Yeni Üyelik
19.
Bölüm
@beytikzer

İyi günler sayın okur. Yeni bir bölümle tekrar merhabalar. Yorum ve oylarını eksik etmeyen herkese teşekkürler. Sana da teşekkür ederim Caspervari okur. Ancak hani şöyle bir baktım da oy ve okunma arasında epey fark var. Yok canım sitem etmiyorum. Öpücükler...

 

Bölüme gelecek olursak ne yazık ki Rıza bugün yok fakat gelecek hafta her satırı süsleyecek.

Keyifli okumalar dilerim sayın okur. Selametle!

 

22 Kasım 1950 Dünya Barış Konseyi, Türkiye'den Nazım Hikmet, İspanya'dan Pablo Picasso, Şili'den Pablo Neruda, Amerika'dan Paul Robeson ve Polonya'dan Wanda Jakubowska olmak üzere Uluslararası Barış Ödülü verdi.

 

26 Kasım 1950 Türkiye, Kore Savaşı'na katıldı.

 

***

 

Burnuna dolan beyaz gül kokusuyla mest oluyordu. Nazım'ın, Gülilzar'ın burnuna tuttuğu gül, henüz tazeliğini koruyordu. Gülilzar'ın en sevdiği çiçekti. Fakat gülün dalından kesilmesi, sinirlerini zıplatmıştı. Özenle baktığı gül ağacına zarar gelmesi, Gülilzar için bir yıkım demekti. Burnuna dayanılan gülü kurtarıp sitemkâr bir bakış gönderdi Nazım'a. Yaptığı hatanın farkına geç de olsa varan Nazım, özür diliyor; affetmesi için deyim yerindeyse yalvarıyordu. Ancak Gülilzar inat etmişti. O inat ettikçe Nazım da diretiyordu. Ta ki eniştesi, tekrar seslerine gelince sustular. Elbette eniştesi olayı anlamış, öfkeyle bahçedeki ağacı kesmişti.

 

Gülilzar günlerce ağlamış, Nazım ile konuşmamıştı. Bir gün Nazım onu zorla aşağıya, bahçeye indirmiş; almış olduğu gül fidanını göstermişti. O an Nazım'ı affetmişti Gülilzar. Birlikte ağaca bakmışlar, kokusuyla büyülenmişlerdi. O koku hâlâ burnundaydı. Nazım'ın şen sesi de kulaklarında...

 

Mektubu tekrar tekrar okuduğundan ezber etmişti artık. Halasının her bir sözü, zihninde yankılanıyor; sanki gözünün önündeymişçesine canlandırıyordu simasını. Yanına gitmeyi ne kadar çok istiyor olsa da çocukları bırakamayacağından gitmeye yeltenmiyordu dahi. Elbette şimdi Rıza da vardı. Ondan uzağa gidesi yoktu. Böyle bir keşmekeş içinde ne edeceğini bilmez oldu.

 

Eliyle yüzünü kapayıp rahatlamaya çalıştı. Eğer daha dün ilçeye gitmemiş olsaydı yerinde durmaz; zarfları postaya iletirdi. Lakin tekrar ilçeye inse hem söylenti çıkardı hem de Rıza bu işten bir koku alır, suallere başlardı. O, bu düşünceler sarmalına takılıp kalmışken dışarıdan gelen bir korna sesi fikirlerini böldü. Ne olduğuna bakmak için pencereden baktığında yakacakların gelmiş olduğunu gördü. İçi sevinç ve rahatlamayla taştı. Karşılamak için dışarıya çıkıp elleri önünde bağlı bir halde bekleşti. Kamyonetten inen kır saçlı bir bey, Gülilzar'a doğru gelip,

 

"Muallime hanım sizsiniz değil mi?" diye sorduğunda Gülilzar neşe ile soludu.

 

"Evet, benim. Hoş geldiniz!" Adam; bu sevinçli, aydınlık yüze gülümsediğinde altın dişleri parıldadı.

 

"Kömür ve odunları nereye indirelim muallime hanım?" Gülilzar, uygun bir yerin olmadığını algıladığında bu sorumsuzluğundan ötürü kendinden utandı. Nasıl olur da akıl edememişti? Belli ki aklı beş karış havadaydı. Kendisine olan öfkesi gün yüzüne çıkmadan geçici bir yer gösterdi. Üstünü pekâlâ kapatabilirdi. Böylece kömür ve odunlar kısa bir süreliğine de olsa ıslanmazdı. Hoş henüz yağmur mevsimi de gelmiş değildi. Fakat eli kulağındaydı.

 

Hemencecik boşaltılan yakacaklar, yerlerini aldığında işçiler de gitti. Gülilzar, gidişlerini izlemeden ne yapacağını düşünmeye başladı. Açıkçası muhtara gidip yardım için birilerini çağırmasını isteyemezdi, istemiyordu. Köylü gençlerin, ona ne yaptığını unutmuş değildi. Muhtardan zaten haz etmiyordu. Murat'tan da yardım isteyemezdi, kolu kırıktı ve muhtemelen iki ay boyunca o kolu kullanamayacaktı. Kış o vakte kapıya dayanır, yakacakları kullanılmaz bir duruma getirirdi. Rıza ise... Ona çok fazla yük olduğunu düşündüğünden gururu el vermiyordu.

 

"Gülilzar Hanım?" Gülilzar bu çok da tanıdık olmayan sese döndüğünde belki de gökte aradığını yerde bulmuştu. Onu daha önce okula bırakan Onbaşı, omzu dik bir halde kendisine bakarken içinden geçenler aynen bunlardı. İş, bunu nasıl isteyeceğinde bitiyordu ki bu en zoruydu. Şaşkınlığı üzerinden bir önlüğü sıyırır gibi çıkardı.

 

"Ah! Hoş geldiniz Onbaşı. Burada ne arıyorsunuz?" Onbaşı, başındaki şapkayı çıkarıp kısa olan saçlarını sergiledi. Daha rahat bir pozisyon alıp zorlama olduğu aşikâr olan bir gülümseme takındı. Onbaşının çok sık gülmüyor oluşundandı bu durum.

 

"Komutanım devriyeye gönderdi. Geçerken de bir halinizi hatırınızı sorayım dedim." Yakacakları elindeki şapka ile gösterip, "Onlar orada ıslanmayacaklar mı? Bir çatı gerek," dediğinde Gülilzar sunulanı aldı.

 

"Evet, lakin yardım edecek kimse yok." Onbaşı bu sefer daha başarılı bir gülümseme ile karşılık verdi.

 

"Ben ve emrimdeki askerler ne güne duruyoruz?" Ardından alanı tarayıp muhtemelen kömürlük için uygun bir yer buldu. Şapkasını geri takıp, "O halde biz gidip malzemeleri getirelim Gülilzar Hanım. Tahtadan olacak büyük ihtimalle ama kışı atlatır. Birkaç saate geliriz," diyerek ayrıldığında Gülilzar minnetle baş salladı. Hızır gibi yetişmişti Onbaşı. Artık gönlü rahattı.

 

***

 

Askerler ve Onbaşı iyi iş çıkarmıştı doğrusu üç saatte hem kulübeyi inşa etmişler hem de odun ve kömürleri taşımışlardı. Bu esnada Gülilzar, içlerinden birinin Kore'ye gidenler arasında olduğunu öğrendiğinde buruldu. Böylesine genç insanların kan dökecek olması, zihninin sınırlarını zorluyordu. Fakat askerlere göre bu, gurur verici bir işti. Hatta bu konuda istekli oldukları da belliydi. Arkadaşlarına özendikleri o kadar aşikardı ki... Arkada kalan bebeler, analar ve eşler gelmiyordu akıllara. Gülilzar, bunları kulak ardı edip ona yardım etmiş olan askerlere yiyecek bir şeyler hazırlayıp sunduğunda yüzleri sevinçle ışıdı. Yaptığı çok da abartılacak bir şey değildi fakat Onbaşı defalarca teşekkürlerini belirtmekten geri durmadı. Asıl teşekkür etmesi gereken Gülilzar'dı oysa.

 

"Bir maruzatınız olursa..." Eliyle okulun arka taraflarını işaret ederek, "...Bir sonraki köyde oluruz. Bir müddet buralardayız," deyip elini uzattı. Gülilzar uzatılan ele tereddüt etmeden karşılık verdiğinde Onbaşı kibarlık gösterip elinin üstüne öpücük kondurdu. Böylesine bir davranış beklemediğinden Gülilzar şaşkınlığını gizleyemedi. Onbaşı derhal geri çekilip başıyla selam verdi. Ardından onu bekleyen araca binip uzaklaştığında Gülilzar da girmiş olduğu aşkıdan çıkıverdi. Böylesi ufak meselelere takılı kalmamalıydı.

 

Ne yapacağını bilmeden bahçede kalakaldığında tekrar köylülerin arasına karışmayı istedi ama buna cesareti yoktu. Hayır, ona kötü gözlerle bakmalarından değil ya da iğrenç bir söz işitmekten değildi korkusu. Onu asıl tedirgin eden şey öfkeye kapılıp karşılık vermekti. Bu nedenle Kadir Bey'in evine giden yolu arşınlamaya başladı. Kadir Bey, onu gördüğünde tepkisi ne olacaktı merak içindeydi. Onu rahat bırakmayı düşünmüyordu. Kadir Bey'in kendisini tehdit etmesi bardağı taşırmıştı ve Gülilzar vazgeçecek bir şahsiyette değildi. Pekâlâ, Nazire Hanımı da bu arada görebilir; Murat'ın durumunu söyleyebilirdi. Anladığı kadarıyla Murat artık o eve dönmüyordu.

 

Yol boyunca sarındığı kabanı, rüzgârı engelleyememiş; buz kesmesine sebep olmuştu. Rüzgâr o derece keskindi ki yüzünün yer yer kesildiği hissinden kurtulamıyordu. Şükür ki çocuklar hafta sonu tatilindeydiler. Yoksa o minik bedenler, üşür; belki de hastalığa yaka açarlardı. Gülilzar başını rüzgâra karşı eğip ilerlemeye devam etti. Sonunda Kadir Bey'in malikânesine ulaştığında ona kapıyı açan kırklarının başında bir hanım oldu. Üzerindeki hizmetli üniforması, solmuş ve yer yer yıpranmıştı. Buna rağmen yüzündeki güleç ifade, Gülilzar'ı gördükten sonra daha bir gerilip sanki olabilecekmişçesine daha sevimli hale sığıştı. Onu içeriye alıp Nazire Hanım'a haber vermeye gittiğinde Gülilzar daha önce yemek yemiş oldukları salonda bir başına kaldı. Bu ihtişamın vücut bulmuş halindeki odada yaşamış olduğu ilk deneyim aklına geldiğinde burayı birden soğuk, kasvetli ve mukassi buldu. İçindeki gömleğinin düğmelerini açma dürtüsünü görmezden gelerek salonun ortasında volta atmaya başladı.

 

O böyle daladursun Nazire Hanım, nihayet gelmiş; bu dört dönen kadını gördüğünde kapıda durarak izlemeye koyulmuştu. Doğrusu Gülilzar'ı hep asil bir hanım olarak görmüştü. İlk tanıştıklarında da bu böyleydi, şimdi de... Koyu kahverengi, bukleli, kısa saçlarıyla her ne kadar küçük bir kadın görünümünde olsa da içindeki olgun kişiliği görmemek mümkün değildi. Ona küçük kız kardeşini hatırlatıyordu; Neriman'ı, Rıza'nın annesini...

 

Onu ürkütmemek adına boğazını temizlediğinde Gülilzar geniş bir gülümseme ile döndü Nazire Hanım'a. İkisi de bir koltuğa yerleşip çaylarını da aldıklarında sohbete giriştiler. Nazire Hanım, gününü nasıl geçirdiğini anlatırken Gülilzar da heyecan ile gelecek yaz, köylüye göstereceği tekniklerle nasıl üretimi arttıracağını söylüyordu. Edilecek bir söz kalmadığında Gülilzar bardağın dibinde kalan çayın hatırına söze girdi.

 

"İki gün önce Murat mektepteydi." Bu haber ile Nazire Hanım'ın eli boğazına gitmiş; aldığı ani nefes ile tıkanmıştı. Elindeki bardaktan büyük bir yudum alıp rahatlamaya çalıştı. Bir yandan da gözünü Gülilzar'dan ayırmıyor; söyleyeceği şeyleri bekliyordu. Sanki bakışlarını ayırsa Gülilzar söylemeyecekti oğlunun ne halde olduğunu. Gülilzar, bu hanımı daha fazla bekletmenin haksızlık olduğunu düşünerek, "Kolu kırıktı..." dediğinde sözünü, Nazire Hanım'ın küçük iniltisi kesti. Uzanıp ellerini tuttuğunda titrer vaziyette bulunduğunu gördü. "Merak etmeyin Murat şu an çok iyi. Fatma Hanım'ın evinde konaklamakta..." Nazire Hanım kendine mani olamayıp dudaklarından kaçırdığı hıçkırığı tutmaya çalıştı fakat bu pek de mümkün olmamakla kalmayıp tekessür etti. Gülilzar daha fazla dayanamayıp kollarını Nazire Hanım'a dolayınca o da sarıldı aynı samimiyetle. Gözyaşları, Gülilzar'ın omuzlarını ıslatırken yavaş yavaş dinmeye başladı acısı. Murat iyiydi, şu an mühim olan yegâne şey buydu.

 

"Teşekkür ederim Gülilzar Hanım." Ondan koptuğunda genç kadın da az önce kalkmış olduğu koltuğa oturuverdi yine. Bu ıstıraplı hanımın her hareketini izlemeye koyuldu. Eteğinin cebinden, özenle ütülendiği anlaşılan mendili çıkarıp gözlerinden akan parıltıları sildi. Gri eteğinin üzerinde birleştirdiği elleri, artık titremiyordu ancak tırnaklarını dövüştürüyordu sanki.

 

"Babası mı yaptırmış?" Bu soru daha çok bildiğini onaylamak maksadıyla sorulmuş bir sualdi. Gülilzar tek kelime etmeden başını salladığında Nazire Hanım derince şişirdiği göğsünü boşalttı. "Kardeşime benziyorsunuz gerçekten de. Fiziken çok benzeşiyorsunuz orası muhakkak lakin görüyorum ki kişiliğiniz de benzeşiyor. O da dik kafalının biriydi." Bezginlikle homurdandı. "Kadir Bey'e kafa tutmakta üstüne yoktu. Aslında kocamla o evlenecekti fakat..." Söyleyecek doğru kelimeyi arar gibiydi. Bulduğunda, "...Başkasından gebe kalacak kadar birini seviyordu," dediğinde Gülilzar bu denli özelin gözler önüne serilmesine mana veremedi. Belki de Nazire Hanım bunca yıllık sessizliğini bozuyordu da isyan etmek istiyordu. O devam ederken Gülilzar can kulağıyla dinlemeye devam etti. Bu hanımı gücendirmek; istediği son şey olurdu.

 

"Sonra onlar kaçtılar. Kardeşim henüz on altı yaşındaydı. Sevdiği ise on yedi..." Gülümserken enerjisinden yoksun kalmış gibiydi. "Evlenemezlerdi zaten. Lakin olan olmuştu kabullenen kabullendi. Kabullenmeyenler ise belliydi. Kadir Bey, kız kardeşimi de o genci de öldürttü." Bunu öyle soğuk bir şekilde söylemişti ki Gülilzar ürperdi. Kadir Bey'in o kadar da gaddar olabileceğini düşünmüyor; belki de Nazire Hanım'ın bir cinnet halinde olduğunu düşünüyordu. Sormadan edemedi ama.

 

"Peki, neden Kadir Bey hâlâ dışarıda gezmekte ve siz onunla ne demeye evlendiniz?" Nazire Hanım, gözünü halıya dikip dalar gibi oldu.

 

"Bu benim düşüncem çünkü kız kardeşim; bir gece, Fatma Hanım'a evladını verip ortadan yok olmuş. Sonra da onları gören eden olmadı hiç." Gözlerini halıdan çekip Gülilzar'a diktiğinde acıyla kızaran gözleri gördü Gülilzar. "O dönem ben de evliydim. Eşim ormancıydı, gece bir kulübede kalır sabahına eve dönerdi." Yaşların arasında oynaşan anıları isteseler tutup çekerlerdi. Nazire Hanım yoğunlaşmış hisleriyle kavruluyordu. Bu Gülilzar'ın içine ufunet dolmasına sebep oldu. Ağırlık o kadar büyüktü ki altında ezilmekten korktu. "Bir gece, kulübenin yanmış olduğu haberini aldım. Kocam içinde yanmış, kül olmuş; karnımda Murat'ımla beni bir başına bırakmıştı. Sonra Kadir Bey geldi. Benimle evlilik akdini imzaladı." Omuz silkti. "Zaten giden gitmişti, Murat iyi bir hayata sahip olsun diledim."

 

Nihayet Nazire Hanım, içindeki irini tamamen kazıyıp ortaya döktüğünde bununla başa çıkması, bir düzene oturtması gerektiğini Gülilzar biliyordu. Her şey düzene eriştiğinde afallayan zihni, soru üstüne soru yöneltiyordu benliğine. Başa çıkamayacağını kavradığında Nazire Hanım'a dönüp,

 

"Fatma Hanım'a verilen yavrucağız..." sualini tamamlamadı. Dili dönmüyordu sanki. Nazire Hanım mütebessim etti.

 

"Rıza evet..."

 

Loading...
0%