İyi günler sayın okur. Yeni bir bölümle merhabalar! Doğrusu ilk defa kalem akıp gitti diyebilirim. Beni tatmin eden bir bölüm oldu. Biraz daha yazsam mı diye düşünmedim değil. Uzasaydı herhalde iki bölümlük bir yayım yapmış olurdum. O yüzden kendime bir dur demem gerekti. Dilerim senin de seveceğin bir bölüm olur. Keyifli okumalar dilerim sayın okur. Selametle!
29 Nisan 1951 Helsinki'de düzenlenen Dünya Serbest Güreş Şampiyonası'nı Türk Milli Takımı kazandı.
***
Yeri döven topukların sesleri bekleme salonunda yankılanıyordu. Gülilzar daha önce büyük şehirlerde bulunmuştu. Özellikle Ankara büyük bir şehirdi onun nazarında. Fakat belki de uzun zamandır küçük bir yerde ikamet ediyor oluşu, kalabalık bir ortamı çekememesine neden olmuştu. Duvarlar üstüne üstüne geliyordu. Bu kapalı yerden çıkıp nefeslenmek istiyordu ancak Rıza biraz sonra mahkeme salonuna girecek, kendisi de peşinden gidecekti. Aksi mümkün olamazdı. Kulaklarıyla duyması gerekiyordu son kararı.
Mirabelle'den bir ses çıkmamıştı şimdiye değin. Lakin içinden bir ses, 'Birdenbire çıkacak ve hayatını solduracak,' diyordu. İçindeki ses fazlasıyla asap bozuyordu. İçine derince bir soluk aldı. Vücudu beklenmedik reaksiyonlar gösteriyordu. Gülilzar bir yere yığılmaktan korktu o anda. Hiç huyu değildi. Öyle alalede hanımlar gibi ayılıp bayılmazdı ki. Gözleri aniden kararınca kirpiklerini kırpıştırdı. Derhal kendisine gelmesi gerekiyordu. Fakat vücudu titremeye başladığında Rıza, onun bu haline şahit oldu.
"Gülilzar, iyi misin?" Endişeli sesi genç kadına ulaştığında, 'İyiyim,' diyebilmeyi çok isterdi fakat o başını sallayıp,
"Su," diye mırıldandı. Kadının vaziyeti, Rıza'da bir panik dalgası yarattı. Onu Akif'e emanet edip su aramaya koyuldu.
Çok geçmeden elinde bir bardak su ile döndüğünde bir eliyle Gülilzar'a destek oluyor; bir taraftan da bardağı genç kadının dudaklarına dayıyordu. Görüşü düzelen Gülilzar titrer durumdaki ellerini bardağa dayadı. Su iyi gelmişti, daha iyiydi. Bardağın dibini görürken Rıza'nın,
"Şimdi iyi misin?" sorusuna olumluca baş salladı. Boş bardağı dudaklarından ayırıp,
"Havasızlıktan oldu herhalde," derken fazlasıyla mahcuptu. Sanki büyük bir kabahat işlemişti de hesap vermesi gerekirmiş gibi. Onun bu tavırları Rıza'yı gülümsetti.
"Dilersen biraz dışarıya çıkalım." Genç kadın anında,
"Olmaz. Hem birazdan çağırırlar," dedi telaşeyle. Rıza daha ağzını açamadan mübaşir görünüp davalı ve davacıya seslendi. Davalı ortalıkta görünmüyordu, nihayetinde Fransa ırak bir memleketti. Mirabelle'nin geleceğini düşünmek dahi saçmalıktan öte geçmiyordu. Ancak ortada bir ihtimal vardı ve bu genç kadını korkutuyordu. Herkesle beraber o da ayaklandı. Umuyordu ki mahkeme bir an önce biterdi.
Duruşma salonundan geçmeden dilinde dönüp dolanan duaları tekrar etmeye başladı. Rıza yerine geçerken o da sıralardan birine geçiverdi. Çok geçmeden hâkim ve kâtibi de yerlerine geçtiklerinde oturum başladı.
Doğrusu her şey iyi gidiyordu. Böylesi bir rahatlığın olacağını düşünememişti genç kadın. O hep bir şeylerin ters gideceğini düşündüğünden ötürü şimdi de şaşkındı. Mahkemeye ara verildi, tekrar içeriden çağırıldılar derken hâkimi bekliyorlardı artık. Fakat girdikleri kapının açılmasıyla başlar oraya yöneldi. Önce siyah, topuklu bir ayakkabı girdi görüş alanına sonrasında küçücük bir kız çocuğu fırlayıverdi. Sapsarı saçlara, ela gözlere sahipti. Hızını düşürmeden Rıza'ya doğru atılıp,
"Papa!" diye çığlık attı. Gülilzar gözlerine inanamıyordu. Olmuştu işte. Durmadan çağırdığı bela gelmişti. Gözlerinin önünde yaşanan bu hasret dolu ana yanaklarından süzülen yaşlarla karşılık verdi. Kendisini suçlu hissetmesi normal miydi? Böyle bir evladı, babasından ayırmış gibi olmuyor muydu? Sonra bakışlarının alanına oldukça alımlı bir kadın girdi. Öylesi bir güzelliğe sahipti ki Gülilzar'ın kadınsı içgüdüsü devreye girdi. Rıza ile aralarına girmek istedi. O kendisine aitti. Belki bunu söylemek haddine değildi ama Rıza söylemişti bunu. Gidip kendini gösterecekti. Asıl kadının o olmadığını hareketleriyle gösterecekti. Yapacaktı, eğer Mirabelle de Rıza'nın boynuna dolanmasaydı.
Ne sarsıcı bir manzaraydı bu! Küçük kız Rıza'nın bacaklarına; Mirabelle de boynuna dolanmıştı. O an bu görüntüde fazlalığı kendisi olarak gördü. Daha fazla orada durmaya dayanamazdı. İçinden kopup gelen feryadı dudaklarından çıkmadan evvel gitmeliydi. Bu sefer ayaklarını hareket ettirip süratle dışarıya attı kendini. Boğazına doğru yükselen safra tadı zorlamaya başlarken bahçeye çıkması gerektiğini düşündü. Hareket etmekte gecikmedi. Zangır zangır titriyordu vücudu.
Dışarıya çıktığında derin derin soludu ama olmuyordu. Kendine hâkim olamıyordu. Bunu kendisine yaşattığı için Rıza'ya kızgındı. Lakin en çok da kendine... Nasıl sorgusuz sualsiz evlenmişti ki onunla? Hiç mi aklı yoktu ya da o kadar mı uçmuştu aklı? Banklardan birine çöküp ıslak mı değil mi umursamadı dahi. Sakinleşmesi gerekiyordu. Sakinleşip şu vakte kadar yerinde olmayan mantığını konuşturmalıydı. Bundan sonra ne yapması gerektiğine karar vermeliydi.
Derin soluklar ala ala nabzının düştüğü ana kadar bekledi. Etrafında gelip geçen insanların ona bakıp fikir yürüttüklerini anlıyordu. Bunu da umursamadı. Zira onun gururu çiğnenmişti. Daha ne olsundu? Yanaklarına vuran havayla soğumuş olan yaşları elinin tersiyle sildi. Ne yapacaktı? O görüntü aklındayken daha ne kadar mesut yaşayabilirdi ki. O yavrucağızı, 'Baba,' dediği adamdan ayırmaya hakkı var mıydı? Ancak içindeki bencil kadın, 'Olmaz!' diye bağırıyordu. 'Ben ne olacağım,' diye haykırıyordu. Rıza'dan ayrılmaya cesareti yoktu ki onun.
Çaresizce iç çekti. Orada ne kadar durdu, ne kadar düşündü? Bir fikri yoktu ama oldukça uzun bir vakit olmalıydı ki Rıza'nın sinirli bir vaziyette dışarı çıktığını gördü. Peşinden Akif Bey ile o manzaranın sahibeleri göründü. Rıza'nın her yeri taradığını gördüğünde artık kaçınılmaz olanın gerçekleşeceği bilinciyle ayaklandı. Yüzü yoktu fakat bu zorunluluktu.
Güçlü görünmeye çalışarak yüzüne kendisine yakışmayan, sahtece gülümsemeyi takındı. İşte tam o anda Rıza ile göz göze geldiler. Genç adam o zamana kadar içinde büyüttüğü korkuyla yaklaştı baharına. Genç kadın seri olmayan ancak kararlı kademlerle yanlarına vardığında önce ne yapacağını bilemedi. Lakin aynı şey Rıza için geçerli değildi. İçeride yeterince gerilmişti. Üstelik Gülilzar'ı bulup bulamayacağını dahi bilmiyordu. Bu korku ona yetmişti. Kollarını açarak genç kadına sarılmaya yeltendi ama Gülilzar buna müsaade etmedi. Bunu o yavrucağın yanında yapamazdı. Küçük bedeniyle o kahrı taşıyamazdı.
Rıza bir an şaşırsa da tavrın sebebini anladı. Onu ne konuma sokmuştu. Kendisinden utanıyordu. Kelimeler tükenmiş gibiydi. Sanki bundan sonra konuşulacak her kelime fazlalık olarak kalacaktı üstlerinde. Sonra o fazlalıkların altında ezileceklerdi. Akif araya girip,
"Rıza benim derhal dönmem gerekiyor. Biliyorsun," dediğinde Rıza sonunda üzünçlü bakışlarını kaldırdı. Kısa bir baş sallamadan sonra,
"Tamam. Biz de yarın döneceğiz," derken fazlasıyla mahcuptu. Akif daha fazla uzatmadan herkes ile vedalaşıp ayrıldığında Rıza ne tarafa döneceğini bilemedi. Yüzünü Gülilzar'a verse arkasında Yolande kalacaktı. O emanetti. Üzülmesine izin veremezdi. Öte yandan arkasını kadınına dönse de olmazdı, Gülilzar'ın nasıl yandığını görebiliyorken hem de. Kendisini şuracıkta vursalardı karşı çıkmazdı. Öyle bir hal içindeydi. Yardımına koşan yine Gülilzar oldu. Küçük kıza dönüp parmak uçlarında çömeldi. Elini uzattığında nasıl titrediğini görebiliyordu Rıza. Nasıl da vakurdu! Bir kere daha hayran kaldı.
"Bonjour ma petite dame!" Neşeli çıkmasına özen gösterdiği sesindeki kırıklığı öylesi barizdi ki Rıza onu sarmak istedi herkese, her şeye rağmen. Yolande de utançla elini uzatarak cevap verdi. Gülilzar, Rıza'nın sevimli bulduğu aksanıyla Yolande ile meşgul olurken nihayet Mirabelle de kendisini hatırlattı. Elini genç kadına uzattığında,
"Merhaba. Ben de Mirabelle," dedi. Şükür ki Rıza'nın eşiyim dememişti. Yoksa Gülilzar kendini daha fazla tutamayabilirdi. Belki de en zoru ilk temastı. Bu kalbini sıkıştırıyordu. Kadını daha fazla bekletmenin uygunsuz kaçacağını düşünerek karşılık verdi o da. Mirabelle'nin Türkçe biliyor oluşunu ise doğrusu doğal karşılamıştı. Neticede bu lisanla haşır neşirdi. Parmaklar birbirini bulduğunda tebessüm etmeye çalıştı.
"Hoş geldiniz. Ben de Gülilzar." Aslına bakılırsa Gülilzar'ın içinden geçenler pek de dilinden düşen gibi değildi. Dön demek istiyordu amma velakin bu yakışık almazdı. Mirabelle yerinde kıpırdanıp elini çekti. Sarı buklelerini kulaklarının ardına sıkıştırıp büyüleyici bir gülümseyiş sergiledi. Gözleri yorgunluğunu dile getirir gibiydi. Boğazını temizleyip,
"Sanırım bir yere oturup konuşmamız şart," derken kelimeleri yuvarlıyor, yer yer sert bir şekilde konuşuyordu. Kusur sayılması gerekirken neden efsunlu geliyordu ki? Oysa kendisi nasıl da vasattı. Ah! Hayır, yapmamalıydı. Kendine böyle eziyet etmemeliydi. Onu cevap vermekten kurtaran Rıza oldu. İyi ki de kurtarmıştı. Yoksa Gülilzar bu kadında daha farklı meziyetler de görmeye başlayacaktı.
"Bir motele geçelim. Yolande fazlasıyla yorgun gibi gözüküyor." Lafını bitirir bitirmez küçük kızı kucağına almak için eğildi. Yolande kollarını genç adamın boynuna doladığında mutlulukla kıkırdadı. Şahane bir şeydi bu. Rıza baba olmak için yaratılmıştı sanki. Bu düşünce ile yüzü soldu Gülilzar'ın. Eskiden olsa bu ihtimal için nelerini vermezdi. Oysa şimdi bunun sorundan başka bir şey getirmeyeceğini biliyordu. Yine de içinde küçük bir umut kırıntısı barındırmıyor değildi. Olur ki tüm meseleler biterdi, o vakit hayal de zuhur ederdi.
***
Mektebi özlemişti Gülilzar. Bu otel odasında tek başına beklerken aklındaki sadece buydu. En azından başka bir sorunu düşünmek istemiyordu. Çünkü Rıza yanında değildi ve nerede olduğunu bildiğinden içi içini kemiriyordu. Ne konuşuyorlardı, ne yapıyorlardı sorularını vesveselerle harlamayı istemiyordu. Aksi halde yerinde duramaz, buradan direkt olarak köyüne, mektebine sığınırdı. Bir ihtimal Ankara'ya gitmeyi de düşünebilirdi. Şimdi halasının sıcaklığına o kadar muhtaçtı ki...
Daha fazla yerinde duramayarak odanın içinde dört dönmeye başladı. Endişeden dudaklarını kemiriyor; tırnaklarını, avuç içlerine batırıyordu. O kadar stresliydi ki kapının açıldığını, Rıza'nın içeriye girdiğini bile duymadı. Anca Rıza, arkasından sarılıp başını boynuna yasladığında fark edebildi. Önce irkilse de sonrasında ona sarılanın Rıza olduğunu anlayarak rahatladı. Biraz da olsa olanları unutmanın bir zararı olmazdı öyle değil mi? Gözlerini yumarak bu anın tadını çıkarmaya baktı. O kısacık anda tek gerçek onların aşkıydı. Öyle hissediyordu.
Genç adam, uzun soluklarla Gülilzar'ın kokusunu içine çekerken hasret kaldığı tene dudaklarını bastırdı. Vazgeçmesinden korkuyordu. Bu korku ile yaşamak istemiyordu, emin olması gerekirdi. Genç kadını kendisine doğru çevirip yüzünün her zerresini incelemeye koyuldu. Yudumlamak istiyordu o gözleri. Fakat bakmıyordu ki gözlerini yere dikmişti. Çenesinden kavrayıp başını kaldırdı, nazarları parıl parıldı. Böylesi bir güzellik nasıl olur da kendisini sevebilmişti? Hangi sevabın ödülüydü bu böyle de kalbinin sıkışmasına neden oluyordu? O parıltılara uzun uzun bakıp izin istedi sessizce.
Gülilzar bakışlarını kaçırmayınca istediği müsaadeyi alınca daha fazla duramadı. Dudakları o baldan tatlı lebleri bulduğunda cenneti görür gibi oldu. Genç kadının kendisine karşılık vermesini diliyordu ki bu sebeple daha ileriye gitmeyip öylece bekledi. Gülilzar onu çok bekletmeden istediğini verdiğinde ondan daha mesut bir adam yoktu. Elleri birbirine kenetlenirken aşk ediyorlardı. Soluklar birbirine karışıyordu.
Rıza sağ elini yumuşacık saçlara daldırıp dudaklarını ayırdığında içinden geçen sadece aşklarını daha iyi bir şekilde yaşamaktı. Yoksa eceli gelse duramazdı. Güilzar'ın aklında tonla sual varken yıpratamazdı aralarındaki sevgiyi. Kadının alnına uzunca bir öpücük bırakıp onu koltuklara doğru çekti. Oturmasını sağladıktan sonra kendi de yanına çöküverdi. Fakat elleri bir an olsun saçlarından uzaklaşmadı.
"Mahkeme ertelendi," diye mırıldandığında Gülilzar'ın yüzü düştü. Sonrasında söyledikleri ise kalbinin tam orta yerine büyük hasar verdi. "Hâkim Yolande ile beni öyle görünce..." Sustu önce nasıl söyleyeceğini bilmiyormuş gibi. "Mirabelle de boşanmak istemediğini dile getirdi." Bir anda genç adamın omuzları çöktü. "Altı ay sonra dava tekrar görülecekmiş."
Ne yapması gerekirdi? Başkasının dahi görebildiğini ne demeye reddediyordu ki? İçindeki o kadın çığlık atmaya devam ededursun Gülilzar'ın kendi dahi ağzından çıkanları bilmiyor gibiydi.
"Belki de gitmesi gereken benimdir..."
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
2.06k Okunma |
298 Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |