Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. SOĞUK

@beyzaozgu

SOĞUK

 

 


 

Zihnimin içindeki o dumanlı bulut karanlık müzeme doğru ilerledi. Yaşananları kendi ateşimle yakıp kabul etmek istemedim. Gözlerimi sıkıca yumduğumda, ellerimin arasındaki telefonu sıkıyordum.

 

Cevabı basitti, madem peşinde adamlar vardı, tabiki de numarasını değiştirecekti. Eğer, kendi telefonum benimle birkaç hafta daha kalabilseydi, benim de bizzat yapacağım bu olacaktı.

 

Parmaklarımı gevşeterek boğumlarını açtım. Telefonda, son arama kayıtlarından Melih'in numarasını sildim ve telefonu sanki hiç açmamışım gibi kapattım.

 

Zihnimin bulanmasına izin vermeyecektim. Neredeyse üç gün bitmişti, birkaç gün içinde Merih'in sadece sesi değil, canlısı karşımda olacaktı zaten.

 

Şuan, bir bilinmez olan o peşindekiler ve belki de babamlarla uğraşıyor olmalıydı.

 

Ama son kararım kesindi. Ona güveniyordum.

 

Saçlarımı, az önce sepete attığım havlulardan birisini geri alarak biraz kurttum. Düz saçlarımın nemli kalmasını seviyordum.

 

Tabi ilk kez bu kadar kısaydılar.

 

Bir kez daha aynadan kaçtım ve havluyu tekrar sepete fırlatır fırlatmaz, telefonla birlikte odadan çıkıp, et kokusu gelen mutfağa doğru ilerledim.

 

Kolidor, uzun ve inceydi. Mutfak ışığı dışında ışık yanmıyordu.

 

"Ver ben böleyim nolur." Toprak'ın sesini duyduğum anda, mutfağa girmiştim bile. "Sen şimdi ika saatte ayarlarsın."

 

"Al yap." Dicle, dünden razı bir şekilde elindeki etle dolu tavayı Toprak'a verdi. Toprak, önündeki dört tabağa etleri bölmeye başladığında, kırmızı et yemediğimi söylemeden biraz önce, "Telefon, benim için mi?" Diye sordum.

 

Dicle, bakışlarını bana doğru çevirirken, masaya kuruluyordu. "Evet, eski bir model ama olsun, hiç yoktan iyidir, telefonun arada kaynamış." Sesi stabildi, gözlerini tekrar Toprak'a çevirdi.

 

Nedensiz bir şekilde teşekkür etmek içimden gelmedi. Bir şey demeden telefonu elimde tutmaya devam ettim ve, "Ben kırmızı et yemiyorum." Dedim. "Benim hakkımı da siz alabilirsiniz."

 

"Aç mı kalacaksın?" Diye sordu Toprak şaşkın bir ses tonuyla. "Kırmızı et yenmez mi manyak kız."

 

Gülümseyerek, mutfağın köşesindeki buzdolabına doğru ilerledim.

 

Buzdolabının kapağını araladığımda, içimde herhangi bir utanç duygusu yoktu. Raflara baktığımda, henüz açılmamış hazır şeyler vardı genelde ve oldukça azdı.

 

En üst raftaki aç bitir salam paketini aldım. Ekmekle birlikte yemeyi planlayarak, buzdolabının kapağını kapatırken, hemen sol taraftaki balkonda onu gördüm.

 

Pamir'i.

 

İçimden bir şey düşünmeme zaman kalmayacak kadar hızlı bir şekilde masaya geçtim ve o esnada, "Pamir hadi gel." Diyerek ona seslendiler.

 

Pamir'in ayağa kalktığında geniş sırtını gördüm ve o an, direkt gözlerimi masaya verdim. Dicle, önündeki yemeğe başlamıştı bile. Toprak da öyle.

 

İki dilim ekmek alarak, üzerlerine aç bitirden çıkan salamları dizdim.

 

Mutfağa dolan soğuk hava ile Pamir, balkonun kapısını kapattı ve masaya geldi. Tam yanımdaki sandalyeye oturdu ve önündeki tabağa baktı, sonra da benim önümdeki iki dilim salamlı ekmeğe.

 

"İstersen, bölüşebiliriz." Dedi mesafeli bir sesle.

 

"Teşekkür ederim, ben kırmızı et yemiyorum." Dedim ve yemeğimi yemeye başladım.

 

İlk kez içimde, Pamir'e karşı ufak bir sıcak kıvılcım çakmıştı.

 

"Biraz kendinden bahsetsene." Dedi Dicle bana. "Merak ediyorum doğrusu." Yemeğinden bir lokma aldı. "Bir süre beraberiz gibi duruyor."

 

Dışarda yağan kara kayan gözlerimi zar zor Dicle'de sabitledim.

 

"Derin Gece Belemir." Dedim elimdeki dilim ekmeği masaya bırakarak. "Ankara Keçiören Fen lisesinden mezunum." Daha fazla ne diyebilirdim açıkcası bilemiyordum. Onlarım bir şeyler sormasını bekledim.

 

"Üniversite?" Diye sordu Toprak.

 

"Lisenin zoruyla sayısaldaydım, istemediğim alandan sınava girdiğim için bir sene mezuna kaldım." Derken, içimden başka şeyler geçiyordu. Galiba, bir sene daha kalmam gerekecekti.

 

"Hangi bölümü istiyordun?" Diye sordu Dicle. "Hukuk." Diye cevapladım direkt. Pamir, yemeğindeki gözlerini alarak arkasına yaslandı ve bana bahşetti.

 

Bana bakıyordu, kısacık saçlarıma, beyaz tenime ve dudaklarıma bakıyordu.

 

"Umarım kazanırsın." Dedi Dicle peçete ile dudaklarını kibarca temizlerken. Eliyle Pamir'i gösterdi. "Yanındaki avukattan taktik almalısın bence."

 

Şaşırmıştım. Anladığım kadarı ile illegal işlerle uğraşıyordu ve avukat mıydı Pamir? Ona doğru döndüğümde, gözgöze geldik.

 

Sanki elektrik çarpmışçasına önüme döndüm.

 

"Ben de hukuk okudum iki sene." Dedi Toprak birden. Çatalını, mavi mozaik desenli tabağın yanına koyarken, "Sonradan bıraktım ve bilgisayar mühendisliğine başladım."

 

Onun sempatik yüzüne odaklanmaya çalışsam da, Pamir'in üzerimdeki gözleri ensemdeki tüyleri diken diken yapıyordu.

 

"Neden bıraktın?" Diye sordum.

 

Masadaki dilim ekmeğimi aldım ve yemeye koyuldum.

 

"Ezberler beni yordu." Dedi direkt. "Ama Pamir ile iletişimi kesmedik ve şuan en yakınım diyebilirim." Deyip, Dicle'nin öksürüğü ile, "Dicle'mden sonra tabi." Diye tamamladığında gülümsedim.

 

Demek üniversiteden başlayan bir dostluktu. Yani yaklaşık, 6-7 senedir arkadaşlardı.

 

"Sen kaç yaşındasın?" Diye sordum. "25." Dedi. Yaşıtlardı.

 

"Sen Dicle?" Diye sordum ona dönerek. Kulağındaki inci küpe ile oynuyordu.

 

"Ben 22." Deyip gülümsediğinde, bunu söylediğini hatırladım. "Bu sene mezun oldum, hemşire adayıyım." Sonra devam etti. "Merih'le nasıl tanıştınız?" Ellerini birleştirerek, çenesine yasladı.

 

Pamir'in gözleri hâlâ üzerimdeydi ve sessizdi.

 

Görmezden geldim. En azından denedim.

 

"Arkadaş ortamı." Dedim dürüst olarak. "Bir arkadaşımın doğum günü partisinde, tanıştık."

 

Gerçekten de Müge'nin doğum gününde tanışmıştık.

 

"Ne kadardır birliktesiniz?" Diye sordu meraklı teyzeler gibi ve hemen kendi ilişkilerini ekledi. "Biz iki buçuk seneyi devirdik."

 

"6 ay." Dedim aklıma gelen ilk yalanı atarak. Ne uzun ne de kısa bir ilişki tarihi.

 

"Yanyana hayal ettim de bir..." Dedi yukarıya bakarak. "Yakıştırdım, güzel."

 

Merih'le, çift olma senaryosu, yanaklarımı ısıtıyordu. Konuyu değiştirmek istedim.

 

"Sizler nasıl tanıştınız?" Diye sordum. "Yani, Merih'le?"

 

"İş arkadaşlığı diyebiliriz." Dedi Toprak masadan yavaşça kalkıp musluğa doğru direrken, konuyu de değiştirdi ve, "Eline sağlık paşa güzel olmuş yemek."

 

Dicle de aynısının benzerini söylerken, Pamir'in el lezzetini merak etmiştim doğrusu.

 

"Biz üç yol yorgunu, doğru yatağa..." Dedi Toprak bana bakarak ve eliyle bir uzman çavuş selamı verdi. Ben daha yeni uyanmıştım ve hepsi daha yeni yatacaklardı. Dicle de Toprak'la birlikte uzaklaşırken, Pamir'e baktım.

 

"Sen de mi uyuyacaksın?" Diye sordum.

 

"Uyumayayım mı?" Dediğinde, "üçümüz dedi ya, ondan sordum." Dedim. Ve, ona çaktırmak istemsem de, masadaki birkaç tabağı toplayarak ona yardım etmek istedim.

 

Kolunda kim bilir kaç dikiş vardı.

 

"Dicle hamile." Dedi Pamir. "O yüzden öyle dedi."

 

Şaşırmıştım.

 

"Ciddi misin?" Diye sordum ama sorum yanıtsız kaldı.

 

Neden bu kadar şaşırmıştım emin değildim ama bulaşık makinesinin kapağını açtığımda, Pamir oturduğu yerden kalktı. Tabakları makinenin içine dizerken, o da birkaç bardağı içeri koydu.

 

İlle de kendi işini kendisi halledecekti. Bütün kendi malzemelerini, inatla yerleştirdi.

 

Bedeni yakınımdaydı. O yüzden uzaklaştım ve onun mutfaktan çıkmasını bekledim. O gidince de işi bitirip, ellerimi yıkadım.

 

Pamir neredeydi bilmiyordum ve, Toprak ile Dicle'nin uyuduklarını biliyordum. Ufak ve sessiz adımlarla kolidorda ilerledim. Bir odanın ışığı açıktı, sanırım Pamir orada olmalıydı.

 

İçimdeki o dürtü yüzünden, odaya doğru ikerledim ve içeri girdim. Uyumadan önce, Pamir'in bana hesap sorduğu odadaydım. Pamir siyah kadife koltukta oturmuş, elindeki iki belgeyi kıyaslıyordu.

 

Tam karşısında durduğumda, yeşil gözlerini belgelerden aldı ve bana doğru çevirdi.

 

Önce bacaklarıma, sonra karnıma, göğsüme ve yüzüme. Gözleri, yavaşça üzerimde tırmanmışlardı.

 

İçimden tuhaf bir hissin geçtiğine şahit oldum.

 

Göz bebeklerini, göz bebeklerime kilitledi. Ben ağzımı açana dek, tek bir kelime bile etmeden öylece gözlerimi izledi.

 

Sanki o boşluktan, ruhumu görecekmiş gibi gözlerimi kaçırmak istiyordum ama bir büyü yapılmışçasına öylece duruyordum.

 

Sonunda, dudaklarımı aralayabildim. "Merih'i aradım."

 

Bunu neden söylemiştim, bilmiyordum.

 

Elindeki iki kağıdı, bana güvenmediğini belli ederek ters çevirdi ve masaya koydu. Geriye doğru yaslanırken, kaşlarını yukarı kaldırdı. Koyu duran saçları, ışık altında daha açık renkte duruyorlardı.

 

"Numarasını değiştirmiş." Dediğimde, yüzünün sertleştiğini hissedebiliyordum.

 

"Emin misin?" Diye sordu koltuktaki telefonunu eline alırken. "Eminim." Diyebildim sadece.

 

Telefonundaki birkaç tuşa basarken, gözlerini ekranından ayırmadan, "Orada öylece dikilme." Dedi. "Geç otur istediğin bir yere."

 

Dediğini yaptım. Ekranı görebilmek için, aramıza biraz mesafe bırakarak, yanına oturdum.

 

Sanki, vücudunun sıcaklığı, koltuktan da bana geçiyor gibi aptalca bir hisse kapıldığımda, ekranına baktım.

 

Eee tabi memleketteki tek zeki de ben değildim. Ekranın parlaklığı kısıktı, tek bir halt bile göremiyordum.

 

Ona ne yaptığını soracağım anda, tanıdık olmadığım bir zil sesi, bütün evde yankılandı.

 

Pamir ayağa kalktığında, "Bence açmamalısın." Dedim istemsizce işine karışarak. Daha yeni, saldırıya uğramış olsaydım, uzun bir süre kimseye kapı mapı açamazdım diye düşündüm. Ama Pamir, sanki kendi canı umrunda değilmiş gibi gayet rahat bir şekilds ilerleyerek kolidora çıktı.

 

Sanki bir mıknatısmış da ben de demirmişim gibi peşinden gidiyordum.

 

Kolidor hâlâ karanlıkken, Pamir demir kapıyı ardına kadar araladı. Delikten bile bakmamıştı, kimin geleceğini biliyordu...

 

Biraz daha yaklaştım ve Pamir kapıyı açarken, içeri girecek olan kişiye baktım. Yüzünde, tahminimce bıçak kesiği izi olan orta boylarda ama oldukça kaslı bir adamdı. Kapıdan, içeriye girmek için herhangi bir hamle yapmadı.

 

Birden zihnimde çakan o şimşek, ne kadsr az şey bilirsen, o kadar iyi demişti bana. Bu insanlar her kimdi, neydi, ne yapıyorlardı bilmiyordum. Ve fark ettim ki, bilmem de gerekmiyordu. Merih gelene dek odamda uslu uslu durmalıydım, sonrasında da Merih geldiği ilk an yakasına yapışıp buradan gitmek istediğimi söylemem gerekecekti. Kendimi biliyordum, bu kadar belirsizliğe ve tehlikeye alışık değildim.

 

Ben hayatımda huzur istiyordum. Hepsi buydu.

 

Gözlerimi kapıdan ve kapıdaki tuhaf adamdan ayırıp, kulaklarımı da adeta tıkayarak, kolidorda ters yöne doğru saptım ve hızlı sayılabilecek şekilde odama ilerledim.

 

Daha doğrusu şimdilik kaldığım odaya.

 

Kapıyı da ardımdan kapatır kapatmaz, artık hazır olduğumu biliyordum. Kaçmadım. Aynanın karşısına geçtim ve pencereden süzülen sokak lambalarının odada bıraktığı loş aydınlıkta, kendime baktım.

 

Kardeşim Tan'ın sürekli yaya benzettiği ince ve şekilli kaşlarım, tıpkı Sabah'ın gözleri gibi kahverengi hafif çekik gözlerim, annemin fındık gibi dediği burnum, babamdan kalma çıkık elmacık kemiklerim ve dolgun dudaklarım... Sonra ellerim, saçlarıma gitti ama son bulmaları çok çabuk sürdü.

 

İlk kez.

 

İlk kez saçlarım kısacıktı.

 

"Bir kadın, bileklerini kesmeden önce son hamle saçlarını kesermiş." Dedi babam anneme doğru kükreyerek. "Bir daha saçını maçını kesme! Başıma iş açma benim!"

 

Bileklerimi kesmek bana her zaman korkunç gelmişti. Ama ilaç içmek, o kadar da zor değildi. İntihara meyilli biriydim ve artık kendimden korkuyordum.

 

Çıkmazdan önceki son kavşaktaydım.

 

Aslında bir çocuğun bunu hiçbir zaman düşünmemesi gerekir ama her zama şunu düşünmüştüm, olur da bir gün intihar etmeye karar verirsem, son kez şansımı deneyeceğim.

 

Evden kaçıp, yeni hayata atılarak.

 

Şuan o anda olmak, içimi burktu.

 

Onları özlüyordum. Gözlerimin hafifçe yandığını hissettiğimde, zihnimde bulutlar geziniyordu. Annem, benim için saçını süpürge yapmıştı. Kim bilir belki de yüzlerce kez benden dolayı şiddetli azarlar yemek zorunda kalmıştı. Aşağılanmalar, hakaretler...

 

Ben ise, onu terk edip kaçmayı tercih etmiştim.

 

"Off..." Derin bir nefes verdim ve ağlamamak için ellerimle saçlarımı geriye doğru atarken, tavana baktım.

 

Daha fazla aynaya bakmama gerek yoktu. Ayağa kalktım ve tekrardan yatağa geçeceğim anda, kapının tıklatıldığını fark ettim.

 

"Gir." Dedim çatallaşmış sesimi kontrol etmeye çalışarak. Boğazımdaki yumru duruyordu.

 

Pamir, kapıyı sanki her ihtimale karşı açarmışçasına yavaşça açtı. Bu çok kibar bir hareketti. Şaşırmıştım, bunu düşünmeme de şaşırmıştım. Babam, her zaman odaya baskın yapma amacı ile kabaca girdiği için böyle düşündün dedim kendi kendime ve ona baktım.

 

"Neden karanlıkta oturuyorsun?" Diye sordu kemikli eliyle odanın ışığını açarken. Aniden gözüme sıçrayan ışık demetleri, ellerimi gözlerime siper etmeme neden oldu. "Yarasa mısın sen?" Sesindeki o çok ince muzipliği hissedebilmişim.

 

Ellerimi yavaşça yere indirirken, hafifçe tebessüm ettim. "Farkında bile değildim aslında."

 

Parmaklarımla oynamayı kestim. "Senden özür diliyorum." Dedi birden. Ummadığım bu hamle karşısında dudaklarım küçük bir boşluk olacak şekilde aralandı. "Sana kaba davrandım geldiğin andan beri." Sesinde hâlâ belirli bir mesafe olsa da, gardını indirmişti. "Son zamanlarda başıma gelmeyen kalmadı, gergindim."

 

Yeşilleriyle gözlerim buluştu. İçten söylüyordu. Gözlerimi, irislerinden çekmedim.

 

"Sorun değil." Sözcükleri, benden izinsiz dudaklarımdan dökülüvermişti. "Ben de gerginim." Özellikle de peşimde adamlar olsa ve silahla vurulsam, galiba daha beter olurdum.

 

Gülümsediğini gördüm. Yanağındaki gamzelere baktım. İlk kez dikkat ediyordum da ne kadar güzel bir yüzü vardı. Yakışıklıydı. Oldukça.

 

"Merih'in olabileceği bir yer biliyorum." Dedi konuyu kapatarak. "Oraya gitmemiz gerekiyor."

 

Başımla onayladım. "Ben zaten hazırım." Dedim. Gözleriyle bedenimi süzdü.

 

"Beş dakikaya çıkarız." Dedi ve kapımı tekrar yavaşça örterek gitti.

 

Öylece kalakalmıştım. Neden bilmiyordum ama bedenim uyuşmuştu. Olduğum yerde birkaç saçma hareket yaptım ve direkt olarak odadan çıktım.

 

Pamir, o tuhaf adamla birlikte kapının hemen yanındaydı. İrdelemedim. Sadece yanlarına gittim. Adam, alıcı gözüyle bana baktığında rahatsız olmuştum. Gözlerimi devirdiğim esnada, Pamir, adamın göğsünden parmağıyla itti.

 

"İşine bak." Dedi uyarırcasına.

 

Yanaklarımın içini ısırıyordum.

 

Adam, başıyla onayladı ve sanki bir çita gibi hızlı hareket ederek gitti.

 

Pamir evden çıkarken ben de peşinden ilerledim. Asansörün önüne geldiğimizde, bsna baktı. "Korkuyor musun?" Diye sordu. Tabiki de korkuyordum, tanımadığım insanlarla yaşıyordum. "Yok." Dedim yine de reddettim.

 

Gözleriyle gözlerimu yakaladı. "Asansörü kastettim." Dedi alaycı bir gülüşle.

 

"Haa..." Dedim. "Evet." Direkt kabul ettim.

 

Eliyle, centilmence bir hareket yaptı. Merdivenleri gösterdi. "Gel o zaman." Dedi.

 

"Sen istersen asansörü kullanabilirsin, ben de kendim inerim." Derken, o çoktan merdivenlere yönelmişti bile. Reddetmedim. Peşinden bu sefer büyük bir zevkle gittim.

 

Tam dokuz kat merdiven inerken, ikimiz de sessizdik. Sadece en sonunda Pamir, "Bu korkunu yenmen lazım." Dedi.

 

Apartmandan çıktığımız anda soğuk hava dalgası yüzüme çarptı. Kar, hâlâ yağıyordu, sanırım hiç durmamıştı. Üzerimde herhangi bir mont ya da bot yoktu. Neredeyse 10 santimlik kar vardı. Karın altında buz olmaması için dua ettim.

 

"Bastığım yerlere bas." Dedi Pamir ve önden yürümeye başladı. Bastığı yerlerin izlerine basarak, kaplumbağa gibi yavaş hareket ettim.

 

Donuyordum ama sesimi çıkartmadım.

 

Etrafa bakmak için başımı kaldırdığımda, karşı taraftan bize doğru gelen birisini gördüm. Siyah saçlarına, beyaz benekler düşüyordu, uzun boyluydu.

 

Bu o'ydu. Merih'ti.

 

Merih, gelmişti.

Loading...
0%