@beyyzzademiir
|
“Bigem Hanım bunları da imzalamanız lazım. Daha sonrasında ben odanızdan alırım zaten.” dedi Asena. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen sıcacık çıkan sesine karşılık sempatik bir tonlama ile cevap verdim. “Tamam, sıkıntı yok. Ben imzalayınca getiririm de zaten masana.” Başıyla verdiği selamın ardından odadan çıkan Asena kapıyı kapattığında önümdeki belgelere döndüm. Çok fazla vardı ve hepsinin tek tek okunması lazımdı. Pazar gününü evimde ve ailemle geçirmenin verdiği enerji ve mutluluk ile tüm hepsini bugün halletmekte kararlıydım. En üsttekinden okumaya başladım. Birçoğu tahmin ettiğim gibi belgeler olduğundan imzalarını atıp kenara bıraktım. Bardağın dibinde kalan kahveyi döndürdükten sonra soğumuş olmasına rağmen içtim. Kötü tadıyla buruşan yüzümün ardından oturduğum yerden kalktım. Boş bardakla beraber odadan dışarı çıktım. Ayakkabımın tıkırtısı boş koridorda yankılanırken üzerime dönen her bakışa gülümseyerek karşılık veriyordum. Kafeterya katına girdiğimde pek çok kişinin burada kahvaltı ettiğini fark ettim. Gözlerimi tüm masalarda gezdirdiğimde en köşedeki masada tanıdık iki sima gözüme çarpmıştı. Rümeysa ve Çağıl. Vakit kaybetmeden kahve almak amaçlı tezgah kısmına yaklaştım. Görevli adam bana doğru döndüğünde, boş bardağı ona uzatıp aklıma gelen ilk kahveyi söylemiş bulundum. “Vanilyalı Latte.” Şaşkınlığından çattığı kaşlarıyla beni süzen adam, soruyu sormadan cevap beklemiyordu büyük ihtimalle. “Tabi, hazırlıyorum.” diyerek arkasını döndü. Çağıl ile karşılaşmadan odama çıkmayı hedeflemiş olsam da kulaklarıma dolan sesin ardından gözlerimi sıkıca kapatarak aklıma gelen şeyin olmamasını dilemeye devam ettim. “Sen ve latte.” dedi Çağıl. “Nasıl yani bu sabah şekersiz, sütsüz, zift gibi bir filtre kahve yok mu?” Gerçek dünyaya dönmem gerektiğinden gözlerimi hafifçe aralayarak arkamda duran Çağıl’a döndüm. “Değişiklik,” kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Hayatımda temelli değişiklikler yapıyorum.” Gözleriyle beni süzdükten sonra yeniden konuşan Çağıl “Tarzın ve saç modelin etkilenmemiş bu değişiklikten. Umarım bir köşesinde ben de etkilenirim ve hayatında müvekkilliğinden terfi alabilirim.” dedi. Alaycı bakışlarımla bu defa onu süzen taraf bendim. Kafamı hayır anlamında yukarı kaldırdım “Cık, sen bu değişiklikten etkilenirsin ama o manada değil. Artık müvekkilim de olamazsın.” dedim. “Şirkette yapamıyorum ben. Ayrılacağım buradan.” Ağzı ile orantılı açılan gözlerini gözlerime sabitleyen Çağıl bunu beklemiyor gibiydi. “Neden şaşırdın?” diye sordum. “O hareketinden sonra sence senin çevrende dolaşacak biri miydim ben? Hayır, gözünde öyle bir imaj çizdiysem bu beni üzer Çağıl Kaya.” Sözümün bitmesi üzerine kahve bardağımı bana uzatan adama gülümsedikten sonra bardağı elime aldım. Çağıl kırptığım gözün ardından hızlı adımlarla kafeteryadan dışarı çıktım. Nefes düzenim bozulduğunda tek hedefim kendimi odama atabilmekti. Olduğum kata yakın olmayan asansörü de bekleyerek vakit kaybetmek yerine merdivenleri kullanarak odama ulaştım. Elimdeki bardağı masaya bıraktıktan sonra aralık soğuğuna rağmen açık olan camlardan birine yaklaşıp derin nefesler alıp vererek sakinleşmeyi başarmıştım. Köklü değişikliklerimden biri de spora yazılmak olmalıydı yoksa astım konusunda arpa boyu yol almayı başaramayacaktım. Masama yeniden döndükten sonra işlerime geri odaklanmak istesem de bunu başaramayacağımı gayet iyi biliyordum. Yalandan okuduğum birkaç dosyanın altına imza atamazdım. Bu yüzden hepsini çekmeceye kaldırdım. Çağıl’ın beni işten çıkartmayacağını bildiğimden, istifa etmek zorundaydım ki bunu da kabul etmesi muhtemel değildi. Yine de önüme çıkarttığım boş A4 kağıdına talebimi yazıp altına imzamı attım. Dilekçeyi teslim etmek adına masadan kalktığım sırada çalan telefonum yüzünden geri oturdum. Telefonumda kayıtlı olmayan numaraya göz gezdirdikten sonra telefonu açıp kulağıma götürdüm. “Bigem Erel,” dedi karşıdan gelen tok ses. “Buyurun benim.” Sevinçle masaya vurduğunu tahmin ettiğim adam “Bir an hiç konuşamayacağız sandım ya.” dedi. Anlamsız konuşmayı dinlemeye devam ediyordum. “Arif,” dedi. “Arif Yılmaz. Birebir tanışma fırsatımız olmadı seninle.” Gerginlikle araladığım dudaklarımdan dökülen sözcüklerin tam anlamıyla beynine işlemesi için üstüne basa basa söylüyordum. “Beni tehdit ettikten sonra arama zahmetinde bulunmanız güzel. O gün konuşmamış olabilirim ama emin olun siz tüm bunları yaparken ben boş durmayacağım. Geçmişte başkasına suçu atıp kapattırdığınız tüm davaları biliyorum. Hepsini tek tek araştıracağım. Başınıza bela olacağım.” “Delilsiz mi açtıracaksın davaları Bayan Erel? Bir avukatın zekâsına yakışır şeyler değil bunlar. Hangi savcı inanır size? Sen benim hakkımda boş şeyler öğrenirken ben daha faydalı araştırmalar yaptım senin hakkında.” dedi. “Mesela kardeşin yurt dışında yazılım okuyormuş. İnsan bir söyler. Ben de bu sektöre girmeyi düşünüyordum zaten. Oğuz’la çalışmak çok isterim.” Cümlesini tamamlarken gülümsediğini ses tonundan anlayabiliyordum. Fısıltıyla “Kahretsin,” derken önümde duran dilekçeyi de istem dışı buruşturmuştum. “Neyse sık sık konuşuruz. Sen şokunu atlatınca ben yine ararım zaten.” cümlenin ardından kapanan telefona bakakaldım. İyice elimde top halini alan kağıdı öfkeyle duvara doğru fırlattıktan sonra sandalyeden kalkıp odadan ayrıldım. Gideceğim yer belliydi. Bu öfkemden mustarip olacak kişi Çağıl Kaya’ydı. Yönetim katına çıktığımda gözlerim aralık olan odasının kapısına kaydı. İçerisi boştu ve bu benim hoşuma gitmedi. Tahminen olduğu Rümeysa’nın odasına yöneldim. İçeri sinirle daldığımda tahminlerim doğruydu. Çağıl ve Rümeysa buradaydı. Rümeysa’yı es geçip direkt Çağıl’ı hedef alır şekilde konuşmaya başladım. “Bir kez daha aranıp tehdit edilirsem, elimden bir kaza çıkar Çağıl Kaya. Ben buraya sizin düşmanlarınızla uğraşmaya mı geliyorum?” dedim. Çağıl anlamsızca bana bakmaya devam ederken ben cümleme devam ettim. “Dava bitince Bigem gider, anladın mı beni?” “Arif mi aradı?” diye sordu tüm sakinliği ile. Ellerimi yana doğru açarak dalga geçer tonlamayla cevap verdim. “Tabi, aradı. Kahve içmeye de çağırdı ama müsait değilim dedim.” Bakışlarını çevirdiği Rümeysa’ya gülümseyen Çağıl’ı izlemekten başka bir şey yapmıyordum. Gülümsemesinin ardından oturduğu yerden kalkan Çağıl yanıma doğru yaklaştı. “Odama geçelim Bigem.” Eliyle işaret ettiği kapıya yöneldim. Ardımdan o da odadan ayrılıp kapıyı kapattı. Kendi odasına geçtiğimizde tekrardan kapıyı kapatıp masasının başına geçti. Ben de boş koltuklardan birine yerleştim. “Baştan alıyorum.” dedi. “Arif aradı seni ve tehdit etti. Sen ne yaptın?” “Hah, ne mi yaptım? Tabi dedim. Siz yorulmayın tehditmiş oymuş buymuş. Direkt istediğinizi bana söyleyin ben yapmanızda yardımcı bile olurum dedim.” “Ciddi bir şey sordum.” Ben de ortamın ciddiyetine uygun bir biçimde ayağa kalkıp ellerimi Çağıl’ın masasının üzerine yerleştirdim. “Beni yine kardeşimle tehdit etti. Kardeşimin okuduğu bölümden, hayallerine kadar öğrenmiş. Oğuz’un hayallerini kullanıp onunla iletişime geçmekten bahsediyor.” dedim. Bir şeyler söylemek için dudaklarını aralayan Çağıl’dan önce davranıp konuşmaya devam ettim. “Acımam Çağıl. O saatten sonra sana, babana, Arif’e, şirkete, namına hiçbirine acımam. Gözüm döndüğü an hepinizin canını yakarım.” Pürüzsüz sesi ile yeniden sözü devralan Çağıl “Yakarsın, tahmin edebiliyorum ama bu karmaşaya girmene gerek olacağını sanmıyorum.” dedi. Duygusuz yüzüne baktığımda hiçbir şey göremiyordum. Girdiğim öfkenin aynısıyla kendimi dışarı attım. Odama indiğimde içimdeki dinmeyen öfkenin tek sebebinin Arif’in tehdidi olmadığının da farkındaydım. Çağıl’ın rahatlığı da aynı oranda sinirlerimi bozuyordu. Tıklanan kapıya çevirdiğim bakışlarım Çağıl’ı beklediğinden gerginliğimi gizleme ihtiyacı hissetmemiştim. Aralanan kapıdan giren Rümeysa’yı gördüğümde biraz daha toparlanmış bir biçimde masama döndüm. “Gel Rümeysa.” dedim. Oldukça temkinli adımlarla yürüyen Rümeysa karşımda duran boş sandalyelerden birine oturdu. Beyaz pantolonu ve onunla aynı renk olan gömleği ile ceketi vücuduna oldukça yakışmış ve yine beyaz olan ayakkabıları tüm resmiyetini ortaya koymuştu. “Nasılsın?” diye sordu. “Mükemmelim,” dedim tariz dolu bir tonlama ile “Sen nasılsın?” “Gerginsin, anlıyorum ama bu gerginlik sana bir şey katmayacak. Sakin kal, adam akıllı konuşalım.” Ellerimi önümde kavuşturduktan sonra bakışlarımı Rümeysa’nın gözlerine sabitledim. “Anlat, konuşalım zaten geldiğimden beri başka yaptığımız bir şey yok.” Cebinden çıkarttığı telefonda bir şeyler yaptıktan sonra bana uzatan Rümeysa bir yandan da konuşmaya başladı. Onu dinlerken bir yandan da ekranda resmi olan adamı inceliyordum. “Arif Yılmaz. Kadir Kaya’nın aşkından yanıp tutuştuğu kadını elinden almış bir adam. Çağıl.” araya derin bir nefes sıkıştırmıştı Rümeysa “Bu akşam Arif’in yanına gidecek.” dedi. “Gitmemeli,” dedim öfkeyle. “Bu şekilde her tehditte ayağına koşamaz bu adam.” “Gidecek ama Çağıl bu dinlemeyecek. Olabilecek maksimum şey tartışırlar.” “Yani Rümeysa. Çağıl’ın çok kıymetli dostu ve senin kocan Poyraz Beyler gitmeyecek mi yanında?” dedim. “Çağıl ortadan kaybolduğunda bana caka atmasını biliyordu.” Kafasını hayır anlamında sağa sola salladı. “Gidemez,” dedi. “Asıl tartışmayı başlatan Poyraz olur zaten. Ortamı daha çok gerecek.” “Rümeysacığım, bak canım Çağıl’ı oraya göndermek size akıl kârı bir iş gibi mi geliyor?” Konuşmanın seyrine oranla rahat davranmaya başlayan Rümeysa “Sen gitsene,” dedi. Çağıl’ın yanında, şu durumda orada olmak mantıklı mıydı yani? “Ben gideyim.” diyerek cümlesini tekrarladım. “Aynen sen git. Fazla endişeli gözüküyorsun Çağıl için.” “Ben mi?” dedim dalga geçer bir tonlama ile “Yanlış gözüküyorum Rümeysa veya sen yanlış görüyorsun.” Hafifçe kıkırdayarak oturduğu yerden kalkan genç kadını takip ediyordum. “Görüşürüz Bigemciğim, görüşürüz.” Bu yaptığım şu an doğru, yanlış ve hızlı bir karardı. Şirketin giriş katındaki koltuklardan birine oturmuş Çağıl’ı bekliyordum. Danışma masasının arkasındaki devasa saate baktığımda neredeyse altı olmak üzere olduğunu fark ettim. Çağıl’ın çıkması lazımdı. Günlerdir takip ettiğim hareketlerine göre önce bu kata inip Asena ile konuşacak ve ardından otoparka inecekti. Eğer hesapladığım gibi olursa şanslıydım çünkü yanına gitmem kolaylaşacaktı ama buraya uğramadan giderse tüm planım bozulmak zorunda kalacaktı. Birkaç dakika daha etrafta koşuşturan kalabalığı takip edip cep telefonunun ekranını açmaktan başka bir şey yapmadım. Sonunda görüş açıma giren Çağıl ile gülümseyerek yerimden kalktım. O, benim varlığımı fark etmemiş olacak ki direkt Asena’nın masasına geçti. Birkaç dakika süren sohbetin ardından asansörlere yöneldi. Hiç vakit kaybetmeden adımlarımı yanına çevirdim. “Çağıl,” dedim kısık sayılacak bir tonlama ile. “Bigem.” Aynı karşılığı verdiğinde önce gelen asansör kabinine bindik. “Nereye gidiyorsun?” diye sordum. Buranın sorusu bu olmamalıydı ama bunu fark ettiğimde cümle ağzımdan çıkmış bulundu. “Nereye gittiğimi sana mı söyleyeyim?” Dışarıdan bakıldığında en son kendisini reddettiğim kişinin bana nereye gittiğini söylememesi oldukça mantıklıydı fakat şuan dışarıdan bakmanın da sırası değildi. “Ben de geleceğim Arif’le konuşmaya.” dedim. Vücuduyla bana dönen Çağıl’ın çatılan kaşları yüz hatlarıyla olan orantısını bir kez daha ortaya koymuştu. “Rümeysa’nın ağzında bakla ıslanmıyor gerçekten.” dedi. Ben hala cümleme ithafen verilen bir cevap duyamamıştım. “Hayır, gelemezsin.” dedi Çağıl. “Sana gelebilir miyim demedim ki Çağıl. Geleceğim dedim” Açılan asansör kabininden hızlı hareketlerle çıkan Çağıl kendi arabasına yöneldi. “Bigem çok basit bir denklem farkındaysan. Benimle alakalı biri ve gelemezsin.” cümlesini tamamladıktan sonra açtığı şoför koltuğunun kapısına dayandı. “Benim kardeşimi tehdit ettiğine göre artık benimle de alakalı biri Çağıl. Bu da çok basit bir denklem.” Beni umursamadan arabaya bindikten sonra kapıyı kapatışını anlamsızca izlemek yerine ben de yan koltuğun kapısını açıp bindim. “Geleceğim Çağıl.” dedim. “Bigem bak sen beni anlamıyorsun. Oraya konuşmaya gidiyorum. Farklı bir şey olmayacak” dedi Çağıl. Benim konuşmama izin vermeden de şunları ekledi cümlesine “Ama ben o adama güvenmiyorum. Nerede nasıl bir hamle yapar bilmiyorum ve sana zarar vermesini istemiyorum.” Yalvaran gözlerimle sadece Çağıl’ı izliyordum. “İnmeyeceksin arabadan değil mi?” dedi ve beni kısa sürede tanıması oldukça hoşuma gitmişti. “İnmeyeceğim.” dedim. Eli mahkûm bir biçimde arabayı çalıştırışını keyifle izlediğim Çağıl arabayı otoparktan çıkarttıktan sonra yolu takip etmeye başladım. Gittiğimiz yerde ne olacağını bilmememize rağmen koşa koşa karanlığımıza gidiyorduk. Belli bir yere kadar takip etmeyi başardığım yolun geri kalanını aklımda tutamamıştım. Girdiğimiz yerler o kadar karmaşık ve fazlaydı ki Çağıl’ın bile buraları nasıl aklında tuttuğunu anlayamamıştım. Dakikalardır gidiyor olmamız rağmen hala hiçbir yere ulaşmamıştık. “Daha ne kadar gideceğiz?” diye sordum. Gözlerini yoldan ayırmadan konuşan Çağıl “Az kaldı.” dedi. Yaklaşık beş dakika sonra fazla lüks, şehirden uzak, kendine ait devasa bahçesi olan ahşap bir villanın önünde durmuştuk. Önümüzdeki demir kapı arabayı gördükten sonra yavaşça açılırken ben etrafı inceliyor ve bu evin her zerresini şaşkınlıkla aklıma kazımaya çalışıyordum. “Burası mı yani?” dedim. Arabayı bahçenin ortasında istop eden Çağıl “Evet.” diyerek arabadan indi. Tedirgin hamlelerle ben de arabadan indikten sonra Çağıl’ın yanına geçtim. Üzerindeki takım elbiseye verdiği çeki düzeni izlemekle yetindim. İşini hallettikten sonra bana dönerek “İçeride mecbur kalmadıkça konuşmamanı rica ediyorum.” dedi. Zaten yanına zorla geldiğim adamın bu ricasını da reddederek onu iyice germeye niyetim yoktu. “Tamam.” dedim. Ardından önünde iki korumanın beklediği kapıya yöneldik. İki basamak çıktıktan sonra bize yaklaşan adamlar yüzünden durmak zorunda kaldık. Çağıl alışık olduğu bu durumu yadırgamadan üzerinde hiçbir şey olmadığını söyledi. Ardından uzun boylu korumalardan biri bana döndüğünde Çağıl önüme geçerek gergin bir ses tonuyla “Hayır.” dedi. Az önce bana yaklaşmış olan adam yanındaki korumaya döndüğünde başıyla aldığı onayın ardından geldiği adımları geri geri atmak zorunda kaldı. Çağıl ve ben artık kapının önüne ulaşmayı başarmıştık ve bu anlamsız korumanın sebebine öğrenememek içimde bir uhde olarak kalmıştı. Aralanan kapıdan kafasını uzatan genç kadının duygusuz yüzü ve ses tonu en az bu ev kadar kasvetliydi. “Arif Bey sizi bekliyor Çağıl Bey.” Arabadan indiğimizden beri bunu sürekli tekrarlan Çağıl yeniden saatine baktı. Oldukça hızlı adımlarla içeri yöneldiğimizde önümüze karşı duvarı boydan boya cam ile döşenmiş, beyaz tonların hâkimiyet sürdüğü ve hoş kokunun sardığı bir salon bizi karşıladı. Koltuklardan birinde oturmuş ve elindeki tabletten bir şeyler yapan adam, Çağıl’ı gördüğünde oturduğu yerden kalkarak yüzüne oldukça itici bir gülümseme yerleştirdi. “Hoş geldiniz.” dedi ve Çağıl bu cümlenin ardından göz ucuyla duvardaki saati kontrol etti. Bu ses ve simayı tanıyordum. Karşımızdaki kişi Arif Yılmaz’dı. “Neden yapıyorsun lan bunu?” diyen Çağıl öfkeyle önü birkaç adım attığında kendisini geri çekerek en azından olduğu yerde sabit kalmasını sağladım. “Bu yaptığın adamlığa sığıyor mu şimdi? Derdin benimle, babamla. Bigem’i neden karıştırıyorsun işin içine?” Tüm rahatlığı ile adımlarını salonun içinde döndüren Arif Yılmaz “Bigem ile olan ilişkim seni ilgilendirmez Çağıl. Biz kendisiyle gayet iyi anlaşıyoruz ayrıca.” dedi sesinden akan alay dolu tonlama ile. İçime dolan öfkeyi sözcüklere dökebilsem çok kırılırdık ama şuan bunun yeri değildi. “Bigem ile uğraşmaya devam etmeyeceksin. Oğuz’u da rahat bırakacaksın. Çok net ve basit bir durum, yapabilirsin bu kadarını değil mi?” dedi Çağıl. “Cık,” sehpada duran bardaktaki sudan bir yudum alarak konuşmaya devam etti Arif Yılmaz. “Yapamam. Yapacağım şeylere karar verebilecek yaştayım ben.” Tuttuğum kolunu bir çırpıda benim ellerimden ayıran Çağıl sinirle Arif Yılmaz’a yaklaştı. Peşinden gitmeye çalışsam da diğer eliyle de durmam gerektiğini işaret ettiğinde olduğum yerde kalmıştım. “İlk ve son kez yapacağım bu konuşmayı. Bigem ile uğraşmayı keseceksin. Derdini benimle çözeceksin.” dedi. Çağıl’ın onu silkelediğini varsayarsak Arif Yılmaz buna karşı hiçbir şey yapmıyor, hatta sadece gülümsemekle yetiniyordu. “Emrin olur paşam.” dedi fakat emri olmayacağını ikimizde çok iyi biliyorduk. Çağıl ile tanışalı neredeyse üç hafta oluyordu ve ben onu ilk defa bu kadar öfkeli görmüştüm. Aldığı cevabın tatminsizliğinin ardından yanıma geri dönerek kulağıma yaklaştı ve yine yine saatini kontrol ettikten sonra oldukça kısık sesle konuşmaya başladı. “Şimdi üçe kadar sayacağım ve içeri girdiğimiz kapıya doğru gideceğiz.” dedi. Anlamsızca Çağıl’a dönerek “Bunu neden bu şekilde yapıyoruz?” diye fısıldadım. “Bir,” sorduğum soruya cevap vermemişti. “İki,” ve beni gerçekten umursamamıştı. “Üç,” dediğinde sağ elimi sıkıca kavrayıp saniyeler içerisinde bizi dışarı çıkarttı. İçeriden duyulan cam kırıkları ve silah seslerine odaklanmaktan ne yaptığımızı kavramayı başaramamıştım. Arabanın kapısını açtığında içeri girmemi bekledi fakat ben öylece camları gözümün önünde patlayan evi izlemeye devam ediyordum. “Bigem hadi.” diye beni uyaran Çağıl’ın cümlesi üzerine sendeleyerek arabaya bindim. En azından evden uzaklaşana kadar arabayı ciddi süratle kullanan Çağıl’ın ağzından bu olayı açıklayacak mantıklı tek bir cümle çıkmamıştı. Şoku atlatacak kadar kendime geldiğimde “Biz ne yaptık Çağıl?” dedim. Sesimi yükselterek “Öldü adam içeride, sen manyak mısın?” diye ekledim. Arabanın hızını düşürerek konuşan Çağıl temkinli bir biçimde aynayı takip ediyor ve geldiğimizden farklı olduğuna emin olduğum yollara sapıyordu. “Biz değil, o yapıyor.” dedi. “Eğer o evden doğru zamanda çıkmasaydık ölen biz olurduk, o adam değil” “Ne, o ne demek?” Cümle basitti, ben algılayabilecek halde değildim. “Basbayağı Bigem. İçeri girerken fark ettim. Normalde korumalarda herhangi bir şekilde silah olmaz, biliyorum çünkü buraya ilk defa gelmedim. Ayrıca hepsinin saati aynı dilimde kuruluydu. Saat 20.00’da bir şeyler olacağını anlamam çok vaktimi almadı. Sana bu yüzden gelmemen gerektiğini söylemiştim.” dedi. “Geldiğim için pişman değilim ve gördüğün gibi gayet iyiyim.” dedim. Titreyen ellerime bakan Çağıl’ın ardından ellerimi dizlerimin üstüne koyarak sabitlenmelerini sağladım. “İyiyim ben.” diye tekrar ettim. “İyi değilsin ve benim yüzümden kötü olmak zorunda da değilsin Bigem.” Gözlerinde kestiremediğim duygulara sahip bu adamla aynı ortamda olmak belki de bana iyi gelmiyordu. “Ben senin yüzünden kötü olamam Çağıl.” dedim. İkimizde gözlerimizi yoldan ayırmadan konuşmaya çalışıyorduk. Dakikalar ya da saatler süren bir trafiğin ardından benim evimin önünde durmuştuk. Saat neredeyse dokuz olmuştu ve gecenin karanlığı kendini kışın soğuğuna teslim etmişti. Araba durduktan sonra ben inmedim ve Çağıl uzun bir süre konuşmadı. “Hala mı bana karşı mesafelisin sen?” dedi. Sabah onu terslemiş, işten ayrılacağımı söylemiştim. Ardından gittiği yerde peşine takılmış, resmen bir çatışmanın ortasında kalmıştım. Ardından gerginliğimi bir kenara bırakıp onun yüzünden kötü olamayacağımı söylemiştim. Tutarsız hareketlerimle onunda dengesini de bozmuştum ve bunun farkındaydım. “Benim müvekkillerimle aramda her daim belli bir sınır vardır Çağıl.” dedim. “Bu sınırı ben zaten aşmamıştım. Hatırlatırım aşan sendin.” Gözlerini önündeki yoldan ayırıp benim gözlerimde sabitleyen Çağıl, ikimiz için de işi yokuşa sürüyordu. Hiç konuşmadan bu şekilde gözlerimi incelemesi de benim kafamda kurduğum cümleleri sözcüklere dökmemi zorlaştırıyordu. “Yapma şunu,” diyerek sıkıca kapattım gözlerimi. Son kez cümlelerimi toparladıktan sonra hafifçe göz kapaklarımı araladım. Çağıl için hiçbir şey değişmemişti. Aynı hizada gözlerime bakmaya devam ediyordu. Ben konuşacaktım ta ki tüm düşüncelerimi darmadağın eden o cümle Çağıl’ın dudaklarından dökülünceye dek. “Dünyada milyonlarca, belki de milyarlarca kahverengi göz var. Her şeyden önce kendi gözlerim var ama hiçbir kahverengi göz seninkiler kadar kazınmamıştı aklıma.” Kendimi geri çekerek konuşmaya başladım. “Yok,” bir hışımla arabanın kapısını açıp kendimi dışarı attım. Bakışlarımı aralık kapıdan arabanın içine çevirdim. “Sen benim ne demek istediğimi hiç anlamamışsın.” Sert sayılacak biçimde kapattığım kapının ardından sitenin girişine yöneldim. Ben uzaklaştıkça onun içindeki hislerin devleşmesi ve benim onların altında eziliyor olmam hiç hoşuma gitmiyordu. Sözel bir biçimde bunu ifade etmem de Çağıl için yeterli olmuyordu anlaşılan. Ayça’nın sözleri bir yanda dursun, kendi sesimi bile duyamıyordum. Kendi isteğimi kestiremiyor ve nerede, ne yapmam gerektiğini bulamıyordum. Duygudan, aşktan, aldatılmaktan, Barış’tan, Çağıl’dan, Ayça’dan ve her şeyden öte kendimden kaçmak zorunda kaldım. Yanında olmaktan keyif aldığım adamla beraber geçirdiğim her vaktin sonunda da başımıza bir şey gelmesinden bıkacak seviyedeydim. Sabır sınamama evde tek başıma devam ediyordum. Sinirimi mutfağımdan çıkartmayı tercih etmiştim. Önümde önlük, elimde kalıp sürekli bir şeyleri karıştırıyordum. Koyduğum malzemeler sonucunda ortaya çıkması gereken şeyin kek olması temennisi ile yaptığım harcı, yağlı kalıba döktüm. Isıttığım fırına verdiğim kekin ardından salona döndüm. Sürekli başa sarıyor, asla ilerleme kat edemiyorduk. Benim dengesizliğim, Çağıl’ın ısrarı varsa bile ortaya çıkacak ilişkiyi zedeliyordu. Bu karmaşanın yanında aldığım tehditler, ortasında kaldığımız çatışma ve cabası yakama yapışmış nefes almamı zorlaştırıyordu. Televizyonda yeni izlemeye başladığım dizinin kim bilir kaçıncı bölümü dönüyordu. Yarım bıraktığım kitap haftalardır komodinin üzerinde öylece duruyor, tek sayfa ileri gidemiyordum. Asla düzenli olmayan yemek yeme saatlerim, olur olmadık zamanlarda içtiğim kahveler ve tüm eksikler bir bir artmaktan başka bir şey yapmıyordu. Kekin kokusu evde yayılırken içime doldurduğu huzur az da olsa bana iyi gelmişti. Kapattığım göz kapaklarım telefonuma gelen bildirim sesi ile yeniden aralanmıştı. Telefonumda kayıtlı olmayan numaradan gelmiş saçma bir mesaj olduğunu düşünsem de o şekilde olmadığını anlamam çok uzun sürmemişti. Numaranın yanındaki yuvarlağa tıkladığımda vücudumdaki tüm hücreler alarma geçmişçesine aynı anda karıncalanmaya başladı. Tüm bu karmaşa da bir tek bu eksikti çünkü. Gecenin bu saatinde bana mesaj atan bu numara yıllar boyu berbat bir tramvaya sebep olmuş hatta şuan Çağıl ile ilişki kuramamamda ki en büyük engeldi. Bu mesaj Barış’tan gelmişti. |
0% |