@beytikzer
|
Gülilzar kim bilir hangi hayvana ait olan pislikle sıvanmış duvarlara bakıyordu öylece. Muhtarı duymaz olmuştu. Kulakları sağır, gözleri âmâ kesilmişti. Burnunun direği sızlıyordu. Neler ummuştu da ne bulmuştu! Kol yenindeki düğmeleri, bir bir açmaya başladı. Muhtarın ona deli gözüyle baktığını biliyordu. Açıkçası pek umurunda da sayılmazdı, çok işi vardı. Yeni bir öğretim yılına hazır olması gerekiyordu bu damı akmış, içi hayvan necasetiyle dolu dört duvarı kirden, mikroptan arındırması gerekiyordu. Dirseklerine dek sıvadığı elbisesi ile el verdiği ölçüde içerideki kırık, işe yaramaz sandalyeleri eline alıp dışarıya taşımaya başladı. Muhtar ah vah ediyor, engel olmaya çalışıyordu genç kadına. Genç kadınsa duymamakta kararlıydı engelleri. Sarışın gencin de ona yardım için kolları sıvadığını gördüğünde bir daha minnet etti. Bir süre sonra Muhtar onları kendi hallerine bıraktığında daha hızlı ilerledi işler. Son sırayı da dışarıya taşıdıklarında Gülilzar, henüz genç ile tanışmadığını hatırladı. Ellerini birbirine vurup kirden bir nebze de olsa kurtulmak istedi. "İsmin nedir? Bayağıdır birlikte taşıyoruz bunları ama..." Sarışın genç, çömelip kollarını dizlerine dayadı. Omzuyla boynundaki teri silerken yüzü buruştu. "Adım Rıfat, abla." Gülilzar, Rıfat'a sıcacık gülümsedi. Rıfat ise utançla başını yere eğip ilgili gözlerden kaçmaya çalıştı. Bir süre sonra, "Abla, buyur bugün bize gel. Anam seni bir güzel ağırlar," dediğinde Gülilzar, tereddüt etti. Ancak bu insanlara şimdi güvenemeyecekse bir daha aralarındaki bağı kuvvetlendiremezdi. Başını sallayarak, "Olur Rıfat. Ancak biraz daha temizleyeyim okulu. Dört güne kullanıma amade olmalı," dediğinde Rıfat da çöktüğü yerden doğrularak gerdi bedenini. "Tamam abla. Ben, senin bavulları eve götüreyim. Su kuyusundan birlikte su taşırız. Birazdan döneceğim." Rıfat, üç bavulu da taşırken epey bir zorlanıyor görünüyordu lakin aldırmadan devam etti. Gülilzar, başını arkaya atıp güneşin tenini yakmasına izin verdi. Oyalanmaması gerekiyordu ama biraz tembellik etmek istiyordu. Tadını çıkarmak istiyordu sıcağın. O hep soğuk odalarda kalmıştı. En azından anne babası ileyken... Hayal meyal hatırlardı o günleri, bir battaniyenin altında kardeşleriyle bir ısındığı zamanları... Omuzları düştü. Artık o günlerde değildi ve henüz güneş, saklanmadan bitirmesi gereken uğraşlar vardı. Derhal dayandığı kırık masadan ayrılıp koku ile sarmalanmış okula daldı. Tek derslikli okulda, orta büyüklükte başka bir oda bulunmaktaydı ve bomboştu. 'En azından buradan kırık toplamayacağım,' diye düşündü Gülilzar. Burnundan pes bir ses çıkardı. Çok eksik vardı ve bunları karşılaması için Muhtar ile konuşması gerekiyordu. Ne yazık ki Muhtarı sevmemişti. Fazlaca asabi bir ifadeye sahipti. Tıpkı kendi babası ve eniştesi gibi... Zihnini dürtüp bir köşede kendi haline bırakılan, eskimiş bir süpürgeyi eline alıp baştan sona dek atmaya başladı tüm iğrençlikleri. Ak pak olacaktı burası, tıpkı içindeki nesil gibi tertemiz olacaktı. Her süpürge darbesinde kötü niyetlerin, cehaletin de sökülüp atıldığını düşünüyordu Gülilzar. Yerine ilim ekecekti, aklı başında bireyler çıkacaktı bu viraneden. Nihayet süpürme işlemi son bulduğunda Rıfat da gelmişti. Elinde kocaman, üç güğüm vardı. Birini Gülilzar'a uzatırken, "İkisini ben taşırım abla," dedi sıkıntıyla. Gülilzar, kaş çatıp bu mihnetin sebebini merak etti. "Hayrola Rıfat bir mesele mi vardı?" Rıfat, gözlerine ulaşamayan bir tebessüm yolladı Gülilzar'a. "Yok abla." Gülilzar, pek ıraksamadı ancak başka çaresi de yoktu. Birlikte kuyuya gidene dek tek kelime dahi etmediler. Rıfat, güğümleri pompanın ağzına dayayıp suyu çekip hepsini doldurduğunda Gülilzar, daha fazla dayanamadı. "Sizin evdekiler gelmemi istemediler mi yoksa?" Rıfat, kendisine hakaret edilmiş gibi öfke ile döndü Gülilzar'a. "Olur mu öyle şey? Misafir on kısmetle gelir, birini yer, dokuzunu bırakır. Biz, misafire yok demeyiz abla!" Burnundan soluyup sakinleşmeye çalıştı Rıfat. "Benim derdim başka abla. Sen geç beni." Gülilzar daha fazla uzatmadan güğümlerden birini aldı. Biraz önceki gerilimi dağıtmak amacıyla köyden konuşmaya başladılar. "Kaç çocuk var bu köyde Rıfat?" Rıfat, kafasını yana yatırıp gözlerini kıstı. Sonra Gülilzar'a dönüp, "On üç tane çocuk var abla," diyerek güğümleri taşımaya başladı okula kadar. Yolda Gülilzar, daha önceki öğretmeni sormuş, Rıfat'tan kaçamak cevaplar almıştı. Ancak söylediğine göre bir önceki öğretmen, kırk yaşlarında sert bir adamdı. Gülilzar, Rıfat'ın daha çok söyleyeceği olduğunu anlamıştı fakat okulun temizliği ile ilgilendiler. Duvarları Rıfat'ın annesinin getirdiği fırçalarla ovmuşlar, nezih etmişlerdi. Rıfat'ın annesi genç bir kadındı. Gülilzar, kendisinden dahi genç olduğunu düşünmüş, yaşını sormuştu. Kadın omuz silkip, "Bilmem ki!" dediğinde kaç yıldır evli olduğunu sordu. Ona verdiği cevap ise daha da düşündürücüydü. "Rıfat'ın doğumundan dört ay önce..." Meğer Rıfat'ın annesi Ayşe, kaçırılmış, aylar sonra da evlendirilmişti alıkoyanı ile. Nüfusa da kaç yaş büyük yazdırıldığını bilmiyordu. Zaten annesi de bilmezdi. Ayşe, Gülilzar ile konuştukça sert yüz ifadesi yumuşuyor, daha kendine güvenir ifadeler kullanıyordu. Gülilzar, bu sindirilmiş kadını sevmişti, kadın da onu... *** Gülilzar, Ayşe'nin bir saat içinde yaptığı yuvarlamayı, afiyetle midesine indiriyordu. Tadı, o kadar güzeldi ki kaşığı, yarım saat ağzında bekletip tadını çıkarmak istiyordu. Ne yazık ki misafirlikteydi ve sofra adabına bu uymuyordu. Yemek bir an önce yenip kaldırıldığında Rıfat'ın babası, boğazını temizleyerek konuştu. Sözcükler dilinden döküldüğünde bir kez olsun Gülilzar'ın yüzüne bakmamıştı. Ayşe'nin kocası, Ahmet'e göre, nikâh düşen hiçbir hanıma bakmaması gerekirdi. Hele ki saçı başı açık olan bir kadına hiç... "Allah devletimize, Menderes'e zeval vermesin. Memleketini unutmadı şükür." Ahmet, derin bir nefes alıp konuşmaya devam ederken Gülilzar, memleketin tamamen ikiye ayrılmış olduğunu tekrar hatırladı. Geldiği yerde de Başbakan hakkında farklı görüşler ileri sürülürdü. O ise asla karışmazdı politikaya. Halası öyle istemişti ve o da bu dileği yerine getirmişti hep. Ahmet, "Köylü, geçen yıl ki öğretmeni pek sevemedi," dediğinde Gülilzar'ın, tüm ilgisini üzerine çekti. Ahmet, bu alakanın pek de farkında olmayarak sürdürüyordu konuşmasını. "Bizim Kalaycı Hüseyin'in, küçük oğlu var, Bekir. O, bir ara öğretmeni sinirlendirmiş mi ne yapmış? Bilmiyorum, öğretmen de vurmuş çocuğa." Gülilzar, daha önce şiddet gösteren meslektaşları ile karşılaşmıştı, hatta arada kendisine de nutuk çektikleri olurdu ama o, çocuklara vurulmaması taraftarı idi. Ahmet, Ayşe'nin getirdiği meyve tabağını elinden alıp ortaya koydu. Üzüm salkımından bir tane alıp ağzına atarken ağzında yuvarlamaya başladı üzümü. Yutkunduktan sonra, "Çocuğun, kulaklarına vurmuş meğer. Nasıl dövdüyse artık işitmiyor. Bir bacağı da aksıyor yavrucağın," dedikten sonra hemen heyecanla ekledi. "Aslında yürüyemiyordu da. Sağ olsun geçen yıldan beri bir hekim uğruyor da ilçeden, şimdi aksasa da eksik değil şükür." Gülilzar, bu hekimin, Doktor Rıza olmamasını umdu. Zaten ona göre olamazdı da. O kendini beğenmiş, ukala adam zahmet edip o kadar yolu gelemezdi. Bir anlığına tereddütte kaldı. Ahmet, "Okulun duvarlarına o necaseti sürmeleri de bu sebepten öğretmen hanım," dediğinde aklındakiler uçuverdi. Ahmet, bir inciri alıp ağzına attı. Çiğnedi, çiğnedi... Gülilzar da Ahmet'in dilinden dökülecek sözcükleri bekledi. Ahmet'in âdemelması yukarıdan aşağıya doğru bir yol alınca ağzını şapırdattı. "Kalaycı Hüseyin çok sevilir buralarda." Bacağının üzerine attığı elini boş ver dercesine salladı. "İşiniz zor, kimse evladını göndermek istemez okula." Gülilzar, bunun bir zorluk olduğunu düşünmüyordu. Yarın, erken bir saatte Kalaycı Hüseyin'i bulup konuşurdu. Kendini bilmezin biri yüzünden peşin hükümlü davranamazlardı ona. Erken bir saatte yer yatağı serip Gülilzar'ı misafir odasında, çocuklarla yatırdılar. Yarın sabah ezanından sonra tarlaya gideceklerinden hemen dalmışlardı uykuya ama Gülilzar'a uyku uğramak bilmiyordu. O ilk heyecanı gitmiş, yerine endişeli bir bekleyiş sarmıştı zihnini. Ancak ne yapıp edip o çocukları okula getirtecekti, Bekir'i bile. Battaniyeyi sıkıca kavrayıp başının üzerine dek çekti. Alışkanlık haline getirmişti bunu. Örtüyü tamamen çekmese uyuyamazdı. 'Nazım da öyleydi,' diye düşündü Gülilzar. Henüz onlar küçükken Nazım'ın babası, halasına vurup da sıra onlara gelmesin diye kaçtıkları sığınaktı o yorgan. Oysa yine de Nazım'ın babası, öfkeyle kudurur, Nazım uykuda olsa da omuzlarından kavrar, yere çarpardı. Nazım,ü çoğu zaman sırtını tutar, kaçmaya çalışırdı ama hemen yakalanıp o nasırlı elle buluşurdu yüzü. Birkaç kez Gülilzar da kaçmak zorunda kalmıştı. Lakin Nazım ile akıbetleri aynı olmuştu. Gülilzar o zamanlarda demir dolabın içine saklanır, doyasıya ağlardı. Demir dolabın içi soğuk olurdu ama içi rahatlayana kadar çıkmazdı oradan. Nihayet kavkısından ayrılmaya karar verdiğinde kapıyı açar, yerde boylu boyunca yatan Nazım'ı görürdü. Onun hep orada, kendisini beklediğini bilirdi ve bu içini rahatlatırdı. Nazım'ın hatırası onu kahrediyordu. İğneler saplıyordu o anılar yüreğine. İyileşiyordu ama her hatırada tekrar batıyordu. Bacaklarını karnına çekerek gözlerini de kapattıktan sonra battaniyenin karanlığına teslim oldu. *** Gülilzar, sabahın bu saatinde, kapı çalmasının uygun olmadığını düşünüyordu fakat buna mecburdu. Çok az zamanı vardı ve bu vaktin bitiminde bayrağı, göndere çekmek istiyordu. Ahşap kapı, tavandan bir karış alçakta olduğundan bahçedeki ağaçlar o aralıktan gözüküyordu. Avucunun içiyle gürültülü bir şekilde vurdu kapıya. Biri mutlaka duyardı. Dördüncü vuruşunda, iç avluda sesler duyuldu. Ev sahibini düzgün bir halde karşılamak için geri çekilip bekledi. Kapının ardından belirdi çenesinin altından yemeniyi bağlamış bir kadın. Kadının karnı burnundaydı. "Buyur bacım, bir şey mi istemiştin?" Gülilzar, ellerini önünde bağlayıp gülümsemeye çalıştı. "Günaydın. Sabahın bu saatinde rahatsız ediyorum ama bekleyemezdi." Gülilzar etrafına bakınıp sıkıntıyla, "Müsaitseniz konuşabilir miyiz?" diye sordu. Ev sahibesi, bu kısa saçlı, güzel hanımı evine almaktan çekinmedi. Eliyle içeriye geçmesini işaret edip, "Af buyur bacım. Ben de seni ayakta tutuyorum," diyerek mahcubiyetini gösterdi. Gülilzar önemli olmadığını belirtircesine başını salladı. Çok geçmeden bahçede tahta bir masaya, eski sandalyelere kuruldular. Gülilzar iç avluyu incelemeye başladı. Avluda bir sürü çiçek vardı. Sarı, pembe ve kırmızı çiçekler... Gülilzar da severdi çiçek ekmesini, yüzüne safi mutluluk yayıldı. Gebe kadına dönüp, "Çiçekleriniz çok güzel yetişmiş," dediğinde kadıncağız da aynı parlak yüzle cevap verdi. "Değil mi? Bir de akşamsefası ekeyim diyorum saksılara." Gülilzar geldi geleli bu memlekete ilk defa kıkırdadı. Sonra tekrar okul aklına geliverdiğinde yine o ciddi haline büründü. Parmaklarını birbirine dolandırıp başını eğdi. "Ben... Aslında buraya bir sebepten ötürü geldim." Kadının, bunu nasıl karşılayacağını bilemediğinden bir süre bekledi ardından, "Buraya yeni atanan öğretmenim," dediğinde kadın şiş karnına rağmen sandalyeyi hızla çekip bağırmaya başladı. "Defol! Git buradan!" Gülilzar, başkasının hatasını, kendisine mal edilmesini haksızlık olarak görüyordu lakin bir yerde haklıydı bu insanlar. Kıymetli yavruları, ilim görsün diye mekteplere gönderiliyor, yarım teslim alınıyordu. Kadın bağırdıkça bedeni titriyor, yüzü kasılıyordu. Gülilzar daha fazla ıstırap vermemek için gitmeye karar vermişti ki birden bağırtıları kesilip gözleri irice açıldı yemenili kadının. Dişlerini sıkarak inlemeye başladığında ise Gülilzar bunun ne anlama geldiğini anlamıştı. Kadın doğum sancısı ile kavruluyordu. Gülilzar ne yapacağını bilemedi o an. Ancak sonra dış kapıya koşup bir geçeni yakaladı. Kolundan tutup çektiği yaşlıca bir beydi. Adamcağızın yüreğine inmişti bu ani saldırı. "Lütfen beyefendi ebeyi bulun!" Çıktığı kapıyı göstererek, "Kalaycı Hüseyin'in eşi, doğum yapmak üzere!" dedi. Yaşlı ve oldukça şişman olan bu adam, Gülilzar'ın gösterdiği kapıya korku ile baktı ardından Gülilzar'a dönüp, "Ebe geçen hafta sizlere ömür," dedi. Gülilzar, adamın koluna daha sıkı yapıştı. "Hemen bir doktor çağırın ilçeden!" İhtiyar adam, Gülilzar'a Muhtara gidip köyün tek telefonundan doktoru çağıracağını söyleyerek kurtuldu sıkıca tutunmuş ellerden. Gülilzar da çığlıkların yükseldiği eve doğru koşturdu. Çığlıklar havayı yarıyor, Gülilzar'ın kulaklarını dövüyordu. Her adımı, çığlıkların sahibi için atılıyordu. Buna, kendisi sebep olmuştu. Bu sefer yüreği kaldıramazdı başka bir kayba neden olmayı. Çığlıklar Gülilzar'ı tırnaklarının arasına almıştı. O da çırpınıyordu... |
0% |