Yeni Üyelik
16.
Bölüm

Meclup

@beytikzer

Günün aydın olsun sayın okur. Bölümü dün yayımlamam gerekiyordu fakat yazar günleri karıştırdı... Keyifli okumalar dilerim sayın okur. Selametle!

 

 

 

28 Eylül 1950 Birleşmiş Milletler'in emrine verilen Kore Birliği, 1950'de yolculuğuna başladı. Birlik, önce özel trenlerle İskenderun'a nakledildi, buradan da gemilerle Kore'ye doğru hareket etti.

 

28 Eylül 1950 Birleşmiş Milletler emrine verilen Kore Birliği Türkiye'den yola çıktı.

 

***

 

Düşünceler, eteklerinden tutmuş; derin bir hüzne çekmeye çalışıyordu. Kurtarmaya çalıştıkça kendini ayağı kayıyor; bir parça hüzün, ayaklarını ıslatıyordu. Gülilzar, tahtaya harfi çizip sesli bir şekilde tekrar etti. Onu dinledikten sonra bir koro edasıyla hep beraber harfi söyleyen çocuklar dahi öğretmenlerin halinde bir iş olduğunu biliyordu. Gülilzar daha fazla verimli olamayacağını düşünerek,

 

"Tamam çocuklar. Bugünlük bu kadar yeter. Ev ödeviniz 'L' harfi! Hem küçük hem de büyük harfle deftere yüz kere çizilecek." Dediğinde sınıftaki öğrenciler bu ödevi fazla görse de çıt çıkarmadan başlarını salladı. Bunun üzerine Gülilzar ellerini birbirine vurdu. "O halde herkese iyi günler. Yarın yine görüşürüz!" Çocuklar yine hep bir ağızdan,

 

"İyi günler öğretmenim!" diye çığırınca Gülilzar vicdan azabı çekmeden duramadı. Hoş, dersin bitmesine bir saat vardı ama... Üstünde durmamaya çalıştı. Yarın iki saat daha fazla ders anlatırdı. Hem geride değil, aksine müfredatın belirttiği tarihten önce okuma-yazma sökülecekti. Çocuklar teker teker okuldan ayrıldığında bir Rıfat ile kardeşi kalmıştı. Bilerek yavaş davranır bir hali vardı. Sonunda yalnız kaldıklarında Rıfat da ayaklandı. Gülilzar'a yaklaşıp,

 

"Öğretmenim, anam kışın yakacak için odun getirmemi istedi. Akşamüstü size de getirmek isterim," dediğinde Gülilzar, bu düşünceli çocuğa sarılmak istedi. Gülümseyerek,

 

"Teşekkür ederim Rıfat ama gereği yok. Hem bugün ilçe milli eğitime gidip yakacak odun ve kömür getirteceğim. Bir ben ısınmayacağım," diyerek Rıfat'ın omzunu sıvazladı. Rıfat, başını sallayarak kardeşinin de elinden tutup,

 

"İyi günler öğretmenim!" diye cıvıldadı. Öğretmeninden aldığı küçük bir takdir dahi onu mutlu etmeye yetmişti. Ardından okuldan çıkıp gözden kayboldular. Gülilzar, kendi ile baş başa kaldığında ilçeye gitmeyi düşündü. Fakat huzursuzdu. Doktor Rıza dört gündür kendisine uğramamıştı. Pişman mıydı söylediklerinden? Gülilzar'dan kurtulmaya mı çalışıyordu? Kendisi giderse Kuşçu'nun mekânına tuhaf kaçar mıydı? Omuz silkti. Neticede mektebin ihtiyaçları için ilçeye inecekti. Doktor Rıza'yla bir ilgisi yoktu bunun. Fakat sonra kendi kendine güldü. Pekâlâ, Doktor Rıza'yı da görmek istiyordu. Kendisinden kaçıyor muydu, bilmesi gerekti.

 

Odasına geçip krem, dizlerinin altında biten, son zamanlarda moda olan, kaşe kabanı üstüne geçirip çantasını kaptı. Çok soğuk sayılmazdı lakin akşamları serin oluyor, Gülilzar'ı titretiyordu. Okulun kapısını kilitleyip hızla durağa yöneldi. Acele etmesi gerekiyordu. Biraz sonra bir posta aracı gelip gidecekti ve Gülilzar hızlı olursa akşamüstü tekrar köye gelebileceğini düşünüyordu. İçten içe akşam ilçede kalmak istese de işlerini halledip yuvasına dönecekti. Bir beyin etrafında pervane olmayacaktı. Üstelik her gün köye gelmesine rağmen kendisine uğramayan bir beye... Elbette ki halasının iğneleri her gün vurdurtması gerektiğinden geliyor oluşu Gülilzar'ı alakadar etmezdi ama işte beş dakika dahi olsa selam vermesi gerekmez miydi? Sıkıntılardan sıyrılıp posta aracını beklemeye başladı. Çok geçmeden onu derdine doğru götüren araç geldi ve Gülilzar çekinmeden bindi posta arabasına.

 

Bu sefer rahat bir yolculuk geçirmişti fakat zihni kendisine eziyet edip durmuş, bir elezim kadar duyunçsuz davranmıştı. Durmadan Doktor Rıza'nın pişmanlıkla dolduğunu fısıldayan vicdansız aklı, yüreğini dikenli tellerle sarıyordu. İlçe Milli Eğitim binasına gelene değin içindeki buhran dinmedi. Daha önce görüştüğü müdür bu sefer de kendisine yardım edeceğini belirtip kaynak sağlamış, Gülilzar'ı ongun kılmıştı. Çok bir şey değildi belki sonbahar bitmeden soba kurulmazdı ama en azından çocuklar rahat bir kış geçirecekti. Yeterince ısıtılmış bir oda, genç zihinlerin ilgisini canlı tutardı.

 

Gülilzar, çocukları düşündükçe üstündeki ağırlık da dağılıveriyordu. Öyle ki mektebe döneceğine Kuşçu'nun oteline gitti. Burası onun için çok şey ifade etmeye başlamıştı. Nedeni apaçık ortadaydı elbette ama başka bir şey daha vardı burada. Belki de bu memlekete geldiğinde ilk konakladığı yer olduğu içindi. Veyahut Kuşçu ve Arif de bunun sebebi olabilirdi. Nihayetinde ikisi de Gülilzar'ın yardımına koşmuş, onu yalnız bırakmamışlardı.

 

Otelin kapısını araladığında minik bir yaratık ona doğru uçtu. Neye uğradığını şaşıran Gülilzar, bir çığlık koyuverdi dudaklarının arasından. Arif elinde çalı süpürgesiyle yaratığın üstüne çullandı. Minik yaratık, bir fareden başka bir şey değildi ve Arif'in elinden kurtulup dışarıya fırladı. Gülilzar, eli kalbinde sakinleşmeye çalışıyor; olanlara anlam vermeye çalışıyordu. Arif elindekini bırakıp utançla,

 

"Korkuttum mu hanım abla?" dediğinde Gülilzar derin bir nefes aldı. Başını sağa sola sallayıp,

 

"Hayır, çok değil," dedi. Sonrasında merakını dile getirmeden edemedi. "Oteli fareler mi bastı yoksa?" Arif korkuyla kekeledi.

 

"Yo... Yok, hanım abla. Dışardan gelmiş!" Tavrı o kadar masumeneydi ki Gülilzar üstüne gitmemeye karar verdi. "Ee, Kuşçu amcan yok mu?" Arif söze gerek duymadan,

 

"Cık!" dediğinde hemen ekledi. "Çarşıya çıktı. Harp çıkacakmış, depo boşalmasın dedi." Gülilzar şaşkınca Arif'in ne demek istediğini anlamaya çalıştı. Bunu Arif de fark edince Gülilzar'ı bilmiş bir edayla aydınlattı. "Kore'de harp çıkacakmış, gazeteler hep diyor. Hanım abla sen de okumuş olacaksın!" Gülilzar, bu bilgisizlikten ötürü utanmadan edemedi. Tez vakitte kendisine lambalı bir radyo almalıydı. Bunu sonraya saklayıp,

 

"Şu gazete duruyor mu daha?" diye sorunca Arif, göğsünü kabarttı.

 

"Elbette var hanım abla ne sandın? Kuşçu amca okumadan durmaz." Arif'in, Kuşçu'ya olan hayranlığı iç gıcıklıyordu.

 

"O halde ben de okuyabilir miyim?" Arif, Gülilzar'ı onaylayıp ortalıktan toz olunca Gülilzar da tutkularının esiri bir kadın gibi Rıza'nın odasına yollandı. Sonuçta o, şu an köydeydi ve Gülilzar istediği gibi at koşturabilirdi. Yakalanırsa da... Omuz silkti doğaçlama ilerlerdi.

 

Belli ki normal şartlarda Doktor Rıza tertipli bir beydi. Masayı son gördüğünde oldukça dağınıktı. Şimdiyse iki kitap üst üste konmuş, ortada bir defter ve üzerinde bir kalem ile bir düzen inşa edilmişti. Her yere onun kokusu sinmişti. Tütün ve karanfil kokusu bir olup farklı bir his içine çekiyordu insanı.

 

Gülilzar, odanın içinde öylece durmuş, etrafı incelerken gözü plakta takılı kaldı. Gramofona doğru yürüyüp bir plak yerleştirdi. Müzik hafifçe çalınmaya başladığında bir müddet dinledi. Ses güzel bir tınıya sahipti ve Gülilzar yarım yamalak anladığı bu dilin naif kelimelerini bünyesine nüfus etmesine izin verdi. Ta ki gözüne ilişen tortop olmuş çöpü gördü, dikkati de dağılmış oldu. Yere eğilip kâğıdı aldığında bunun aslında bir fotoğraf olduğunu kavradı. Resimdeki kadın, şiddetli derecede güzeldi. Fotoğraftaki hanım her kimse Rıza'ya öpücüklerini gönderiyordu. Resmin kenarına işlenen yazıdan anladığı buydu. Eh, ruj ile lekelenmesini saymıyordu dahi.

 

Odada başka birinin varlığını sezdiğinde arkasına dönüp kim olduğuna baktı. Dört gündür görmediği Rıza, karşısındaydı işte. Muhtemelen neyi görmüş olduğunu da biliyordu. Mirabelle'yi bilmesinden rahatsızlık mı duyuyordu? Belki de Gülilzar; ona, Mirabelle'yi hatırlatmıştı da gözden ıramıştı. Rıza yanına yaklaşıp elindeki alıverdiğinde Gülilzar suçluluk hissiyle taştı. Fakat Rıza resmi parçalara böldüğünde suçluluk hissinin yerini sevinç aldı. Belki bu kıskanç, çekilmez bir hanımın yapacağı işti ama rahatlamıştı işte.

 

Parçalama işlemi bittiğinde Rıza çöpe attı onları. Ardından yağmurluğunu çıkarıp yatağa serdiğinde Gülilzar da sıcakladığının farkına vardı. Paltosunu çıkarıp koluna asıverdi. Aralarındaki bu sessizlik daha fazla hüküm sürdüremedi. Rıza koluna aldığı paltoyu bir kenara koyup Gülilzar'ın ellerinden tutuverdi.

 

"Odama kadar gelmişken bir dans koparmadan bırakmam." Bu oyunbaz cümle anında eritiverdi genç kadının gerginliğini. Gülilzar'a fırsat vermeden ellerini beline yerleştirdiğinde, "Herhalde hanımefendiler vals bilir. Yanılmıyorum değil mi?" Gülilzar cevap vermek yerine elini Rıza'nın omzuna koyduğunda Rıza pişmiş kelle genişliğinde gülümsedi. "Bakalım daha ne hünerlerinizi göreceğiz."

 

Rıza ile Gülilzar bir bütün olarak dans ederlerken gözleri birbirinden ayrılmadı. Rıza'nın yüzündeki gülümseme hiç silinmeden Gülilzar'a da bulaştırdı. O saatten itibaren birkaç günlük yokluk önemini de yitiriverdi. Plak bitene kadar eller birbirinden ayrılmadı. Fakat plak son notaları çaldığında Rıza, Gülilzar'ı koluna yatırıp tekrar doğrulmasına yardımcı oldu. Şarkı bitmişti ama Rıza'nın gönlü elvermiyordu. Daha fazla kendine hâkim olamayarak burnuna bir öpücük bıraktığında alnını alnına yasladı Gülilzar'ın.

 

"Şimdi odamdan çıkmazsan seni öpücüklere boğacağım Gülilzar."

 

***

 

Yüzü hâlâ ateşler içerisindeydi. Öylesine utanıyordu ki bir an sonra alev alacakmış gibi hissediyordu. Gülilzar o anı hatırladıkça içindeki şımarık taraf, durmadan kıkırdıyordu. Hem güzel hem de tehlikeli bir iş etmişti. Bir daha Rıza'nın yüzüne bakabileceğini düşünüyor oluşu da haksız bir fikir sayılmazdı. Rıza onu uyardığında nasıl oldu da öyle bir tepki verdi bilmiyordu. Kesinlikle düşkün bir kadındı. Artık biliyordu. Fakat değerdi, bunu da biliyordu. Rıza'yı dinlemeyip henüz tıraşlanmış yanaklarına arzu dolu sevgisini bıraktığında herhalde Rıza da kendisi gibi şaşkındı. O ifadeyi unutmayacaktı. Yüzünü ellerine gömüp iç çekti. Ölenle olmuşa çare yoktu artık. Daha fazla düşünüp kendini hırpalamamalıydı.

 

Gülilzar, Arif'in sesiyle kendine geldiğinde önüne bırakılan gazeteyi ellerine alıp okumaya başladı. Arif ise fazlasıyla öfkeli bir halde,

 

"Hanım abla neredeydin Allah aşkına? Aradım durdum seni!" diye yakınıyordu. Gülilzar, gözlerini gazeteden ayırmadan,

 

"Buradaydım işte Arif. Merak etme, ikinci katta, koridorun sonundaki delikten çıkan fareyi görmedim," dediğinde Arif daha fazla ses etmedi. Böylece Gülilzar da havadisleri aldı.

 

'Bakanlar Kurulunun dünkü tarihi kararı ile Türkiye, Kore'ye asker gönderiyor.'

 

'Karar Birleşmiş Milletlere bildirildi.'

 

'4500 mevcutlu Türk savaş birliği Kore'ye gönderilecek.'

 

'Amerikalı Senatörün mühim beyanatı; Türk Askeri kabiliyetlidir ve ustaca dövüşür. Türk askerine güveniyoruz.'

 

Gülilzar okudukça içi sıkılıyordu. Kendilerinin derdi olmayan bir harbe dört bin beş yüz adam ve bir o kadar aile katılacaktı. Şanlı bir görev olduğu muhakkaktı lakin üzülmeden de edemiyordu işte. Gazeteyi geri katlayıp masanın üzerine bıraktı. Ardından sandalyeden kalkarak,

 

"Ben gidiyorum Arif, Kuşçu Beyefendiye selamımı söyle," dediğinde Rıza merdivenlerden inerek söze dâhil oldu.

 

"Sen kimseye selam söyleme Arif. Sana lokum alırım." Arif bu rüşvet karşısında parlayan gözlerle baş salladı.

 

"Emrin olur civan doktor." Gülilzar, şaşkınlık içerisinde Rıza'ya kaş çatarken o, genç kadının kolundan tutup kapıya yönlendirmeye başladı. Dışarı çıkmadan tek lakırdı dahi etmedi Gülilzar ama sonrasında ateş püskürdü.

 

"O da ne demekti öyle?" Doktor Rıza, kolunu bırakıp arabasının kapısını onun için açıverdi.

 

"Hadi seni köye götüreyim." Gülilzar sözünün dinlenmediğini düşünerek inat etti. Yerinde öylece dururken doktor daha fazla dayanamadı.

 

"Kuşçu Beyefendin selamsızlıktan ölmez. Hadi bin şu arabaya." Gülilzar bu emrivakilik karşısında ürperirken,

 

"İstemem Doktor Bey, ben posta aracı ile giderim. Zahmet etmeyin," diyerek inadını sürdürdü. Rıza, bu inadın kırılmayacağını bilerek ofladı. Genç kadının yanına gidip kulağına doğru eğildi.

 

"Eğer daha fazla inat edersen cümle âlem içinde seni taşırım." Gülilzar gözlerini kısıp Rıza'nın yüzüne baktı. Doktor'un bunu yapacağını biliyordu. Bu sebepledir ki arabaya biniverdi. Hemen peşinden halinden memnun olan Rıza arabaya yerleşip köye doğru yol aldı. Fakat yol boyunca tek kelime etmeyen Gülilzar, Rıza'nın vicdanını sızım sızım sızlattı. Durmadan kucağındaki çantayla oynuyor, gözünü yoldan ayırmıyordu. Ancak düşen yüzü, genç adamı cezalandırmak ister gibiydi. Sanki o yüz, Rıza'yı kötü bellemişti de ölüm fermanını vermişti. Hal böyle olunca yol uzadı da uzadı. Birinin pes etmesi gerekiyordu elbette ve bu birinin Gülilzar olmayacağı aşikârdı. En sonunda Rıza pes edip direksiyonu kırdı. Gülilzar şaşkınca bakarken Doktor Rıza dile geldi.

 

"Tamam, özür dilerim. Kuşçu iyi adam ama..." Sözünü tamamlamayıp dışarıya nefesini verdi. Cümlelerini toparlamaya çalışırken epey özen gösterdiği belliydi. "Fazla haşır neşir olmanı istemiyorum." Kendine olan kızgınlığını belli edercesine, "Biraz geri kafalı bir adam olduğumu düşünebilirsin. Ziyanı yok ama temkinli bir adam olduğumu da bil." Ardından Gülilzar'a dönüp, "İstersen seni daha fazla rahatsız etmem," dediğinde elleri de sevdiğinin saçlarını buldu.

 

Gülilzar, Rıza'nın başka bir sebepten ötürü öyle davrandığını geç de olsa anlamıştı. Fakat eniştesi de halasını kısıtlar; bu yüzden de hırpalardı. Elbette nefesinde aşk sarhoşu olduğu bu adamı eniştesiyle kıyaslamak gibi bir hataya düşmüyordu ama bilmek istiyordu.

 

"Eniştem, halamın başını dahi dışarı çıkarmayan bir insandı. Kapıdan baksa sonu dayak olurdu." Bunu neden söylediğini bilmiyordu ama paylaşmak hem rahatlatmış hem de ne düşündüğünü belirtmişti. Rıza ise Gülilzar'la ilgili bir şeyi öğrenmenin heyecanını yaşarken dahasını öğrenmek istedi.

 

"Annen ile baban da aynı vaziyetteler miydi?" Gülilzar rahatsızlık içinde kıpırdandı.

 

"Evet. Ancak anne, babam; ben dört yaşımdayken ayrıldılar." Gözlerini parmaklarına dikti. Saçlarındaki eller, telleri okşadıkça saç dipleri karıncalanıyordu. Bu da kafasındakileri toplamasına hiç de yardımcı olmuyordu. Gözlerini yeniden Rıza'ya dikip, "Babam hep bir oğlu olsun istermiş," diyerek bir müddet suskun kaldı ardından saçları okşayan eli tutup avuçlarının arasına aldı. "Doğduğumda babam hayal kırıklığıyla annemi dövmüş. Hani sen sormuştun ya adın Gülizar olmasın diye..." Dudaklarını birbirine bastırıp burukça gülümsedi. "Annemin dayak yemekten ne dediği anlaşılmazmış, nüfus müdürlüğüne de gittiğinde memur ne anladıysa onu yazmış hüviyetime."

 

Sanki kendini anlattıkça Rıza ile aralarında daha derin bir bağ oluşuyordu. Bunu Rıza'nın da hissetmesini diliyordu. İstiyordu ki Rıza, korkularını bilinsin de kırmasın. Saatlerce oturup birbirlerini konuştular. Gülilzar, Nazım'ı; Rıza da Mirabelle ve Kazım'ı anlattı. Böylece her ikisi de asıl endişelerini, kaygılarını anlayıp daha dikkatli davranmaya niyetlendiler. Bazen üzüldüler bazen de hoş anılarla yüzleri gülüp daracık alanı sevinçleriyle doldurdular. Akşamın turuncu çizgileri gökte ışıldayınca gitme vakitlerinin gelmiş olduğunu hatırladılar. Rıza'nın elleri kopmak istemiyordu. Parmakları o üç işarete dokunduğunda Gülilzar ürperdi. Fakat hiçbir ürperti daha tatlı olamaz diye düşünürken Rıza'nın dudakları çenesi ile dudağı arasındaki boşluğu buldu. Gülilzar mest, Rıza sarhoş oldu. En nihayetinde koptuklarında Rıza da aracı çalıştırıp yola devam etti yüzlerindeki tarifsiz mutlulukla...

 

Loading...
0%