40. Bölüm

Naneli Şekerler

Emine Fidan
beytikzer

İyi akşamlar dilerim sayın okur. Yeni bir bölümle merhabalar. Bu bölüm finalden önceki son bölümümüzdü. Önce biraz Gülilzar'a uğrayıp ardından Rıza'ya gideceğiz. Dilerim seveceğin bir bölüm olur. Keyifle okumanı dilerim sayın okur. Selametle!

 

14 Haziran 1951 İlk ticari bilgisayar olan UNIVAC I tanıtıldı.

 

17 Haziran 1951 Şair Nazım Hikmet Ran Sovyetler Birliğine kaçtı.

 

***

 

Karnının şişkinliği belini son günlerde daha fazla zorlamaya başlamıştı. Artık düzgün yürüyemiyor; zarafetten uzak bir şekilde hareket ediyordu. Fakat bu eskisi kadar da umurunda değildi. Öyle hanımefendilere özgü yürümek, en şık kıyafetleriyle sokağa çıkmak ve saçlarını sarmaçlara sarmak çok da dert değildi. Saçının düzgün bir halde bağlanması yeterliydi. Kıyafetleri ise rahat vermeliydi. Böyle bir hale düşeceğini hiç düşünmemişti. O bakımlı bir kadın olarak bilinirdi. Şimdiki haliyse... Omuz silkti, mühim olan bebeğinin sağlığı ve rahatıydı.

 

Ağustos ayının kavurucu sıcağı yüzüne vurdukça nefesi kesiliyordu. Elindeki fileler ise hiç yardımcı olmuyordu kendisine. Ne vardı sanki halasını dinlemeyecek? Eğer dinleseydi şimdi evin serinliğinde tembelce uzanabilirdi. Oysa son zamanlarda halasına çok fazla yük olduğunu düşünerek pazarı yapabileceğini belirtmiş, ikna etmek adına da yürümenin gebe hanımlar için fazlasıyla iyi olduğunu belirtmişti.

 

Tüm ısrarlara rağmen dilediğini gerçekleştirmişti lakin kapıdan çıkar çıkmaz dört bir yanını pişmanlık sarmıştı. Havadaki ısı haricinde bir de insanların yüzündeki aşağılayıcı ifadeyle karşı karşıya kalmış; utanç içerisinde kalmıştı. İnsanlar acımasızdı ve kendi kendilerine türlü şeyler üretebiliyorlardı. İlk geldiklerinde Gülilzar'ı görmezden gelmişlerdi fakat zamanla bir erinin olmayışı, ona kötü gözle bakmalarına sebep olmuştu. Hanımlar kınayıcı ve mesafeli, beyler ise... Aklına düşen anıyla birlikte yüzünü buruşturdu Gülilzar. Sakarya'ya geldiklerinin üçüncü ayında kendini bilmezin biri Gülilzar'ı sıkıştırmaya çalışmış ancak bir meslektaşı tarafından kurtarılmıştı.

 

Sakarya büyükçe bir ilçeydi. Bu sebeple mektepler büyük, öğretmen sayıları çoktu. Ne yazık ki Gülilzar özlem duyduğu mesleğini bırakmak zorunda kalmıştı. İkinci defa tayinini istediğinde geri çevrilmiş, tanıdıkları dahi yardımcı olamamıştı. Bu sebeple ara ara halk evlerine uğruyor, hasretini bir parça da olsa gidermeye çalışıyordu. Orada tanımıştı Fazıl Bey'i, bir lisede edebiyat öğretmenliği yapıyordu. Onun kadar sık sık gidemiyordu halk evine, etkinliklere fazla katılamıyordu. Zaman zaman köylere birkaç eğitimciyle birlikte uğruyor; bazen tiyatro gösterilerine eşlik ediyor, bazen de sahneye yardımcı oluyordu. Ancak o da geçen hafta kapatılmıştı. Siyasilerin çekişmesi yine eğitimi baltalamıştı. Tabii Gülilzar'ın tek uğraşını da elinden almıştı.

 

Bıkkınlıkla nefes alarak üzerindeki gözlere aldırmamaya çalıştı. Elbet bir gün alışacak, alıştıracaktı. Tek korkusu bebeğine dil uzatmalarıydı. Fakat buna engel olacak kişi yine kendisiydi. Kimse evladına kötü söz edemezdi, o kadar!

 

Nihayet eve vardığında ayağı ile tahta kapıyı araladı. Geniş gövdesi ile bahçeye girerken bahçedeki ağaçların rüzgârda çıkardığı sesler karşıladı onu. Bu bahçeyi seviyordu. Ağaçlar evin bir önceki sahibine ait olsa da çiçekleri o, kendi elleriyle ekmişti. Evin tek sevimli yeri burasıydı. Evin kendisi alçak olduğundan pencereler yukarıda kalıyor, güneşi çok az alıyordu. Bu sebeple lambalar daha erken yakılıyordu. Evden içeriye adımını atar atmaz halası karşıladı kendisini. Fileleri elinden alırken,

 

"Ah! Seni dinlemeyip ben gidecektim," diyor, bir yandan da filelerin ağırlığını ölçmek adına kaldırıp indiriyordu. "Şuna bak nasıl da ağırlar. Yolda doğurmadığına şükretmeli!" Asabiyetle çıkan sesi yükseldikçe yükseliyordu. Biraz sonra kendi kendine mırıldanıp, "Hadi içeriye geç de bacaklarını uzat, iğneyi batırsan balon gibi sönecek neredeyse," diyerek yolu açtı. Gülilzar, yıpranmış pabuçlarını çıkararak salona geçtiğinde üzerine geçirmiş olduğu ince hırkayı bir köşeye bıraktı. Ardından vakit kaybetmeden divana uzanıverdi. Sırtı yerle buluştuğu an gözlerini kapayarak mutlulukla iç çekti. Öylece uzanmak kadarı yoktu doğrusu. Ayaklarının birden havalanıp halasının kucağına indiğinde utançla kızardı.

 

"Hala zahmet etme," dese de halası onu dinlemeyerek ayaklarını ovmaya başladı. Tiksinmeden, söylenmeden...

 

"Rıza'dan bir haber var mı?" Halasının bıkmadan tekrar ettiği sorusu yüzünü asmasına neden oldu. İlk başlarda mektupları geliyordu elbette. Lakin Gülilzar önceleri onları geri göndertiyor, açmıyordu bile. Sonra da taşınarak önünü kesti. Şimdi bu yaptığına pişmandı doğrusu. Eğer o doğrultuda hareket etmeseydi şimdi içi rahat bir halde bebeğine bakabilirdi. En azından Rıza'ya bebekten bahsetseydi kimseyi dinlemeyeceğini biliyordu Rıza'nın. Başını iki yana sallayıp,

 

"Hayır hala. Nerede olduğumu bildiğinden dahi şüpheliyim," derken dahi iç sesi aslında biraz çaba harcasaydı bulabileceğini fısıldıyordu. Düşüncelere boğulmamak adına konuyu dağıtmaya çalıştı. "Sen ne yaptın bakalım? Ne olur yemekte mantı var de." İstekli vaziyeti halasını güldürdü.

 

"Havva Hanım sen istersin de yapmaz mı?" Muzurca gülümserken birden bire büyük şangırtı koptu. İki kadın şaşkınlıkla birbirlerine bakarken ağızları şokla aralanmış, benizleri atmıştı. Sonraki şangırtı salondan koptu. Üzerlerine yağan taşlarla kendilerine geldiklerinde Havva Hanım, Gülilzar'ın üzerine yatarcasına korumaya çalıştı. Peşinden gelen, çocuklara ait olduğu anlaşılan bağırtılar; onların buradan gitmelerini, mahallelerinde namussuzlara yer olmadığını haykırıyordu. Çocukların böyle şeyler düşünmeyeceğini, söylemeyeceğini iyi bilen biri bu vukuatın müsebbibinin büyükler olduğunu anlardı.

 

İki kadında dolaylı öfkelilerin hıncını almasını bekleyerek yerlerinden kımıldamadı. Fakat Gülilzar gözyaşlarına hâkim olamamamış; sarsılarak ağlamıştı. Son zamanlarda olduğu gibi onu teselli eden yine halası olmuştu. Vücuduna denk gelen cisimler haricinde yüreğine inen hançerlerle de başa çıkmak zorunda kaldı. Bir süre sonra ortalık sakinleştiğinde karanlığında çökmüş olduğunu gördüler. Tıpkı insanların üzerine çökmüş olan karanlık gibiydi gökyüzü.

 

Havva Hanım kendine gelerek yerinden doğruldu. Sırtına saplanan acılara aldırmadan Gülilzar'a gülümsedi.

 

"İyi yönden bak. Bugün içerisi serin olacak."

 

***

 

Rıza içtiği alkolün etkisiyle iyice kendinden geçmiş bir vaziyetteydi. Midesinin kaynadığını hissedebiliyordu. Ancak devam etmekte sakınca görmüyordu. Şişeler bir bir boşalırken o durmaksızın içiyordu. Buna ihtiyacı vardı; unutmaya, hatırlamamaya... Gülilzar'ı değil tabii ki. Mirabelle'nin saçmalamalarıydı hatırından silmek istediği. İki gündür bunun için uğraş veriyordu lakin olmuyordu.

 

Daha fazla içmeyi uygun görmeyerek yerinden doğrulup ışıkları kapamak için prize yöneldi. Etrafı kararttığında sarsak adımlarla yatağına kuruldu. Öylece, ne ayağındakileri çıkarmaya gücü yetti ne de üzerinde bulunan fazlalıkları. İçinden bağır çağır şarkı söylemek geliyordu. Tıpkı Gülilzar'ı tanımadan önceki zamanlardaki gibi. Lakin Yolande rahatsız olur diye yeltenmiyordu. Henüz o kıvamda bir sarhoş değildi. Bacaklarını göğsüne çekip başını kolunun üstüne koydu. Biraz rahatsız olduğu aşikârdı fakat bunu umursamayalı çok oluyordu.

 

Gözlerini kapayarak uykuya dalmaya çalıştı. Eğer biri kapısından içeriye geçip yatağına doğru adımlamasaydı. Gelenin Mirabelle olma endişesiyle hışımla kalktığında korkudan bez bebeğine yapışmış Yolande ile karşılaştı. Küçük kızı korkutmuştu. Sakinleşmeye çalışarak derin derin nefeslendi. Peşinden eliyle Yolande'yi yanına çağırdı. O vakit küçük kız korkusundan sıyrılıp neşeyle Rıza'ya atıldı. Yatağına bir güzel kurulup Rıza'nın kolları arasına sığıştı. Rıza o anda kendinden utandı. Yolande'ye kötü örnek oluyordu. Üzerine sinmiş alkol kokusu, odayı sarmış olan nikotin bulutu onun için iyi değildi. Ayrıca annesiyle aralarındaki gerginliği mutlaka fark etmişti ki şu an buradaydı. İç çekti.

 

"Özür dilerim bir tanem." Yolande huzursuzca kımıldanıp,

 

"Annemden nefret mi ediyorsun," diye mırıldandı masumca. Rıza anında reddetti.

 

"Elbette hayır." Ardından biraz düşünür gibi davranıp, "Sadece uzlaşamadığımız bir takım problemlerimiz var," dedi.

 

"Çünkü sen gitmek istiyorsun." Yolande'nin haklı tespiti Rıza'nın içini burktu. Tek laf etmeden küçük kızın saçlarını okşayarak uyumasını bekledi. Fakat Yolande inat etmiş gibi bir türlü uykuya dalmıyordu. Sürekli bebeğini çekiştiriyor, kesik kesik nefes alıyordu. Belli ki bir takım şeyler söylemek istiyor, düşüncelerini açığa çıkarmak istiyordu. Sonunda dayanamayarak, "Gitmek istiyorsan gidebilirsin. Ben annem gibi kızmam ama bana şeker gönder," diyerek umutla Rıza'ya baktı. Sanki tüm derdi şekerlerdi. Parlayan gözleri ve istekli yüzü bir süredir dertli olan Rıza'yı güldürdü.

 

"Hım, nasıl şekerler istiyorsun bakalım?" Yolande dirseği üzerine yarı kalkarak neşeyle,

 

"Naneli olanlardan! Hani İzmir'de aldık ya ondan," dedi. Rıza, Yolande'nin burnunu baş ve işaret parmağı arasına alıp sıktı. Küçük kız, bu tatlı işkenceden kurtulmak istercesine silkelenirken kıkırdıyor; sevinç saçıyordu. Rıza, onu bıraktığında daha ciddi bir ifadeye büründü.

 

"Naneli şekerler burada da var." Yolande bilmişçe dudaklarını büktü.

 

"Ama oradaki naneli şekerler daha güzel." Ardından gözlerini kaçırarak, "Hem sadece onun için git demiyorum. Sen o hanımefendiyi özlüyorsun," dediğinde artık daha da olgun görünüyordu. Bu küçük bir vücudun, taşıyamayacağı kâmilliği zorla üstüne geçirmesi gibi bir şeydi. Hayat onu bu hale gelmesi için zorlamıştı. Belki kendisinin ve Mirabelle'nin de etkisi vardı lakin Yolande hiçbir zaman diğer çocuklar gibi olmamıştı ki. Daha küçücükken bile çok ses çıkarmıyor, yerinden kımıldamıyordu. Onu tekrar kolları arasına alacakken Yolande hızla uzaklaştı Rıza'dan. "Ben ciddiyim baba. Git, böyle annemi de üzüyorsun. Kazım babam sana çok kızıyordur şimdi."

 

Rıza dilini yutmuşçasına kalakaldı. Ne Yolande'yi teskin edebiliyor ne de çıkarımlarını kabul edip onaylayabiliyordu. Yutkunamıyordu bile. Böyle bir anda Kazım'ı ileri sürmesi yaptığı hatanın ne derecede olduğunu hatırlatmıştı. Mirabelle'yi de Yolande'yi de kırmıştı. Kazım'ın biriciklerini hiç düşünmeden kırıp parçalamıştı. Son zamanlarda ne çok kalp kırar olmuştu. Hele Gülilzar... En çok onu yıkmıştı. Belki peşine düşer diye bekliyordu da Rıza, onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Yatakta oturur hale gelip elleriyle yüzünü kapadı. İşe yaramazın tekiydi!

 

Yolande, Rıza'nın yüzüne kapamış olduğu parmakları bir bir açarken fazlasıyla itinalı görünüyordu.

 

"Sen anneme bakma o gitme der ama git ister." Sırtını dikleştirip, "Hem ben de büyüdüm," diyerek irice açtığı gözlerle ikna etmeye çalışıyordu Rıza'yı. Sonra yamacında duran bebeği hızla arkasına aldı. "Anneme ben bakabilirim." Rıza daha fazla bu konuşmanın uzamaması adına küçük kızı sinesine yaslayıp yatağa devrildi.

 

"Hadi seni küçük şaklaban artık yat." Rıza, Yolande'nin yatmasını bekleyerek yerinden hiç kımıldamadı. Ta ki Yolande kımıldanmayı bırakıp düzenli nefesler alana kadar. İşte o vakit bir süredir kendilerini izleyen Mirabelle ile konuşmak için ayaklandı. Gitmeden Yolande'nin üzerini örtüp alnına minik bir öpücük bıraktı. Peşi sıra odasından çıkarak aydınlık olan salona yöneldi. Mirabelle, elinde kahvesiyle öylece oturmuş, onu bekliyordu. Belli ki onun da söyleyecekleri vardı. Kendisini söyleneceklere hazırlarken ayakları onu pencerenin kenarına doğru götürdü. Ellerini ceplerine daldırarak öylece bekledi. Önce Mirabelle'nin eteğindeki taşları dökmesini istiyordu. Mirabelle, onu daha fazla bekletmedi.

 

"Sana kızgın veya kırgın değilim. Aksine sana minnettarım. Onca yıl yanımızda kaldın, bizi kolladın." Yorgun düşmüşçesine dirseğini koltuğun kolçağına dayayıp parmaklarıyla alnını ovmaya başladı. "Böyle devam etmesini istemiyorum. Ya hep ya hiç Rıza..." Bakışlarını sırtı dönük olan adama doğrulttu. "Kızımı da etkiliyorsun. Odasında sürekli içip duran, sorumsuz bir baba istemiyor." Rıza daha fazla dayanamayarak,

 

"Özür dilerim," diye mırıldandı. Kimseye iyi gelmiyordu fakat elinde değildi. Sözlerini sürdürüp omuzlarını düşürdü. "Sana söylediklerim şeyler için ve haklısın. Yolande'ye kötü örnek oluyorum; o, bunu hak etmiyor. Fakat yapamıyorum, burada durdukça kendim de dâhil herkese zarar veriyorum." Arkasını dönüp Mirabelle ile yüzleşti. "Buraya gelmek yaptığım en büyük hataydı. Bir anlık öfke ile hareket edip bizi bu hale getirdim." Genç kadının önüne kadar yürüyüp diz çöktü. Başını yerden kaldırmadan bir müddet durduktan sonra, "Beni affedip azat eder misin?" diye sorduğunda Mirabelle gözlerinden kayıp giden yaşa mani olamadı. Daha o yaş yere düşüp varlığını hissettirmeden elinin tersi ile sildi yüzünü. Güçlü görünmeye çalışarak,

 

"Affedilecek bir durum göremiyorum. Ayrıca tutsağım değilsin, hiçbir zaman olmadın," dedi tok bir sesle. "Böyle hisseden sendin." Utançla gülümseyip, "Belki bir miktar seni zorlamış olabilirim ama..." derken sözlerinin gerisini getirmedi. Soluk aldıkça şişen göğsüne yük bindirmişçesine yutkundu. "Her neyse... Dediğim gibi tutsağım değilsin. Avukatımla da konuşur, şu boşanma işlemlerini hızlandırırız." Rıza'nın ona tebessüm ettiğini gördü. Aynı tebessümü dudaklarına yerleştirdi. "Fakat şu naneli şekerlerden biraz fazlaca gönder olur mu? Ben de istiyorum..."

 

Bölüm : 03.01.2025 20:42 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...