@betulbasndrglu
|
Başka bir evren de
İclal'in canına kıymadığı
Cihan'ın sonsuz acıya dalmadığı
Ata'nın yalnızlığın ipine asılmadığı
Başka bir evren de
Geç kalınmamışlığın evreninde
*******
Geç kalmamıştım.
Umutla başımı arkaya yasladım.
"İclal geliyor abi."
Aceleyle doğrulup arabadan indim. "Güzelim?" Hızlı adımlarla birbirimize ulaştık. Daha yaklaşmadan kaldırdığım kollarımın altına girip, yüzünü göğsüme yasladığında saçlarını okşuyordum. "İyi misin?" Beni onaylayan fısıltılar çıkardı. Ardından kafasını kaldırıp bana sarılmayı bırakmadan konuştu. Gözleri kan çanağıydı. "Sana anlatmam gereken bir şey var. Sana anlatmazsan her an içine dalabileceğim bir şey." Ağlamamak için direnmeye başladığında kaşlarım çatıldı. "Ne oldu?"
Elimi tutarak "Gel." dedi. Arabaya ilerledik. Ata, İclal'e sarılıp son bir kez baş sağlığı diledi. Vedalaştıklarında arabaya bindik. İclal sürüyordu. Hiç konuşmadım. Ara sıra iç çekişleriyle ona bakıyor, kendini tuttuğunu görüp hüznümle önüme dönüyordum. Ne olduğu hakkında hiç bir fikrim yoktu. Her şey bitmişti sonuçta. Ortada bir düşman kalmamıştı.
Yoksa benim bilmediğim birileri daha mı vardı?
Kafamda kurduğum onlarca senaryoyla sahile gelmiştik. Arabadan indik. İclal'in yanına geçtiğimde onu beklemeden ben tuttum elini.
Bir daha asla bırakmamak üzere tutmuştum, henüz haberi yoktu.
Kayalıkların üzerine çıktık. Durgun denize bir adım kala düz bir yere oturduk ve merakla İclal'e döndüm. "Dinliyorum."
Derin bir nefes aldı. Bakışlarını denize çevirip dudaklarını araladığında sabırsızlıkla bekliyordum.
"Ben-" derken sesi titriyordu. Söylemekte bu kadar zorlandığı şey neydi?
Gözlerini kapattı.
Titreyen ellerini tuttum, gözlerini açtı.
Baktıkça daha da derinleşiyor gözleri. *
Konuşmadım. Sessizliğimle cesaretlendi, dudakları tekrar aralandı.
"Ben kendime bir söz vermiştim. Annemleri kaybettiğimde. Onların katilini bulduktan sonra bir hayatım olmayacaktı, bunun için kendime bir söz vermiştim."
"Ne?" Fısıldayışım, acı bir yumruydu boğazımda. Ölmek için kendine söz mü vermişti?
Aceleyle devam etti, sesi, acelesine rağmen bin bir duyguyla yoğunlaşmıştı.
"Sana kadardı bu sözün geçerliliği. Seni tanıyana, seni sevene kadar."
O geceyi hatırladım. Bana, hayatının vereceğim cevaba bağlı olduğunu söylediği geceyi.
Omuzlarım çöktü. Daha önce hiç bir sözüm, birinin hayatında bu denli önem taşımamıştı.
Sessizliğimi hatırladım. Ölmek istemesinin sebebi mi olmuştu sessizliğim? Onu öldüren ben mi olacaktım?
Bu düşünceler doldu gözlerime, ağırlığını taşıyamadım. Titreyen dudaklarımla yüzüm buruştu. Ellerimi çekmeye yeltenmiştim ki izin vermedi. Sıkıca tuttuğu ellerimle, acıya dalmama izin vermeden konuştu.
"Sakın kendini suçlama. Bilemezdin, o geceki sessizliğinin neye mal olacağını bilemezdin. Ama bak, karşılık göremememe rağmen kalbimi ısıtan duygularının beni nasıl kurtardığına bir bak. Buradayım, gitmedim. Babam öldü, aklımı kaybettim. Tekrar, ölmek istedim. Ama... Ama sonra bir şey oldu." derken hıçkırığı kesti lafını. Benim kendimi tutmama inat, o hıçkırarak ağlamaya başladı. Yine de gülümsüyordu.
"Sen bana bir kahve yaptın, evet, belki beni kurtarman için yeterli değildi ama, ben o kahvenin sıcaklığıyla ısındım. Seninle hep o içtiğimiz kahve var ya, bana elini uzatan ilk şey oldu. Yaralarımı sarmam için bir sebep sundu bana. Çünkü onu yapan sendin. Gidersem, bunu ne kadar özleyeceğimi fark ettim." Başını yana eğerek daha çok gülümsedi. Hafifçe kıvrılan dudağıma bakıp daha da çok.
"Sonra, sen tekrar sızdın o sebeplere. Babamın ölümüyle kuvvetlenen ölme isteğime karşı çıktın. Haberin bile yoktu, bir sarılışınla beni hayata döndürdüğünden haberin bile yoktu."
Nefes bile alamazken "İclal!" dedim. Benimle birlikte, bana yaşatmaktan vazgeçtiği acıyı yüreğimde hissederken sarıldım ona. Daha fazla tutamadım kendimi, hıçkırarak ağlamaya başladığımda şefkatle kollarını bana sardı. Az kalsın ellerimden kayıp gidecek olan elleri, saçlarıma çıktı. İnilti dolu sesim ona ulaşmak için can çekişiyordu.
"Özür dilerim! Özür dilerim, sana yaşattıklarım için! Özür dilerim, bilemediğim için!"
"Ağlama, bilemezdin. Ağlama ne olur!" derken kendisi de ağlıyordu. Daha sıkı sarıldım.
Burnuma dolan kokusu, ölümden önce son soluğum olsun istedim.
Kalbimde hissettiğim şefkati, hissettiğim tüm duyguların sahibi olsun istedim.
Saçlarıma karışan elleri, bundan sonra ki tüm gündüzlerimi arasından doğursun istedim.
Varlığı, varlığıma yol olsun istedim.
"Benim de sana söylemem gereken bir şey var." dediğimde yavaşça ayrıldı benden. Yaşla kaplanan yanaklarını sildim. Konuşmamı bekleyen gözlerine, gülümseyerek baktım. Alnımı alnına yasladığımda hala bekliyordu. Korkusunu hissettim, kötü şeyler duymaya alışmış ve her söylenecek sözü korkuyla bekliyordu.
Bundan sonra asla, korkmasına izin vermeyecektim.
Dünyamı aydınlatan sesiyle konuştu.
"Söyle hadi."
Işığına gözlerimi kıstım.
"Seni seviyorum, İclal."
Şaşkınlıkla duraksadı, yüzüne bir an için yerleşen, canıma can katan gülümseyişiyle gülümsedim. "Seni çok seviyorum. Bunu bu kadar geç anlamamam gerekirdi. Kendimi kandırmamam, korkak olmamam gerekirdi. Beni affedebilecek misin? Seni bu kadar beklettiğim için."
Hayretle dinliyordu beni, inanamıyormuş gibi kaşlarını çatıp denize döndü. Bir süre bakakaldı, orada ne gördü bilmiyorum ama bana dönerken yüzüne yerleşen ifade de bir gülümseyiş yoktu.
"Eğer ben bugün, o karanlığa adım atmış olsaydım, vazgeçmemiş olsaydım, çok geç kalmış olacaktın. Yaşayacağın pişmanlığı, acıyı düşünebiliyor musun?"
"Özür dilerim."
"Dileme. Özrüne değil, sana ihtiyacım var. Yalvarırım, bundan sonra geç kalmayalım! Hiç bir şeye, yalvarırım!"
"Kalmayacağız güzelim. Kalmayacağız." dedim ve mümkünmüş gibi, bir öncekinden daha sıkı sarıldım. Asla usanmadan yapacağım tek şeydi ona sarılmak.
Saçlarını okşamak, kokusunu, sesini duymak.
Usanmadan yapacağım tek şeydi.
*****
Dalgalar hızlanmıştı. Bir kaya kadar yukarı çıkmış, ömrüme katılan kadını omzuma yatırmıştım. O denizi izliyordu, bense onu.
Düşünüyordum. Maviye de dalmamıştım, niye boğuluyordum ki?
Dediği gibi, eğer vazgeçmemiş olsaydı, çok geç kalmış olacaktım.
Acısına nasıl katlanırdım? Ölümüne nasıl dayanırdım? Gözlerimi yumdum. Hiç anlamamış, hiç fark etmemiştim. Ben nasıl bir adamdım ki gözlerine bakınca görememiştim?
"Hey!"
İrkilerek açtım gözlerimi. "Ne oldu?"
"Asıl sana ne oldu?"
Dudaklarımı birbirine bastırdım. Aptallığıma yanıyordum. Oysa beni suçsuz olduğuma inandırmak istiyordu. Suçluydum. Anlamam gerekirdi.
"Anlamam gerekirdi. Sana-" derken nefesim tıkandı. Fısıldayarak devam ettim. "Sana bir şey olsaydı dayanamazdım İclal. Yapamazdım. Daha fazlasına." derken beni susturdu.
"Ama bir şey olmadı. Bak, ben buradayım. Yanındayım. Hiç bir yere gitmedim. Bu da senin sayende oldu. Anlasana. Sen olmasaydın ben de yoktum." dedi, tane tane. Küçük bir çocuğu ikna etmeye çalışır gibiydi. Burukça gülümsedim. "Sen olmasaydın ben de yoktum." diye tekrar ettiğimde o, benim aksime keyifle gülümsedi. Kafasını yana yatırarak beni izlemeye başladığında bu sefer kafamı çevirmedim. Bende onu izledim. Yüzümü turlayan gözlerini, ara sıra genişleyen gülümseyişini, ufak burnunu. Aniden, içimden gelen bir istekle, burnunun ucunu öptüm. Geri çekilirken yüzüme oturan gülümseyiş, az önceki burukluktan çok uzaktı.
Yanaklarının kızarışını saniye saniye izlediğimde gülümseyişim büyüdü. Ona da bulaştı. Alnını alnıma yasladığında, elleri, hep bu anı beklermiş gibi yanaklarıma çıktı. "Seni seviyorum, Sancaklı. Seni çok seviyorum."
"Duygularımız karşılıklı, İlhanlı."
Kıkırdayışı, uğruna şiir yazılacak cinstendi. Ben de güldüm, gülerken kısılan gözlerimle yazdım şiirimi.
Bizim şiirimiz, birbirine karışan gülüşlerimizdi.
"Hadi gel." dedim ve ayağı kalkıp elimi uzattım. Önce elime baktı. Ardından gözlerime. Gülümsedim. Bugün ne çok gülümsemiştim böyle.
"Hadi." diyerek ısrar edip parmaklarımı oynattığımda güldü ve elimi tutup ayağı kalktı. Hiç gecikmeden parmaklarımızı kenetledim. Kayalıklardan indik. "Nereye?"
"Yaşayamadıklarımızı yaşamaya. Geç kaldıklarımızın üstünü örtmeye. Bu günü anılarımızla dolduracağız. Her bir saniyesini, mutlulukla. Hüznü karıştırmadan. Var mısın?"
Gözleri irileşti. "Deli misin? Hep bu günü bekledim." Başım gür kahkahamla arkaya düştüğünde, hayran bakışlarına şahit oldum. Bu yüzüme yaramaz bir sırıtma oturttu, oysa utanarak yürümeye başladı. "Hadi gel. Sahilde yürüyemedik hiç seninle. Aslına bakarsan koşuşturma haricinde hiç yürüyüş yapmadık." dedi. Bende ona eşlik ettim. Ama yürürken elimi bırakmıştı. Tutmadan önce mırıldandım. "Bir daha elimi bırakma." Bakışları hızla bana döndü. Gözleri parlıyordu. Sıkıca tuttu. "Bir daha asla!"
Yarım saat kadar yürüdük. Bu sırada her baktığımız yerden bir anı çıkarıyor, birbirimize anlatıyorduk. Anlattıklarımızın mutlu anılar olmasına dikkat edip, hiç durmadan gülüyorduk. Söylediği son cümleyle tekrar güldüm. "Ne yani? Beş yaşında bir ufaklıksın ve canın sıkıldığında evi terk edebileceğini mi zannediyorsun?"
"Ya ne bileyim işte. Annemin ne yaptığını hatırlamıyorum. Sanırım istediğim çikolatayı vermemişti. Ben de bir çanta bulup içine en sevdiğim oyuncaklarımı koymuştum. Sadece oyuncaklarımı." dedi ve gülerek ekledi. "Annem asansöre binemeden yakalamıştı beni. Çok garipti. Yanıma bir de sandalyemi almıştım."
"Sandalye mi?"
"Evet. Küçük, mor bir çocuk sandalyem vardı." dedi ve utana sıkıla, ellerimin arasında olmayan elini yüzüne kapadı. "Ne kadar da aptalmışım?"
"Beş yaşında başka ne olacaktın ki?" dediğimde sahte bir sinire büründü. Elinin tersiyle omzuma vurup "Olsun, sen deme." dedi. Gülüşüm hafifledi, elimi çenesine götürüp başını kendime çektim ve saçlarını öptüm. Gözlerini kapattı. O an, saniyeyle geçmedi. Geçmedi de zaten. Yürümeye devam ettik, yoldan geçen kestaneciden kestane aldık. Ama o an hiç geçmedi. Dudaklarım hala saçlarındaydı, gözleri hala kapalıydı.
Kestanelerimiz bitti. "Acıkmışız ya. Yemek için nereye gitsek?"
Dışarıda yemekte yiyememiştik hiç, keyif yapacak vaktimiz olmamıştı.
"Kadıköy'de ki el yapımı makarnacıya mı gitsek? Hep duyuyordum ismini."
"Gidelim hadi." diyerek yürüdüğümüz sahil yolunu geri dönecektik ki, güneşin ufukla buluştuğu manzaranın önünde oturmuş, gitar çalan grupla duraksadık.
İclal İlhanlı
Sevdiğim adamla el ele yürüdüğüm yollar anılarıma kazınırken bu günü asla unutmayacağımı fark ettim. Ölümün kıyısına kadar gidip, kokusuyla ilişkilendirdiğim kahvenin beni nasıl vazgeçirdiğini unutmayacaktım. Sarılışıyla nasıl bir noktadan döndüğümü, gidersem kaybedeceklerimden nasıl korktuğumu unutmayacaktım.
Ama artık korku yoktu. Artık sadece huzur var olacaktı.
Mutluluğun kapısını açmıştım, şimdi yalnız yaşam var olacaktı.
Yaşayacaktık, çünkü bunu hak etmiştik.
Arabaya ulaşmak için yürüdüğümüz yolu geri dönecektik ki kulaklarımıza dolan seslerle duraksadık. Merakla başımı çevirdim. Genç bir grup gitar çalıyordu. Çaldıkları şarkıya kulak verdim. Berk Baysal'ın 'Yaralarını Ben Sarayım' şarkısı ile gözlerimi kapattım. 2021 çıkışlı bir şarkıydı. Bu şarkıyı dinlerken henüz Cihan ile tanışmamıştık. Demek mırıldandığım sözlerin sahibi oydu. Gülümseyerek gözlerimi açtım ve zaten bana dönük olan gözlere baktım. Yüzümü seyrederken o da gülümsüyordu. "Anısı mı var?"
"Öyle de denebilir." dedim ve elimle onu çekiştirdim. "Hadi, gel. Eşlik edelim."
Tereddüt etti. "Bilemiyorum." dediğinde kaşlarımı kaldırarak "Hadi ama! Korkuyor musun?" diyerek sataştım ona. Sırıttı. Direnmeyip adımlarıma ayak uydurduğunda gruba yaklaşmıştık. Bizi görüp heyecanlandıklarında selam verdim. "Merhaba gençler."
En fazla bir iki yaş vardı aramızda. Ona rağmen kendimi büyük hissettim.
Hiç yaşamadığım duyguların verdiği cesaret vardı üzerimde.
"Merhaba." diyerek hayran bakışlarına engel olmayan genç kıza, kocaman gülümsedim. Odağı ellerimizdi.
"Gitarı alabilir miyim acaba? Az önce başladığınız şarkıya devam etmek istiyorum da." dediğimde Cihan elimi sıkmıştı. Ona döndüm. Ciddiyetimi sorguluyordu. Göz kırpıp önüme döndüğümde müthiş bir heyecana kapılmıştım. Gitar çalmayı küçükken öğrenmiştim. Annemlerin ölümünden sonraysa ilk kez, kendi evime çıkınca çalmıştım. Sonrasındaysa, bir daha bunun için vaktim olmamıştı. Ama kaderin cilvesi ki, bu şarkıyı dinleyince yeniden çalmak istemiştim. Bir iki defa çalmış olsam da, hala hatırlıyordum.
Gitarı boynumdan geçirdim. Cihan'a döndüğümde etkilenmiş bakışları içten içe keyif verdi. Sırıtarak, özlediğim tellere parmaklarımı yerleştirdim. Başladım. Ama tek başlayan ben değildim.
"Olmuyor böyle. Günüm gecem bir çile. Yağmurun sesine senden bahsedeyim."
Şaşkınlıkla gözlerim irileşti. Cihan, bana eşlik ediyordu. Sesinin bu denli güzel oluşu, parmaklarımı birbirine dolamıştı. Kendime gelerek toparlandım ve o da, heyecanımı hissederek gülümsedi.
Devam ettik.
"Sen canımı en çok yakansın. En kıymetli zamansın. Güzelsin ya elbet, eminim sen banasın." derken göz kırptı ve yanıma yaklaştı.
"Dur, Yanıma öyle yanaşma. Doğru söylemem inanma. Severim seni yine elbet, Sen buna aldanma."
Sesi, ihtiyarlamış kalbimi zorluyordu. Akan bir damla yaşımla söyleyeceklerini bekledim. Onu bekledim.
"Gel, yaralarını ben sarayım. Ömrümü ömrüne katayım. Bir gün gülersek eğer yoluna güller katayım."
Güldüğüm gün bu gündü. Yollarıma güller katmasına gerek kalmamıştı, sevgisini sermişti önüme. Yaşlarım arttı. Hayatımda ilk defa mutluluktan ağlıyordum. Yavaş adımlarına eşlik ettim. Hafifçe sallanıyorduk. Bir adım sağa, bir adım sola... Ama yeri hissetmiyordum, hissettiğim tek şey onun varlığıydı. Her şeyiyle var oluşu.
"Dur, yanıma öyle yanaşma. Doğru söylemem inanma. Severim seni yine elbet, sen buna aldanma."
Dudaklarım aralandı. Yükselen sesine bende katıldım.
"Ah, canımı yakıyor. Ah, beni öldürüyor. Ah, canımı yakıyor. Ah, beni öldürüyor."
Ve alçaldı sesimiz, kelimelerin ağırlığıyla.
"Gel, yaralarını ben sarayım.
Ömrümü ömrüne katayım.
Bir gün gülersek eğer yoluna güller katayım.
Dur, yanıma öyle yanaşma. Doğru söylemem inanma. Severim seni yine elbet, sen buna aldanma."
Sözler bitti, notalar bitti. Ama yaşadığımız an bitmedi. Gitarı sahibine teslim ettik. Bakışlarımız birbirinden kopmazken ellerimiz birleşti. Hiç konuşmadan yürümeye başladık. Ama hala şarkı söylüyorduk. Hala orada, benim ellerim gitarda, onun elleri belimde, şarkı söylüyorduk.
*****
"İnanılmaz lezzetli değil miydi?" Peçeteyle dudaklarına bulaşan sosu silip suyundan bir yudum aldı ve "Aşırı." diyerek beni onayladı. Sevindim. Doyurduğumuz karnımızla üzerimize binen sakinlik uykumu getirmişti. Çok yorulmuştum ama gün bitsin de istemiyordum.
Gerçekten çok garipti. Ölümü isteyerek uyanmıştım. Babama veda edip hayata gözlerimi yummak için uyanmıştım.
Ama şimdi ölümsüz olmak, onunla olmak istiyordum. Onunla var olmak istiyordum.
Hesabı ödeyip kalktık. Düşündüklerimin sessizliği vardı üzerimde. Cihan'da sessizdi. Bugün, bana ayak uydurmaya çalıştığı her halinden belliydi. Ben konuşursam konuşuyor, susarsam susuyordu. Beni yormamaya çalışıyordu. Gülümsedim. Bakışları üzerimde olmalı ki o da gülümsedi. "Ne düşünüyordun?"
Adımlarımı yavaşlattım, sonra durdum. Kadıköy sahile kadar yürümüştük. "Oturalım mı biraz?" diye sorduğumda "Gel." dedi ve elimden hafifçe çekiştirerek bir banka yürüdü. Sırtına bakarken de gülümsüyordum. Aşk beni şapşallaştırmıştı.
Oturduğum da rahat etmek için bacak bacak üzerine attım. O da sağ ayağını sol dizine almış, hafifçe aşağı kayarak oturmuş ve başını geriye yaslamıştı. Kapalı gözlerine baktım. Yara izi tekrar dikkatimi çekti. Elimi alnına koyup yarasını okşadım. İrkilerek gözlerini açtı. Kasılmıştı. "Artık anlatacak mısın bu yaranın nasıl olduğunu?"
"Neden merak ediyorsun?"
"Çünkü seninle ilgili." Yüzüme masum bir ifade oturttum. Onunla ilgili olan her şeyi merak ediyordum. Bir kaç saniye düşündü, ardından tekrar gözlerini kapattı.
"Abim yaptı." Yüzümdeki gülümseyiş soldu. Kaşlarım çatılırken yanan gözlerimi kırpıştırarak elimi çektim. Birbirine bağladığım ellerime bakarak mahcupça "Özür dilerim, hatırlatmak istemezdim." dedim. Doğruldu. Bana döndü. İki elimi de tutarak gözlerimi yakalamaya çalıştı.
"Bir şeyi hatırlattığın yok. Ben kötü anıları sildim kafamdan. Üzülme sakın. Bu izin bende ki tek anlamı, yakışıklılığıma sürülen bir leke." dedi, içimi rahatlatmak için yaptığı espriye gülerek. Yarım yamalak gülümsedim. Denize çevirdim bakışlarımı.
'İnanayım mı sence? Gerçekten unutulabilir mi kötü anılar?'
'Unutulmaz, sadece alışılır. Ama sen inanmış gibi yap. Hem, kendini düşün. Sende unutamadın ama o yanındayken canın yanmıyor, değil mi? O yanındayken hangi kötü anını hatırlıyorsun, İclal?'
Cihan'a döndüm. Kocaman gülümsedim. "Bence bir leke sürülmemiş." dediğimde çapkın bir bakış attı. Sırıttım ve göz kırpıp ellerimi çektim. Yaptığımla bozuldu. "Ama-" diyerek çocukça bir tonda konuşacaktı ki onu durdurdum. "Ellerimi çektim çünkü sen elimi tutarken mantıklı düşünemiyorum. Ve şu an son noktasını koyacağım bir konuşma yapmam lazım."
Yüzündeki ifadeye endişe oturdu. "Korkma, dedim ya. Son kez bu konuyu konuşacağız."
Başını salladı. Derin bir nefes alarak konuşmaya başladım.
"Ben kendimi bildim bileli yalnızdım, Cihan. Ailemle yaşadığım on yılın sadece bir kaç anını hatırlıyorum. Sonra, sana kadar, hatırlanmaya değer bir hayatım olmadı. Acıyla, korkuyla, savaşarak geçen on üç sene. Böyle olunca, ben de kendime bir söz verdim. Ailemin intikamını aldıktan sonra onlara kavuşmak için. Çünkü onlara kavuşunca, her gün beni diri diri yakan bu yalnızlıktan kurtulacaktım. Bu sözümle güç aldım, intikam hırsım daha da büyüdü, beni ayakta tuttu. Sonra sen geldin. Başta bu pis oyuna dahil olmak istememiştim ama iyi ki de dahil olmuşum. Yalanlarla, dolanlarla yanına girdim. Hayatımda yaptığım en güzel hatam bu oldu benim." dedim ve başımı hafifçe yana yatırarak derin bakışlarına karşılık verdim. Kahverengi gözleri zifir gibi olmuştu, korkmadan kaybolduğum tek karanlıktı. İçimi dökmeye devam ettim. "Başta seni bir görevin aracısı olarak görüyordum sadece. Benim için o binadaki anahtardın. Dosyaya ulaşıp ailemin katilini bulmama yardımcı olacak bir anahtar. Bendeki bu anlamın ilk ne zaman değişti biliyor musun? Seni altı kişiyi öldürmekten göz altına aldıkları gün, yanına geldiğimde, sana gerçekleri anlatacaktım. Bunu aklıma koymuştum. Ama yapamadım. Ben o gün, seni kaybetmekten ne kadar korktuğumu fark ettim. Sözümden ilk defa o gün dönmek istedim. 'Artık!' dedim. 'Artık yalnız değilim.'"
Dudakları hafifçe yana kıvrıldı. Hayran kalınası yüzünü incelememeye çalıştım, aklım dağılıyordu. Gözlerimi kırpıştırarak devam ettim.
"Sana 'Artık gölgemde seni görmek istemiyorum.' dediğim anı hatırla. Onu söyleme sebebim, ben sana kendimi kaptırmışken, senin bir önceki gece Ata'ya beni kız kardeşin gibi koruyacağını söylemendi. Seni duydum." dediğimde şaşkınlıkla gözleri irileşti. "Sen! O yüzden mi?" derken fazlasıyla şaşırdığı belliydi. Güldüm. Çektiğim acıyı hatırlayıp, güldüm. Kafa salladığımda aceleyle konuştu. "Ben onu söylerken, kendimi kandırmaya çalışıyordum. Bundan da haberin var mı, çok bilmiş?" dediğinde gülüşüm silindi. Şimdi şaşırma sırası bendeydi. "Nasıl yani?"
"Doğruları öğrenmiştim. Sana hem kızgın hem de kırgındım. Bu yüzden, bir süredir hissettiğim şeylere öfkelendim ve kendimi seni kardeşimmiş gibi koruyacağım konusunda ikna etmeye çalıştım. Sandım ki bunu Ata'da bilirse işim kolaylaşır. Ama öyle olmadı."
Sabırsızlıkla devam etmesini bekledim. Girdiği hiddetten sıyrıldı, sakinlikle konuştu. "Kendime açıkça itiraf etmem uzun sürdü. Ama ben de ilk o gün fark ettim. Sen olmadan olamazdım. Bunu o gün anladım, İclal. Beni geri püskürtmeye çalıştığın gün, sensiz ne yapacağımı düşünüp durduğum gün."
Akan bir damla yaşımı hızla sildi. "Şş, ağla diye söylemedim. Üzülme, ağlama ne olur!"
Kendimi sıkarak ağlamamaya çalıştım. Yok yere kendimize acı çektirmiştik. Yok yere! Elini indirince devam ettim.
"O gün, söylediklerini duyduktan sonra yalnızlığımın devam ettiğini sandım. Sen de yoktun, kimsem yoktu, o zaman neden sözümden döneyim ki diye düşündüm. İntikam alıp toz olmanın hayalini kurdum. Hatta sana bir mektup bile yazdım. Ben gittikten sonra eğer bakarsan, görebileceğin bir mektup. Odamdaki aynanın önünde duruyordu. Ama sen... Sen bana öyle güzel bakıyordun ki bu hayalin bir ayağı hep kırık oldu. Yürüdüğüm yolda sendelemeye başladım. Acı çekerken ölmeyi isteyip, seni görünce yaşamak istiyordum. Sonra-" derken sesim kısıldı. Gözlerimi kapatıp devam ettim. İçime işleyen, beni ne zaman terk edeceğini bilmediğim acımı görmesin istedim. Onunla geçirdiğim bir kaç gün daha yeterdi sanırım.
"Babam öldü. O günün gecesi, yatağa, babamın mezarında kalbime sıkacağım tek bir kurşunla ölmek isteyerek girdim. Uyandım. Ölüm, yaşamın tüm anlamlarını elimden alarak kendini alıştırmıştı bile. Kahvaltıya indiğimde benim için hazırladığın masa bir hiçti. Bana söylediklerin bir hiçti. Bana bakışların bir hiçti. Çünkü görmüyordum. Göremiyordum. Dedim ya, ölüm kendini alıştırmıştı bile." dediğimde gözlerini sertçe kapayıp açtığını gördüm. Resmen karşımda acıyla kıvranıyordu! Fısıldayışını duydum.
"Ben sen olmadan ne yapardım?"
Dudaklarım titredi.
Ölümde kalırdı gözün. Ardıma düşmek isterdin belki.
Belki de unuturdun. Hayat ya bu... Alışırdın bir zaman sonra.
Bunları ona söylemedim. Bazı doğrular konuşulmazdı.
Onun yerine, "Senin yaptığın kahvenin kokusuyla açıldı gözlerim. Yetmezmiş gibi, öyle güzel sarıldın ki... 'Gitme.' dermiş gibi. O an anladım, her şeyden çok sana alışmışım ben bu hayatta." dedim. Bu mucizeyi görmesini istiyordum.
Gözlerini gözlerime dikti. Söylediklerimin doğruluk payını ölçüyordu. "Yemin ederim. Doğru söy-" Kollarını aniden etrafıma sararak lafımı böldü. Sımsıkı sarılışına karşılık bile veremiyordum. Kollarım altında kalmıştı. Biraz burukluk, biraz huzurla gülümsedim. Başımı omzuna yaslayıp gözlerimi kapattım. Koca kalpli, güzel adam. Öyle çok korkmuştu ki öğrendikleri karşısında. Gerçekten, beni kaybetseydi çekeceği acıyı, bunu bilemediği için çekmişti.
"Bu konu son kez konuşuldu Cihan. Bir daha ölümden bahsedilmeyecek, bir daha hüzün karıştırılmayacak. Tamam mı? İyiyiz ve beraberiz. Gördüğümüz tek gerçek bu olacak." Yavaşça mırıldanışıma, saçlarımı öperek karşılık verdi.
Şimdi hissettiğim tek şey, huzurdu.
******
Çoğu zaman, insanlara çok fazla anlam yükleriz. Bazıları bunu hak eder, bazılarıysa büyük bir hatadır.
Hak edenler, yüklenen anlamı taşıyabilenlerdir. Öyle ya, yüklenen anlam bile olsa bir yüktür.
Hata olanlar, bu yükü taşımayı beceremeyip, savurganlık yapanlardır. Sevgimizi savururlar, verdiğimiz değeri savururlar, sanki ardında fazlasıyla varmış gibi. Hata yapmayı bıraktığınız gün, arkalarına dönüp bakarlar. Yoklukla karşılaşırlar.
Ama anlamını hak eden insanlar, ne yoklukla karşılaşırlar, ne de karşılaştırırlar. Onlar sizin için hep var olması gerekenlerdir. Var etmeniz gerekenler.
Var etmem gerekenleri seçmiştim.
Ve şu an karşımda, yaptığım tatlı için kavga ediyorlardı.
"Senin parçan daha büyük!"
"Oğlum neresi büyük lan? Bak! Aynı işte."
"Hayır! Aynı değil. İclal sana torpil geçiyor." diyerek bana delici bakışlar atmaya başlayan Ata'ya, kahkaha atarak tepki verdim. Hatta öyle ki, oturduğum sandalyeyle arkaya doğru sarsıldım. Cihan hızla elini uzatıp beni yakaladı. Neredeyse düşecek olduğum için endişeye bürünen ifadesine bakıp, gülmeye devam ettim.
"Çocuk gibisiniz!" derken zar zor gülüşümü bastırmıştım. "İkinci tepsiden haberiniz yok galiba. Arkanıza bakın." dediğimde hızla arkaya döndüler. Dönüşleri ayrı komik, gözlerinde beliren ışık ayrı komikti. Ata resmen yerinden fırlayıp ikinci tepsiyi aldı. O sırada tüm yüzüme yayılan gülüşümle Cihan'a baktım. O da gülümsüyordu. Hem de gamzeleri çıkacak kadar.
Birbirimize olan bakışlarımız anlamlı bir hal aldığında, gözlerim doldu.
Elimin altındaki çatalı sıktım. Ağlamamam gerekiyordu. Şu an, burada, sinir boşalması yaşayamazdım.
"Siz ikinci tabakları servis edin. Bana koymayın, iki dakika lavaboya gidip geliyorum."
"Tamam yenge." Ata'da da bu huy yeni çıkmıştı. Bazen 'İclal' bazen 'yenge'. Çok hoşuma gidiyordu, orası ayrı.
Gülerek girdiğim oda da, ağlayarak duvara tutundum. İçimdeki tüm zehri akıtırcasına ağlıyordum. Sanki birisi damarlarıma panzehiri vermiş, bende iyileşiyor gibiydim. Acı verici, aynı zamanda da rahatlatıcıydı. Ağladım, ağlayamadıklarıma da ağladım.
En hafif gülümseyişime ulaşana kadar ağladım.
Bir kaç dakika geçti, çöktüğüm duvar kenarından yanaklarımı silerek kalkacaktım ki arkamdaki kapı açıldı.
"İclal?" Düşer gibi çöktü yanıma. Saçlarımı geriye iterek yüzümü açığa çıkardığında, aceleyle konuştum. "Korkma! Korkma, iyiyim. Ufak bir sinir boşalmasıydı sadece." dedim, gülümsemeye çalışarak. Gerçekten de öyleydi.
Memnuniyetsizce yüzünü buruşturdu. "Ağlamana dayanamıyorum."
İstemsizce akan yaşları, sildi. "Akıttığın her bir yaş benim içime kor olarak düşüyor. Ağlama güzelim. Yakma canımı."
Ağlama güzelim. Yakma canımı.
Yakma canımı.
Tek kelime etmedim. Boynuna sardığım kollarımla aynı anda hissettim, belimdeki ellerini. Çekebildiği kadar çekti beni kendine.
"Nasıl anladın?"
"Seni anlamak için sesini duymama gerek yok. Aldığım nefessin. İçime işlemişsin."
(Ama anlamadı. Gözleri kapalıyken, kalbi kapalıyken, İclal'in ölümüne neden oldu, anlamadı.)
******
"Uyudun mu? Ballı süt yaptım sana." diye seslendim. Uyumuşsa bile sesime uyanacaktı adam.
Ellerimi kurulayıp mutfaktan çıktım. Misafir odasına yürürken sessiz olmaya çalışıyordum. Sanırım uyumuştu.
İçeri girdim. Evet, uyumuştu. Ama yorganı üzerine almadan. Özenle ayağının altına katlayıp bırakmıştı. Kaşlarımı çatarak yanına ilerledim. Deli mi bu adam? Buz gibi soğukta niye üstü açık yatıyor? Yorganı kaldırıp üzerine örttüm. Yüzüne düşen saçları nefesiyle havalanıyordu. Haline gülümseyip doğrulmuştum ki arkamda birinin varlığını hissettim. Dönüp baktım. Cihan, kapıya yaslanmış, anlamlı gözlerle Ata'ya bakıyordu.
"Neva hanım ölmeden önce, belki gelir de örter diye üstünü açık bırakıyordu. Sürekli hasta olurdu bu yüzden. Uyuyana kadar örtmeme izin vermezdi. Uyumasını beklerdim. Kalkınca kızardı bana, 'Niye örtüyorsun? Annem gelip örtecek.' derdi. Yine yapmış."
Söylediklerini anlamam kısa, sindirmem uzun sürdü. Titreyen dudaklarımı birbirine bastırıp Ata'ya döndüm. Annesi ölmüştü, artık hiç gelmeyeceğini bilmesine rağmen, yine yapmıştı.
Şefkatle saçlarını okşadım, yüzüne düşenleri geriye attım. Cihan yanıma gelene kadar, acısını nasıl azaltabileceğimi düşünüyordum. Yükünü nasıl hafifletebileceğimi.
Belimden tutup çekti beni. "Gel güzelim. Hadi."
Odadan çıktık. Kapısını kapatıp salona girdik. Geniş olan tekli koltukta, yüzümüzü görecek şekilde, karşılıklı oturduk. Dizlerimiz değiyordu. Başımı elime yaslayıp onu seyrettim. Muhtemelen yanımıza gelmeden önce okuduğu kitabı alıp arkaya koyacakken onu durdurdum. "Ne okuyordun?"
Bakışları beni buldu. Sakinleştirici sesiyle konuşmaya başladı. "Haydar Ergülen. 40 şiir ve bir..."
"Şiir okumayı seviyorsun demek." Sesim, hayranlığı kılıf edinmişti. Başını salladı. Hafifçe gülümseyip, "Hadi, sevdiklerinden birini açıp oku." dedim. O da gülümsedi. Sık sık açıldığı belli olan, diğer sayfalara kapanmayan yere parmağını geçirip açtı.
"KİRALIK
Bu sabah şu denizi kirala, mavi mavi hatırlayalım birbirimizi, bu öğlen güneşi kirala da bir daha soğukluk girmesin aramıza, bu ikindi tembelliği kirala, belki gölgesinde kedin olurum senin, bu akşam bahçeyi kirala, elimizde büyüsün gül, menekşe, yasemin, bu gece uykuyu kiralarsan, rüyama yalnız senin gözlerini konuk ederim, bu bahar bu gövdeyi kirala, vücut kitabında tozlandı kelimelerim, bu ders coğrafyayı kirala, hadi teneffüse çıkalım toprağıyla, suyuyla, bu teneffüs bir yolculuk kirala, hiç mola vermeden yürüyelim arkadaşlığa, bu sefer bir yelkenli kirala, rüzgar nereye götürürse yürek oraya, bu yaz bu sokağı kirala, kapıları aç, yalnızlığı yalnız bırak odalarda
Kiralama bu şiiri, şairin olurum yoksa!"
Kiralamak istiyorum...
Kitabı kapatıp gözlerime baktı. Yüzünde yaramaz bir ifade vardı. "Beğendin mi?"
"Çok." Ses tonum utanmama sebep oldu. Kendime gelmeye çalışarak bakışlarımı ondan çektim. Gülümsememe engel olamıyordum.
"Ne oldu? Bir kızardın sanki." diyerek parmak uçlarıyla yanaklarıma dokundu. Bu sefer sesli bir şekilde güldüm. Ellerini ittirirken "Sıcak olduğu için kızardım. Sen ne sanıyorsun acaba?" diye sordum. Resmen belamı arıyordum.
Başını koltuğa yaslayarak kollarını dizlerine yasladı. Bakışları hayra alamet değildi. Beni utandırmaya ant içmiş gibi "Etkilenmiş olabilirsin." dediğinde, cama dönüp bir kahkaha attım. Bu, verecek bir cevabım yok, demekti.
Bu halime, gamzelerini gösterecek kadar çok gülümsedi. Sessizleştiğimde, dudakları aralandı.
"Gülüşün, gecemi aydınlatıyor. Sesin, ferahlık veren bir esinti sanki.
Huzura olan uzaklığımı sana bakarak ölçüyorum. Ayrılığımıza ölümü, gözlerine yaşamı yüklüyorum.
Sen uyuyunca bitiyor günüm, sen uyanınca başlıyor. Günüm ellerinden doğuyor.
Varlığını koyuyorum çantama. Yokluğunu yakıyorum, kötü anılarla.
Güzelliğinin gölgesi vuruyor yüzüme. Kendimi değerli sanıyorum. Oysa şimdi anlıyorum. Benim değerim, beni kendine yakıştıran sen de. Ben, senin için yaşıyorum."
Nefesimi tutarak dinledim. Sakin kalması için direndiğim kalbime elimi bastırıp, yavaşça mırıldandım. "Bu hangi kitaptan?"
Dudakları iki yana kıvrıldı. Elini, kalbimin üstünde olmayan elime götürüp kendine çekti.
Şimdi bir elim kendi kalbimde, bir elim onun kalbindeydi.
"Kitap bu. Yazarı da sensin."
Sanırım kriz geçirerek ölmemi istiyor. Yaptıklarının başka bir açıklaması olamaz.
"Cihan." diye mırıldanırken söyleyecek söz bulamamıştım. Kalbime dokunan sözlerine, verecek bir cevabım yoktu.
O da bir cevap beklemedi zaten. Bunun yerine, oturduğu koltukta aşağıya kayarak başını dizlerime koydu. Hala tuttuğu elimi saçlarına koyduğunda gözlerimi kapattım.
Huzuru yaşamak bu muydu? Hissetmekten öte, yaşamak...
*******
"Güzelim! Hadi ama! Ağaç olduk burada!"
"Doğru söylüyor yenge! Meyve vermeye başladı hatta-" derken bir boğuşma sesiyle Ata'nın sesi kesildi. Güldüm.
"Geliyorum geliyorum." derken bunu beşinci kez söylediğimi fark ettim. Ne yapayım yani özeniyorsam? İlk defa vakit geçirmek için dışarı çıkıyorduk.
Özenle maşa yaptığım saçımı son kez kabartıp üzerimi kontrol ettim. Siyah dar paça pantolon, haki yeşili düz tişört ve siyah deri ceketimle donmaya ant içmiş gibiydim. Ama güzel olmuştum, vazgeçmek yok (!). Kolyemi ve saatimi düzeltip "Tamamsın kızım." diyerek çantamı elime aldım.
Odadan çıkıp koşar adımlarla yanlarına gittim. "Hazırım."
"Vay." diyen Ata ile sırıttım. Cihan'a baktım. İnceleyen gözleri, beklenti dolu gözlerime çıktığında gülümsüyordu. İçimde çok tatlı bir heyecan vardı. Kanımı hızlandıran bir heyecan.
Hiç bir şey söylemedi. Gözlerinde gördüğüm ışık bana yettiği için kocaman gülümsedim. Ata kapıya ilerlerken bende yanından geçecektim ki kolumdan tuttu. Kulağıma doğru eğilip fısıldadı.
"Nefes kesicisin."
Başımı geri çekip gözlerine baktım. Senin gibi mi? Sanmıyorum.
Yaramaz sırıtışıyla kolunu belime doladı. Evden çıktık. Arabanın önüne kadar böyle geldik. Kapıyı açtı, oturduğum zaman, hep yaptığı gibi eğilip emniyet kemerimi taktı. "Bunu ben de yapabiliyorum. Biliyorsun değil mi? Her seferinde uğraşmak zorunda değilsin."
"Uğraşmak istiyorsam?" Güldüm.
"Abi benimkini de bağlasana, sana zahmet."
Ata'nın sesiyle sıçrayıp Cihan'dan uzaklaştım. Arka koltukta, sırıtarak oturuyordu. Utanarak kızardım, önüme döndüğümde Cihan halime gülüyordu. Ona kaşlarımı çatarak baktığımda sinyali almış olacak ki, Ata'ya bakıp "Özel hizmet bu kardeşim. Öyle herkes faydalanamaz." dedi. Dayanamadım. Yüzümü kapatıp bir kahkaha attım.
Hanımcılık, tamam.
Kapımı kapatıp kendi koltuğuna geçtiğinde arabayı çalıştırdı. "Yol ne kadar sürer sence?"
"Bir saati bulmaz. Saat erken daha. Trafik yoktur."
"Tamam. Çok heyecanlıyım." dediğimde Ata aramızdan kafasını uzattı. "İlk defa mı uçurtma uçuracaksın?"
Hevesle kafamı salladım. Güldü. "Kahvaltıda ki ısrarından belliydi. Çok eğleneceğiz desene. Uçurtmayla birlikte uçup gitme diye seni tutmamız gerekecek."
"O ne demek be?"
"Yenge, kuş kadarsın. Rüzgar alıp gitmesin seni."
Ufak bir kahkaha attım. Tam şakaya vuracaktım ki Cihan konuştu. "Kimse alıp gidemez onu." Kısa bir an bana baktı. O an için fazlasıyla konuşmuştuk. Gülümsedim.
Huzurla döndü önüne.
Yarım saat süren, Ata sayesinde aşırı eğlenceli geçen araba yolculuğundan sonra sayısız kez attığım kahkahayla arabadan indim. Gülerek bagaja ilerliyordum. Ata'da hızla yanıma geldi. "Yenge, koru beni. Koca adamı sinirlendirdik."
"Ben sana dedim. 'Yapma' dediği espriyi beşinci kez yaptığında. Şimdi bak başının çaresine."
"Vay, demek öyle. İyi bakalım, siz çift olup beni dışlamaya devam edin." Söylediğinde ciddi olmadığını, gülmemek için ısırdığı yanaklarından anlıyordum. Sırıtarak omzuna vurdum.
Cihan'da arabadan inip yanımıza geldi. "Niye geç indin?"
Sorduğum soruya, elini belime koyarak cevap verdi. "Telefon geldi. İzindeyiz, yine de rahat bırakmıyorlar."
"Vay, hızlı cevap. Hanımcılık kaza-"
"Ata, altıncı oldu kardeşim. Bir daha aynı cümleyi kurarsan tutuklayacağım seni."
Kahkaha attım. Ata'da gülüyordu. Hiç korkmuyor gibiydi. Cihan başta gülse de bir yerden sonra sıkılmıştı. Ve gerçekten Ata'yı tutuklayacak gibiydi. Aralarına girdim. "Tamam. Yeter bu kadar. Hadi rüzgar gitmeden uçurtmaları çıkartalım."
"Kış ayına girdik. Rüzgar nereye gidecek yenge?"
Ona kaşlarımı çatarak baktım. "Lafımın üstüne laf demek?"
Sırıttı. "Ben hanımcı değilim."
"Bu sondu." diyerek belinden kelepçesini çıkaran Cihan'ın önüne geçip ellerimi göğsüne yasladım. Gülmekten konuşamayınca başımı da ellerime yaslamıştım. Hızla çarpan kalbini hissettim.
Ata gerçekten kaşınıyordu.
"Cihan, lütfen." dediğimde bir bana baktı bir de pişkince sırıtan Ata'ya. En sonunda kelepçeyi beline geri koyup saçlarımı öptü. "Tamam, sakinim."
"Hanımın yanında. Tabii sakinleşirsin." O an olanlar çok hızlıydı. Cihan'ın yanımdan hızla sıyrılıp Ata'ya uzanması, Ata'nın koşarak sahil yoluna girişi, Cihan'ın yumruğunun havada savrulması.
Ellerimi dizlerime yaslayıp kahkaha attım. "Dingil herif! Elimde kalacak bir gün." O kadar komiklerdi ki aralıksız gülesi geliyordu insanın.
"Sen de eğleniyorsun tabii. Birlik oldunuz başıma." Doğrulup gülmekten akan yaşlarımı sildim ve ona yaklaştım. Elimi yanağına koyup başını kendime çektim ve yanağını öptüm. Geri çekildiğim de sakinliğin yüzüne oturuşu izlenmeye değerdi. Gülümsedi. "Hadi, gökyüzü bekliyor."
Uçurtmaları aldık. Sahil bomboştu. Ata biraz ileride bizi bekliyordu. Cihan eliyle işaret yaptı. "Gel hadi gel! Bir şey yapmayacağım." Sırıtarak yürüyen Ata, gerçekten rahattı. Bana göz kırpıp Cihan'ın omzuna omzunu yasladı. Yaptığı hareket Cihan'ı da güldürürken uçurtmanın bir ucunu ona uzattı. İtiraz ettim. "Ama hani ben uçuracaktım?"
Bana döndü. "O uçursun, alırsın. Sen yorulma."
"Olmaz. O zaman ben uçurmuş olmayacağım." Yavaşça onayladı.
"Peki." İpi bana verdi. Yapmam gerekeni anlattı. Çocuk heyecanıyla dinledim. Sonunda uçurtmam havada asılı kaldığında gülerek bağırdım. Biraz ilerlemiştim. Onlarınkiyle benim ki baş başaydı. "Cihan bak! Bulutlara değiyorum!" Gülerek beni izliyordu. Kafasını salladı. Neşeme ortak oldu. Cihan'ınki ve benimki mavi, Ata'nın ki yeşil renkteydi. Sadece benimkilerin üzerinde yıldızlar vardı. Laura'nın yıldızı gibiydi. Bu ayrıntıya da ayrı sevinmiştim.
Büyük bir anlamla bakıyordum uçurtmaya. Annemlerin ölümünden önceki gün kardeşim, 'Yarın uçurtma uçuralım mı?' diye sormuştu. Kabul ettiğimde hevesle kıyafet seçmişti. O gün eve geldiğimde, yerde yatan cansız bedeninde, o kıyafetler vardı.
Uçuramamıştık.
Yaptıklarım, o gün yapamadıklarım içindi.
"Güzelim, üşüteceksin. Hadi gel artık." diye seslenen Cihan'a baktım. Onlar uçurtmalarını indirmişti. Soğuktan burnu kızaran Ata'nın yanında, esmer teni olduğu gibi duruyordu. Ama elleri cebindeydi. Belli ki o da üşümüştü. Usulca "Tamam." diye mırıldandım. Sesimi duymaz diye, kafamı da salladım. Yanıma yaklaşmaya başladı. Bir anda aklıma dün gece söyledikleri geldi.
Seni anlamak için sesini duymama gerek yok. Aldığım nefessin. İçime işlemişsin.
Gülümsedim. Yanıma yaklaştıkça gülümseyişim büyüdü. Yanıma gelip benimle birlikte de uçurtma uçurdu. Bedeninden yayılan sıcaklıkla, mayışmış bir şekilde gözyüzündeki uçurtmamı izliyordum. Bir kaç dakika geçti. "İndirelim mi artık?" Usulca kafa salladım.
"Teşekkür ederim. Her şey için." Uçurtmanın ipini ellerimden aldığında ona sarıldım. "İyi ki varsın."
Saçlarımı okşadı. "Sen de güzelim. Sen de iyi ki varsın." Sesi kısıktı, buna rağmen tüm duygularıma nasıl ulaşabiliyordu?
Ata yanımıza yaklaştı. "Abi, benim bir işim çıktı. Günün devamında size eşlik edemeyeceğim."
"Ama ya." diyerek itiraz edecektim ki Cihan "Tamam kardeşim. Dikkat et. Haber ver bana." dedi. Ama daha yemek yemeye gidecektik. Kollarımı birbirine bağladığımda Ata gülerek saçlarımı karıştırdı. Hızlıca elini ittirdim. "Maşamı bozacaksın çocuk."
"Sanki hiç bozulmamış gibi." Açılan ağzımla Cihan'a baktım. "Bozulmuş mu?" Cihan'ın duraksadığını hissettim. Bir kaç saniye sonra kaşlarını çatarak Ata'ya döndü. "Yürü git şuradan."
"Bozulmuş mu?" diye tekrar ettiğimde kolunu omzuma atarak yürümeye başladı. Ata'ya baktım. Aceleyle çağırdığı taksiye biniyordu. "Bozulmamış hayatım. Boş ver sen onun dediklerini. Çok güzelsin."
Söyledikleriyle memnun olsam da "Çocuk mu avutuyorsun sen?" diye sordum. Sırıttı. Uzatmadım, güldüm. Uçurtmaları arkaya yerleştirip arabaya bindik. Ellerimi birbirine sürttüğümde arabanın ısısını yükseltti. "Isınırsın birazdan. Şu önünü de kapat." Fermuarımı çektim. Saçlarımı da düzelttiğimde beni izlemeyi bırakıp önüne döndü.
Şimdi sıra bendeydi.
Ayaklarımı kendime çekip sola döndüm. Başımı koltuğa yasladığımda bana döndü. Gülümsedi, göz kırpıp önüne döndü. Güldüm. Kısa süre sonra evdeydik. Benim de uykum gelmişti. Sıcak günün her saatinde uyumamı sağlayabiliyordu artık. Dengem şaşmıştı. Üç saatlik uykuyla geçirdiğim günler, sürekli uyumak istediğim günlerle değişmişti.
Çünkü artık, uykusuz kalarak intikam planları kuracağım, gözüme uykuyu haram kılan bir hayatım yoktu. Benim hayatım, değişmişti.
"Hadi hazırlan." Eve girer girmez kurduğu cümleyle kaşlarım çatıldı. "Daha yeni girdik eve."
"Yani? Ne olmuş? Eve girince geri çıkılmayacağını söyleyen bir kural mı var?"
Güldüm. "Hayır tabii ki. Şaşırdım sadece. Nereye gidiyoruz?"
"Akşam yemeği için seni dışarı çıkartacağım." Bileğindeki sanda marka saatine baktı. Sportif tarzından ödün vermiyordu. "Bir saatin var. Ben beş dakika sonra hazırım, kalan elli beş dakikayı salonda bekleyerek geçireceğim." dediğinde sahte bir sinirle saçımı savurdum. "Yarım saat yeter. Bekletmem seni, merak etme." diyerek merdivenlere adımladım. Arkamdan gülüşünü duydum.
Bazı insanlar gerçekten beklemeyi sevmezdi. Anlıyordum ki Cihan'da buna takılıyordu. O yüzden hızlıca kıyafet seçmeye çalıştım. Siyahtan başka bir renk giyinmek istiyordum ama dolabımda sadece siyah elbise vardı. Kendime gözlerimi devirdim. Renklenen hayatıma ayak uydurmanın vakti gelmişti.
Çok takılmadan dizlerimin hemen üstünde biten, bedenimi saran bir elbise seçtim. Kolları uzundu, ellerimin üzerine gelen bir yırtmaç detayı vardı. V yakaydı. Açıkta kalan boynum için zarif bir kolye geçtim. Ucunda su damlasına benzer, üst üste gelen üç taş vardı. Renkleri bordoydu. Hafif bir makyaj da yaptığım zaman hazırdım. Saçlarımı taramam yetmişti, maşa izleri daha duruyordu.
Saate baktım. Yirmi beş dakika sürmüştü. Memnun bir şekilde, gece çantamı elime aldım ve içindeki silahı çıkartıp yerine telefonumu koydum. Bir kere, araştırma yapmak için katıldığım bir gece eğlencesinde takmıştım bu çantayı. Silahta o zamandan kalmıştı. O günden beri ilk kez gece dışarı çıkıyordum.
Heyecanla odadan çıktım. "Cihan." diye seslendiğimde cevap alamadım. Aşağı indim. Salona girip baktığımda kimse yoktu. Kaşlarım çatıldı. Telefonumu çıkartırken odasına gittim. Kapısı aralıktı. İçeri girdim ama kimse yoktu. Kalbim endişeyle kıvranmaya başlamıştı. Sakinleş, önce ara.
Onu aradım. Açmadı. Korkuyla yukarı çıkıp silahımı geri aldım. Çantamı rastgele fırlatıp onu tekrar aradım. Lütfen, aynı şeyleri tekrar yaşamayalım. Lütfen.
"Cihan!" diye bağırdım bu sefer. Ayağımdaki topuklularla koşarak evden çıktım. Bahçeye bakmadığımı hatırlayıp, umutla arka tarafa koştum.
Gördüklerimle duraksadım. Neler oluyor? Titreyen bedenimle nefes nefeseydim.
Ona bir şey oldu sanıp yaşadığım korkuyu, şaşkınlığımla geri plana atmıştım.
"Cihan." diye fısıldarken bir rüzgar esti. Elimdeki silah yere düştü. Yanına ilerledim. Kocaman gülümseyişiyle ellerini smokininin ceplerinden çıkardı. Uzattığı elini tuttum. Gözlerim etrafta gezinirken "Neler yaptın böyle?" diye sordum, sesimden şaşkınlık akıyordu.
Gözleri arkamdaki silaha kaydı. "Seni korkuttuğum için özür dilerim."
'Önemli değil' diyemedim. Önemliydi. Sessiz kaldım.
Bana bir adım daha atıp aramızdaki kısa mesafeyi kapattı. Gözlerine baktım. Arka bahçeye masa kurmuş, her yeri güllerle süslemişti. Etraftaki mumlar elektronik olmalıydı ki sönmüyordu. Masanın etrafındaki korkuluklara ışıklandırmalar yapmış ve soğuğu kırsın diye de masanın altına ısıtıcı kurmuştu. Her şey çok güzel duruyordu. Ama en güzeli, şu an gözlerime gülümseyen adamdı.
"Kalabalık ortamları sevmiyorum. Normalde bu işler lüks bir restoranda, son derece ışıltılı şartlarda yapılır. Ama bunu ne ben seviyorum ne de sen. En güzeli, bize has bir ortam olsun istedim. Umarım beğenmişsindir." dediğinde kocaman gülümsedim. "Bayıldım. Her şey o kadar güzel ki." derken duygulanmıştım. "Teşekkür ederim." Sıkıca sarıldık. Ayrıldığımızda stresini hissettim. Bekledim, söyleyecekleri bitmemiş gibiydi.
"Biz, bir çok olay atlattık. Birlikte hepsinin üstesinden geldik. Yeri geldi hiç birleşmemişken ayrıldık. Yeri geldi soluğumuz bile bir oldu. Ben tüm bunların sonunda senin değerini anladım. Geç de olsa. Beni bu geç kalmışlığın acısıyla yalnız bırakmadığın için, teşekkür ederim. Ve her şey için, var olduğun, benimle olduğun için teşekkür ederim." Akan bir damla yaşımı sildi. Kendi gözleri dolmamış, birazdan akmayacakmış gibi.
Cevabının 'evet!' olacağı en başından belli olan o soruyu sormak üzereydi.
Beklemek gelmedi içimden. "Evet." diye atıldım hemen. Durdu. Heyecandan karışan aklı ile kaşları çatıldı. "Ne?"
"Evlenme teklifi edeceksin. Lafı oraya getirene kadar kıvranmana dayanamadım." diyerek güldüğümde, parlayan gözlerini gördüm. Gülümseyişi büyüdü, gamzeleri ortaya çıktığında bir elini ceketinin cebine soktu. Çıkardığı yüzük kutusunu açtığında, yaşanan ana ikimizde seslice gülüyorduk. Zarif, pırlanta yüzüğü gözlerimin önüne serdiğinde "Evet dedin ama yine de sormak istiyorum. Normal bir hayata adım atıyoruz sonuçta. Yerli yerince olsun." dedi. Başımı arkaya atarak kahkaha attım. Hayranlığın yerleştiği gözleriyle beni izliyordu.
"Benimle var olmaya hazır mısın? Beni kendinle var etmeye, hazır mısın?"
"Evet! Her zaman, seninle olmaya hazırım!"
SONUN BAŞLANGICI
|
0% |