@biceruvar
|
01.01.2024 Yeni bir yıl, yeni umutlar, yeni heyecanlar... Senenin ilk gününde devam bölümünden ziyade özel satırlarla gelmek istedim sizlere. Biraz da kara kaplı o deftere, Dağhan'ın, Pera için onu gördüğü ilk andan itibaren tuttuğu günlüğe göz atalım istedim. Ne yaşadı, bu hikaye nasıl başladı benim gözümden görüp yılın ilk gününün gece saatlerinde okuyalım ve yorumlayalım istedim. Bu arada bölüm şarkısı benden tüm kadınlara ve kadınları destekleyip, sevmeyi bilen adamlara gelsin... Hepimize sağlıklı, mutlu, kendimizi sevdiğimiz, değerimizi daha çok bildiğimiz, birbirimize saygı duyabildiğimiz bir yıl olmasını temenni ederim. Öyle ki daha çok kadının kadına yurt olduğu senelerimiz olsun. Bu hikayenin başlangıcına ışık tutan anti sayacın da son durumunu sizlerle paylaşayım. İç karartmak değil amacım fakat Dağhan ne demişti, görmezden gelinenin devamı hep olur. 2023 yılında 394 hemcinsim olan kadın farklı farklı şekillerde fakat aynı kafa yapısı sayesinde kadına şiddet yüzünden hayata gözlerini yumdu. 2023 yılı hala utanmamız gereken bir yıl... Dilerim 2023 yılında tüm bu saçmalıkları, şiddet görerek ölen kadınlarımızı görmek yerine yaşanabilir ve yaşatılabilir bir dünyada oluruz. Dilerim 2024'de tüm doğal afetlere bir bahane gibi kader diyerek üzerini kapatmak yerine insan sağlığını güvence altına alan yapılar ve yerlerde yaşarız. Dilerim sahip olduğumuz değerlere, inançlara, saygı duyduğumuz Mustafa Kemal Atatürk'ten ve silah arkadaşlarından miras aldığımız bu topraklarda Cumhuriyet insanları olarak huzur içinde yaşarız... Hepimize iyi seneler... ----------------------------------------- Pera... İsmini öğrendiğimden beri kaç kez tekrar ettim bilemiyorum. Sayacak kadar vakit bırakmadım ne dilime ne zihnime. Ben isimlerin anlamlarını o kadar araştırıp önemseyen bir adam değilim aslına bakarsan fakat senin ismini en ince detayına kadar araştırdım. Latince Petra kelimesinden türemiş adın. Tıpkı adının anlamı gibi olmuşsun. Annem hep insan ismine çeker derdi de inanmazdım, seni görene, bilene kadarmış. İsmin gibi kararlı, sağlam ve güçlü bir kadınmışsın. Bir de İbranice'de olduğu gibi peri gibisin. Bu tarif edilmesi güç bir şey. Hayatım boyunca hiç günlük tutmamışken, ki ilkokulda yazmayı tam anlamıyla söktükten sonra annem birkaç kez zorlasa da yazacak iyi bir şey bulamayıp vazgeçmiştim, şimdi günlük tutacak şeyler görüyorum bakışlarında. Henüz varlığımdan dahi haberdar değilken üstelik. Başkasında görsem bir psikopat, sapık, saplantılı, hatta tacizci olduğunu düşüneceğim hareketlerin hepsi iliklerime işliyor. Kendime çok kızıyorum söz konusu senken, çünkü bu yaptığım özel hayatın gizliliği konusuna uymuyor fakat elimde değil durduramıyorum. Müdahale etmediğim, seni rahatsız kılmadığım sürece sıkıntı yok diyerek içimi rahatlatıyorum. Pera... Sana seni gördükten dört gün sonra ilk satırlarımı yazıyorum. Bundan sonra da ara sıra yazacağımdan eminim çünkü bizi bir şekilde kader karşılaştırdı, buna inanıyorum. Sen ne kadar farkında olmasan da ben bu kaderi çok sevdim, ki normalde pek kader kısmet diyen adamlardan değilim. Fakat gözlerin gecenin karasına rağmen ve tüm siyahlığı göz önüne alınarak kaybolacağı düşünülse de parıl parıldı. Dört gün olsa da o anı çok net bir şekilde hatırlıyorum. İzmir'deydim, bunaltıcı bir sıcak, nem ve kocaman bir dolunay vardı o gece. Bir adamın peşinden koşuyordum Pera, girdiğim tüm kirin pasın içinde temiz kalmaya çabalayacak fakat ellerini kana bulamaktan çekinmeyecek kadar da netti duruşum. O herif karaktersizin tekiydi ve belki de benim kararımla ölmeyi hak etmiyordu fakat o an umurumda değildi. Çünkü o herif küçücük çocukları alıp yaşları yetene kadar izbe yerlerde yetiştirip, yaşları yetikten sonra pazarlıyordu. Çocuklar belki de çocukluğum yüzünden en hassas noktam benim. Fakat sen tökezlememe neden oldun. Ormanın sığ yerlerinde ağaçların arasında o herifin peşinden koşarken denk geldi gözlerim sana. Adımlarım o kadar hızlı durdu ki bir an dengede dahi kalamadım. Tek istediğim seni izlemekti. Perçemin alnına dağılırken, gözlerin o kara geceye rağmen dolunay gibi parlarken ne yaptığımı unutmuş gibi gülümsedim. Üzerinde belini açıkta bırakan ufak beyaz papatyalarla dolu sarı bir askılı ve beyaz volanlı bir etek. Panikle kapattığın kapı, elinde olan anahtarı çantanda arama çabasına girerken çantanı düşürmen dört gün sonra olsa bile anı anına aklımda. Fakat tüm bunların ötesinde heyecanını gördüm. Mutluluğunu... Hayattan aldığın tadı... Bunları birkaç metre ötende izledim. Aslına bakarsan kendimden eminim. Sen bunları belki de hiçbir vakitte okuyamayacaksın. Hatta o kadar ki ben kendime defalarca nasıl da korkak bir adam olduğumu dillendireceğim fakat sana yaklaşıp o beyaz mutluluğunu grileştirmektense, uzaktan ve asla bilmeyeceğin halde seninle konuşmak biraz olsun huzur bulmamı sağlayacak. Mesela çoğu insan hafifçe esen rüzgar yüzünden at kuyruğundan firar etmiş bir tutamın dudaklarındaki ruja yapıştığı esnayı fark edemeyecek, rujuna ve saçına nasıl sinirlendiğini de ama ben bileceğim, hep anımsayacağım. O gece senin koşarak girdiğin restorandaki yüksek sesle çalan Stephen Day'in All Because of You parçasını hatırlayıp, her duyduğumda seni anımsayacağım. O şarkının yüksekliği sayesinde senin fark dahi etmediğin, benim de sana daldığım için dikkatimi veremediğimden susturucu takılmış silahtan çıkan kurşunun bedenime girişini ve benim ilk kez aldığım yarayı sevdiğimi aklımdan çıkarmayacağım. Çünkü sol tarafımdaki hız, sağ tarafımdaki acıyı gölgeledi Pera. Seni ilk kez gördüğümde bu şans ve rastlaşmanın çok daha ötesiydi benim için. Dört gün önce o ormanda Devrim koşarak gelmese yanıma ben kesin sana gelir korkudan bayılmanı falan sağlayacak bir aptallık yapardım. Aptallık olurdu çünkü bana göre seni korkutup, ürkütmek aptallık Pera. Dört gün önce, sen bunu bilmeyecek olsan da, belki bir gün öğrenme ihtimalin olsa da, sana tam olarak 12 Temmuz 2012 de çekildim. Bu ve bundan sonraki her 12 Temmuz'da gülümseyeceğim, seni görsem de görmesem de sana çekileceğim. Tarih bana 12 Temmuz iken anlam kazanacak. 12 Temmuz 2012 adına, 16 Temmuz 2012'de İzmir Gözleri kara bir kuyu olan kadın, Tam karşımdasın. Hayatım boyunca bir kez olsun gireceğimi düşünmediğim, planlamadığım, hatta yolunu dahi bilmediğim Dokuz Eylül üniversitesinin kütüphanesinde, tam karşımda oturuyorsun. Ders çalışmak için burada değilsin, önündeki romandan belli. Ben genelde klasikleri veya hukuk kitaplarını okur, aşk kitaplarının ise insanı kandıran ütopyalar olduğunu düşünürüm fakat ilk kez bir aşk romanını merak ediyorum. Seni izlemeyi bıraktığımda, daha doğrusu sen okumanı bitirip kütüphaneden çıktığında kitabı almaya gideceğimden emin olabilirsin. Günlerin Köpüğü nasıl bir kitap ve neden bu kadar mimiklerini harekete geçiriyor deli gibi bir meraka tutuldum. Saçların her zaman olan düzenli halinden daha dağınık fakat o kadar daldın ki kitaba yüzüne düşmesi seni değil beni rahatsız ediyor. Seni gizliyor çünkü. Bence seni benden gizleyen hiçbir durum haklı değildir ancak sen bunu bilmiyorsun. Üzerinde kot şort ve mavi bir askılı var, benim tam aksime renkleri seviyorsun ve inan bana renkler de seni seviyor. Kolunda ufak bir morluk var, gözlerin de dört gün önceye oranla biraz daha çökmüş gibi, muhtemelen serum aldın veya kan verme gibi bir durumdan hassas tenin morardı. Fakat bence gözlerine bakarsam ilk seçeneğin olması daha yüksek bir ihtimal. Bunu araştırmam gerekecek, neden yorgunsun, neden serum takıldı, neden, neden, neden, senin hakkında onlarca soruyu araştırmam gerekecek... Seni bulmanın bu kadar kolay olacağını bende planlamazdım fakat belki de o ütopya gerçek Pera. Sana karşı içimde akan bir nehir var ve bu nehir dakikalarla beraber daha da hızlanıyor. Yanına gelip sana selam verebilirim, sen lavaboya gittiğinde masana kahve bırakabilirim ve belki de yanına bir not, ağrıyan boynunun acısını geçirmek için başını kaldırıp sağ ve sol omuzuna hareket ettirirken gözlerimi üzerinden bir an çekmeyebilirim ve böylece göz göze gelebiliriz ama buna hakkım yok. Öylesine bir çıkmaz içerisindeyim ki seni de bu kapanın içine sıkıştırma hakkını kendimde görmüyorum. Çünkü gülümsemen özgür, kahkahaların olmayan duvarlara çarpıp yankılanıyor ve ben birini sevecek doğru adamlardan değilim, hiç olmadım. Buna izin de verilmedi. Asker gibi yetiştirildim, emre itaat bana o kadar net öğretildi ki eğer bir şekilde sırtımdaki izleri görecek olursan yüzündeki üzgün ifadeyi görmek istemeyecek kadar keskin kurallarım oldu. Ve ben şimdi tüm kurallar arasında yeni aldığım tarihsiz ajandanın ikinci sayfasına kendi duvarlarımı yıkarak sana karışıyorum. Sana kuralsızca karışmayı ve haberin dahi olmayışını seviyorum. O kadar daldın ki Günlerin Köpüğü'ne dibine kadar gelen sarışın adamı fark dahi etmedin. Dakikalardır senden gizlenmeye çalışarak kitaplıklar arasında dolaştığını görmüştüm ancak onu gördüğünde bu kadar sevineceğini hesap edememiştim. Fakat hayır, bu beni rahatsız etmedi. Biraz kıskanmış ve çekememezlik yapmış olabilirim sarışın herife karşı ancak senin gözlerinin parladığını ve buna benim neden olamayacağımı bilmek ehlileştirip senin için mutlu olmayı öğretecek bana. Bir gün, yani herhangi bir gün, hava şuan olduğu kadar sıcakken veya çok daha soğukken bana da böyle parlayan gözlerle bakıp sarılır mısın Pera? Yapamam biliyorum fakat çok düşükte olsa ihtimaller ve realist olsam da söz konusu senken hayalperest olmam kendimi o sarışın adamın yerine koymaya yetiyor. Hayır Pera... Korkma, sapık değilim. Gözlerinin ışıltısı bende farklı bir hissiyatın meşale gibi tutuşmasına neden oluyor. Sana zarar verecek saplantılı bir aşıkta olmayacağım. Herhangi bir kadına veya özellikle sana bunu yapamam. En temel kurallarımdan birisidir bu. Ben bir kadına karşı babam olmayacağım. Saplantılı olacağım hayat mottom bundan ibaret olabilir. Ben bir kadının benden korkmasına izin vermeyeceğim. Bir gün sana sarılırsam ellerimi nasıl kirinden temizlerim bilmiyorum ama kimsenin görmediği, içimde en derinde olan Dağhan'ı sen bileceksin ve benden korkmayacaksın. Bir gün olur da birleşirse hayatımız, denk gelirsek herhangi bir köşe başında, neler yapabileceğimi bileceksin ancak saçının teline zarar vermekten korktuğumu da gözlerinle göreceksin. 16 Temmuz 2012 Dokuz Eylül Üniversitesi- Kütüphane Çıkana kadar bekledi adam. Kitabı toparlayıp, çantasını koluna takıp daha sona kendi tabiriyle sarışın adamın fakat isminin Rüzgar olduğunu bilmediği adamla sarmaş dolaş kütüphaneden çıktığı anın bitmesini bekledi sabırla. İçinde deli bir ateş vardı, zararlı değildi fakat kendini yakıyordu. Günlerden Perşembe, saat 16:24'tü ve üç saat sonra olan uçuşundan haberdardı. Önce İstanbul'a gidip babasına bilgi verecek ardından da New York'a geçip normal hayatına dönecekti. Ne kadar normal denilebilirse... Fakat kapanan o kapıdan gözlerini çekip hareket edemiyordu. Sinema perdesinden bir sahneye takılıp kalmış, geçen bütün kareler anlamını yitirmiş gibiydi. 'Sezar'ın avukat olduğunu biliyor muydun?' geldiklerinden beri çıt çıkarmayan Ege yayıldığı sandalyeden hafifçe dikleşip dikkatle kendine döndüğünde başını onay verircesine salladı Dağhan. Epey insafsız bir avukat olduğunu da bilirdi Jül Sezar'ın. Özellikle yolsuzluk yapanlara karşı diş gösteren bir adamdı. 'Sana benziyor.' Dedi Ege burnunu buruşturarak. Sanki bu benzetme kendinin de hoşuna gitmiyordu fakat gerçek olduğunu tasdiklemek istercesine başını sallıyordu. 'Aynı Sezar'dan mı bahsediyoruz acaba Ege?' sesini olabildiğince kısık tutsa da baskın haliyle adama bakmaya devam ediyordu. 'Haklısın, herif hem avukatlık yapmış, hem insanları çarmıha germiş, tabi karısının suçu olmamasına rağmen bir densiz yüzünden onu boşamışta. Sen burada ne yapıyorsun? Dört gün önce uzaktan gördüğün bir kadının kol kola başka bir herifle çıkışını gülümseyerek izliyorsun. Sezar vicdansızdı ama aptal değil.' Hala yüzünde memnuniyetsiz ifade olan Ege'ye göz devirerek başını çevirmeye kalksa da arka masadan gözlüklü genç adamın sesiyle duraksamak zorunda kaldı. 'Rica etsem biraz daha sessiz olabilir misiniz?' gayet efendi şekilde uyarısını yaptığı halde ve haksız olan kendileri olsa da Ege'nin harekete geçen kolunu yakalayıp gülümsedi Dağhan genç adama. 'Affedersin, haklısın.' Baş selamı da vererek hala tuttuğu Ege'yle ayağa kalkıp çekiştirerek dışarı çıkardığında yüzüne çarpan sıcaklıkla iç çekti. Ege'ye bıraksa zaten sessiziz diyerek olay çıkaracağından haberdardı fakat artık olay istemiyordu. Elinden geldiğince kaosu en az düzeyde yaşamak ve bir an önce iki oda bir salon evine dönerek yeni başladığı hukuk ofisinde davalara gömülmek niyetindeydi. 'Yengenin peşinden koşmaya devam mı edeceğiz?' diyen Ege hala tuttuğu kolunu da işaret ettiğinde sıkıntıyla bırakıp başını sağa sola salladı. 'Önce bir kitapevi bulalım, sonra havaalanına geçeriz.' 'Kütüphaneden dakikalar önce çıktık, kitapevini ne yapacaksın?' sorusunu cevapsız kılacak şekilde nefesini sıkıntılıca bıraktı Dağhan. Ege zaten hep mantıklı sorular soran bir adam olmamıştı, onu tanıdığından beri en absürt ne varsa onun hakkında soru yöneltir ardından da altından bir sonuç çıkararak herkesi dumur ederdi. Kafası biraz farklı çalışıyordu, Ege'nin de, manevi kız kardeşi Manya'nın da... Arayıp taradıkları, alt üst ettikleri dördüncü kitapevinde nihayet istediği kitabı bulurken arkadaşının kısılmış ve sorgulayan bakışları uzun süre üzerinde dolaşmıştı. Sorgulamıyordu çünkü cevap alamayacağını biliyordu, fakat bunca zaman elinde böyle bir kitap görmediği için olsa gerek merak etmeden de duramamıştı. Uçağa binerken, İstanbul'a indiğinde, babasına tüm olanları detayıyla anlatıp ayrılmayı beklerken de, hatta New York uçağında koltuğuna oturduğu anda da aklında iki şey vardı. Birisi simsiyah gözlere sahip beyaz tenli kadın, Pera... Diğeri ise bir solukta bitireceği Günlerin Köpüğü... 256 sayfanın her birinde yozlaşmış ilişkilere baktı. Çok daha derine inip hayal gücünü kullandı. Yaşanan aşkı iliklerine kadar hissetti ve ardından gelen o ölümün işlenme tarzında nefesi kesildi. Pera'yı tanıdığı daha doğrusu Pera'yı hayatına dahil ettiği ilk bu sayfalardı ve Dağhan için anlatımı çok zordu. O sayfaların arasında bire bir kendisi ve Pera vardı. Kitabın açıklamasında son cümlede Boris Vian, Çünkü başından sonra sonuna kadar ben hayal ettim, yazmıştı. Dağhan hayal etmişti. Dağhan uzun zaman sonra, uzun uzun hayal etmişti. Kitabın son sayfasını bitirip kapağı örttüğünde çalışma masası üzerindeki kendini bekleyen örnek dava dosyalarını göz ardı ederek başka bir evrende olmayı istemişti. Şimdi olduğu kişi olmamayı, gün ışığı Pera'nın yüzüne vururken hemen yanı başında gülümsemesini, onu kahkahalara boğabilmeyi, eğer gözyaşı dökecekse kendisini araması gerektiğini bildiği bir dünyada yaşadıklarını hayal etti. Dudaklarında usul bir tebessüm kendini gösterirken yarı yatar halde uzandığı yataktan kalktı, odasından çıkıp her daim dolabında olan biradan bir tane aldı ardından da yangın merdivenlerine açılan pencereden çıkarak basamaklara yerleşti. Hızla akan New York trafiğine, insanların aceleci ritmine, kıyıda köşede kalan ve kimsenin görse de görmediği evsizlere, hemen ileride görünen ufak bahçeli kafeye, sarhoşların henüz tam batmamış güneşe rağmen ortalıkta çınlayan kahkahalarına dikkat kesildi. Kapağını açtığı şişeyi tepesine dikerken biliyordu, gerçek hayatına dönmüştü. Sözde ailesinden, kendine değer veren arkadaşlarından ve ondan, Pera'dan kilometrelerce uzakta olan yaşamına dönmüştü. Sevdiği o yalnızlık ilk kez bu kadar boş geliyordu fakat Dağhan'ın ait olduğu yerde tek başına kalışları. Artık o yalnızlığı sevmediğini fark etse de mecburdu. Bu mecburiyet yıllar öncesinde mıh gibi aklına kazınmıştı. Aklına gelen o anı, 26 yaşındaki yeni mezun koca adam haline meydan okur ve onu ürkütür halde duran 13 yaşındaki Dağhan'dı. Tek istediği Nida'yı korumaktı 13 yaşındaki Dağhan'ın. O kadar gözyaşı dökmüştü ki Nida, dökmese bile o kadar çirkin sözler işitmişti ki kulakları kimsenin Nida'ya böyle davranmaya hakkı yoktu, olamazdı. Nida onun hem en yakın arkadaşıydı kendine göre, hem de en sessiz olanı. Korunmaya muhtaç değildi fakat birinin arkasında durmasına ihtiyacı vardı. Doğru olanı yapmak istedi 13 yaşındaki Dağhan. Ve ona göre doğru olan böyle sözlü şekilde onu incitenlere, kilosuyla dalga geçenlere, ki Dağhan'a göre Nida'nın tombul yanakları aşırı sevimliydi, hadlerini bildirmesi gerektiğiydi. Saldırganlığı bir işe yaramalıydı Dağhan'ın ve o gün bugündü. Nida'yı üzen kendi ile aynı yaşta üç çocuğu pataklarken asla pişmanlık duymamıştı, müdürün odasında kanayan burnunu elinin tersiyle sildiği esnada kaşları çatılmış müdürden de korkmamıştı, çünkü haklıydı. Seçtiği yöntem ilkeldi ama o üç asalak bunu hak etmişti. Fakat o günün akşamında hayatı boyunca üzerinden atamayacağı bir travma yaşadı adam. İnsanlara haddini bildirdiği için babası başta tebrik etmiş, üstünlüğünü gösterdiği için sırtını dahi sıvazlamıştı. Ancak henüz 13 yaşındaki Dağhan'ın bunu güç gösterisi olarak değil bir kadını korumak adına yaptığını öğrendiğinde bakışları değişmişti. Sol yanağına inen ilk tokat ve ardından kapısı kilitli olduğu için çalışma odasına kimsenin giremeyişiyle kurtulamadığı o dayak. Ana fikri sen bir kadına aşık olamazsın olan 13 yaşındaki Dağhan'ın en yakın arkadaşını savunmasına karşın bir fatura olmuştu o dayak. Defalarca Nida'ya aşık olmadığını dile getirmişti, defalarca yapmamasını söylemişti, defalarca vurduğu sırtının ne kadar acıdığını dillendirmişti ama babası durmamıştı. Aşk güçsüzlüktü, aşk ona göre zayıflıktı ve Dağhan 13 yaşında asla aşık olmaması gerektiğini aklına kazımıştı. Çünkü belki şimdi o dayağı yemezdi ve tüm aşk adına babasının söyledikleri gerçek değildi ancak eğer ki olursa bu saatten sonra babasının bir kozu olarak ortaya çıkardı. Artık 13 yaşındaki Dağhan'a attığı dayak kadar basit değildi Fuat beyin oyunları. Artık Dağhan'ı avucunda tutabilmesi için güçlü kozlara ihtiyacı vardı ve adam 26 yaşına gelse de babasına kozlarını vermeyecek, gerekirse bu çıkmazda sürünecekti. Gördüğü, bildiği ne varsa mesleği olacaktı. Fuat beyin kendini kullandığı tüm pis oyunlarını o gün geldiğinde ortaya çıkaracak, belki kendisi de onunla beraber hapsi boylayacaktı fakat bugün her fırsatta aklına düşen Pera'ya olan hislerini sandıklarda gizli tutacaktı. Zamanı gelip, Fuat beyin o delikte çürüyeceğine emin olana kadar. Belki hiç yapamazdı, belki kendi de onunla aynı delikte çürürdü fakat kurban siyah ipek gibi saçları olan, kuyu gibi derin bakan fakat o harelerde dolunayın ışığını taşıyan Pera Alarie olmayacaktı. Pera, Anımsanınca gülümseten kadın, Her an zihnimi tarumar eden kadın, Eğer bir gün bu defter eline ulaşacak olursa önceki beş sayfayı yırtmamı sorgulama lütfen. Çünkü sana senin haberin olmadan bir günlük tutmaya karar verdiğimde bu kadar korkutucu olmasını beklemiyordum ve en hafifletilmiş şekilde seninle zamanlarımı paylaşacaktım. Seni ilk gördüğüm günün üzerinden üç koca ay geçti. Manhattan'da normale oranla biraz daha serin hava bugün ve buna kesinlikle sonbaharın katkısı var, en azından yarım açık pencereden hafifçe esen rüzgardan anlayabiliyorum. Bu süreçte senin gülümseyen bakışlarını bire bir izlememiş olsam da hep haberini aldım. Merak etme attığın adımı değil, sadece iyi olup olmadığını öğrendim. Üç ayda üç kez hastaneye gitmişsin, rutin kontrolmüş ve bunlardan birisi derslerinin başladığı hafta olduğu için okulu aksatmışsın. Neden aylık rutin kontrolün var hala bilmiyorum, sanki çok gizli bir sırmış gibi saklanıyor bu. Fakat üç ayda her hafta bir veya iki kez arkadaşlarınla oturmuşsun, en çok Elfe'yle beraber. Bu buluşmaların birinde Yuri'yle göz göze gelmişsin. Yuri sağlam adamdır fakat genellikle kilitleri açmaktan anlar, o yüzden de kabak gibi kalmış ortada, umarım seni tedirgin etmemiştir. Fakat rutin kontrollerden sonra olan yorgunluğun dışında genel olarak mutluymuşsun. Bana kalırsa tüm bu anlattıklarım arasında en önemli olan detay da mutlu olman. Beni sormayacaksın, daha doğrusu haberin olmadığı için soramazsın fakat yine de biraz bahsedeyim. Kararın kesinleşeceği ilk davam bir hafta önceydi. Sana o gün yazmayı iple çekiyordum ancak ufak bir problem oldu. Karşı taraf olan saldırganın tutuklanma kararı kesinleştikten ve mahkemeden çıktıktan üç saat sonra ofise giderken saldırıya uğradım. İşin ilginç yanı bu kez Fuat beyin kirli oyunları yüzünden değil, mesleğimin negatif bir yönü sayesinde oldu. Durumum ağır değildi bana göre, zaten bunca zaman o kadar şiddetin içinde kalmıştım ki karın boşluğumdaki iki bıçak darbesi çokta canımı acıtmamıştı. Ancak buranın protokolleri biraz daha farklı ve ben New York'ta bir adalet insanı olarak görülüyorum. Böyle düşününce bana bile komik geliyor. Eli kana bulanmış adalet insanı... İnsanların canını alan bir avukat... Üç ay içerisinde bıçaklanmam dışında çok farklı şeyler olmadı ancak bazen yüksek lisans yüzünden intihara meyilli bir insan gibi hissediyorum kendimi. Mesleğimi seviyorum, haksız olanın karşısında dursam da bir gün yanında olmam gerekeceğini bilerek seviyorum üstelik. Fakat hem dava hem de yüksek lisans bir arada olunca işler karışıyor. Sana mesleğim ve babam dışında fazla bir şey anlatmadım kendi hakkımda ancak bir erkek kardeşim var ve bütün bu olaylar olmadan üç hafta önce yanıma geldi. Deha, biraz vurdumduymaz görünür fakat problemlerle baş etme yöntemi böyle onun. Ne zaman bunaldığını, daraldığını hissetse yanımda alıyor soluğu. Yıllardır farklı ülkede olmama alışamadı, buna alışmasını bende istemiyorum. Durumlar bir nebze karıştığı için kaçma ihtiyacı hissetmiş, gerçi bu benim ona bastıra bastıra dayattığım bir şey. Çünkü girdiğim o pis işlere Deha'nın girmesi yanlısı değilim ve bu kadar uzaktayken Fuat bey beni istediği dakika kullanamadığı için pusulasını ona yönlendirecek biliyorum. O yüzden de herhangi bir hamlede yanıma kaçmasını öğütledim. Deha anlatmıyor ancak defalarca telefonuma düşen aramalardan anlayabiliyorum bana ihtiyaç olduğunu. Onu özlüyorum, annemi de özlüyorum fakat Türkiye'de kalmak artık bana bir işkence haline gelmişti. Hani insan nereye uzaksa oraya hasret kalır ya, işte tam da öyle bir araftayım. Bir hastane odasındayım ve eğer ki ailemin bundan haberi olsa babam dışında soluğu dibimde alırlar gözümün içine bakarlardı. Fakat ben İstanbul'da onların yanında olsaydım eğer anneme ve Deha'ya zarar gelmesin diye çoktan ayağa kalkma mecburiyetinde hissederdim. Bazı şeyleri görmemek o kadar iyi geliyor ki Pera. Aklımda kurduğum türlü senaryolar olsa bile bire bir şahit olmamak içimi daha rahat kılıyor. Ancak bir o kadar da kendimi suçlu hissediyorum, onları böyle bir kaderle baş başa bırakmış gibi... Vicdansızlık yapıyormuşum gibi... Ama artık sabredemiyorum Pera. O kadar yorgunum ki bazen günlerce evden çıkmak istemiyorum. Normal sosyal bir insanken New York'ta yaşamaya başladığımdan beri edindiğim arkadaşlar bir elimin parmaklarını geçmez ve ben bugün bu hastanede yatarken aslında neden kimsecikleri çevremde tutmadığımı anlıyorum. Daha fazla sorumluluk istemiyorum. Eğer bir şans verilecekse tertemiz bir sayfaya geçip olan biten her şeyi sıfıra çekerek yetim bir çocuk olarak büyümeyi temenni ederdim. Bir erkek bunu isteyebilir mi emin değilim... Fakat tüm kalbimle onun olmadığı bir hayatın her hâlükârda daha katlanılabilir olduğunu savunuyorum. Bu arzu ve istek beni daha da dibe çekiyor farkındayım. Kimine göre kötü bir adam bile yapıyor olabilir. Fakat ben zaten hiç iyi biri olamadım Pera... Neyse... Bir haftadır inatla yoğun bakımda tutulmam, zaten hastanede olan çantamı istesem de mikrop kapma ihtimalime karşın bana asla ulaştırmamaları derken ancak şimdi yazabildim. Bıçaklanmış olsam da dava seyri ve kararından oldukça mutluyum bunu es geçemem. Adaletsiz bir düzen içerisinde doğruyu yaptığım için de iyi hissediyor olabilirim. Muhtemelen hastanedeki doktorlar normale döndüğümü kabullenince ve beni bırakmaya karar kıldıklarında ofis dinlenmemi uygun görecek. Bana kalsa çalışmaya devam edebilirim ancak bu dinlenme belki de elime geçen bir fırsat. Çünkü seni görmeyi istemekten alıkoyamıyorum kendimi. Muhtemelen fark edilmemesi adına aynı gün içerisinde tekrar döneceğim ve seni maksimum bir saat, belki de daha az izleyeceğim ancak değecek. 16 Ekim 2012 Manhattan Dakikalar sonra başını defterden kaldırdığında omuzunu duvara yaslayıp yüzündeki tebessümü kuşkuyla süzen Yuri'yle göz göze geldi Dağhan. Yıllardır beraberlerdi onunla fakat Yuri asla normal bir insan olmadığını defalarca kanıtlamıştı. Babasının küçük askerlerindendi. Yıllarca büyütülmüş, eğitilmiş, silah nasıl kullanılır, yakın dövüşte en profesyonel ve hızlı refleksler nasıl çalışır, hatta insan hareketlerinden nasıl tahlil edilir hepsini ama hepsini Fuat Kalaycı emrinde öğrenmişti. Üstelik karşısındaki adam henüz yeni on dokuz yaşına basmıştı. Bir tek teknoloji ile arası yoktu. Daha doğrusu arası fazlaca iyiydi fakat içerisine girdiği ve derince eğitimler aldığı teknoloji alanı onu bir takıntılı haline getirmişti. On dokuz yaşında bir adam Fuat bey sayesinde hem takıntılı olmuştu hem de fazlaca kurnaz. Her an izlenip, dinlenebileceklerini düşünürdü Yuri, bu yüzden de en garantili yöntemin korumalı bir ortamda yüz yüze konuşulması veya birinci elden ulaştırılan kağıtlar olduğuna inanırdı. Hastaneye geldiğinden, defteri Dağhan'a verdiğinden beri tek kelime etmemişti. Tabi defterin üzerine de bir parça kağıt bırakmaktan kaçınmamıştı. Ne halt yiyoruz biz? Kim bu peşine taktığın kadın? Küçüklüklerinden beri birbirleriyle samimi olmasalar da denk gelişleri sayesinde bu kadar rahattı işte Yuri. Gerçi Dağhan bunu problem edecek adamlardan olmamıştı. Zaten Yuri ilk kez kendini korumaya çalıştığında, yani eline ilk kez silah verildiği on sekizinci yaşında ondan beklemeyeceği şekilde tarafını belli etmişti. Bunu asla ummazdı Dağhan, çünkü Yuri ve onun gibi babası tarafından küçük yaşlarda eğitilen kimsesiz çocuklar akılları yıkanmış halde Fuat beye taparcasına hareket ederlerdi. Az önce son noktasını koyduğu defterin kapağını örtüp altta kalan kağıdı çıkardığında dudaklarını aralamıştı ki Yuri kaşlarını havalandırarak ufak bir kumanda çıkardı. Elinde o ufak şey uzaktan bakıldığında otomatik kapı tuşu gibi gözükebilirdi fakat bu normal insanlar için öyle olurdu Yuri için değil. 'Ne yapıyoruz?' demeden hemen önce parmakları arasındaki kumandaya bastığında kaşlarını çatmayı da eksik etmedi. 'Ne o? Yeni oyuncağın mı?' sorusuna soruyla cevap verdiğinde adam sıkıntılı bir nefes bırakıp hala yaslı olduğu duvardan ayrılarak sandalyeyi çekip tersten oturdu. Kolları sandalyenin sırtına yaslanırken kumandayı da Dağhan'ın kucağına fırlatmıştı. 'Ufak bir hile. Cevap verecek misin bana? Bu kadın, Pera Alarie, ne iş?' diye sorusunu yenilediğinde Dağhan iç çekerek gözlerini devirdi. Duyduğu zaman çılgına döneceğini biliyordu ve şimdilik bu stresi bu kadar açık kafayla yaşayamazdı. 'İstediklerimi getirdin mi?' dediğinde artık Yuri kaşlarını birbirine geçirmek istercesine çatıyordu. Öyle ki her an anlat ulan diyerek Dağhan'ı sarsabilirdi fakat yapmadı. Sandalyeye daha önce astığı çantayı alıp uzattıktan sonra onun su şişesinin içindeki votkayı ve sigara paketini çıkarmasını izledi. Dağhan üstünde yanıp sönen kırmızı ışığı gözleriyle işaret ettiğinde ise dudaklarını ıslattı. 'Elektrik adam değilim ben amına koyayım. Duman sistemini çözmemi de bekleyemezsin. Ayrıca hastane burası ve sen yeni yaralandın.' 'O zaman bunları neden getirdin Yuri?' birbirlerine diş biler gibi bakmaya başlasalar da Yuri Dağhan'ı çok fazlaca izlemişti. Şu dakika alarmların çalmasını önemsemez o sigarayı yakar ve ikisinin de çalan sensör sonrası sırılsıklam olmalarına göz yumardı. Gözlerini devirerek oturduğu sandalyeden kalkıp üzerine çıktığında cebinden çıkardığı ufacık düğmeyi o sensöre bağlaması dakikalarını almamıştı. Denemek adına yeni taktığı tuşa basıp kırmızı ışığı görünce tekrar söndürdü. Sandalyeden inip yeniden oturduğunda sigarasını yakmasıyla beraber Dağhan'ın artık hazır olduğunun da bilincindeydi. 'Bana deliymişim gibi bakma ama Pera'dan hoşlanıyorum.' Diyen Dağhan'la önce kaşları çatıldı, ardından usulca havalandığında dudaklarında dalga geçen bir gülümseme oluştu Yuri'nin. Dağhan'ın kenara bıraktığı pakete uzanıp kendisi de bir dal yaktığında çektiği derin nefes sonrasında gülümsemesini daha çok gösterdi. 'Taşak mı geçiyorsun benimle?' sorusuna rağmen aldığı karşılık hafifçe başını sağa sola sallamakken Yuri tek nefes çektiği sigarayı avucuna alıp sıktığında gülümsemeye devam ediyordu, 'O kadın senin gibi bir herife bakmaz Dağhan. Üzgünüm ama gerçekçi olmam gerek. O kadın farz edelim sana aşık oldu, ki olması imkansız, fakat aşık olduktan sonra senin ne mal olduğunu öğrendiği dakika götüne tekmeyi koyar.' Diye devam etti. Bu konuda Yuri'ye katılıyordu fakat kim ona Pera'nın bundan haberi olacağını söylemişti ki. O kendi kendine hoşlanmaya, sevmeye veya aşık olmaya devam edecekti. Sadece güvende ve mutlu olsun istiyordu. 'Koyamayacak tekmeyi çünkü bilmeyecek.' Diyen Dağhan'la Yuri bu defa koca bir kahkaha patlattı. Avucunda sönmüş tek nefes aldığı sigaranın izmaritini yatağın üzerindeki çantanın içine çırptığına Dağhan'ın parmakları arasındakini de alarak avucunda ezmişti. Bu kadar keyif yeterdi, bu kadar dalga da geçmesi yeterdi. 'Platonik aşık olarak aptal aptal ortada mı gezeceksin? Kendine gel. Fuat beyi biliyorsun. Bırak gözüyle görmesini, hissedecek olsa o kadını bulur. Bulduğunda da seninle kedinin fareyle oynadığı gibi oynar.' Gözlerinde bilmişlikten, dalga geçmekten çok daha farklı bir şey vardı Yuri'nin. İşaret parmağı hafifçe havalandığında Dağhan'ın sol göğüs kafesinin üzerine bastı, 'O kadın, Pera Alarie... Dağhan, o kadın çok masum ve senin hayatına hiçbir konumda uykun değil. Platonik olarak dahi. Anladın mı beni?' 'Siktir git.' Derken sol göğsüne basılı parmağını da itti Yuri'nin. Hep şeffaf ve gerçekçi bir adamdı Yuri. Her zaman ama her zaman realist düşünürdü ve şuan da öyle yapıyordu. Çok sık konuşmayan ancak konuştuğu vakitlerde de gerçeklerden sapmayan adam az önce bastırdığı sol göğüs kafesinin altının yanmasına sebebiyet vermişti. 'Yapamıyorum.' Fısıldarcasına konuştuğunda az önce kendini tehdit eder gibi bakan Yuri'nin tek kaşını kaldırıp pencereye yönelerek aralık olan yeri daha çok açmasını izledi fakat bir yandan konuşmasını beklediğini biliyordu, 'Onu aylardır görmüyorum, senden olabildiğince kısıtlı bilgi alıyorum ki siktiğimin telefonu icat edilse de sen o icadı kabul etmiyorsun. Yine de yapamıyorum Yuri. Zihnimden atamıyorum. Bıçaklandım lan, bıçaklandım ve çoğu insan geberip gideceğinden korkar ben keşke son bir kez görseydim diye düşündüm.' Bedenini gösterse de kolları pes etmişlikle iki yanına düştüğünde Yuri'nin gözleri hala dışarıdaydı. Tek kelime daha söylemeye ihtiyacı yok gibi öylece Dağhan'ı dinliyordu ve bir tepki vermiyordu. 'Gülüşü çok güzel oğlum. Gözleri ışıl ışıl. Bana odaklı olmasa da çıkmıyor aklımdan bunlar.' Dedi yeniden. Sanki ikna etmesi gereken Yuri gibi fakat kendi kendini ikna etmeye çalışıyordu. 'Gözlerinin ışıltısını göremediğinde, bir daha gülmek adına mimiklerini kıpırdatamadığında bana ağlama Dağhan. Çünkü biliyorsun ki ben sekiz yaşındayken annemi senin o aşk dediğin tehlikeli zehir yüzünden kaybettim. Ve ben de biliyorum ki sen benim yaşadığımı yaşarsan eğer o koca cüssen nefes almaktan başka bir bok yapmaz.' Başını sağa sola sallarken sandalyeye çıkıp ufak düğmeden tekrar sensörü çalıştırdığında içine izmaritleri attığı çantayı da alarak dilini dişlerinin üzerinde gezdirdi, 'Yapamaz.' Son kelimesi de dudaklarından firar ettiğinde geldiği sakinlikte çıktı odadan Yuri. Ardında koca bir savaş alanı bırakmış, Dağhan'ı paramparça etmişti. O savaş alanında paramparça vücuduyla düşünmesi ve yaşaması için, daha doğrusu can çekişmesi için bırakıp gitmişti. Dağhan'ın ise yapabildiği tek şey olmuştu. Ne zaman acıyı hissetse, canı tarifsiz bir kıvranışta kalsa o vakit başvurduğu şişeyi aldı eline. Artık acısını da sancısını da uyuşturmayacağını bile bile dikti tepesine.
|
0% |