Yeni Üyelik
21.
Bölüm

20. Bölüm - Sahipsiz Buket

@beyyzzademiir

Yeni yılın dördüncü günü...

"Nasıl talep etmezler davanın erkene çekilmesini?" dedim yüksek sayılan sesimle.

"Çekilmesin, ne olacak ki?" dedi Poyraz.

Belki de odadaki en rahat kişinin o olduğuna emindim. Rümeysa'nın sürekli salladığı dizi, Çağıl'ın sürekli esnemesi... Tüm bunlar gerginliklerini kanıtlar nitelikteydi.

"Erkene çekmiş olması demek Çağıl'ın daha erken aklanması demek." dedim. "Ayrıca adaletin onu aklamasının ardından bir de halkım güvenini geri kazanması gerekecek. Hayır, yani hatırlatırım o gündemlere düştüğünüz geceyi."

"Ben düşmedim." dedi Poyraz. "Çağıl düştü."

Çağıl oturuşunu dikleştirdi "Babamın hayrına mı düştüm lan ben?" dedi. Kafamı masaya yasladığım kollarımın arasına gömerek "Ağlamak istiyorum." dedim.

Rümeysa dakikalar sonra ilk defa konuştu. "Bir avukata göre fazla sabırsızsın." dedi. "Olmaz böyle."

Kafamı geri kaldırdım. Bakışlarımı Rümeysa'nın gözlerine sabitledim. "Sen mi öğreteceksin bana, bir avukatın nasıl davranması veya hangi özelliklere sahip olması gerektiğini."

Poyraz araya girerek "Evet, siz yine beraber geçireceğiniz sürenin sonuna geldiniz." dedi. Rümeysa'yı da elinden tutup kaldırdıktan sonra odadan çıktılar. Oturduğu yerden bana sırıtan Çağıl'a öfkeyle baktım bu defa. "Sen de mi ya Çağıl?"

Kendi oturduğu yerden kalkıp sandalyemin arkasından kollarını boynuma saran Çağıl, saçlarımın arasına bir buse kondurup kısık sesiyle konuşmaya başladı. "Sizin Rümeysa ile yıldızınız bir barışık bir değil. Çözemiyorum sizi."

"Benim yıldızım kimseyle kötü değil. Ben anlamıyorum, bu kız bana bir gün laf sokuyor, bir gün gel kahve içelim diyor." dedim. Hiçbir şey olmamış gibi ajandamı açtım. Yeni yılın ilk mesaisi için olan günün kısmındaki toplantıları not ettim.

"Takılma sen ona, boş ver." dedi Çağıl. Ben kafamı yeniden kollarımın arasına gömdüğümde net bir tonlama ile konuşan Çağıl "Yapma artık," dedi. "Sıkma canını, üç gün geç olsun dava."

Her geçen gün benim umutsuzluğum artıyordu. Sonunu bildiğim bir davayı böylesine beklemek canımı sıkıyordu. Üstelik ben bu davadan nasıl etkileneceğim onu bile bilmiyordum.

"Olsun artık." dedim. "Yapacak bir şey yok."

Kapıya yönelirken sandalyenin arkasında asılı montunu alan Çağıl "Restorana geçiyorum ben." dedi. "İşlerin erken biterse gel yemek yeriz beraber."

"Bakarız." dedim.

Sıcacık gülümsemesiyle odadan çıktığında benimde yüzümde aynı gülümseme oluşmuştu. 4 gündür benim için sadece Çağıl değildi. Uzun zamandır kimseye konduramadığım sevgilim sıfatına da sahip olmayı başarmıştı. Şimdilik sadece ikimiz ve Serkan, Oğuz, Ayça üçlüsünden başka bilen kimse olmasa da kendimi rahatsız hissediyordum. Nedense bunu başkaları öğrense önümüzde sayısız engel oluşacak gibi duruyordu. Önümde duran kahve bardağından bir yudum aldım. Bir yerden başlayıp kafamı dağıtmam gerekiyordu. Günlerdir şirketin hukuk bölümü çok sakindi. Asla alışamadığım bu rutinden ayrılmak için günleri sayıyordum adeta. Çağıl'ın dosyası kapanır kapanmaz buradan ayrılmayı ve büroya geri dönmeyi planlıyordum. Her ne kadar bundan şu ana kadar Çağıl'a bahsetmemiş olsam da anlayışla karşılayacağına çok emindim. Tıklanan kapı aralandı ve içeri kafasını uzatan Asena oldu.

"Merhabalar Bigem Hanım." Elindeki çiçek buketin işaret ederek "Size gelmiş bunlar." dedi. Çağıl'ın az önce yanımdan ayrılışını varsayarak onun göndermediğini düşündüm. Bunu yapma potansiyelini gördüğüm bir diğer kişi ise Barış'tı. Şayet çiçekler ondan gelmişse kendisine tek tek yedirebilirdim.

Masadan kalkıp buketi elime aldım. Beyaz güllerin olduğu tüllerle süslenmiş buketin üzerinde de küçük bir not kağıdı vardı. Zarfın içine yerleştirilmişti.

"Tamamdır Asena. Çok teşekkür ederim." dedim. Ben cümlemi tamamladıktan hemen sonra odadan çıkan Asena’nın ardından buketin üzerindeki zarfı elime aldım. Çiçekleri masanın üzerine bıraktım. Yırtmamaya özen göstererek zarfı açtım. Üzerinde oldukça okunaklı bir yazı tipiyle "Umuyorum bu hikâyenin sonu mutlu biter, hayırlı olsun." yazıyordu. İyi ki Ayçalara kimseye anlatmayacağız demiştim. Onlarsa buna ithafen şirkete hayırlı olsun çiçeği göndermişti. Telefonumu elime aldım. Ayça'ya mesaj yazmak için parmaklarımı klavye ile buluşturdum.

Siz: Ah be güzelim keşke belediyeden anons falan yaptırsaydın. Bir buket çiçek kesmemiştir seni.

Telefonu kapatıp masanın üzerine geri bıraktım. Camın önüne yöneldim. Hala hafif hafif yağmaya devam eden kar İstanbul'a farklı bir güzellik katmıştı. Yapmaya alışık olmasam da perdeyi sonuna kadar açtım. Camı hafiften aralayıp aheste aheste süzülen kar tanelerinin odaya girmesine izin verdim. O sırada telefonuma gelen bildirim sesiyle masanın başına geri döndüm. Yazan tahmin ettiğim gibi Ayça olmuştu.

Öğretmen Hanımcım: Ne buketi Bigem?

Siz: Hayır, şaka falan yapıyor olmalıydı. Buket Ayça'dan gelmeliydi.

Siz: Ayça buket geldi şirkete. Sen yollamadın mı?

Siz: Hayırlı olsun falan yazıyor

Öğretmen Hanımcım: dersteyim yazacağım sana sonra. Kim yollamış öğrenirsen bana da söyle.

Bu nasıl bir paradokstu böyle. Sevgili olduğumuzu sadece Ayçalar biliyor, çiçeği yollayan Ayça değil, bu çiçeği kim yolladı?

Telefon rehberinden Serkan'ı bulup telefonu kulağıma götürdüm.

"Serkan bu çiçek ne şimdi?" dedim heyecanla. Tek temennim çiçeğin Serkan'dan gelmiş olmasıydı.

"Ben de çok iyiyim Bigemciğim sorduğun için çok teşekkür ederim." Dedi tariz dolu bir tonlamayla. Enerjisi yerinde duruyordu.

"Bunlarla uğraşacak vaktim yok lütfen ben yolladım çiçeği der misin?" Karşıdan gelecek cevabı beklerken zarfı yeniden elime aldım.

"Çiçek falan yollamadım ben. Sanki çok onaylıyorum ya ilişkinizi bir de tebrik paketi mi yapsaydım size?" Benim aksime o daha rahattı.

"Sus geri zekalı." dedim öfkeyle. "Senden değil, ondan değil, bundan değil. Kim yolladı o zaman bu çiçeği?"

"Kapatıyorum Bigem. Çok gerginsin." Ve gerçekten telefonu kapatan Serkan...

Sınandığım şu dakikalarda gerçekten kendimi dizginlemek benim için çok zor oluyordu. Serkan'ın kafasını gerçekten duvara çarpmama ramak kalmıştı.

Elimde zarf, kimden geldiğini bilmediğim bir çiçek…

Saatlerdir aynı dosyayı defalarca kez okumuştum. Fazla sıkıcıydı ve bunaltıcıydı, en azından şuan ki ruh halime göre fazla sakin işlerdi bunlar. İçimin kıpır kıpır oluşunun veya yerimde duramayışımın sebebi tam olarak neydi?

Ayça’ya göre bunun sebebi âşık olmamdı. Normalde yapmadığım şeyleri yapıyordum iki üç gündür. Giymediğim renkleri giyiyor, denemediğim saç modellerini deniyordum. Hayatımda yaptığım temelli değişikliklerde ister istemez ufak tefek alışkanlıklarımı etkiliyordu.

Henüz öğlen olmamıştı. Saat daha on bire geliyordu fakat yapacak işim kalmadığından günün kalanını Çağıl’ın yanında geçirmemde bir sakınca yoktu. Ve sanırım konuşmamız gereken bir çiçek buketi vardı.

Odanın yüksek sıcaklığı nedeniyle iyice mayıştığım sandalyeden kalktım. Buradaki odaların ısısı merkezi olarak ayarlandığından istediğim soğukluğu asla bulamıyordum. İnsanın bu kadar sıcakta uykusu gelirdi bence. Nasıl çalıştıklarına anlam vermek mümkün değil.

Pantolonumun belini düzeltip gömleğimin yakasını ayarladım. Aşağı doğru kayan botumun fermuarını da düzeltip askıda duran montumu aldım.

Saçlarımı elimle hafiften havalandırıp şekillendirdikten sonra çantamı ve telefonumu da alıp odadan çıktım. Asansörün önünde beklemeye başladım. Arkamdan gelen yoğun kadın parfümü kokusuyla başımı arkaya çevirdim. Göz göze geldiğim Sevda Kaya tüm gerginliği ile karşımda duruyordu.

“İyi günler,” dedim samimi bir tavırla. Onun sesi de benim kadar samimi fakat bir o kadar yapmacıktı.

“Size de.” dedi.

Yanımdaki boşlukta, asansörün önünde beklemeye başladı. Bu kadın beni nedensizce geriyordu. Sanırsam bu gerginliğe bir çözüm yolu bulmalıydım çünkü hayatımızın geri kalanında bol bol görüşecek gibi duruyorduk.

Asansör kabini önümüzde açıldığında ikimizde manevrayla içeri girmeye çalıştık. Buna gerek yoktu. Hafifçe kenara çekilip Sevda Hanım’ın içeri girmesini bekledim ve ardından ben de içeri girdim.

“Çağıl nasıl?” diye bir soru atıldı ortaya. Bunun cevabını onun da biliyor olması gerekiyordu bence.

“Bilmem.” dedim. “Sabah dava için konuştuk o kadar. İyi görünüyordu.” dedim. Yalan konusunda bence gayet başarılıydım.

“Allah Allah genelde bizimle de fazla görüşmediği için sen daha çok görüyorsun diye düşünmüştüm.”

Evet, benimle görüşmeyi tercih ediyordu zaten ama bu Çağıl ile ilgili bir problem değildi bence, Kaya ailesinin gereksiz soğukluğu olmalıydı.

Asansör benim ineceğim katta değil, Sevda Hanım’ın ineceği katta durmuştu. Kendisine gülümseyerek inmesini bekledim. Asansörden indikten sonra kabin kapanmadan arkasını dönen Sevda Kaya “Çağıl’a selamımı ilet lütfen.” dedi.

Kabin kapandığında benimde yüzümdeki gülümseme solmuştu. Fazla sinirli ve sürekli bir şeyler biliyormuş gibi davranan bu kadın hiç hoşuma gitmiyordu.

Sonunda giriş katına indiğimde Asena’nın masasına yöneldim. “Ben çıkıyorum.” dedikten sonra tam otoparka inmek için merdivenlere yönelecektim ki Asena beni durdurarak “İki saniye bekler misiniz? Çağıl Bey için gelen bir kargo vardı onu size versem giderken götürür müsünüz?” dedi.

Ben şaşkınlıkla afallayıp başımı tamam anlamında salladım. “Siz burada bekleyin lütfen hemen geliyorum ben.” diyerek yanımdan uzaklaştı Asena.

Bu şirkette yerin kulağı duvarların falan ağzı yoksa ben de başka bir şey bilmiyorum. Sadece Çağıl ile bu konuyu konuşmuş olmama rağmen herkes onun yanına gideceğimi biliyordu.

Asena’nın masasının önündeki boş sandalyelerden birinde oturdum. Masası fazla dağınık gözüküyordu. Kâğıtlar, dosyalar, defterler… Hepsi şirketler ilgili belgelerden oluşuyordu. Bu kadar karmaşada aradığını bulabiliyor olması bence ekstra bir yetenek istiyordu.

Bu kadar belge arasında gözüme takılan bir kâğıt olmuştu. Daha doğrusu gözüme takılan kâğıtlar olmuştu. Asena’nın da şirket rakamlarıyla bu kadar içli dışlı olduğunu bilmiyordum. Bundan dolayı aylık gelir gider ve borç tablolarını onun masasında görmek bana garip gelmişti. Finans departmanının benimle bile paylaşmadığı bu bilgilerin burada olmasının mantıklı bir yanı yoktu. Kâğıtlardan birini elime alıp detaylıca inceleyeceğim sırada yanımda beliren Asena heyecanla kâğıtları alıp elindeki paketi bana uzattı. “Buyurun Bigem Hanım, bu Çağıl Bey için gelen kargo.”

Benim bakışlarım hala kâğıttayken başımla onay verip buradan uzaklaştım. Aşağı inip arabama bindiğimde yine kafamda soru işaretleri kalmıştı. Bir kez şu şirketten boş kafayla çıkmış olsam zaten kesin başımıza falan taş yağardı. Çağıl’ı aramadım fakat Göktürk şubesinde olduğuna oldukça emindim. Bu adam her anını bu şubede geçirebiliyordu, üstelik bir buçuk ay önce bir cinayet süsüne ortam hazırlamış bu restoranda.

Arabayı bahçedeki otoparka park ettikten sonra hızla yağan yağmurda ıslanmamak için restorana girdim. Saat on iki olmuştu ve bence bu saate rağmen Kaya Restoranları için fazla boştu masalar.

Bunu yapmaya hakkım var mıydı bilmiyorum ama montumu ve çantamı çalışanlardan birine verdikten sonra lavabolardan birine geçtim. Saçımı toplayıp ellerimi yıkadıktan sonra mutfağın olduğu kısma yöneldim. Profesyonel mutfaklara sürekli girip çıkan biri değildim fakat merak ettiğimden bir dönem araştırmıştım. Kapıdan girdikten sonra gördüğüm kadarıyla fazla çalışan yoktu. Zaten restoranda kalabalık değildi.

Yan tarafta duran bonelerden birinin paketini açıp düzgünce taktım. Hijyen kurallarına uymaya özen göstererek hiçbir şeyi ellemeden içeride dolaşmaya başladım. Arkamdan omzuma dokunan genç şeflerden biri “Bigem Hanım.” diye seslendi.

Arkamı döndüğümde gülümseyerek “Efendim,” dedim. “Yanlış anlamayın Çağıl’a bakmıştım sadece.”

“Biliyorum.” dedi yirmili yaşlarının başında olan adam. “Arka taraftaki mutfağa girebilirsiniz. Kapısı şu tarafta.” eliyle işaret ettiği yöne döndüm. Kapıyı aralayıp içeri girdiğimde Çağıl ocağın başında tavaları karıştırıyordu. Elini dur anlamında kaldırdı. Kapının eşiğinde beklemeye başladım. Arada o tarafa geçmemi engelleyecek bir tezgah vardı. Tezgahın benim tarafımda kalan kısımlarında ise bar sandalyeleri yerleştirilmişti. Çağıl önündeki çekmecelerden birini açıp içerisinden şeffaf bir paket çıkardı. Bana doğru fırlattı. “Kapıdan girmeden tak bunları.” dedi.

Gözleri benimle buluştuğunda samimi bir gülümsemeyi yüzüme yerleştirdim. Şeffaf paketi açtım. Tek kullanımlık bir bone ve eldivenler vardı. Boneyi saçlarım gözükmeyecek şekilde taktıktan sonra eldivenleri cebime koydum. “Hoş geldin.” dedi Çağıl. Benimle ilgileniyormuş gibi gözükse de işine yönelttiği ciddiyetinden ödün vermiyordu.

“Selam bebek,” diyerek tezgâhın karşısında kalan uzun masa görünümlü yüksek kısmın arkasındaki bar tipi sandalyelerden birini çekip oturdum. Şu an Çağıl’ı rahatsız etmeye niyetim yoktu ve oldukça hoş olan bu manzarayı sessizce izlemeyi tercih ederdim.

Yaklaşık yarım saattir arada arada bana bakıp sırıtan Çağıl daha tek kelime konuşmamıştı. Bende konuşmayı tercih etmemiştim açıkçası. Fazla özenle yaptığı işine odaklanırken bir yandan da beni izlemeyi başarıyordu. En sonunda odadaki sessizliği bozan Çağıl oldu.

“Sen böyle beni izlemeye geldin herhalde.”

Oturuşumu dikleştirdikten sonra “Hayır,” dedim. “Şirkette canım sıkıldı. Sohbet ederiz diye düşündüm ama çalışıyorsun. Rahatsız etmek istemedim.”

“Rahatsız olmam,” dedi Çağıl. “Konuş sen, dinlerim.” Ve konuşacak hiçbir şeyimiz olmadığını fark ettiğim o andaydım. Ne sormam gerekiyordu sohbet açabilmek için?

“Hayatımızdan,” dedi Çağıl kafamdaki soru işaretini gidermek istercesine. “Hayatımızdan sorular soralım. Yeteri kadar tanımıyoruz belki de birbirimizi.” Haklıydı. Her ne kadar belli başlı noktalar hakkında sohbet etmiş olsak da şu haddeye gelen ilişkimiz için yeterli değildi.

“Meslek hayatın, nasıl gidiyor gerçekten?” dedim. “Yani ben internetten okumuştum hep fazla aktif bir şefsin, maşallah.” Attığı keyifli kahkaha kulaklarıma dolan Çağıl “Bunları mı konuşacağız şimdi?” dedi.

"Bence merak edilen şeyler bunlar." dedim. “Ayrıca hayatımızdan sor dedin. Hayatın bu senin. Sadece mutfak.” Yemek yapabiliyordum fakat bunu meslek olarak yapmanın ve bir başarı elde ediyor olmanın nasıl hissettirdiğini çok merak etmiştim doğrusu.

"Öyle şimdilik aman aman bir başarım yok. Yurt dışı eğitimlerim var. Bir de yaz aylarında kendi isteğimle çocuklara verdiğim kurslar var." dedi. "Bence zaten en büyük başarı çocuklarla iletişim."

Çağıl'ın bakış açısı bu olduğuna göre benim hiçbir başarım geçerli sayılmazdı. Sonuçta hiçbir çocuğa hâkim karşısında nasıl savunma yapması gerektiğine dair kurs veremezdim. Ortamdaki sessizliği bozamadım.

"Sen," dedi Çağıl soru sorarcasına. "Madem merak edilen şeyler bunlar, anlat biraz meslek hayatını."

Oturduğum sandalyeyi kendi etrafında bir tur döndürürken kısık sesle düşüncelerimi seslice sıralayıp cümleler haline getirdim.

"Şimdi stajyer olarak veya davasında yer almasam bile dosyasında yer aldığım her müvekkilimi sayacağım. 7 dosya gördüm bugüne kadar kendime ait olan. 5 tanesini kazandım. Bu 7 dosyanın 4 tanesinde stajyer döneminde olduğum için hep birkaç tecrübeli avukat eşliğinde inceledim dosyaları. O 4 dosyanın hepsi lehimize sonuçlandı. Sonra benim stajyerlik dönemim bitti ve 1 tane boşanma davası denk geldi. Tabi stajyerlik döneminde 4 tane cinayet dosyası inceleyince boşanma davalarında biraz garip hissetmiştim kendimi." dedim. "Dosya hemen kapandı, tek celsede boşandılar. Sonra bir dava daha aldım. O da boşanmaydı. O dava da…" bu cümleyi devam ettirmek benim için zordu. Yaşanmamasını istediğim bir durumla karşı karşıya kaldığım bir dosyaydı o.

"Ne oldu o davaya?" dedi Çağıl "Biri tek celsede, diğeri tek celsede değil ama boşandı. Peki, son dosya, onda ne oldu?"

Öfkeyle derin bir nefes alıp "Düştü," dedim. "Korkunç bitti o dava. Hâkim boşanma davasının ilk duruşmasında çocukların geçici velayetini anneye verince..." yine derin bir nefes sığdırdım cümlenin arasına "Adam, karısını ve çocuklarını... Öldürdü." dedim.

Cümlemi tamamlamamın ardından yüzü buruşan Çağıl "Berbat." dedi. "Kendi cinslerim adıma utanç verici."

"Ve hala dışarıda o adam." dedim. "Dava dışı bırakıldığım için ben artık hiçbir şekilde bilgi alamıyorum ama yine de hala o dosyanın peşini bırakmadım. O adam içeri girip adalet yerini bulana kadar da bırakmayacağım." Çağıl önündeki tavaların içinde pişen yiyecekleri sırayla karıştırırken bir yandan da beni dinliyordu.

"Bu davadan sonra bir ay kadar hiç dava almadım çünkü kafamı toparlayamıyordum. Ve bingo sonra senin davan beni buldu." dedim.

Beni düzelterek "Biz seni altı ay öncesinden bulmuştuk." dedi.

"Evet, sonra zaten ölmemiş birini sen öldürmemişsin diye seni savundum ben." dedim.

"Bigemciğim bak bunu biz seninle sürekli tartışırsak ilişkimiz sağlıklı ilerlemez." dedi Çağıl. "Aramızda bunların lafı olmasın boş ver." Çok normal bir sohbet konumuz varmış gibi bahsediyordu.

Gözlerimi kısarak onu süzdükten sonra “Boş yapma canım.” dedim.

“Günlük hayatımızdan konuşsak.” dedi muzip bir sesle “Sıktı artık iş hakkında konuşmak zaten gördüğün gibi karşında işimi yapıyorum şu an.”

Pişen eti ve sebzeleri düzgünce tabağa yerleştiren Çağıl’a öylece bakıyordum. Anlatmam gereken ne vardı, aklıma hiçbir şey gelmiyordu.

“Spor,” dedi bana bakmadan. “Spor yapmayı seviyor musun?”

“Bir insan hobi olarak spor yapmaz bence. Mecbur kaldığı için yapar. Neden yatmak varken sporu tercih edeyim ki şimdi,” dedim. "Mesela şu an benim düzenli spor yapıyor olmam lazım aslında ama benim en düzenli yaptığım aktivite evde uyumak." dedim. Tabağına hazırladığı sosu döken Çağıl bir yandan da beni dinliyor ve anlattıklarıma kıkırdıyordu.

"Hiç spora ihtiyacın yok bence." dedi Çağıl.

Gözlerimi kısarak kendisini süzüp konuşmaya başladım. "İhtiyacım olsa yine de spor yapmam. Benim hayat mottoma ters ama onun için değil. Astımım var benim zaten biliyorsun. Bu senin davayla yeni yeni uğraşmaya başladığımda astımın ilerlediğini ve ciğerlerime zarar vermeye başladığını öğrendim. Doktorum o zaman yüzmeye gidebileceğimi ve bunun faydalı olacağını söyledi ama ben vakit bulup da ilgilenemedim."

Elindeki bıçağı kenara bırakıp meraklı bakışlarını üzerime çevirdi Çağıl. "Neden dikkat etmiyorsun buna. Şakası mı olur bu işin?" dedi. Küçük bir çocuğu azarlar tonlamayla resmen bana kızıyordu.

"Vaktim yoktu." dedim.

Yeniden yarım bıraktığı sebze doğrama işine dönen Çağıl "iyi o zaman." dedi. "Bundan sonra ben takip ederim spor düzenini. Benim gittiğim spor salonunda yüzme havuzu var. Benimle birlikte yazılırsın." dedi.

"Yuh," demiş bulundum bir anda.

Çağıl yeniden bana bakarak "Sen bu kelimeyi sürekli kullanıyor musun?" dedi. Anladığım kadarıyla kendisinin İstanbul Beyefendiliğine tersti. Aslında öyle aman aman bir beyefendiliği de yoktu.

"Alışkanlık." dedim.

Ben konuyu kapatmayı tercih etmiştim ve o da bunu anlamış gibi bir daha bu konu hakkında soru sormadı ve yorum yapmadı. Şu an kafamda Çağıl'a sormam gereken daha farklı sorular vardı.

"Asena ne zamandır yanında çalışıyor?" dedim. Bir anda pat diye sorunca anlamsız geliyordu kulağa bu soru.

"Ne alaka şimdi?" dedi Çağıl.

"Merak." dedim kısık bir sesle.

"Ben 26 yaşındayım. 22 yaşında şirkete ilk girdiğim gün onu da işe almışlardı. O kadar rastgele denk geldik ki." dedi. "Ama şanslıyım bu konuda. Asena gayet başarılı bence."

Asena’ya olan güvenini söyleyeceklerim sarsmazdı. Ona bu kadar güveniyor olmasının sebebi dört sene boyunca kendisine yardım etmiş olmasıydı büyük ihtimalle.

"Finans departmanında da pozisyonu var mı onun?" diye sordum.

Artık tezgâhta değil ocakların önündeydi Çağıl. "Hayır, yok." dedi. "Sen neden bu kadar ısrarla soru soruyorsun Asena hakkında?" dedi.

Ben yeniden üstüne basa basa "Merak." dedim.

“Merak.” dedi beni taklit ederek.

“Kes,” dedim net bir tavırla. “Cıvıma hemen, yemeğini yap.” dedim.

Önündeki tabağa adeta cımbızla yerleştirdiği ufak tefek şeyleri kontrol ettikten sonra tabağı alt kısmından tutarak önüme doğru getirdi. “Nasıl?” dedi.

İncelediğimde muazzam bir tablo gibi gözüken bu tabağı bir kişinin yiyecek olması beni üzüyordu. Yazık olurdu bu esere. “Fazla mükemmel.” dedim.

Yanağımın birini iki parmağıyla sıktıktan sonra göz kırparak yanımdan uzaklaşan Çağıl, tabağı garsonlardan birine verip yanıma geri döndü.

“Biraz işim kaldı.” dedi. “Daha sonra çıkıp yemek yiyebiliriz.” Bu sürede benim konuşmak istediğim bir konu daha vardı.

“Ben bir şey söyleyeceğim sana.” dedim.

Elindeki tabağı temizlerken benimle göz teması kurmasını bekledim. Birkaç saniye ben sessizliğimi koruyunca fark etmiş olacak ki “Ooo,” diyerek bana döndü. “Bu defa gergin mesele.”

Yan tarafımdaki sandalyeye oturmasını bekledim. Ardından ellerini kendi ellerimin üzerinde sabitleyip gözlerimin içine içine bakmaya başladı.

"Ben dava dosyası kapanınca şirketten ayrılmak istiyorum." dedim.

Duydukları hoşuna gitmemişti ve bu yüzünden belli oluyordu. Ellerini ellerimin üzerinden geri çektiğinde bunun olmasını istemediğini anlamam da çok uzun sürmemişti.

"Yapma ama." dedim sitemkâr bir sesle.

"Ben mi yapmayayım Bigem?" dedi Çağıl. "Nereden çıktı şimdi bu, sen zaten babanın yanında çalışmak istemediğin için şirkete gelmedin mi?"

"Çağıl, bak seninle empati kurmaya çalışıyorum ama sen de beni anlamak zorundasın. Zaten sürekli restorana gidip geliyorsun. Şirkete uğradığın sayılı saatler var. Ayrıca ben bu şekilde yapamıyorum. Alışamadım şirkete ve sen de bunun farkındasın." dedim.

"Niye ama niye bana mantıklı bir gerekçe sunar mısın?" dedi yalvarırcasına.

Ben bu cümle üzerine daha da bir şeyler söyleyemedim. Doğru değildi aynı ortamda çalışmamız. Benim alışamamamdan ziyade, Arif Yılmaz'ın ikimizi de rahat bırakması için olması gereken buydu. Çağıl'ın henüz aldığımız tebrik notundan haberi yoktu ve o not bana göre Arif'ten gelmişti.

"Çağıl." dedim. "Yapma." son sözcük ağzımdan fısıltı gibi dökülmüştü.

"Barış yüzünden mi?" dedi öfkeyle ve kurduğu bu cümle beni de sinirlendirmişti.

"Ne alakası var şimdi Barış ile?" diyerek çıkıştım ona.

"Çok alakası var Bigem. Geçen hafta o geldi, bu hafta sen işten ayrılmak istiyorsun. Nasıl ne alaka olsun?"

"Lafı çarpıyorsun sen şu an."

Karşımdaki sandalyeden hiçbir şey söylemeden kalkan Çağıl'ın arkasından öylece bakakalmıştım. Bu tepkiyi hayal etmemiştim fakat aldığım karara saygı duyması için de kimseye yalvaramazdım.

En doğru olanın bu olduğunu o da çok iyi biliyordu. Bu konuda ikimizin de biraz anlayışa ihtiyacı vardı...

Tartışmalı biten günümüzün ardından doğru dürüst sohbet etmeden yediğimiz öğle yemeğinden çıkınca eve gelmiştim. Saat neredeyse sekiz olmuş ve gün, kendini gecenin karanlığına yavaş yavaş bırakmıştı.

Akşam yemeği için Çağıl’ın yaptığı şaheseri görüp kendime mercimek çorbası yapmıştım ve bence fazla bile başarılıydı.

Okuduğum kitabın son sayfalarını bitirdikten sonra kitaplığıma yöneldim. Rafındaki yerine yerleştirdikten sonra okuyacağım diğer kitabı belirlemek için kitaplığın önünde oyalanmaya başladım.

Birkaç dakika sonra çalan kapının zili yüzünden o tarafa yöneldim. Kapının kolunu indirmemle karşımdaki adamı görüp şoke olmam bir olmuştu.

“Arif Yılmaz.” dedim kısık sesimle.

“Çiçeğim elinize ulaşmayınca, ben bizzat kendim gelmek istedim.” dedi keyifle.

Yalanın dolanın içine çekiliyordum. Çiçekten Çağıl’a bahsetmemiştim ve yine bir yalanın daha içine düşmüştüm.

Loading...
0%