@beyyzzademiir
|
Nefes alışverişlerimi hızlandırdım. Birkaç dakika önce sinirle kalktığım sandalyeye geri döndüm. Başımı ellerimin arasına aldım. Kırpıştırdığım gözlerimin ardından tekrardan ciğerlerime bir nefes doldurdum. Başımı tekrardan ellerimden ayırdıktan sonra gözlerimi bana bakan Çağıl’a çevirdim. “Çağıl ne yapacaksınız?” dedim. Benimle beraber kalktığı sandalyeye geri oturan Çağıl gözlerini önündeki dosyalara çevirdi. “Beraber yapacağız.” dedi. Anlamsız bakışlarım eşliğinde “Burası beni aşıyor Çağıl, yapacak hiçbir şeyim yok benim.” dedim. Rümeysa araya girerek “En başında davayı almasaydın Bigem.” dedi. Ters bakışlarımı Rümeysa’ya çevirdim. Benim aksime var olan rahat tavırları fazlasıyla rahatsız ediciydi. “Demek ki bazı şeyler benim tercihime kalmıyor Rümeysa.” dedim. Poyraz yine görevini devralarak “Hanımlar sakin kalıyoruz.” dedi. Soğukkanlılıktan ziyade umursamaz duruyordu. Tıpkı karısı gibi. Kalkıp gitmem gerekmesine rağmen öylece oturuyordum. Boş bakışlarım sırasıyla Çağıl, Rümeysa ve Poyraz arasında gidip geliyordu. Yaklaşık beş dakika kalan sessizliği Çağıl’ın çalan telefonu bozdu. Masada ekranı açık bir biçimde çalan telefondaki numara kayıtlı değildi. Yan yana dizili rakamlar ve çalan zil sesi beynimde yankılanıyordu. Çağıl telefonu açmak yerine bakışlarını Poyraz’a çevirdi. Poyraz tedirgin hareketleri ardından oturduğu sandalye ile birlikte Çağıl’ın yanına yaklaştı. Sandalyenin tekerleklerinin çıkarttığı sesler odanın duvarlarına çarpıp kulaklarımıza geri doluyordu. Masada çalan telefonu açan Poyraz, konuşmayı hoparlöre aldı. Karşıdan gelen ses tahminimce ellili yaşlarda birine aitti. Tok ses, sesli bir nefes alıp konuşmaya başladı. “Açmazsın sandım.” Çağıl gözlerini kapatıp sesli bir biçimde yutkundu. Aldığı derin nefesten sonra dudaklarını araladı. “Ne oldu yine?” Ufak kıkırdama telefondan bize kadar ulaşırken, Çağıl’ın içinden sabır çektiğine oldukça emindim. “Ne yani seni aramam için herhangi bir nedene ihtiyacım mı var?” karşımızda bir adamdan ziyade Çağıl’ın eski sevgilisi varmış gibi bir hava vardı. Poyraz elini Çağıl’ın omzuna yerleştirdi. Bunu onun sakin kalması gerektiğini hatırlaması için yaptığına çok emindim. Sözcükler arasına derin nefesler sığdırarak “Ben senin arayacağın birisi değilim.” dedi Çağıl. Rümeysa da telefonun olduğu yere doğru yaklaştı. Dördümüzde karşıdan gelecek cevabı beklemeye başladık. “Yeni yandaşınla işler nasıl gidiyor bakalım, aklayacak mı seni?” diye sordu telefondaki ses. Aklaması gereken yandaş yüksek ihtimalle bendim. Zaten cümlenin ardından karşımdaki üç kişi de gözlerini bana çevirdi. Rümeysa söze girerek “Seni ilgilendirdiğini sanmıyoruz.” dedi. Karşı tarafın pes etmeye niyeti yoktu. Ses tonundan anladığımız kadarıyla gülümseyerek “Bence de ilgilendirmez Rümeysa. Ben öyle bir sesinizi duymak için aradım.” dedi. Dördümüzden de çıt çıkmıyordu. Telefondaki ses konuşmaya devam etti. “Ama Oğuz’u baya sevdim bak. Onun nasıl olduğu ile sık sık ilgileneceğim bu saatten sonra.” Başımdan aşağı dökülmüş kaynar suları rahatlıkla hissedebiliyordum. Neydi bu şimdi? Tehdit mi deniyordu buna. Telefonun kapandığını işaret eden sesin ardından sandalyemi geri ittim. Ayağı kalkıp odanın içinde dört dönmeye başladım. Telefonumu elime alıp Oğuz’un numarasını buldum. Kulağıma götürdüğüm telefon yaklaşık üçüncü çalışında açıldı. “Neredesin sen?” dedim. Benim aksime sakin bir ses tonuyla konuşan Oğuz “Evdeyim.” dedi. Aldığım derin nefes ile bir nebze olsun rahatlamayı başarmıştım. “Bugün evden çıkmıyorsun.” dedikten sonra herhangi bir yanıt beklemeden telefonu kapattım. Neyin içine düşmüştük biz? Kendimden emin ses tonumla “Kimse beni tehdit edemez.” dedim. Çağıl ayağa kalkıp önündeki kâğıtları toparladı. Cep telefonunu cebine yerleştirdi. “Kimsenin seni tehdit edeceği yok Bigem.” dedi. “Bu kadarına da biz izin vermeyeceğiz zaten.” Çağıl yüzüme bakmadan toplantı odasından dışarı çıkarken Poyraz da kapıya doğru yaklaştı. Dışarıya adımını atmadan önce bana dönüp sıcacık bir gülümseme ile “Korkacağın bir şey yok Bigem.” dedi. Samimiyetine ithafen onu terslemek gibi bir niyetim yoktu. “Korkmuyorum,” dedim. “Endişeleniyorum. Şayet Oğuz’a bir şey olursa, bu dünyayı size dar edeceğim.” Poyraz gülümsemesinden ödün vermedi. Başını sağa sola sallayarak odadan çıktı. Rümeysa ise onlar gibi yapmadı. Ayağa kalktı fakat odadan dışarı çıkmadı. Aramızdaki mesafeyi kapatarak sıkıca sarıldı bana. Karşılık verip vermemekte kararsız kalmış olsam da en sonunda kollarımı boynuna sardım. Birkaç saniye sonra benden uzaklaşan Rümeysa gözünden akan bir damla yaşı sildi. “Kahve içelim mi?” diye sordu. “Daha detaylı konuşuruz hem.” Başımı evet anlamında salladım. Asla çözemediğim bu kadınla vakit geçirmek bana sebepsizce keyif veriyordu. Sanki Ayça ile konuşuyormuş gibi hissediyordum ve bu durum Ayça’nın hiç hoşuna gitmiyordu. Rümeysa da odadan çıktıktan sonra son kez masaya baktım. Unuttuğum herhangi bir şey yoktu fakat büyük ihtimalle hislerimi burada düşürmüştüm. Stresten elimdeki telefonun kılıfıyla oynarken sessiz adımlarla odadan çıktım. Önce kendi odama uğradım. Masanın üzerine daha yeni yerleştirdiğim Oğuz ile çekilmiş resmimize baktım. Şakam yoktu, eğer ki kardeşimin kılına zarar gelirse herkesi bu yaptığına pişman ederdim. Kendimi toparladıktan sonra ayaklandım. Masada duran telefonumu alıp hızlı hareketlerle odamdan çıktım. İlk başta katta bulunan lavaboya uğradım. Aynada baktığım görüntüm tüm özensizliği ile ortada duruyordu. Normalde çalıştığım her yerde insanlara ayak uydurur, kıyafetlerimi özenle seçer ve saçıma, makyajıma dikkat ederdim. Bugün sayılı istisnalardandı. Yine de durumu toparlamak amacıyla saçlarımı düzelttim. Yüzümü hafifçe ıslatıp en azından biraz daha düzgün gözükmesini sağladım. Buradaki işimi hallettikten hemen sonra kendimi tekrardan koridora attım. Rümeysa’nın odasına çıkmak amacıyla asansöre yönelmek için sağa doğru döndüm. Tam karşı taraftan gelen Çağıl beni gördüğünde adımlarını hızlandırarak yanıma geldi. Aramızda var olan iki üç adımlık mesafe sebebiyle ben de duraksamak zorunda kalmıştım. Anlamlandıramadığım bir tonlama ile “Konuşalım mı?” diye sordu. “Acil mi?” dedim. “Rümeysa’nın yanına çıkacağım.” Yüzüne yayılan tatlı tebessüm eşliğinde “Sence Rümeysa ile olan görüşmen acil mi?” diye sordu. Bana cevap verme fırsatı tanımadan “Hayır, değil.” dedi. Benim yanımdan geçerek katta olan toplantı odasına doğru yöneldi. Mecburen kendisini aynı şekilde takip etmek zorunda kaldım. Adımlarımı başta biraz hızlandırarak onun ritmini yakalayıp, daha sonrasında yavaşlayarak onunla aynı hizada yürümeyi başarmıştım. “Ne konuşacağız?” diye sordum. “Sohbet edeceğiz Bigem, çok canım sıkılıyor.” derken yaptığı tonlamadan dalga geçtiğini anlayabiliyordum. Yapmacık bir kahkahanın ardından “Sana Rümeysa ile işim olduğunu söyledim.” dedim. Kafasını hayır anlamında sallayan Çağıl “Söylemedin,” dedi. “Sadece Rümeysa’nın yanına çıkacağını söyledin. Ben de sana acil mi diye sordum, değil dedin.” Şaşkın bir biçimde yüzüne bakıyordum. “Saçmalama, sen dedin acil değildir diye.” dedim. Herhangi bir yanıt vermeyen Çağıl önünde durduğumuz toplantı odasının kapısını açarak benim içeri girmemi bekledi. Bu kattaki oda yaklaşık 3 ya da 4 kişinin kullanabileceği cinsten ve oldukça küçüktü. Boş sandalyeye yerleşmemin ardından Çağıl’da kapıyı kapatarak karşımdaki sandalyeye oturdu. Bakışları yüzümün ve kıyafetlerimin her parçasında ayrı ayrı dolaşırken, ben dik bakışlarımı onun gözlerinden ayırmıyordum. “Bitti mi incelemen?” diye sordum. Afallayarak bakışlarını tekrardan gözlerime döndüren Çağıl “Kusura bakma.” dedi. “Alışık değilim sanırım seni bu kadar çökmüş görmeye. Dün olan halinden sonra garip geldi.” Kaşlarım istemsizce havalanırken üzerimdeki gömleğe ve pantolonuma baktım. Normalde sık sık giydiğim siyah parçaları ilk defa bu kadar özensiz seçmiştim. Bunun bende farkındaydım fakat dışarıdan bu kadar çok belli olduğunu düşünmemiştim. “Çok mu kötü gözüküyorum?” diye sordum. Sözleri toparlamak istercesine konuşan Çağıl “Öyle demek istemedim aslında.” dedi. “Yanlış anlama lütfen ama ben seni uzaktan yakından bağlamayan bir olaydan bu kadar etkilenebileceğini düşünmemiştim.” “Etkilenmemem lazımdı zaten.” dedim. “Alışkınım davalardan etkilenmemeye ama ucu aileme dokununca öyle olmuyor işte. Hem ilk defa bu kadar içinde olduğum bir davam oluyor.” “Bu kadar içinde olduğun,” diyen Çağıl’ın sesi soru sorarcasına çıkmıştı. “Ceza avukatıyım ben Çağıl.” konuşma iyice ilerlediğinden rahatlamıştım. Sandalyede arkama yaslanarak konuşmaya devam ettim. “Bir şirketin bünyesinde çalışmaya alışık değilim. Fazla sakin geliyor bana tazminat işleri falan. Ayrıca daha önce hiçbir müvekkilimin şirketinde çalışmamıştım.” Benim artık karşısında daha rahat olduğumu fark eden Çağıl da en az benim kadar rahatlamıştı. Sesi daha samimiydi, eski resmilikten eser kalmamıştı. “Memnun musun halinden Bigem?” “Bilmem, memnunum sanırım.” dedim. Çağıl bana bir şeyler söylemeye devam ediyordu fakat benim gözüm farklı bir şeye takılmıştı. Çağıl’ın işaret parmağında sağdan sola doğru, el yazısı ile yazılmış bir dövme vardı. Doğru okuyabiliyorsam ‘Menzogna’ yazıyordu ve bu kelime İtalyanca’da ‘yalan’ anlamına geliyordu. O kadar dikkatli incelemiştim ki Çağıl bunu fark etmiş olmalıydı “Yalan yazıyor.” dedi. Gözlerimi işaret parmağından çekip gözlerine sabitledim. “Neden?” diye sordum. Dudağını bilmem anlamında büzdüğünde vermem gereken tepkiyi bilmiyordum. “Ne demek bilmem Çağıl, yaptırdığın dövme hakkında bir fikrin yok mu senin?” Bir anlamı vardı fakat o söylemek istemiyordu. İşaret parmağını görüş hizasında kaldırıp parmağını sanki ilk defa görüyormuşçasına inceledi. “Tabi ki var” dedi. “Benim sağ işaret parmağımda yazıyor, Poyraz’ın sol işaret parmağında. Birbirimizle konuşurken yalan söylememek için öyle gençken yaptırılmış bir espriydi. Kaldı aramızda.” Bir insan yalana nasıl ilgi duyardı, bunu parmağına yazdırarak neden dışarı vururdu? Ayrıca ne kadar kalitesiz bir espriydi bu böyle. “O zaman hala bana yalan söylüyor olma ihtimalin var. Benim parmağımda yazmıyor sonuçta.” Bu cümlenin ardından Çağıl’ın ufak kahkahası boş odanın duvarlarına çarpıp kulaklarıma doluyordu. “Hayır,” dedi. “Genelde söylemeyi tercih etmem, söyleyeni tespit etmeyi severim.” “Neden İtalyanca?” diye sordum. Şaşırdığı belliydi. “İtalyanca biliyor musun?” dedi. İki dil biliyordum zaten. Biri İngilizce biri İtalyanca idi. “Biliyorum,” gözlerimi tekrar dövmesine kaydırdım. “Yabancı dil için gitmiştim.” Kollarımı göğsümde bağladım. “Yalana olan ilgini anlatman bittiyse sadede gel Çağıl. Rümeysa beni bekliyor.” dedim. “Tamam, ben yukarıda rahat hissedemediğini fark ettim. Bana güvenmezsen devam edemem.” diyen cebindeki telefonu masanın üzerine koydu. Duruşunu dikleştirdi ve konuşmaya devam etti. “Şimdi baştan başlayalım.” dedi. “Ama en baştan.” Kafamı tamam anlamında salladım. “Başlayalım.” dedim. “Çağıl Kaya. Restoranında işlenen cinayette şüpheli olmasına rağmen davasını aldığın ve suçsuz olduğunu ispatladığın kişi. Yani ben.” diyen Çağıl’ı şaşkın bir biçimde dinliyordum. “Bu kadar mı baştan Çağıl?” Biraz daha zorlasa doğumuna kadar inerdik. Muzip gülümsemesi yüzüne yayıldıktan sonra tekrardan konuşmaya başladı. “Tamam, ileri saralım biraz.” dedi. Derin bir nefes aldıktan sonra cümlesine devam etti. “Babam ve annemin gayet düzgün giden bir evliliği vardı. Dışarıdan gözüken ve bizim hissettiğimiz kadarıyla mutlulardı. Tabi onlar için aynı durum değilmiş. İlişkiler çok gergin ve soğuk ilerliyormuş. Ben başta klasik şiddetli geçimsizlik falan dediler. Küçüktüm zaten çokta hatırlamıyorum.” Cümlesini yarıda keserek araya girdim. “Sen üç yaşındaydın, abin beş.” Kıstığı gözleriyle beni yargıladı. “Yani boşandıkları yıla göre hesapladım. Dosyada görmüştüm.” Diyerek toparlamaya çalıştım. “Evet, üç yaşındaydım. O kısımlar ben de çok bulanık. Arif yüzünden diye anlatıyor babam. Tartışmaya açık. İlk yıllar üçü birlikteymiş, sonra babamla annem evlenmiş. Arif gitmiş, boşanınca gelmiş falan karmakarışık. Bilmiyorum, bilmek istemiyorum.” Ben biliyordum. Çağıl’ın bilmemesi huzursuzdu. “Arif kim?” diye sordum. “Annemin gençlik aşkı diyebilirim galiba. Yanındakiyle yaşar, aklındakiyle ölürsün misali herhalde.” Reyhan Sezer, Kadir Kaya, Arif Yılmaz. Muhteşem üçlü, yalana ilgi duyan ve yalanla büyütülmüş bir evlat. “Hiç görüşme fırsatın oldu mu?” dedim. “Arif’le yani.” “Görüştük. Hem de o kadar çok görüştük ki. Bugün mutfakta oluşumun sebebi bile o adam desem inanır mısın?” Babamın cümleleri kafamın içinde dönmeye başladı. Reyhan, yani Çağıl’ın annesinin gerçekten âşık olduğu adamda şef. Bu adam Kadir’in restoranlarının yeni açıldığı senelerde orada şef olarak işe başladı. Tabi bu durum Reyhan’ın da aşkının depreşmesine sebep oldu. Çağıl da restorana gelip gide gide, o adamla vakit geçire geçire mutfağa ilgi duymaya başladı. Şef oldu, atıldı bu dünyalara. İnanırım demek geldi içimden ama çıkmadı sesim. Adeta sözcüklerimin içimden çıkmasına izin vermeyen bir şeyler vardı. “Nasıl yani?” dedim. Salağa yatmanın kurtarıcılığını kullanıyordum. “Bizim restoranda çalışan bir şefti kendisi.” dedi. Sesi kırgın ve mahcup çıkıyordu. Bu mahcupluğu herkesten öte babası bildiği adama karşıydı. Kadir Kaya’ya karşıydı. “Ben ne demem gerektiğini bilmiyorum Çağıl.” gerçekten tıkanıp kaldığımı sayılı anlardan biriydi. Karşımda çaresizliği ile bana bir şeyler anlatan adama verecek herhangi bir yanıtım bile yoktu. “Bir şey deme Bigem. Senden tek bir ricam var, yargılama beni.” Hafifçe gülümsedim. Sağ elimle önüme gelen bir tutam saçı kulağımın arkasına yerleştirdim. “Yargılamayacağım.” dedim. Kolumdaki saate baktığımda neredeyse bir buçuk olmak üzereydi. Yani ortalama yarım saattir burada Çağıl ile konuşuyordum ve ortalama yarım saattir Rümeysa beni odasında bekliyordu. Sandalyemi geriye doğru ittirdikten sonra ayağa kalktım. Hareket etmeden beni izleyen Çağıl’a “Konuşma bitti diye düşünüyorum. Rümeysa hala beni bekliyordur, ayıp oldu kıza.” dedim. Çağıl ise ayağa kalkma yerine sandalyesine iyice yayıldı. “Git sen o zaman. Ben takılırım biraz burada. Kimse kullanmaz zaten burayı.” dedi. Kendisine samimi gülümsemem eşliğinde veda ettikten sonra odadan ayrıldım. Elim istemsizce hızlanan kalbimin üzerine gitti. Ağır adımlarla asansöre yönelirken bir yandan da kendimi sakinleştirmek amacıyla derin nefesler alıyordum. Asansörün önünde durup bulunduğum kata gelmesini beklemeye başladım. Karşımda açılan kabinin akabinde hızlı adımlarla içeri geçtim. Çıkacağım katın düğmesine bastıktan sonra arkamdaki aynaya döndüm. Yüzümde var olan korkuyu her yerden seçebiliyordum çünkü silahın namlusu sevdiklerine döndüğünde tüm dünya kişi için önemsiz kalıyordu. İnmem gereken katta kapı açılır açılmaz hızlı adımlarla kendimi dışarı attım. Tarifi imkânsız duygular içerisinde Rumeyza’nın odasına doğru ilerledim. Zaten aralık olan kapıyı tık tıklayıp hafifçe ittirdim. Önündeki bilgisayar ile ilgilenen Rümeysa ve başına eğilmiş ona ekrandan bir şeyler gösteren Poyraz, ben içeri girer girmez bakışlarını benim üzerime çevirdi. Poyraz eğildiği ve eliyle destek aldığı masadan kalkıp “Gel Bigem gel. Çıkıyorum ben şimdi.” dedi. Bana kurduğu cümleden sonra tekrardan Rümeysa’ya dönüp “Bu kontrol panelinden kameralara bakabilirsin. Dediğim gibi gözüne takılan şeyleri de buradan kaydedersin. Anladın mı?” diye sordu. Başını evet anlamında başını sallayan Rümeysa “Hallederim ben geri kalanını” dedi. Poyraz tüm karizması ile Rümeysa’ya göz kırpıp, gülümsedi. Ardından masanın öbür tarafına geçip sandalyede duran ceketini aldı. Gömleğine çeki düzen verdikten sonra ceketini üzerine giydi. Odadan çıkarken bana da gülümseyip “Yargılamadan dinle Bigem.” diye fısıldadı. Burada çalışan herkesin kelime lügati o kadar dardı ki sadece yargılama deyip duruyorlardı. Bugün daha fazla bir şey dinleyecek halim yoktu. Yeni bir şeyler duymayı veya duyduklarımı eleştirmek istemiyordum. Poyraz odadan çıkıp kapıyı kapattıktan sonra boş sandalyelerden birine oturdum. Rümeysa önündeki bilgisayardan birkaç tuşa daha basıp ekranı kapattı. “Filtre kahve söylüyorum.” dedi. “Sütsüz ve şekersiz.” diye cümlesine ekledim. Yaklaşık beş dakika sonra tıklanan kapıyı aralayan orta yaşlı adam elindeki tepside duran bardakları masanın üzerine bıraktı. Herhangi bir şey söylemeden dışarı çıktı. Sessizdik ve konuşamıyorduk. Üstelik konuşabilecek tonlarca şeyimiz vardı. Bu kadar kısa süre vakit geçirmiş iki insana göre fazla yaşanmışlığımız vardı. Belki de yaşayacağımız ortak şeyler… Önümüzde duran bardaklardan birer yudum aldık. Sessizliği bozan ise Rümeysa oldu. “Bu karanlığa neden girdin? Karanlık olduğunu bile bile…” dedi. “İnanır mısın en başından beri bu soruya verebildiğim tek bir yanıt oldu. Çağıl için…” “Çağıl için?” dediğinde bunun ardından bir açıklama beklediğini fark etmem çok uzun sürmemişti. “Bilmiyorum ama bu dava bana bir dejavu sunuyor. Ve en kötüsü ben bu dejavunun ne olduğunu bilmiyorum.” dedim. … Şirketin yemekhanesinde yediğim öğle yemeğinden sonra tüm vaktimi odamda geçirmiştim. Tüm bu süre zarfında şakasız 4 bardak kahve içmiştim ve kafein komasına girmeme ramak kalmıştı. Saat neredeyse altı olmuştu ve hava gri bulutlarını yavaş yavaş siyah geceye teslim ediyordu. Sandalyemden kalktım. Askıda duran ceketimi üstüme geçirdim ve arkasında duran çantamı aldım. Masada duran bilgisayarımı ve dosyalarımdan bazılarını içine yerleştirdikten sonra telefonumu ve arabamın anahtarını elime alıp odadan çıktım. Yaklaşık yarım saat sonra berbat trafik ile evime ulaşmayı başarmıştım. Kendime evime gitmek yerine Ayça’nın oturduğu bloğa yöneldim. Bu saatte evde olduğunu biliyordum. Çekinmeden zile basıp beklemeye başladım. Yaklaşık on saniye sonra açılan kapı ve karşımda pembe pembe pijamaları ile duran Ayça gözüme oldukça tatlı gözükmüştü. “Gelmeseydin yanıma Bigem.” dediğinde alınganlık sesini esir almıştı. İçeri girerken “Geldim kuşum, bak çok kötü şeyler oluyor.” dedim. Kapıyı kapatır kapatmaz kendimi attığım koltukta yanıma gelen Ayça “Neler oluyor kuzucum dökül bakalım.” dedi. “Çağıl’ın babası aslında Kadir Kaya değilmiş galiba. Ve Çağıl bunu bilmiyor. Çağıl’ın babası, annesinin eski sevgilisiymiş ve bu adamlar birbirlerine düşmanmış. Yani en azından ben öyle düşünüyorum. Yine de Çağıl, Kadir Bey’in oğluysa da bu sefer de eski eşinin gençlik aşkıyla düşman oluyorlar. En kötüsü bu düşman beni kardeşimle tehdit etti. Ayrıca Çağıl bence Kadir’e çok benziyor.” Tek nefeste anlatmayı başarmıştım. Saatlerce sindirmeye çalıştığım olayı gerçekten de tek seferde anlatmayı başarmıştım. Boş boş gözlerle beni izleyen Ayça sadece bakıyordu. Gerçekten sadece bakıyordu. Yanından kalkıp mutfağa yöneldim. Mükemmel kokan çorbadan bir kâse alıp içmeye başladığımda Ayça çoktan yanıma gelmişti. “Sen az önce içerde kurduğun cümleyi anladın mı? Şahsen ben anlamadım.” Rahat tavırlarımı Rümeysa’dan, sakinliğimi Çağıl’dan, olamamış gibi davranma özelliğimi de Poyraz’dan almış bir biçimde çorbamı içiyordum. “Valla ne dediğimi geçtim ne yaptığımı da bilmiyorum artık ben.” dedim. Çorbamı bitirdiğimde Ayça hala başımda dönüyor, deli deli sorular soruyor ve kendi kendine cevaplıyordu. Ellerimi yıkayıp, tabağımı makineye yerleştirdikten sonra salona döndüm. Anneme iyi olduğuma dair mesaj atıp koltuğa uzandım. Kenarda duran battaniyeyi üstüme attıktan sonra gözlerimi kapattım. Ayça’nın soruları, anlamsız olaylarım, saçma tehditlerim ve geri kalan her şey ile gözlerimi uykunun en koyu tonuna emanet ettim… |
0% |