Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Namlunun Ucundaki Hayaletler

@beytikzer


Gülilzar sabahın erken saatlerinde valizlerini aşağıya teker teker indirirken sessiz olmaya çalışıyordu. Bazıları gibi hadsizlik yapamazdı. İnsanları, rahatsız etmemek adına valizleri sürüklemiyor, yukarıda tutmaya çalışarak beline yükleniyordu. Merdivenlerin sapa ve eskimiş halılarla kaplı oluşu işini daha da zor duruma getiriyordu. Her bavulu aynı itina ile kapının yanına indirirken ağrıyan beline destek oluyor, yine yukarıya, kendi odasına dönüyordu.

İşi bittiğinde bir oh çekti. Artık gidebilirdi ancak büyük bir sorun vardı. Üç bavulu taşıyacak ne güç ne de dermanı vardı. Dün girmiş olduğu mutfak kapısına ilişti gözleri. Kuşçunun uyanmış olup olmadığını merak ediyordu. O, ona yardımcı olur, en azından birini bulurdu. Omuzlarını dikleştirip yarı açık kapıyı çaldı. Tuhaf bir vaziyette yakalamak istemezdi Kuşçuyu. İçeriden ses gelmedi fakat toparlanmak için yeterli bir süre verdiğine kanaat edip helezonik desenli kapının kulpunu tutarak kapıyı ardına dek açıverdi.

Kuşçu, buz gibi yerde bağdaş kurmuş, başını taş ocağın duvarlarına yaslayarak uyuya kalmıştı. Kollarının arasındaki şeyse piyade tüfeğinden başka bir şey değildi. Bu Gülilzar'da hem acımaya hem de korkuya yol açtı. Savaştan sonra düzelemeyenlerdendi Kuşçu, şimdi görüyordu. Onu korkutmak istemiyordu ama uyandırması da gerekiyordu. Birden kendini kıyasımukassem durumunda buldu. Ya onu uyandırıp büyük bir olasılıkla sıçramasına sebep olacak ya da tüm o ağırlıkları kendi başına, bilmediği bir memlekette taşımaya çalışacaktı. Belki kayıp dahi olurdu. Buna cesaret edemezdi.

Sonunda Kuşçu'yu kaldırmakta karar kılarak yanına yaklaştı. Taş ocağından yükselen ısı, yüzüne vururken üstünde kaynamakta olan suya takıldı gözleri. Muhtemelen Kuşçu, kendisine teşekkür edecekti. Biraz daha uyumaya devam ederse su tamamen buhara dönüşecek, Kuşçu'nun tüm çabası da boşa gidecekti. Başparmağıyla Kuşçu'yu dürtmeye hazırlanırken Kuşçu birden uyanarak tüfeği Gülilzar'a yöneltti.

Kuşçu'nun uyku mahmurluğu henüz üzerinden inmemişken Gülilzar bu şekilde öleceğini düşündü. Hayattan ne almıştı Gülilzar? Daha hiçbir şey! Hep o vermişti. Kendisinden bir parça alınmıştı daima. Ancak bu dünya, ona bir şey vermemişti. Tek yönlü çalışıyordu onun gözünde bu âlem. Tamahkârdı, dişlerini birinin etine sapladı mı kurtulamıyordu o kişi. İliklerine kadar kuruyordu. Daha yaşayacaktı!

Yerinden kımıldamadan durdu öylece. Belki Kuşçu kendisine gelirdi de namluyu çekerdi suratından. Kuşçu gözlerini irice açmış, karşısındakine delirmişçesine bakıyordu. Elleri, kabzayı tutarken fazlaca kasılmıştı. O buhran geçtiğinde Kuşçu pes bir ses çıkararak tüfeği yere bıraktı. Gülilzar, bu güç durumun içerisinden sıyrılır sıyrılmaz Kuşçu kadar rahatladı. Başka bir kadın olsa şimdiye kadar aklını oynatır, tırnaklarını Kuşçu'nun suratına geçirirdi. Lakin o biliyordu, Kuşçu yaralıydı. Zihnine parçalı bir kurşun girmişti. Çıkması mümkün değildi. Olsa dahi dikiş izleri kalırdı.

Kuşçu ona baktı. Karşısındaki kadın esirmemiş, büyük bir olgunluk sergilemişti. İçten içe büyük bir hayranlık besledi kendisine. Yüzüne sahte bir tebessüm yerleştirdi. Bu tebessümü, Gülilzar'da karşılık bulmadı. Kederle yanıt verdi ona. Anladığını, sebebini bildiğini ve bunu yadırgamadığını anlatmaya çalıştı gözleri. Kuşçu, sadece yutkunmakla yetindi. Oturduğu yerden doğrulmaya çalışarak bu gerilimli ortamı dağıtmaya çalıştı. Ama kalkmasıyla bacaklarının tutulduğunu, kemiklerinin çatırdamasıyla anladı. Artık ayağı bir isyan başlatmış, bir uzuv olarak kalmak istemiyordu. Gülilzar'a saygıyla dönüp,

"Affınıza sığınıyorum küçükhanım. Bazı şeyler alışkanlık olarak kalmaya devam ediyor," dediğinde bakışlarını kaçırdı. Ona acınmasından nefret ederdi. O bir gaziydi. Bir kahraman... Hah! Kimi kandırıyordu? Herkese yalan söylese dahi kendisine söyleyemiyordu. Harp esnasında korkudan yerinden kımıldayamadığını, arkadaşları ölürken siper arkasından o hengâmeyi izlemekle yetindiğini... Ancak hakkını vermesi gerekseydi şunu söylerdi benliğine, ölmek üzere olan bir arkadaşına koşarken bir uzun namlulunun bacağına ve omzuna ateş ettiğini...

Onu, geçmişten çekip alan Gülilzar'ın boğazını temizlemesi oldu. Kadın, onu yargılamayacaktı. Ne yapacağını bilemez bir halde ellerini arkasında birleştirdi.

"Sabahın bu saatinde sizi uyandıran nedir küçükhanım?" Gülilzar, akıllılık edip Kuşçu'nun üzerine gitmedi.

"Köyüme gitmem gerekiyor Kuşçu Beyefendi." Bu hitap, Kuşçuyu eğlendirirken geniş bir gülümseme yayıldı yüzüne.

"Kuşçu yeterli olur küçükhanım... O halde size bir dolmuş bulalım." Etrafına bakınarak bir şeyler aramaya başladı. Başını eğip masanın altına baktı. "Arif, uyan!" Arif gözlerini ovuşturarak yattığı yerden doğrulmaya çalıştı. Yanağında pürüzlü zeminin izi bulunmaktaydı, kızarmıştı. Kuşçu biraz sert, biraz da babacan bir tavırla, "Hadi Arif, hanıma dolmuş getirteceksin daha. Şimdi kalkmazsan çöreği unut!" diye tehdit ettiğinde Arif, masanın altından emekleyerek çıktı. Hızını arttırarak mutfaktan çıktığında peşinden dış kapının çarpılma sesi de geldi. Tazı gibiydi Arif, sürati kesilmiyordu.

Gülilzar, boş iskemleye oturup beklemeye başladı. Bu arada Kuşçu, kaynar suyu ateşin üstünden alarak geniş bir kazana aktardı. Boşaltma esnasında yüzüne vuran buhar yüzünden yüzünü buruştururken bir bez çuvaldan kirli olduğu kokusundan anlaşılan kıyafetleri çıkarmaya başladı. O suya, elbiseleri koyarken Gülilzar, keşfetmeye fırsat bulamadığı mutfağı incelemeye başladı. Duvarların dip köşeleri, rutubetten kabarmıştı ancak başka bir kusuru yoktu mutfağın, tertemizdi. Gülilzar, hijyene önem verenlerdendi. Kirden ve kirli olan şeylerden oldu olası hoşlanmazdı. Kuşçu, birden ardına dönüp ürkmesine sebep oldu.

"Sormayı unuttuğum için bağışlayın, aç mısınız?" Kuşçu, mahcup olmuştu. Nasıl da aklına gelmezdi! Gülilzar Kuşçu'yu rahatlatmak istercesine,

"Estağfurullah, ben zaten kahvaltı yapmam. İçiniz rahat olsun," dediğinde Kuşçu tam olarak rahatlamamıştı ancak üstelemedi de. Başını, onaylarcasına salladıktan sonra işine geri döndü. Utanıyordu hâlâ az önceki davranışından ötürü. Kendini düşüncelere boğmadan yıkamaya odaklanırken keyifli bir ıslık sesinin merdivenlerden indiğini duydu. Doktor Rıza'ydı bu ıslığın sahibi. Kuşçu Doktor'un bu halini seviyordu. Kendisinden epey bir farklıydı. Daha toy, daha deli doluydu. Hayatın kıymetini bilen bir adamdı Doktor Rıza. Tahsilini garp memleketlerinde tamamlamış, ülkesine faydası dokunsun diye yurda dönüş yapmıştı. Anlayamadığı tek şey neden bu küçük ilçede olduğuydu. İstese daha büyük şehirlerde ününe ün katar, şöhretin getirilerinden faydalanırdı, anlayamıyordu.

Doktor Rıza, son üç basamağı zıplayarak aştığında zemin gıcırdadı. Parkeler dahi isyan ediyordu Doktor Rıza'nın bu pervasızlığına. Ancak o aynı neşe ile mutfak kapısından küçük bir selam çaktı.

"Günün aydın olsun Kuşçu!" Sesindeki neşeli tını, Gülilzar'ın ilgisini çekti. Ancak bakmayacağına, selamını almayacağına dair kendi ile bir sözleşmeye varmıştı. Kuşçu, Doktor'un neşesine yaklaşamayan bir tebessümle,

"Sizin de aydın olsun Doktor. Her zamanki gibi neşe içindesiniz. Bunun bir formülü varsa kendim için de isterim," diye yanıtladığında Gülilzar dahi gülümsedi. Lakin Doktor Rıza'nın bakışlarını üzerinde hissettiğinde dudaklarına dur komutu verdi. Doktor Rıza aynı içtenlikle Gülilzar'a döndü.

"Hanımefendilere de günaydın... Sizden de bir selam sabah alacak mıyız?" Muzipçe ceketinin cebindeki köstekli saati çıkarıp, "Ah! Bakın saat sabahın altısı!" diye cıvıldadı. Gülilzar bu üstü alayla örtülü lakırdıları anlamıştı. Yine de cevap vermeyecekti. Hadsiz, mikyassız bu adam diye düşünüyor, ondan beriye bakmamakta diretiyordu. Bir süre sonra pes eden, Doktor oldu. Kuşçuya Allaha ısmarladık dileyip ortalıktan toz olduğunda Gülilzar da rahatladı. 'Artık Arif de gelseydi,' diye düşündü.

***

Dolmuşun içi, tavuk yemi kokuyordu, tavuk yemi ve ekşi yoğurt. İlçede hususi bir araç bulunmadığından posta aracı, o ve on kişinin dâhil emrine amade edilmişti. Devletin aracına binmek rahatsız ediyordu fakat yapacak bir şeyi de yoktu. Ya posta aracına binecek ya da o doktor müsveddesinden yardım dilenip kendini küçük düşürecekti. Ah, hayır! Gülilzar, gururunu ayaklar altına almaktansa devlete sığınacaktı.

Kırmızı boyalı, beyaz hatlı minibüs yaklaşık on beş kişilikti. En azından sıkış tepiş değillerdi de rahat rahat yola koyulmuşlardı. Ancak yol üstünde birkaç yere uğradıklarından üstüne doğru eğilen beyler oldu. Muhtemelen kendileri de bu durumdan rahatsızlık duyuyorlardı ancak elden de bir şey gelmezdi. Yolun sonuna kadar her iki taraf da sabretmek zorunda kaldı.

Gülilzar'ın, köyüne yetişmesine çok az bir yol kala bir o kalmıştı posta aracında. Tüm o insanlar, minibüsten bir bir inmiş, Gülilzar’ı yek başına bırakmışlardı. Ne yazık ki koku, hâlâ onunla birlikteydi. Minibüsün duracağını anladığında sarsılmamak adına eliyle önündeki koltuğu tutup iyice geriye yaslandı. Sürücü, ardına dönerek Gülilzar'a seslendi.

"Bacım, bahsettiğin köy burası, vardık." Gülilzar başını salladığında sürücü de minibüsten çıkarak bavulları taşımak için Gülilzar'a yardımcı oldu. Gülilzar, minnettardı. Buradaki insanlar geldiğinden beri kendisine yardım ediyor, bavulları tek başına taşımasına razı gelmiyorlardı. Şanslı olduğunu düşündü. İyi bir memlekete denk gelmişti.

Şoför, bavulları indirip de Gülilzar'ı köyde bıraktığında derin bir nefes aldı genç kadın. Ettiği yemini hatırladı. Ankara'daki Köy Enstitüsünde tanıştığı öğretmen arkadaşları da böyle hissediyor muydu? Böylesine gururlu... Sahi halası da gurur duyar mıydı o elim olay vuku bulmasaydı? Duyardı elbet! Hatta genç kadını, bu köye kadar getirir, içi rahat edene kadar ayrılmazdı. Nazım da mutlu olurdu.

Ah! O Nazım... Sabahtan akşama kadar odasından çıkmayıp hikâyeler uydururdu kalemi. Günün sonunda nihayet odadan çıkıp masallarını, Gülilzar'a okutmaya bayılırdı. Gülilzar da her defasında onun, bu kıymetli kaleminden etkilenir ve heyecan içinde bir başka yazıyı beklerdi. Nazım, onu hiç bekletmezdi. Ta ki o güne kadar...

"Çok beklettim mi Öğretmen Hanım?" Gülilzar, sağdan gelen sesle o yöne dönüp karşısında uzun, sıska bir adamla karşılaştı. Muhtar olmalıydı, göğsündeki rozet, bunun nişanesi gibiydi. Adam, uzun adımlarla Gülilzar'ın yanına yaklaşıp elini uzattı. Gülilzar da karşılık verdiğinde sıcacık gülümsedi genç kadına. "Hoş geldiniz Öğretmen Hanım, devletimize ne kadar teşekkür etsek az. Sizi, bize gönderdi." Daha Gülilzar'ın karşılığını beklemeden ötede duran sarışın gence sert çıkıştı. "Ne duruyorsun? Alsana şu bavulları!"

Genç, irkilerek bavullara koştu. Muhtar, Gülilzar'a tekrar döndüğünde o sert çehreden eser yoktu. Gülilzar sarışın gence acıdı. Küçük düşürülmüştü ama sanki o, daha çok muhtarın kendisine kızmasını istediğini hissettirmişti Gülilzar'a. Birlikte yürümeye başladılar. Her şey fazla soğuk gelmişti. Böyle olacağını düşünememişti Gülilzar. Belki onu karşılamaya gelenin, muhtarın değil de çocukların olmasını isterdi. İçi sıkıldı.

Küçük bir yokuşu tırmanırlarken tüm yük sarışın gençteydi. Gülilzar, 'Bari bir tanesini kaldırayım,' demişti ama genç, buna şiddetle karşı çıkmış, ağırlıkları taşımaya devam etmişti. Sonunda okul dedikleri, küçük bir bina karşılamıştı onları. Gülilzar, hızını alamayıp atılmak istiyordu yuvasına ama içinden gelenin aksini yaparak ayak bastı istikbaline. Muhtar, öne geçip yuvaya, ağır bir anahtarı soktu. Ardından geri çekilerek Gülilzar'a yol verdi. Lakin Gülilzar'ın beklediği bu değildi.

Duvarlar, kötülükle sıvanmış, Gülilzar'a öfke kusuyordu. Elbette ne olduğu açıktı. Gülilzar, burada istenmiyordu!


Loading...
0%