetleri oldukça koyu anlaşılan."

 

 

"Aslan'ın sohbet tarzı biraz farklı. Kelimelerle pek arası yoktur."

 

 

"O anlaşılıyor zaten."

 

 

Aslan bir fotoğraf atmıştı. Fotoğrafta gördüğüm, yüzü kan dolu adamın yaşadığını düşünmek istiyordum.

 

 

Her kötü adamın sonu ölüm mü olmalıydı? Her kötü adam ölümü hak eder miydi?

 

 

Çakır düşündüklerimi anlamış gibi "Korkutulması gerekiyordu. Merak etme, sadece bayılmıştır." dedi. Durdum, ardından ona baktım. Yüzünde asılı kalan gözlerimi kıstım. "Birini korkutmak için yüzünü dağıtmak sana normal mi geliyor? Hem, sen olsan aynısını mı yapardın?"

 

 

Sorduğum sorular, yeşile boyanmış gözlerinin yavaşça kararmasına sebep oldu. Kasıldı, çene kemiği uğursuz bir şekilde seğirdi. Dudakları birkaç kez aralandı ama konuşmadan geri kapandı. Çalan zille bakışlarımız ayrıldı. Hafifçe yana kayıp "Sınıfa geçelim." dediğinde, bana açtığı yerden hızlıca ilerledim. Arkamdaki varlığını hissediyordum. Öfkesini de. Sınıfa geçtik. Ben sıraya oturduğumda Çakır, Mehmet hocanın yanına gitti. Kısa bir an konuşup sarıldıktan sonra sınıftan çıktı. Kapı kapandı, ayaklarının gölgesi kapının önünde durduğunu gösteriyordu. Birkaç saniye sonra o da kaybolduğunda, "Vay be!" diyerek elime bir kalem aldım. Parmaklarımın üstünde döndürdüğüm kalemi izlerken, içim sitemle doldu. Cevap veremediği her soru için beni yalnız bırakabilecekti demek.

 

 

Öfkesi bana mıydı yoksa kendine mi, bilmiyordum. Ama sergilediği tavır...

 

 

Umursamamaya çalıştım. Derse odaklanmayı denedim. Birkaç kez dağılan aklımla, dersin sadece son yirmi dakikası not alabilmiştim. Zil çaldı. Mehmet hoca birkaç öğrencisiyle vedalaşıp sınıftan çıktı. Ama hemen sonra geri girdi. Bana yaklaştığında doğruldum. "Çakır nereye gitti Efsun?"

 

 

 

 

"Bilmiyorum hocam. Çıkmadan önce size bir şey söylemedi mi?

 

 

 

 

"Bana sınıfın önünde olacağını söylemişti. Ama yok."

 

 

 

 

Sınıfın önünde olacağını söyledi. Ama yok.

 

 

 

 

Kalbim korkuyla hızlandı. Bir şey bilmeden hocayı endişelendirmek istemediğim için, "Ben onu bulup size haber veririm hocam." dedim. Bunu derken konuşmayı uzatmamak adına yavaşça sıradan kalkıp, yürümeye başlamıştım bile. Hoca beni onaylarken sınıftan çıktım.

 

 

 

 

Etrafıma bakınarak ilerledim. Aklıma aramak geldi, hemen ardından numarasının olmayışı. Paniğim öfkeye, hemen ardından daha büyük bir paniğe dönüştü. Nöbetçi öğrenciye yöneldim. "Burada duran 1.90 boylarında, siyah saçlı, yeşil gözlü biri vardı. Nereye gitti, gördün mü?"

 

 

 

 

Kız tam cevap verecekken, Çakır'ın sesini duydum.

 

 

 

 

"Efsun?" Hızla ona dönüp, bana yaklaşan bedenine baktığımda, hiçbir zarar görmedim. İyiydi.

 

 

 

 

Derin bir rahatlamayla tuttuğum nefesi bıraktım. Şükürler olsun. Kıza teşekkür edip yanından ayrıldım ve Çakır'ı orada bırakıp sınıfa ilerledim. Birkaç saniye sonra kolumdan tutarak durdurdu. "Ne oldu?" Ona dönmedim. Kolumu çekmeye çalıştım ama bırakmadı. Dayanamayıp hızla ona döndüm. "Nereye kayboldun?"

 

 

 

 

Neden böyle davrandığımı merak eden bakışları, sorumla sertleşti. "Bir sorun vardı. Hallettim. Sen niye böyle sinirlendin?"

 

 

 

 

Kolumu çekmeyi başardım. "Sinirlenmedim. Merak ettim." Sınıfa girerek sırama oturduğumda, kapıda dikilen Çakır'a baktım. Delici bakışları üzerimdeydi. Gözlerimi devirdiğimde homurdandı. Ardında gözden kayboldu. Sanırım beni beklerken nöbetçinin masasında oturuyordu. Başımı elime yaslayarak camdan dışarı baktığımda, okulun önündeki ambulansı gördüm. Hızlıca kalkıp cama yaklaştım ve daha iyi görmek için gözlerimi kıstım. Kime, ne olmuştu?

 

 

 

 

Sedyede taşınan bir öğrenci gördüm. Tam o sırada, hoca sınıfa girdi. Son kez aşağı bakıp yerime geçtim.

 

 

 

 

"Merhaba çocuklar." Hocanın direkt derse giriş yapmasıyla, defterimi açtım ve odaklanmaya çalıştım. Başarmıştım da. Son 4 ders boyunca sınıftan hiç çıkmadım. Çakır ara sıra kapının önüne gelerek beni kontrol ediyor, sonra da gidiyordu. Yemek yediğini umuyordum. Ben acıkmamıştım. Nihayet bugünün de bittiğini gösteren zil çaldığında, sıradan kalkıp çantamı sırtlandım.

 

 

 

 

Sınıftan çıkar çıkmaz yanı başımda beliren Çakırla, bakışlarımı ona çevirdim. Etrafa bakarak ilerliyordu. Önüme döndüm. Okuldan çıktık. Çakır arabasını ilerlediği sırada, "Yürümek istiyorum." dedim. Bana baktı. Ardından anahtarını yanı başında duran korumalardan birine verip evimin adresini verdi. Adam arabaya binip giderken, arkasından yürümeye başlamıştık.

 

 

 

 

Çantamdan kulaklığımı çıkarttım. İki kulağıma da takıp, sevdiğim bir şarkıyı başlattım.

 

 

 

 

Birkaç dakika geçti. Çakır kulağımdaki kablosuz kulaklıklardan birini alıp kendine taktığında, ona baktım. Israrla bana bakmıyordu. Saçmalık! Telefonumu çıkartıp şarkıyı değiştireceğim sırada, "Bu kalabilir mi?" diye sordu. Ona bakmadan telefonu geri koydum.

 

 

 

 

'Birileri' adlı grubun 'Zamanın Dışında, Boşluğun İçinde' adlı şarkısı çalıyordu.

 

 

 

 

 

"Ve başıma bela bu canavarlar. / Beni boğmadan onları ben yok etmeliyim."

 

 

 

Son nakarata alçak bir tonda eşlik eden Çakır, adımlarını yavaşlattı. Ardından durdu.

 

 

 

 

"İçinde bir canavar büyüttün mü hiç, Efsun?"

 

 

 

 

Kaşlarımı kaldırarak, sorduğu sorunun altındaki anlamı düşündüm. Sonra, kendimce anlam çıkartmayı bırakıp "Neyden bahsediyorsun?" diye sordum.

 

 

 

 

Ellerini ceketinin cebine koydu. Omuzlarını yükseltip boynunu rüzgardan saklarken, ayak ucundaki taşla oynamaya başladı. "Canavar. Gaddar, korkusuz, seni ele geçirmeye çalışan bir karanlık. Hiç karanlığa karşı gelmeye çalıştın mı?"

 

 

 

 

 

 

İçimde ki karanlıktan ona bahsetmedim. Kastettiği karanlık, benimki değildi.

 

 

 

 

 

Kendini açıklamaya çalıştığını anlayarak, sessizce izin verdim.

 

 

 

 

"Ben çalışıyorum. Doyumsuz bir karanlık var. Çoğunlukla etrafımda. İçime yerleşmesine engel olamadığım kadar da yakınımda. O karanlığa bürünmemek için ne savaşlar veriyorum, hayal dahi edemezsin. Ama bazen elimde olmuyor. Kullanmak istiyorum. Hele de sevdiklerime zarar verildiği zaman. Karanlığın ta kendisi olmak istiyorum. Anlıyorsun, değil mi?"

 

 

 

 

Yavaşça başımı salladım. Etrafında dönen kötülükten kaçıyordu. İyi bir adam olmak için çabalıyor ama elinde olmadan etkileniyordu. Sevdiklerine zarar verildiği zaman, kaçtığına koşmak istiyordu. Onu anlıyordum.

 

 

 

 

Acaba o da beni anlıyor muydu?

 

 

 

 

Bir süre sessiz kaldım. Cevap vermeyeceğimi düşünüp hareketlendiği sırada, sözlerimle tekrar durdu. "Benim sizinle tanışana kadar bildiğim tek kötülük, abimden önce kalan son tatlıyı yemekti. Sınırları dar bir hayatta, bembeyaz günler yaşıyordum. Biliyorum, bembeyaz bir hayat, hayat değildir. Ama yaşıyordum işte. Sonra Ela'yla tanıştım. Yaşadığı acılara, kötülüklere şahit oldum. Hayatın gerçekleriyle yüzleştim. Siz geldiniz. Aslan ve sen. Tehlikeli bir hayatınızın olduğunu anlamak çok da zor değildi. Bunu bilerek aldım sizi hayatıma. Çünkü sınırlarım ne kadar dar olursa olsun, her tehlikenin kötülük getirmediğini bilecek kadar hayattaydım. Ama böyle değil, Çakır. Bu şekilde değil. Alışmamı bekleme benden. Aslan o adamın yüzünü dağıttığında 'Korkutulması gerekiyordu.' dersen, aynısını senin de yapacağından şüphem olmaz. Ve eğer sen de bunu yaparsan, işte o zaman tehlike kötülüğü getirmiş olur."

 

 

 

 

Bir an için duraksayıp, dudaklarımı birbirine bastırdım. Onunsa dudakları aralandı. Soğuk havayla kuruyan dudaklarını ıslatıp, afallayan ifadesini toparlamaya çalıştı. Söylediğim son sözleyse, benden kaçırdığı bakışlarını hızla gözlerime çıktı.

 

 

 

 

"İnsan kötülüğü kendi seçer, Çakır. Hiçbir şey, kötülük için bahane olamaz."

 

 

 

 

"Kötülüğü seçmemek için canımı ortaya koydum ben. 'Alın, beni öldürebilirsiniz. Ama asla sizin gibi olmayacağım.' diye haykırdığım kaç gecem, günüm geçti. Ne ben, ne Aslan. Biz kötülüğü seçmedik. Bizi öldürmek isteyenlere karşı kullandığımız güç, kötülük mü senin için?"

 

 

 

 

Nefesimi tuttum. "Hayır ama-"

 

 

 

 

"Ama ne? Ama dedikten sonra, hayır demenin ne anlamı var?"

 

 

 

 

"Bu şekilde değil, Çakır."

 

 

 

 

"Nasıl hayatta kalacağımı senden öğrenecek değilim Efsun. Sınırlarının arkasında saklandığın hayattan, daha çocukken enselendiğim hayat için nutuk dinlemeyeceğim."

 

 

 

 

Dudaklarımı birbirine bastırdığımda, başım hafifçe sallandı. "Demek öyle." diye mırıldanarak, bir adım geri gittim. Ateşi harlanan yeşilleri, gözlerime dolan yaşla söndü. Bana doğru bir adım attığında, "Sakın!" diyerek geriledim. "Sözlerimi bana karşı kullanacak kadar kötülüğün var demek ki." Yüzümdeki hayal kırıklığıyla kurduğum cümle, onun yüzündeki ifadeyi yerle bir ettiğinde, arkamı döndüm. Anında buruşan yüzümle, boğazımdan yükselen hıçkırığı durdurdum. Aynısı yaşlarım için olmadı.

 

 

 

 

Hızla yürümeye başladım. Arkamdan geldiğini biliyordum. Evin sokağına girdiğimde arabasını getiren korumayı gördüm. Beni görüp şaşırdığı sırada, Çakır'ı görüp toparlandı. Umursamadım. Anahtarı deliğe yerleştirip hızlıca eve girdim. Kapıyı çarparak kapattım. "Anne?" diye bağırdığımda, sesim öfkemle yükselmişti. Annemden geri dönüş alamadım. İçimdeki sıkıntıyı haykırmamak için dudaklarımı ısırırken, askılıkta bir not gördüm.

 

 

 

 

'Babanın ofisine gidiyorum. İş çıkışında beraber bir şeyler yapacağız. Çok geç kalmayız, kızım. Kapıyı kilitle, yemekler dolapta.'

 

 

 

 

Dudağımı ısırmayı bıraktım. Üzerimden çıkarttığım ceketi dudaklarıma bastırıp sinirle bir çığlık attığımda, bedenim öne eğildi. Ayağımı yere vurdum. Bir kez daha. Ve bir kez daha. Başımı kaldırdım. Derin bir nefes alabildiğimde, yorgunlukla olduğum yere çöktüm. Bacaklarıma sarıldım, başımı dizlerimin arasına gömdüm. Hıçkırıklarım can yakıcıydı. Sözlerimi bana karşı kullanması... Karanlığı böyleydi demek.

 

 

 

 

Birine zarar vermek için elinin silah tutmasına gerek yoktu ki. Ağızdan çıkan sözle de çok kolay can yakılabilirdi.

 

 

 

 

Ve benim canımı çok yakmıştı.

 

 

 

 

*******

 

 

"Alo, abi."

 

 

Ufak bir gürültünün ardından sesi duyuldu. "Efendim canım?"

 

 

"Neredesin?"

 

 

"Annem sana söylemedi mi? Gelmeyeceğim ben bu akşam. Klinikte kalacağım."

 

 

"Abi, kendine çok yüklenmiyor musun? İşe başlayalı bir hafta oldu, sadece bir gece geldin eve."

 

 

"Buraya alışmaya çalışıyorum, Efsun. Muğla'da bıraktıklarımın yerini doldurmaya çalışıyorum."

 

 

Söylediğiyle duraksadım. "Abi..."

 

 

 

Birkaç kez ağzımı açıp kapadım. En sonunda "Senin suçun değildi." diyebildim.

 

 

 

 

Cevap vermedi. Derin bir nefes sesi duyduğumda, "Peki, öyle olsun. Ama hafta sonu evdesin, asla itiraz istemiyorum." diyerek telefonu kapattım. Ölen hastası için kendini suçlamayı asla bırakmayacaktı.

 

 

 

 

 

Salon koltuğunda uzanırken annemi de aradım. "Alo, hayatım. Neredesiniz? Ne yapıyorsunuz?"

 

 

"Bıraktığım notu almadın mı kızım?"

 

 

"Aldım. Ne yapıyorsunuz diye aramıştım."

 

 

"İşimiz var kızım. Ben seni sonra ararım." diyerek telefonu kapattığında, yaklaşık bir dakika ekranla bakışmıştım. Annemin normal tavrı değildi bu. Neyse ki eve geldiğinde öğreneceğimi düşünüp telefonu kenara attım.

 

 

Sıkıntıyla saçlarımı çekiştirip uzanmaya devam ettim. Eve girdiğimde yaşananlardan sonra sakinleşip, ferahlatıcı bir duş almıştım. Yemek yemek istemediğim için kahve içmiştim. Bu 3 saat sürmüştü. Evet. Yaklaşık beş kupa kahve içmiştim. Sanırım...

 

 

Gece uyuyamazsam bu benim suçum olmayacaktı.

 

 

Tekrar aklıma geldiğinde, yüzümdeki ifade donuklaştı. Güvenerek kendimi açmıştım ona. O ne yapmıştı? Her sinirli olduğunda böyle birine mi dönüşüyordu? Sinirini kontrol edemeyen, aslında kaba biri miydi?

 

 

Uzandığım yerden doğrulup oturur vaziyette duvar saatine baktım. Saat 22.00'a gelmişti. Yemek yemiş miydi acaba? Belki de gitmiştir. Beni korumalara bırakıp gitmiş olabilir miydi gerçekten?

 

Kalbimi paramparça eden adamın korumasına ihtiyacım yoktu zaten. Var mıydı? Hayır, yoktu. Onun yanımda duruşuna, beni koruyor diye sessiz kalmamıştım. Yalnızca yanımda durduğu için sessiz kalmıştım...

 

 

Düşüncelerim zihnimi karıştırmaya başladığında, telefonumdan rastgele bir şarkı açtım ve sesi yükselttim. Odama geçtim. Etrafı topladım. Dakikalar uzadıkça müzik zihnime etki etmemeye başladı. Kabullenememekle beraber bir süre daha oyalandım. Ama en sonunda, merakıma yenik düştüm ve odamın penceresini açıyormuş gibi yaparak aşağıya göz attım. Sayabildiğim beş koruma vardı. Hareketlenmeyle bana baktıklarında, onlarla ilgilenmiyormuş gibi yaptım.

 

 

İçlerinde Çakır yoktu.

 

 

Camı kapadım. Gözlerimin dolması anlamsızdı. Dudaklarımın, sanki birazdan oturup hüngür hüngür ağlayacakmışım gibi titremesi anlamsızdı.

 

 

Derin bir nefes alarak mutfağa geçtim. Canıma kastım varmış gibi hiçbir şey yemediğim günün akşamında, altıncı kahvemi içmek için bardak çıkarttım. Su kaynarken hava almak istedim. Az önce açtığım camdan gelen havayı, nefesimi tuttuğum için alamamıştım.

 

 

Balkon kapısını açtım. Tüm odalar zemin katta olduğu için balkon direkt bahçeye çıkıyordu. Aslında annemlere balkon mermerini kaldırıp, adım attığımız an toprağa geçmeyi teklif etmiştim. Ama kış ayında zorluk olacağı için kabul etmemişlerdi.

 

 

Balkona çıkacağım sırada su ısıtıcısının sesini duydum. Kaynayan suya kahve karıştırdım. Balkon temiz durmadığı için terlik giyinmeliydim. Mutfaktan hole geçtim. Terliklerimi giyinip geri döndüm. El alışkanlığıyla kapadığım ışığı geri açtığımda, karşımda gördüğüm Çakır korkuyla çığlık atmama sebep oldu.

 

 

"Ne yapıyorsun?!" Çığlığımın hemen ardından sorduğum soru, yüzünü buruşturmasına sebep oldu. Kulaklarına kapadığı elini indirirken konuştu. "Sesinin bu tonunu daha önce duymamıştım."

 

 

 

 

 

 

Utancım öfkemle birleşti. "Yumruğumun tonlarını da tatmak ister misin?" diye sordum. Söylediğime karşı şaşkınlıkla dudakları aralandı. Aynı zamanda eğleniyor gibi gülerek "Güzelliğinin tonları gibiyse olur." dedi.

 

 

Dedi? Ne dedi o?

 

 

Karmakarışık duygularla dolu ifadem, söylediğini sindirdiğim an da donuklaştı. Dudaklarım düz bir çizgi halini aldığında, çatılan kaşlarım düzeldi. O da benden farksızdı. Eğlenen ifadesi kayboldu. Sıkıntıyla gözlerime baktı. "Efsun-"

 

 

"Dışarı çık."

 

 

"Beni bir dakika dinler misin?"

 

 

Durdum. İfadesiz yüzüme bakarken, "Dinleyecek misin?" diye sorduğunda "Yarım dakikan gitti bile." dedim. Bana doğru bir adım attı ve "Özür dilerim. Amacım bana anlattıklarını yüzüne vurmak, kullanmak değildi. Sadece, anlaşılmak istedim. Kalbini kırmak yapmak isteyeceğim son şey bile değil. İnan bana, seni üzmek istemedim." dedi, hızlıca konuştuğu için nefesi düzensizleşmişti.

 

 

"Bitti mi?"

 

 

Kaşlarını çatarak ciddiyetimi sorguladı. "Bir şey söylemeyecek misin?"

 

 

Alayla güldüm. "Sınırlarımın arkasına saklandığım hayattan, ne söyleyebilirim ki?"

 

 

Elini bana uzattığında geri çekildim. "Efsun, lütfen. Yapma böyle."

 

 

Dayanamadım. Öfkeyle ileri atılıp burnunun dibinde durduğumda, gözleri kısıldı. İşaret parmağımı göğsüne yasladım. Yeşillerini kuşatan bir karanlık oluştu.

 

 

"Sen, öfkesini kontrol edemeyen bencil adamın tekisin." İfadesi yerle bir olduğunda, durmak yerine daha da bağırdım. "Beni üzmek istemediğini söylüyorsun. Ama seni anlamadığımı düşündüğün için kalbimi paramparça edebiliyorsun. Sen! Sen, işine geleni yapan, öfkesini kontrol edemeyen, bencil bir-"

 

 

"Yeter!" Yüzüme karşı bağırışıyla, belki de içim soğuyana kadar kapatmayacağım ağzımı kapadım. Dişlerini sıkarken, derin nefesler alıyordu. Titreyen ellerini yumruk yapıp açıyor, tekrar sıkıyordu.

 

 

Öfkesini kontrol etmeye çalışıyordu.

 

 

İleri gidip gitmediğimi düşünürken kızaran gözlerini gördüm. İleri gitmiştim. Hassas noktasının bu olduğunu bilerek söylemiştim.

 

 

Güçsüzce geri çekildi. Ona doğru bir adım attığımda, hızla arkasını döndü. İçeri girdiği balkondan geri çıkıp, gözden kaybolduğunda, ona uzanan elimi indirdim.

 

 

Bana yaptığının aynısını ona yaptığım için rahatlamam gerekmez miydi?

 

 

Oysa içimde zerre kadar bir rahatlama olmamıştı.

 

 

*********

 

 

Kulağıma gelen boğuk seslerle gözümü araladım. Birkaç saniye nerede olduğumu idrak etmeye çalıştım. Mutfak masasında uyuyakalmıştım. Önümdeyse hiç içmediğim kahve bardağım vardı.

 

 

 

 

"Dikkat et. Yavaş, dur, yavaş yürü." Annemin kısık sesiyle hole çıktım. Beni karşılarında gördüklerinde duraksadılar. "Anne? Baba? Ne oluyor?" Uykudan uyandığım için sesim oldukça boğuk çıkıyordu. Boğazımı temizlerken afallayan bakışlarında göz gezdirdim.

 

 

 

 

Babam, anneme dayanmıştı. Annemse sanki babam her an düşebilirmiş gibi kolunu sarmıştı. "Bir şey yok kızım. Hadi sen odana geçip uyu." Neden odamda olmadığımı bile sorgulamamıştı.

 

 

"Anne, görebiliyorum. Bir sorun var. Çocuk değilim ben. Hadi, söyleyin."

 

 

 

 

Kısa bir an bakıştılar. Babam, annemin sessiz kalmasına karşı "Biraz rahatsızlandım kızım. Ofiste başım döndü, düştüm. Ama korkulacak bir şey-"

 

 

 

 

"Ne?" diye bağırarak hızla yanına adımladım ve bir elimi koluna, bir elimi yanağına koydum. "Baba, iyi misin? Neden?" derken anlam vermeye çalışıyordum. Babam ömrü hayatında bir kez bile bayılmamıştı ki.

 

 

 

 

"Korkulacak bir şey yok, güzel kızım. Tansiyonum düşmüş. Şimdi iyiyim, bak." diyerek annemin kolundan çıktı. Annem bu yaptığıyla rahatsız olmuştu. Korku dolu gözleri babamın yüzünü turluyordu. "Bak, iyiyim."

 

 

 

 

"Ama-" diyeceğim sıra da, "Aması falan yok. Ben şimdi odama geçip uyuyorum. Siz de yatıyorsunuz. Sabah kahvaltıya-" dedi ve duraksadı. Gözleri boşlukta asılı kalırken endişeyle ona baktım. Devam etmeye çalıştı. "-kahvaltıya hepinizi-" Gittikçe kısılan sesiyle, yere düşen koca bedenini tutmaya çalıştım. Tutamadım. Annem "Tarık!" diye bağırarak yanı başına çöktü. Babamın başını kucağına aldığında, titreyen ellerini yanaklarına koydu. "Tarık! Kendine gel! Tarık!"

 

 

 

 

Bilincimi kaybetmiş gibi açılan ağzımla sadece onları izliyordum. Babam, uyanmıyordu. Ellerim saçlarıma giderken, bir kez bile yıkılmış görmediğim babamın, bilinçsiz halini idrak ettim. Dudaklarımdan kopan çığlık, içinde acınası bir korku barındırıyordu. "Baba!"

 

 

 

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%