Yeni Üyelik
12.
Bölüm

11. Bölüm - Yeni Başroller

@beyyzzademiir

Gözlerimi defalarca kırpıştırarak kendime gelmeye çalıştım fakat gerçekten akli melekelerimden emin olamıyordum. Bakışlarımı arkadaki masadan çeviremiyordum ki Çağıl’ın bana seslenmesi ile ona dönmek zorunda kalmıştım.

“İyi misin Bigem?”

Hızlıca ceketimi alıp masadan kenara çekildim “İyiyim, birini gördüm sandım.” dedim.

Çağıl benim az önce baktığım masaya döndüğünde ben de kafamı eğip tekrardan o masaya döndüm. Az önce orada oturan adam şu an masada yoktu. Çağıl anlamsız bakışlarını bu defa bana çevirip “Gidelim,” dedi.

Kafamı sallayarak çıkış kapısına yöneldim. Kapıyı arkamda olmasına rağmen uzanıp açan Çağıl, benim dışarı çıkmamı bekledi. Hiç vakit kaybetmeden kendimi dışarı attıktan sonra soğuk havayı ciğerlerime doldurdum.

Poyraz arabayı getirdikten sonra biz binmeden önce Rümeysa’nın telefonu çalınca hepimizin dikkati oraya çekildi.

“Ben şirkette değilim… Şimdi gelmemize gerek yok mu yani… Hayır, Bigem Hanım’da yanımda… Tamam, çıksınlar o zaman. Yarın görüşürüz”

Telefonu kulağından indiren Rümeysa bize döndü. “Catering vardı bir düğünde, gruplar oraya geçmiş. Kadir Bey herkese öğleden sonra izin vermiş.” dedi.

Çağıl bana dönerek “Seni de eve bırakalım mı istersen.” dedi.

Başımı hayır anlamında sağa sola salladım. “Arabam şirkette, onu almam lazım.” dedim.

Poyraz araya girerek “Hallederiz onu, getirirler akşam sana, eve gideceksen bırakalım biz.” dedi.

Bakışlarımı çevirdiğim Rümeysa “İnat etme boşuna, götürelim işte biz seni.” dediğinde daha fazla kimsenin ısrar etmemesini sağlayarak “Tamam.” dedim.

Yaklaşık yarım saat sonra tarif ettiğim sitenin önündeydik. İçeri girmelerine gerek olmadığından “Burada inebilirim, zaten içeri giremezsiniz.” dedim. Poyraz ve Rümeysa oturdukları ön koltuklardan başlarını çevirdi. İlk önce Rümeysa konuşmaya başladı.

“Teşekkür ederim, çok keyifli bir sohbet oldu benim için,” dedi. Gerçekten keyif almış gözüküyordu.

Aynı şekilde Poyraz’da “Tekrarlayalım bazen Avukat Hanım.” dedi.

İkisine de gülümseyerek “Asıl ben teşekkür ederim.” Dedim. Arabanın kapısını açmadan önce en son bakışlarımı Çağıl’a çevirdim. O da samimi gülümsemesiyle bana bakıyordu. “Yukarı kadar eşlik etmemi ister misin?” diye sordu.

“Hayır.” dedim. “Zaten dolaşırım biraz bahçede sonra çıkarım yukarı.” Hava mevsime rağmen yanıltıcı derecede sıcaktı.

“Tamamdır, yarın görüşürüz.” diyen Çağıl’a aynı şekilde karşılık verdim.

Arabadan indiğimde hala nefes nefeseydim. Eve gelene kadar zor sabretmiş, hatta arabada tıkanacak haddeye gelmiştim. Eğer ben kafayı sıyırmadıysam Çağıl’ın öldürdüğü iddia edilen Can Akın bugün bizim yemek yediğimiz restoranda canlı bir biçimde, arkamdaki masada oturuyordu.

Öldüğüne dair çıkan otopsi raporunu bizzat kendi gözlerimle okumuştum. Birine benzettiğim fikrine kendimi inandırmak istiyordum.

Dairemin önüne geldiğimde çantamdan anahtarı alıp kapıyı açtım, kendimi içeri attım. Üzerimdeki ceketi çıkartır çıkartmaz mutfağa yöneldim. Sürahiden doldurduğum bir bardak suyu içtiğimde hala nefesimi kontrol edemiyordum. Aklımın almadığı şeyler başıma gelirken ne yapmam gerektiğini bilmez bir haldeydim.

Bardağı masaya bırakmamla kapının çalması bir oldu. Saat daha iki bile olmadığından gelenin Ayça olmasına imkân yoktu. Meraklı gözlerle kapıya baktığım sırada zil bir kez daha çaldı.

Üçüncü çalışına izin vermeyip kapıyı açtığımda, artık tam anlamıyla delirdiğimden emindim.

Can Akın yine karşımdaydı. Restoranda gördüğümde üzerinde var olan kıyafetlerle şuan üzerinde olan kıyafetler aynıydı fakat üzerine yeni olarak kan lekeleri eklenmişti.

Ağzı, yüzü kan revan içinde güç bela ayakta duran Can Akın “Bana yardım et.” diye fısıldadı.

Çözülen diz bağlarıma aldırış etmeden dik duruşumu korumaya çalıştım. Uğuldayan kulaklarım duymamı zorlaştırıyor olsa da bunu umursamayarak konuşmaya başladım.

“Kimsiniz?”

Sıklaşan nefesini basit gülümsemesi ile süsleyen Can Akın “Hadi ama Bigem Erel, tanıyorsun beni.” dedi.

Kafamı sağa sola salladıktan sonra “Karıştırıyorsunuz, tanımıyorum sizi.” diyerek kapıyı ittirdim fakat kapı ile eşik arasına yerleştirdiği ayağı kapıyı kapatmama engel oldu.

“Bigem Erel beni dinlemek zorundasın.” Kapıyı geriye doğru açtığında birkaç adım sendeledim.

Merakıma ve korkuma yenik düşerek bir anda içime doğan cesaret ile kapıyı ardına kadar açtım. “İçeri gir.” diyerek elimle hol boşluğunu işaret ettim.

Yüzünden akan kanları umursamadan içeri geçen Can Akın elini duvara dayayarak destek almaya çalıştı.

“Anlat.” dedim.

Attığı ufak kahkaha ile nefesini döndürmesini izlediğim Can Akın’ın hareketleri iyice sinirimi bozmaya başlamıştı. Yaptığım hamle ile duvara dayadığı sol elinin bileğini kavrayarak duvardan ayırdım, döndürdüğüm bileğini tekrardan duvara yaslayarak aramdaki mesafeyi kapattım.

“Konuşmak için sadece on saniyen var.” diye fısıldadım.

Yüzünden silmediği alaycı gülümsemesi ile konuşan Can Akın “Ağzımın yüzümün yerini değiştirmemiş olsalardı çok daha rahat konuşabilirdim.” dedi.

Gözlerimi kısarak onu süzdüm. Anlamsızca kafamda dönen şeylere bir cevap arayan bakışlarım bana yeterli kalmamıştı.

“Çağıl sana ayrıntı verir sonra ama şu kadarını bil Bigem Erel. Gittiğin yol, yol değil. Vakit kaybetmeden vazgeç bu işten.”

Duyduğum cümlenin ardından sol bileğindeki elimi gevşettim. “Dalga mı geçiyorsunuz lan benimle?” dedim.

“Ben geçmiyorum ama Çağıl geçiyor olabilir.” Karşımda duran ve şuan toprak altında olması gereken adam adeta benimle kafa buluyordu. Rahat tavrı rahatsız edici düzeydeydi.

“Senin ölmüş olman gerekiyordu. Otopsi raporunu kendi ellerimle teslim aldım.” dedim. Karşılıklı olarak saçmaladığımızın farkındaydım fakat bünyem daha fazla susmama izin vermiyordu. Oturup ağlasam yeridir şu an.

“Maalesef ölmeyi tercih ederdim ama olmuyor işte öyle.”

Artık sakin tavrımı koruyamıyordum “Sen benimle kafam mı buluyorsun? Anlatsana.” diye bağırdım.

Ellerini hafifçe kaldırarak “Bağırma.” dedi Can Akın. “Anlatacağım.”

“Çağıl’ın annesinin arkadaşı mıdır nedir, Arif Bey yapıyor her şeyi.” dedi.

Sıklaşan nefesime, titreyen dizlerim eşlik ediyordu. “Her şeyi?” dedim soru sorarcasına.

“Şimdiye kadar olan ve şimdiden sonra olacaklar.”

Cevap vermek için dudaklarımı araladığım sırada çalan telefon sesi ortamdaki havayı dağıtmıştı.

Portmantoda çalan telefonumun ekranında ‘Annem’ yazıyordu. Benimle beraber Can Akın’ın da gözleri oraya kaymıştı.

Gözlerimi telefondan ayırıp tekrardan Can Akın’a çevirmiştim ki o aralık kapıdan dışarı çıkıyordu. Kilitlenen dizlerim arkasından gitmeme izin vermediğinden olduğum yerde duruyordum.

Telefonumun sesi kesilmişti. Aralık kapıyı hafifçe ittirip kapattıktan sonra sırtımı kapıya dayayarak kendimi yere kaydırdım. Ölmüş olması gereken ama yaşayan bir adam. Arif denen herif. Olaylar, olaylar…

Yaklaşık beş dakika sonra kendime geldiğimde oturduğum yerden hızlıca ayaklandım. Çalışma odasındaki dolabın kapaklarını açarak Çağıl Kaya davasının dosyasını çıkartıp masanın üzerine koydum. İlk sayfalarda duran otopsi raporunun kopyasını çıkartıp tek tek incelemeye başladım. Tüm bilgiler tamamen doldurulmuştu. Eksik veya hatalı hiçbir şey yoktu fakat nasıl oluyorsa bu otopsinin yapıldığı adam az önce benim karşımdaydı. Otopsi raporunu kenara bıraktıktan sonra arka sayfalarda yer alan Çağıl’ın bilgilerinin olduğu kağıdı elime aldım. Baba adı “Kadir Kaya” yazıyordu. Arif denen herifin adı tek bir belgede dahi geçmiyordu. Babamın dedikleri doğru değildi. Olamazdı çünkü babası Arif olsa anlardım.

Sandalyemi geriye doğru çektim. Yorgun bedenimi buraya bırakarak, başımı kollarımın arasına gömdüm. Bir karanlığın var olduğunu ben de biliyordum fakat bu karanlıkta tek başıma kaybolmayı beklemiyordum.

Ertesi sabah Çağıl Kaya davasının tüm belgelerini toparlayıp çantama koydum. Giydiğim siyah pantolon ve siyah gömleğe son kez aynanın karşısında baktım. Normalde hevesle makyaj yaptığım yüzüme bu sabah dokunmadım. Vakit kaybetmeye niyetim yoktu. Şarja bıraktığım telefonumu elime aldım. Dün cevap veremediğim annem yaklaşık sekiz defa aramıştı. Onun dışında Çağıl üç defa aramış fakat büyük ihtimalle çağrıları cevapsız kalınca işini mesajla halletmek zorunda kalmıştı.

Çağıl Kaya(müvekkilim): Bigem aracını otoparka bıraktırdık. Arıyorum açmıyorsun, bu yüzden anahtarı güvenliğe bırakmak zorunda kaldık. Oradan alırsın.

Mesajı okuduktan sonra telefonumu da çantama yerleştirdim. Montumu elime aldıktan sonra seri hareketlerle kendimi evden dışarı attım. Arabayı şirketin otoparkına park etmekle dahi vakit kaybedesim yoktu. Görevliye bunu rica edip anahtarı daha sonra odama bırakabileceğini söyledim.

İlk hedefim direkt Rümeysa’nın odası oldu. Danışmaya bıraktığım montum ve içi boş çantam tahminimce çoktan odamdaki yerlerini almıştı. Rümeysa’nın odasının önünde durduğumda kapalı kapıya rağmen içeriden gelen kahkahalar sabah sabah gayet keyifli bir sohbet döndüğünü kanıtlar nitelikteydi. Kapıyı çaldıktan sonra içeriden herhangi bir komut beklemeden kapıyı açtım. Tam da düşündüğüm gibi Çağıl, Poyraz ve Rümeysa buradaydı. Sanki beni daha önce görmemiş gibi anlamsız bakışlarla yüzüme bakan üçlüye gülümsemeden, dümdüz bir ses ile “Toplantı odasında biraz görüşebilir miyiz? Burasının sizin için pek uygun olacağını zannetmiyorum.” dedim.

Rümeysa tüm ciddiyetsizliği ile “Sana da günaydın Avukat Hanım.” dedi. Dün olan keyifli sohbetten eser kalmamıştı.

Herhangi bir cevap vermeden açık bıraktığım kapıdan dışarı çıktım. Gergin tavrımı sezen Çağıl diğerlerinden önce davranarak odadan çıktı. Kollarımı bağlayarak beklediğim duvarda yanıma doğru yaklaştı. Fısıltılı bir tonlama ile “Neler oluyor?” dedi.

“Hiç iyi şeyler olmuyor Çağıl.” dedim. “Özellikle senin için.”

Rümeysa, Poyraz ve Çağıl’ın toplantı salonuna girmelerini bekledim. Elimdeki dosyalar hareketlerimi kısıtlıyor olsa da kapıyı ayağımla kapattım. Onlar sandalyelere yerleşirken ben elimdeki dosyaların tamamını Çağıl’ın önüne fırlatırcasına bıraktım. Ellerimi masanın boş kalan kısımlarına yerleştirdikten sonra bakışlarımı Çağıl’ın gözlerinde sabitledim.

“Senin karşında bir çocuk varmış gibi mi gözüküyor?” dedim. “Benim dün öğrendiklerimi senin ağzından bir kez daha duymak için sadece on saniyen var.”

Anlamsız gözleriyle beni süzen Çağıl “Seni anlamıyorum Bigem.” dedi. Anlıyordu.

Ufak kahkaham boş salonda yankılanırken tekrardan sözü devraldım. “Dalga mı geçiyorsun benimle?”

Önündeki dosyaları ona doğru ittirdim. “Bil bakalım ben dün kiminle tanıştım Çağıl.” diyerek Can Akın’ın otopsi raporunun olduğu sayfayı açtım. Kâğıdı şeffaf dosyadan çıkartarak Çağıl’ın önüne bıraktım. “Can Akın ile tanıştım.”

Rümeysa oturduğu sandalyede rahatlamış bir tavır sergileyerek arkasına yaslandı. Aldığı sesli nefesin ardından “Ben size tercüme edeyim Bigem kafayı yemiş, ölü insanlarla tanıştığını söylüyor.” dedi.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldıktan sonra sakinliğimi korumaya çalışıyordum. Poyraz sağ elini çenesine yerleştirmiş sadece olanı biteni izliyordu. Çağıl ise sanki otopsi raporunu ilk defa görmüş gibi defalarca okuyordu. Ortamdaki umursamaz tavır beni daha da sinirlendiriyordu.

“Ya biriniz bir şey söylesenize.” diye bağırdığımda Çağıl elindeki kâğıdı masaya bıraktı. Oturduğu sandalyeden kalkıp ceketini düzeltti. “Sakince dinleyeceksen anlatacağım.” dedi.

Bu cümleden sonra ilk defa konuşan Poyraz “Abi saçmalama.” dedi.

“Can yaşıyor fakat öldü bilinmesi gerekiyordu. Yapmamız gereken bir şeydi ve yaptık Bigem, yeterli bir açıklama mı?” dedi Çağıl.

Karşımda beni enayi yerine koyan 3 insan, 3 çift göz vardı.

Tüm bu olayların sonucunda zarar görecek bir şey varsa bu da benim avukatlık onurum olacaktı.

“Siz ne yaptığınızın, ne anlattığınızın farkında mısınız? Koskoca devletin hâkimine sunduk biz bu delilleri. Ben açık açık bu adamın öldüğünü fakat senin öldürmediğini savundum Çağıl.” dedim.

Kendimi sandalyelerden birine bıraktım. “Benim saygınlığımı sarstınız siz.” dedim. “Ceza alacağım Çağıl.”

“Almayacaksın.” dedi. “Çünkü zaten Can Akın’ı biz öldürmedik. Sonuçta sana verdim kamera kayıtlarını.”

Çok sık ağlayan bir insan değildim. Gözyaşları bugüne kadar hiçbir şeyin çözümü olmamıştı fakat şuan gözümden akan yaşlara engel olamıyordum. Ağladığımı görmesini tercih etmeyeceğim üç isim karşımda duruyordu.

Çağıl…

Rümeysa…

Poyraz…

“Çağıl Can ölmedi. Ben ise Can’ın öldüğünü söyledim hakim karşısında.”

Ellerim ile yüzümü kapattım. Biliyordum, en başından beri bunun sıradan bir dava olmayacağını biliyordum fakat bu karmaşa beni çok aşardı. Bile bile lades oynamıştım. Bunu kendimden önce mesleğime yapmamalıydım.

Sırtımda hissettiğim dokunuş nedeniyle ellerimi yüzümden ayırdım. Bakışlarımı çevirdiğimde gözlerim Rümeysa ile buluştu. “Yemin ederim ki yanlış bir şey yapmadık biz, kaybetmekten korktuğumuz için…“ dediği sırada oturduğum yerden kalktım.

“Neyi kaybetmekten bahsediyorsun sen Rümeysa?” diyerek çıkıştım. “Ben, benliğimi kaybetmişim sen hala neyden bahsediyorsun?”

Benimle aynı doğrultuda yükseltti sesini Rümeysa. “Sen dinlemeden yargı yapıyorsun Bigem. Emin ol arkamızı kollayacak kimse yoktu tüm bunları yaparken.”

“Yapmasaydınız Rümeysa. Kimse hiçbir şeyini kaybetmek zorunda kalmazdı.” dedim. Rümeysa konuşacağı sırada koluna giren Poyraz onu kendisine doğru çevirdi. Kısık sesle konuşmasına rağmen odadaki sessizlik nedeniyle onun ne söylediğini duyabiliyordum.

“Sakince anlatalım Rümeysa, böyle olmaz. Geç otur.” dedi.

Bakışlarımı çevirdiğim Çağıl’ın da bakışları benim üzerimdeydi. Eliyle boş sandalyeyi işaret etti. Ekstra bir cevaba ihtiyaç yoktu. Derin bir nefes aldıktan sonra sandalyeye geçtim. Uzun toplantı masasının bir ucuna sırasıyla Çağıl, Poyraz, Rümeysa ve ben oturmuştuk.

Az önce önüne bıraktığım tüm belgeleri ittiren Çağıl “Tüm bunlar fasa fiso Bigem.” dedi. “Ne bildiğini, kimi gördüğünü, neler hissettiğini biliyorum. Senden bir şey saklamadık olan bitenin de sadece bir kısmını biz biliyorduk. Can’ın öldüğünü sanıyorduk biz de. Yeni öğrendim ölmediğini. Dün senden birkaç saat önce öğrendim.”

Derin bir nefes aldım. Bunu bugün kaçıncı kez yaptığımı saymamıştım bile…

“Tüm bildiklerinizi…-“ cümlemi bölen Çağıl “Anlatacağım.” dedi.

Cebinden çıkarttığı cep telefonundan bir numara çeviren Poyraz’ın konuşmasının bitmesini bekledik. Birkaç cümlede biten telefon görüşmesi oldukça net ve kısaydı.

“Bigem, Rümeysa, Çağıl ve ben öğlene kadar yokuz. Bizi soran olursa şirkette olmadığımızı ve bugün hiçbir görüşme yapmayacağımızı söyleyin. Ayrıca üçüncü kattaki toplantı odasındayız, kimseyi sokmayın buraya.”

Telefonunu masanın üzerine ters bir biçimde koyan Poyraz tekrardan bakışlarını Çağıl’a çevirerek, onu dinlemeye başladı.

“Can’a kim saldırdı, bilmiyorum. Biz sadece o gün birinin saldıracağını biliyorduk. Planlı hareket ettik. Suçu üstlenecektim ve kimin bizimle uğraştığını öğrenecektik.” dedi Çağıl.

Cümlesine devam etmesine izin vermeden konuşmaya başladım. “Eğer onu öldü gösterirseniz bütün sıkıntı çözülecekti ama öyle olmadı. Sizinle uğraşan rengini belli etmedi.”

Rümeysa başını hayır anlamında salladı. “Karşımızdaki en az bizim kadar zeki ve tehlikeliydi. Belli etmedi ama tahmin etmemize izin verdi.”

Tehlikeli olan kişi Arif denen adam olmalıydı.

“Tehlikeden kaçıp yeni bir tehlike yarattınız yani?” dedim soru sorarcasına.

Poyraz ses tonunu normalin üzerine çıkartarak konuşmaya başladı. “Yeter Bigem. Ne olduğunu biliyorsun, bizimle kedinin fare ile oynadığı gibi oynayamazsın.” dedi. Sert bakışlarını gözlerime sabitlediğinde, ben de en az onun kadar net bir biçimde ona bakıyordum. Ellerimi boş masaya sert bir biçimde vurduktan sonra kollarımdan destek alarak ayağa kalktım.

“Poyraz bu masada oturanları es geçerek kendine çok güvenen, parlak fikirli sana soruyorum. Siz manyak mısınız?” dedim.

Aynı şekilde kollarını masaya yerleştirip ayaklanan Poyraz bakışlarını gözlerimden ayırmayarak “En az senin kadar manyağız.” dedi.

“Benim arkamda toplanacak herhangi bir olay yok Poyraz.” dedim. “Sizin arkanızı toplayacak biri vardır umarım, şayet bu saatten sonra ben yokum.”

Çağıl oturduğu yerden kalkarak “Anlamadım?” dedi.

Ellerimi masadan, bakışlarımı ise Poyraz’ın üzerinden çekip Çağıl’a döndüm. “Gayet anladın Çağıl.” dedim. “Bu cümleyi idrak edebilecek kadar zeki bir bireysin.”

“Nereye gideceksin?” dedi Çağıl. Yine aynısını yapıyor, kendinden emin tavrı ile beni ikna edebileceğini sanıyordu.

“Emin ol, beni ekibinde görmek isteyen o kadar çok büro vardır ki.”

Elini cebine attıktan sonra cep telefonunu çıkartan Çağıl masanın üzerine koydu. “Benimde senin işine mani olabilmek için arayacak birçok numaram vardır.” dedi.

Yüzüme alaycı bir gülümseme yerleştirdikten sonra “Elinden geleni ardına koyma lütfen Çağıl Kaya.” dedim.

“Beni dinlemeden yargılıyordun, anlattık. Sakince düşün sonra konuşalım.” dedi Çağıl.

Ellerimi iki yana açtıktan sonra “Konuşmaya başladığımızdan beri hepiniz ağzında aynı söz, dinlemeden yargılıyorsun Bigem, Bigem, Bigem. Yeter. Çok anlatmak istiyorsanız anlatın bana boş laf kalabalığı yapmayın.” dedim.

Çağıl ses haddesini az önceki konuşmalara nispeten yükselttikten sonra "Arif denen o adam beni babamla, annemle, abimle, kardeşim dediğim insanlarla tehdit ediyor. Daha da yapar ben biliyorum. Eğer Can Akın o gece öldü gösterilmeseydi biz öğrenemezdik Arif’in geri döndüğünü. Can Akın denen şerefsiz de bugün plana uymuş olsaydı, sen onu tanımayacaktın. Biz seni bu kadar içimize almak zorunda kalmayacaktık Bigem. Sen yakınımızda ol rahat kontrol edelim, deli deli hareketler yapma istedik. Çünkü baban söyledi, aklına koyduğunu yapar dedi. Biz ciddiye almadık ama sen ciddiye alınamayacak kadar değil, çok daha fazla delisin." dedi.

Şu kadardı işte yapması gereken. Her şeyi anlatmak bu kadar kolaydı. Koskoca konuşmada kafama en çok takılan yer, biz seni bu kadar içimize almak zorunda olmayacaktık, cümlesi oldu. Memnun değil miydi bu kadar iç içe olmaktan? Ya da ben neden bu kadar takılmıştım bu cümleye.

Oyunda ikinci perde başlıyordu. Bu defa başrol sayısı fazlaydı. Bir şekilde bu hikâyeye dâhil olmuştum ve kazanacaklarım, kaybedeceklerim kadar değerli değildi.

Loading...
0%