@biceruvar
|
Selamlar pandispanyalarım... Sizlere yeni bir bölümle yine gecenin bir vakti (01:40) gelmiş bulunmaktayım... Umarım tüm ama tüm stresinizi azaltacak, gününüzü güzelleştirecek bir okuma olur sizler için.
'Olmamış gibi silip atmanı sağlayamam ama burası-' işaret parmağını usulca başına dokundurduktan sonra indirip sol göğsünün üzerine de yerleştirdi. 'Ve burası iyi olsun diye elimden geleni yapacağım.' Mırıldanmalarıyla Pera başını sakince salladığında çekip şakağına dudaklarını bastırmayı da ihmal etmemişti ki kadın zorlukla gülen haliyle ayrılarak baktı adama. 'Sağ.' 'Ne?' 'Sağ tarafta kalbim, solda değil.' Dün gibi hissettiği acısına rağmen gülerek konuştuğunda Dağhan aldığı tepkiyle dudaklarını sıkıca birbirine bastırıp gülümsedi. Bir yok oluşun içinde savrulmak belki de hiç var olmamaktan daha iyiydi. Kırık kırgınlıkların olduğu yaşamın içerisinde kanatları parça parça olmuş bir kuşu ehlileştirmek ne kadar zorsa insan içinde geçerliydi aynısı. Bu yüzdendi ki bir butimar edasıyla muhtaç olduğunu kendinden sakınırdı yaşayan. Dokunduğu an yok olacak, bir yudum aldığında tükenecekmiş gibi hissettiği o koca okyanus delicesine hem kendisini çeker hem de bir o kadar ürkmesini sağlardı. İnsan denilen yaşardı ancak korktuğu kadar var olabilirdi. Yola çıktıkları dakika itibariyle kenetlenip ayrılmayan parmaklarına baktığında titrek bir nefes alarak gözlerini kapattı. Sabah oldukça erken kalkmış kısa bile olsa koşuya çıkmış, evi toparlamış, çantasını hazırlamış, Elfe'yle de uğraşmaktan da geri kalmamıştı. Geçtikleri caddeleri o kadar iyi tanır haldeydi ki izlemek bir yana sadece güzel bir uyku çekmeyi diliyordu. Havaalanına iner inmez Deha'nın büyük bir özenle hazırlandığı da kiraladığı araçların zaman kaybetmeden önlerinde bitmesinden anlaşılmıştı zaten. Pamir, Nida, Elfe ve Deha diğer arabaya bir cümle dahi kurmalarına izin vermeden yerleştiklerinden beri başlayan yolculukta da sadece aracın içini müzik sesi doldurmuştu. Bazen iyi gelirdi sessizlik, kimseden bir kelime duymamak, kalp atışlarını hissetmek ve hala yaşadığının bilincine varabilmek insanın bulup bulabileceği en güzel an olur çıkardı. Elini sıkı sıkıya kavramış adamın omuzuna başını yerleştirdiğinde Dağhan gözlerini yoldan çekmeden saçlarının arasına dudaklarını bastırmayı ihmal etmedi. Normalde olsa kesinlikle böyle bir durumu kabul etmeyecek, hatta türlü bahaneler üreterek beraber tatil yapma fikrinden insanı soğutabilecek Pera buradaydı işte. Bu kez işini düşünerek itiraz etmemiş, kaçmamış, bahane bulma zahmetine girmeyip, candan bezdirme kanunlarını devreye sokmamıştı. Kendinden uzaklaştırmamış, varlığını gizli bir devlet sırrıymış gibi sakınmamıştı. 'Buraları özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi.' Kafasının içinde tekrar dönmeye başlayan o acı dolu günlerden Dağhan'ın mırıldanmasıyla kurtulduğunda içten içe teşekkür ediyordu aslında. Bütün o içini söken günleri bu kadar sık hatırlamaya başlaması hayra alamet değildi çünkü. Sonu bu kez kesinlikle bir akıl hastanesine bağlanırdı çünkü üzerinden altı yıl geçmişken o zamanlar verdiği tepkileri verirse Elfe itirazsız kolundan sürükleye sürükleye kendisini tedaviye götürürdü. 'Neden? Ben Manhattan'ı çok severim.' 'Yüksek plazalar, dip dibe onlarca mekan, durmadan nedeni olmasa bile bir yere yetişmeye çalışan insanlar... Ki o insanlardan birisi olunca hiç çekici gelmiyordu.' Başının üzerine şakağını yaslayarak mırıldanan adamla gülümsemesi daha da büyüdü. Dağhan ne kadar uzak olsa da Broadway caddesi Manhattan'daki en sevdiği yerdi Pera'nın. Her zaman ışıldaması, tiyatronun hem gerçeklikten uzak tepkileri hem de hayatın bir o kadar içerisinde olmasıyla devamlı ayaklarının önüne serilmesi, istediği dakika müzikal bulabilmesi, sanatla iç içe geçişi cezbediyordu kadını. Yüksek plazalardaki çalışanları bilmezdi ama umursamazca elinde kahvesiyle bu sokakta yürümeyi severdi. Dünyanın hızlı ilerleyişi yanından devir daim ederken tek başına nefes almayı, her şeyin ortasında koca bir hiçlik olmayı, bir bardak kahvenin kendisini o derece mutlu edişini severdi. 'Çalıştığım hukuk ofisi buradaydı, yani eski çalıştığım.' Kenetlediği parmakları bırakmadan tam köşede duran binayı işaret ettiğinde, Pera başını yasladığı omuzdan çekerek sokağın karşısındaki barı işaret etti. 'O bara defalarca sadece tavuklu waffle için geldim.' 'Belki de birbirimizin hayatlarına daha önce de dokunma fırsatı yakalamışızdır.' Dağhan'ın yorumuyla omuz silkip bakışlarını adama yönelttiğinde arabayı yavaşlatarak sağa çektiğinde bulduğu boş alana da aracı park etmesini bekledi. 'Bu bir mucize biliyorsun değil mi? Park alanı bulmak. İşte burayı sevmememin bir nedeni de park konusu.' Kontağı kapatırken konuştuğunda arkalarında duran Pamir'le beraber diğerleri de çoktan araçtan indiler. Sonunda ikisinin de tenleri birbirinden koptuğunda onlar da inerek önce valizlerini almış daha sonra da önden geçen Deha'yla geçmişlerdi binaya. Baştan sona tam da buradan beklenecek şekilde uzun koridorunda sıra sıra daireleri olan alana göz attığında basamakları da tırmanmaya başlayanları da takip ederek ikinci katta ulaştı Pera. Kapıyı çalan Deha ile beklemeye başladıklarında çok geçmeden açılmasıyla beraber ise karşılarında yaşlı olsa da gayet formu yerinde gözüken, olabildiğince güleç yüzlü, saçlarındaki beyazlarını gururla taşıyan, üzerindeki çiçekli önlükle kadın belirmişti. 'Daghan.' Aksanının izin verdiğince dilinden yıllardır görmediği bedenin ismi döküldüğünde çok gecikmeden kadına usulca sarıldı adam. 'Hoş geldiniz... Deha geleceğinizi söylediğinde inanamadım ama buradasınız.' Amerikan İngilizcesinin olabildiğince ağırlığı kadının gülüşüne ve enerjik haline o kadar yakışıyordu ki Pera tebessüm etmeden duramıyordu. Sophia belli ki enerjisini kolay kolay kaybetmeyen bir kadındı, gözlerinin parlamasından bile bu anlaşılabilirdi. Üstelik Dağhan'a kendi evladına duyduğu özlemle bakıyordu. 'Deha seni görmeden bir yılbaşı daha geçirmek istemediğini söyledi Sophia.' Dağhan'ın belki de yüzünde böylesine samimiyet ilk defa vardı Pera'ya göre. Kadına acımak, üzülmek veya yalnızlığı yüzünden hüzünlenerek destek olmaya çalışmıyordu. Aksine belki de New York içinde en çok özlediği detayın Sophia olduğu ayan beyan gözüküyordu tüm mimiklerinden. Koca binanın içindeki çalışma düzeninde olan gergin, despot Dağhan değildi de, henüz kurallardan dahi bir haber olan ufak çocuklara benziyordu. 'Hepiniz hoş geldiniz... Siz yorgunsunuzdur. Alın bakalım. Daire hala aynı duruyor ancak temiz merak etmeyin.' Kenardan aldığı anahtarı uzattığında diğerlerine de gülümseyerek sarıldığında, Dağhan alarak gülümsediğinde hemen evine doğru yönelmişti ki tekrar gelmesiyle diğer kapıyı da açtılar. 'Bagel ve Cronut. Maskarponlu Deha için.' Kadın kenarda durmuş Deha'ya göz kırparak üst üste tuttuğu saklama kaplarını uzattığında Nida anında alarak kadına havadan bir öpücük gönderdi. Onun tekrar içeri dönmesiyle kendilerini dairenin ferah salonuna attıklarında bütün ciğerlerine dolan kahve kokusu da yüzlerine çarptı. Belli ki Sophia, Deha geleceğiz dedikten sonra büyük çaba sarf etmişti. Evin tertemiz hali, kenarda katlı halde yastıkların üzerinde duran pikeler, ısıtıcısı hala açık olan kahve makinesinden bile anlaşılıyordu bu durum. 'Odanın Nida ve Elfe'ye ait olduğu konusunda tartışma çıkmayacağını umuyorum.' Dağhan salonun köşesinde duran ahşap kapıyı işaret ederek Pamir ve Deha'da gözlerini gezdirdiğinde iki adam sakinlikle önce birbirlerine bakıp arkasından da şişme yatağa göz attılar. Evde olan iki yatak odası vardı, mecburen birinde kızlar kalacaktı. Ki zaten iki odada da çift kişilik yatakların olması en doğrusunun bu olacağına işaretti. Pera salona daha da dikkatli göz atmaya başladığında tam anlamıyla buraya yakışır bir evde olduklarının bilincine varıyordu. Yerdeki ceviz rengi parkeler eski olsa da cilalı, duvarlar somon rengine yakın duvar kağıdıyla süslüydü. Salonun tam orasına suni koyu kahve üç kişilik deri koltuk, tam karşısına izlenmek için çaba sarf edilmesi gereken eski bir televizyon ve ortadaki koltuğun iki yanına yerleştirilmiş ikişer tane tek kişilik koltuk, bir de ortada üzerinde ufacık bir obje bile barındırmayan ahşap sehpayla kim neresinden bakarsa baksın sadece uyumak için gelinen bir evdi. Bakışları bu kez karşılıklı duran iki kapının ortasındaki pencerelere döndüğünde yangın merdivenine açılıyor oluşu ve iki pencere arasındaki boşlukta asılı olan ve üzerinde onlarca alkol şişesi, kitap ve biblonun durduğu kitaplık çarptı gözüne. Ev belirli bir şekilde dekore edilmemişti ama alabildiğince samimiyet sıkıştırılmıştı. Duvarlar tablolar ve neden olduğuna dair kimsenin fikir yürütemeyeceği asılı şapkalarla süslenmişti. 'Diğer oda da seninle yengenin olduğuna göre... Deha, şişme yatak için taş kağıt makas öneriyorum.' 'Kabul.' Hepsi ortada öylece durmuş iki adamın haline bakarken onlar çoktan birbirlerine dönüp savaşa girdiler. Dağhan ise başını sağa sola salladığında hızlıca Pera'nın elini tutarak odaya sürükledi kadını. O sosyetik ortamdan uzaklaştıklarında kardeşi de, yakın arkadaşı da bir çocuğa dönüşüyordu. Birazdan emindi ki hile yaptıklarına dair kavgaya tutuşup tüm gün boyunca koltukta aynı oyuna tekrar ve tekrar devam ederlerdi. Pera bu kez de adım attığı odaya kısaca göz gezdirdiğinde koyu ahşap yatak başlığıyla, iki yanında duran komodin ve sadece birinin üzerindeki çivit mavisinden biraz daha koyu abajurla elindeki valizi sürükleyerek kenara çekip kapıyı örtme fırsatı yakaladı. Koca odaya bütün varoluşuyla gün ışığını almaya çalışan küçük pencerenin hemen önündeki çalışma masası ve onun da iki tarafındaki tavana kadar olan dolaplarla tekrar aklından geçirdi Pera. Sadece uyumak için kullanılan bir ev... 'Sophia'ya hala abajur borcum var.' Adamın sesiyle havalandırdığı kaşlarını ona yönelttiğinde az önce fark ettiği boş olan komodini işaret etmesine gülümsedi. 'Ben kırdım. İnsan hukukla uğraşırken aklı başında olmuyor.' 'Bez bir abajuru nasıl kırdın?' soran gözlerle bir yandan Dağhan'a bakıp, diğer taraftan da yere yatırdığı valizini açmaya başladığında eşofmanları çıkararak üzerindeki kabandan da kurtuldu. 'Borçlar hukuku başına dert olabiliyor, özellikle kitabını kablosunun üzerine bırakmışsan. Tabi sonra da çalışma masasına geçmeye çalışırsan uzatma kablosuyla epey samimi oluyorsun. O günden beri oturduğum her evde baş ucumda priz olması gerektiğini aklıma not ettim. Uzatma kabloları bir cehennem.' Açıklaması kısacık bir kahkaha atmasını sağlarken üzerindeki kazağı da sıyırıp hızlıca tişörtünü geçirdi üzerine Pera. Bugün için herhangi bir şekilde planları olmayacağını Deha daha uçağa bindikleri dakika söylemişti. Tüm gün pinekleyip yolculuğun verdiği yorgunluğu atıp akşam bir şeyler içmek için çıkıp geri döneceklerdi. Kaldı ki zaten beşi de üç gün ülke dışında olacakları için son günlerde göz kırpmadan çalışmışlar, Elfe'de aynı şekilde yıl bitmeden son kalan evrak işleri için canını dişine takarak çaba göstermişti. Ne kadar o koşuşturmaya maruz kalmamış olsalar da saatler süren uçuş haliyle canlarından bezmelerine sebep olurdu zaten. 'Tüm uçuş boyunca gözünü kırpmadın, bir şeyler yedikten sonra dinlen bence.' Dağhan'ın tekrar mırıldanmasıyla beraber Pera pantolonundan kurtulup eşofmanını da giydiğinde tek kaşını havalandırarak yaklaşıp kollarını adamın boynuna doladı. 'Bana bunu söylediğine göre sende farksız değilsin...' 'Hayatta en çok istediğim şey gözümü seninle kapatıp uykuya dalmak olabilir şu an.' Parmak uçlarında hafifçe yükselip adamın cümlesiyle dudaklarına dudaklarını bastırdığında fazla gerilemeden çekilmişti ki onun tek koluyla sırtını sarması da bir oldu. İkisi de tekrar odadan çıktığında savaşlarına son vermiş Deha'nın açık mutfaktaki buzdolabına gömülü halinden kendilerine dönmesini izlediler. 'Sophia muhteşem bir kadın. Tam anlamıyla bir Afitab sultan.' Eline aldığı birayı tepesine diktiğinde Dağhan gülerek baktı kardeşine. 'Tabi, ananem de sürekli dolabına bira stoku yapıyor değil mi?' 'Düşünceli olması açısından bakabiliriz abi. Bir de psikolojimin bozulmaması için biraz ayrı kalabilir misiniz?' iki bedeni işaret ederek belini tezgâha yasladığında adamın ne dediğini anlamamışçasına bakıyorlardı. 'Sizin haricinizde hepimiz sapız. Safi sap. Kalbimiz kırılıyor bu duruma. Anlayışlı olun biraz.' 'Sana mı soracağım oğlum.' Dağhan kollarını Pera'ya daha çok sararak konuştuğunda Deha anında kaşlarını havalandırarak elindeki şişeyi tekrar tepesine dikti. 'Anladık en çok siz seviyorsunuz. Müthiş seviyorsunuz. Oo... Çok aşırı deli seviyorsunuz.' 'Kıskandın mı?' ikisinin arasındaki sözde kapışma devam etse de Pera adamın kollarından kayıp dolapları kontrol ederek fincan çıkardığında Deha'nın abisine yönelip mutfaktan ayrılması bir oldu. 'Tekrar ediyorum abi. Saplık denilen bir olay var. Uzun zaman sen de öyleydin. Artık olmaya bilirsin ama bu kadar kısa sürede geldiğin yeri unutma derim ben.' Tane tane konuşarak sonunda dibinde bittiğinde Dağhan kardeşini kolunun altına çekerek saçlarını karıştırdı anında. 'Seni de severim koçum. Dert etme sen bu kadar.' Ne kadar dalga geçiyor olsa da biliyordu Dağhan. Deha'nın bu kadar kısa sürede Pera'yı kabullenmesi ona göre bir durum değildi. Genelde ne zaman sevgilisi olsa, hatta sevgililik bir yana flört aşamasında olduğu bir kadınla karşılaşsa oturup dakikalarca türlü bahanelerini kendine savurarak o insandan soğutmaya çalışırdı. Korkusu ise her zaman bu kadar güçlü duran abisinin kalbinin kırılarak yok olması durumuydu. 'Yenge ben abimin kahve içtiğini hayatta olduğum 25 yılda toplasan beş kez gördüm haberin olsun.' Mutfağa da laf atmayı ihmal etmediğinde Pera'nın bakışları sorarcasına Dağhan'ın gözlerini bulsa da usulca başını sallayıp onay verdiğinde kendisini kardeşiyle deri koltuğa atmasıyla ayaklarının altından kayan yerle beraber Deha son anda tutup yere oturmaktan kurtulduğunda ise sıkıntıyla savurdu nefesini. 'Sophia'ya her şeyi kabullendirdik. Türk kahvaltısı, Türk kahvesi, hatta milletçe çok sevdiğimiz sarılma olayını dahi. Ama şu tekerlekli koltuğu atma fikri hiç cazip gelmiyor kadına. Ki yenilemeyi teklif dahi etsem.' 'Bu koltuğu bende seviyorum Deha. Otururken düşen sadece sensin.' 'İnsan neden tekerlekli koltuk kullanmak ister ki? Veya neden sever?' hala kolunun altında durduğu abisine tek kaşını kaldırarak baktığında Dağhan tebessümle izliyordu isyankar halini. 'İstediğin yere zorlanmadan sürüklersin, temizlik yapacağın zaman sıkıntı çıkarmaz ama bunlar umurumda değil. Bu koltuk rahat, enteresan gelse de rahat.' Kendine uzatılan fincanı parmakları arasına aldığında kardeşinin omuzuna usulca vurduğunda Deha hızlıca yan tarafa kayıp Pera için alan açmayı ihmal etmedi. 'Ne zamandır berabersiniz siz?' Deha hala kendisine göre hareket edebilme yetisine sahip olduğunu düşündüğü koltuktan kalkıp orta sehpaya oturduğunda karşısındaki uzun zaman sonra samimice gülümseyen abisiyle, hemen yanı başında masum masum ama bir o kadar da uykulu bakan Pera'da gezdirdi gözlerini. Normalde abisini her detaydan sakınabilir, kıskanabilir, hatta uzaklaşması için kanının son damlasına kadar savaşabilirdi ama ağacı süsledikleri o akşamdan sonra ilk kez abisinden ayrılıp evine geçme zahmetinde bulunmamıştı. O akşam abisiyle öyle uzun konuşmuştu ki belki de hayatları boyunca hiçbir muhabbetleri böylesine derinleşmemişti. Biliyordu, Pera abisi için çok derin, ince ve nazik bir konuydu. Kadını veya onun hakkında olan hislerini anlatırken göz bebekleri parıldıyor, hatta öyle ki elini kolunu tam olarak yerleştiremiyordu. Abisine hak vermiyor da değildi aslında. Sonuçta dilinin çözülmesini sağlayan ama bir o kadar da güzel bir kadındı Pera. Yürüyüşü çoğu kadından daha dik, daha saldırgandı. Yemeğe götürmek adına onu evinden aldığı gece bile tırsmasına neden olmuştu o sert ve taviz vermez görüntüsü, hele ki tekrar dönerken yüzünde olan neden sorguluyorsun başlığı altındaki şüpheci bakışları tüylerinin ürpermesine başlı başına bir sebepti. O gün açık bir şekilde Pera'nın önüne kurallar dizeceğini, bir öğretmen edasıyla bütün kurallara uyması gerektiğini söyleyeceğini ve uygulamaya koymazsa zorla yaptıracağını düşünmüştü. Aurası o kadar asabi görünmüştü ki gözüne anlaşıp, iki kelime konuşabileceklerine dahi inancı yoktu başlarda. Gerçi bu tamamen dışarıdan görünendi. Abisi de Pera gibi taviz vermez, kuralcı ve despot görünürdü. İşin iç yüzü ise farklı olabiliyordu kimseye göstermediği, saklayıp gizlediği kırılgan yanının varlığı gibi mesela. 'Lansmandan beri.' Karşısındaki adamın rahatlığıyla dudak büküp kaşlarını havalandırdığında aklına gelen şeyle çoktan gülümsemesi yüzüne yer edindi Deha'nın. Pera ne kadar güzel bir kadınsa, abisi de bir o kadar yakışıklıydı sonuçta. Birazcık damarına basıp uğraşmaktan da zarar gelmezdi. 'Bu adamı çok kovalayan oldu ama ilk kez birini kovalıyor, kıymetini bil.' Olan gülümsemesini bozmadan Pera'ya bakarak konuştuğunda kadının parmakları Dağhan'ın göğsüne yerleşmiş yüzüne de yapabildiği en sinsi bakışları eklemişti. 'Kovalayanlara yazık oldu o zaman. Kimmiş bakalım onlar?' göz kırparak kahvesinden bir yudum alıp Deha'ya gözlerini diktiğinde adamın alelade elini havada savuşturmasıyla kaşlarının havalanması da bir oldu. Daha birkaç gün önce kıskançlık krizine sokmuştu bu adam onu. Şimdi tutup yeniden alevlenmesi işten olmazdı. Şirkette çalışmaya başladığı ilk gün o dosyada tonlarca mankenle veya manken gibi duran kadınlarla karşılaşmıştı, hepsi de ciddi anlamda güzel ancak Dağhan'ın isteklerine göre absürt giyinen kadınlardı. Kıyafetlerinin kısalığı veya dekolteleri değildi mesele, asıl olay o boy boy fotoğrafları çekilen güzel kadınların bire bir Dağhan'ın stiline uygun giyinmeleriydi. Gerçi hiçbir magazin haberinde sevgili olduklarına dair ifade yoktu fakat Nida'nın bile bilmediği şu sevgililik meselesini muhtemelen en kolay şekilde Deha çözüme kavuşturabilirdi. 'Saymakla bitmez onlar. Ama favorim Nancy.' Ortalığı karıştırmak istercesine yüzüne yerleştirdiği gülüşüyle konuştuğunda abisine göz ucuyla baksa da onun rahat ve bir o kadar da Pera'nın tepkilerini takip eden haliyle tekrar odaklandı kadına. 'Eminim mükemmel bir kadındır.' Başını sallayarak mırıldanırken bile iki adamın kendi tepkileriyle oldukça eğlendiğinin farkındaydı. Ne kadar olumlamaya çalışsa da içinde bir azan yeniden kaynamaya başlamıştı Pera'nın. Bir cadı misali o kaynar suyum içerisine bahsi geçen kişiyi bulup atmak istese de kıskançlığını belli etmemek için elinden geleni yapardı. Evet, Dağhan güveneceği bir adamdı ancak güvensizlik iliklerine kadar işlemişken gözü kapalı duramazdı da. 'Bence öyleydi. Esmer, kızıl saçlı, afeti devran diyerek tanımlamak daha doğru olur sanırım onu.' Deha'nın ara vermeden kıskançlığını dürtüklemesine devam etmesiyle elindeki ılımış kahveyi tepesine dikerek derin bir nefes alıp büyüttü gülümsemesini. 'Peki bütün bunları bilmeme gerek var mı Deha'cım.' Az önce kendi merak edip sorsa da iğnelercesine cümlesinin sonuna adamın ismini eklemeyi eksik etmediğinde onun ufak omuz silkişi ve sehpadan ayaklanması da bir oldu. 'Bagel?' kenarda duran saklama kabını uzatarak mırıldandığında Pera sadece başını sağa sola sallayabiliyordu. Deha'nın böylesine muzur bir adam olmadığını bilse kesin pot kırdığını düşünerek biraz bile olsa ortalığı karıştırabilirdi ancak onun tek niyeti ufaktan ortalığı kızıştırıp sonra da kenara çekilerek birasıyla olan biteni izlemekti. 'Akşam olan planına dahil olabilmek için uyumaya gideceğim. Bakarsın sana da bir Nancy buluruz?' gülerek oturduğu yerden ayaklanıp adama göz kırpmayı da ihmal etmediğinde belindeki kolla odaya yönelmesi bir oldu. 'Sağlam oto kontrol Sophia gerçeğini göz önüne almazsak ama baştan söyleyeyim ben bu konularda bırak oto kontrolü sabrımı bile zorlayamam. Haberin olsun.' Yatağa uzanırken diğer taraftan kendisine eşlik eden Dağhan'a bakarak kıkırdadığında adam hızlıca başının altındaki yastığı çekmişti bile. Başı boşluğa düşerken o çoktan yerini aldığında kolunu açarak bedeninin kendisine çekilmesini sağlayıp yine saçlarına dudaklarını bastırdı. 'Tek yastık daima iyidir. Senin yaslanman gereken yer belli.' Adamın boynuna sokularak derin bir nefes aldığında bütün hengamenin verdiği yorgunlukla beraber kapandı gözleri. İnsan evren üzerinde var olmuş veya olabilecek her duygudan daha da güzeli olan huzuru tatmalıydı. Herkesin huzuru ise kendine göre değişiklik gösterirdi. Pera sokulduğu adamın tenini hissedene kadar huzuru daima çalışmakta bulmuş bir kadındı. Kimi zaman müzik, kimi zaman bomboş bir kağıdı karalamak, kimi zamansa öylece bomboş bakmak huzur verebilirdi. Bazıları ise kendileri gibi üretken, sağlam, sadece bir damla su ile yeşillere boğulabilecek bitkilerde bulurdu huzuru. Zaten kadınlarda yemyeşil bir bahçeye benzemez miydi? Sevgiyi, ilgiyi su misali gördükçe coşar, bütün evreni daha da yaşanılabilir bir yer yaparlardı. Dalının kırıldığı yerden sürgün verir, yılmaz, pes etmeyi aklından dahi geçirmezdi. Kara kışlar görüp geçirirken öldü zannedilirdi fakat bir bahar meltemini hissettikleri dakika dallarının tomurcuklarına izin verir çiçekler açıp göz kamaştırıcı güzelliğe ulaşırlardı. Üstelik kaldırım taşıyla engellenmeye çalışılmış, üzerine bina dikilivermiş ama bütün bu zorluklara rağmen betonu delip de tekrar güne kavuşmuş gibi mücadeleci olurlardı. Kadın denilen varlık başlı başına yoksun denilen yerde var olmak için gelmişti belki de yer yüzüne. Mesela bir kadın başlı başına öldükten sonra bile tüm hayat hala kendinde olarak yeşillenebilirdi. En büyük örneği de Anne Frank'tı bu durumun. Hepi topu on altı yıl yeryüzüne iz bırakabilmiş küçücük bedeniyle, İkinci Dünya Savaşının acıları arasında Amsterdam'da ufacık bir çatı katında iki yıl geçirerek, ailesinin kendine hediye ettiği ufacık bir defterde, Kitty'de bulmuştu ölümsüzlüğü. ''Artık öyle bir noktaya geldim ki yaşamak ya da ölmek benim için fark etmez.'' Diye yazarken veya ''Dünya bensiz de dönmeye devam edecek. Ve ben olayların gidişatını değiştirmek için hiçbir şey yapamam.'' Umutsuzluğu içini katran karası bir deniz misali kaplamışken sonunda yakalanıp Nazi kamplarında hayatını kaybetmişti. Fakat Anne Frank kendine hediye edilmiş o ufacık günlükle bir kitap olarak milyonlarca kişiye ulaşmıştı. Üstelik öldükten sonra bile yapabilmişti bunu. Her kadın biraz Anne Frank değil miydi zaten... Oturduğu koltukta sırtına yerleşen şalla bakışlarını tepesindeki adama çevirdiğinde gülümsemesi de istemsizce büyüdü Pera'nın. Dağhan parmakları arasına sıkıştırdığı biraları ortadaki masaya dikkatlice bıraktığında kadının hemen yanındaki boşluğa yerleşmeyi de ihmal etmedi. Bakışları kardeşinde, Nida, Elfe ve Pamir'de dolaştığında kolunu koltuğun arkasına attığı gibi birasını da eline alıp bacağını bacağının üzerine yerleştirerek ortadaki muhabbete dahil olmaya çalıştı. Oturalı bir saat olmasına rağmen kaç kere içeri gidip şişeleri tekrar yenilemişlerdi hiçbir fikri yoktu ama kahkahalarından anlıyordu ki dinlenmiş olmalarının faydalarından yararlanarak gece uzun olacaktı. Yağan yağmurun etkisiyle tenteden hızlıca dökülen sularda gezdirdi bakışlarını adam. Eve yakın mesafede oldukları için araba alma gibi bir eylemleri olmamıştı ama eğer durmaz da devam ederse balık misali dönmüş olurlardı tekrar. Çünkü yağmur sanki bardaktan boşalırcasına dökülüyor ve arkadan gelen gök gürlemeleri ise devam edeceğini söylüyordu. 'Yüksek lisans yapan insanın birinci sınıf derslerine dahil olduğu nerede görüldü abi, tabi öyle diyeceğim.' Deha isyanla Pamir'e doğru konuştuğunda adamın gür kahkahasına diğerleri de eşlik etti. 'Hocam açsanız aklınızı peynir ekmekle yemeyin, sipariş vereyim, demezsin Deha.' Pamir kahkahası arasında bir yandan da lafını eksik etmediğinde Dağhan gülerek şişeyi tepesine dikti. 'Feridun hocanın eline vereceksin Deha'yı, of...' kendisi de muhabbete dahil olduğunda adamı tanıyan Nida ve Pamir dudaklarını ısırarak başlarını sağa sola salladılar. 'Adam bana bile dönem uzattı, Deha'yı okuldan attırırdı.' Pamir hak verircesine konuştuğunda bu kez Nida'nın sesi duyuldu. 'Okuldan attırmak mı? Adamın Dağhan'a dediğini hatırlamıyor musun?' Nida anında şişeyi bırakıp ayaklandığında bir elini yumruk yaparak beline yaslamış diğer elinin parmaklarıyla da bıyığı varmışçasına dudağının üstüyle uğraşarak tek kaşını kaldırmıştı. 'İnan ki seni okuldan atmak isterim ancak bu senin için ceza değil ödül olur Dağhan. Sana verilebilecek en güzel ceza bana daha fazla katlanman.' Sesini kalınlaştırıp olgun bir adam tavrıyla konuştuğunda kahkahalar tekrar yükselirken Dağhan elindeki şişeyle beraber işaret parmağını havalandırdı anında. 'Benim en sevdiğim olay senin günlerce çalıştığın projeye tepkisi. Bende seni bu aylakların içinde en mantıklısı sandım Nida, lunapark değil burası diyerek hem bizi hem seni gömmüştü.' 'Gıcık olmuştum o gün. O projeden daha iyisini kimse yapamazdı. Adam hiçbir şeyi beğenmiyordu ki. Finallerde Pamir cümlesine virgül koymadı diye not kırdı inanabiliyor musunuz?' gözlerini büyüterek Feridun hocayı tanımayanlarda bakışlarını gezdirdiğinde Elfe gözlerini devirmekten geri kalmadı. Kendisinin de başı yanmıştı böyle bir hocadan sonuçta. Ağzıyla kuş tutsa kabul ettiremezdi, öyle bir direnç, öyle bir geri itmekti kendinin karşılaştığı da. 'Bahsettiğiniz gibi bir hoca bizim lisede vardı. Ben tüm hocalarla iyi anlaşırken, ki dikkatinizi çekiyorum ben yani, Elfe Haktan, beni sevmeyen insan yok denecek kadar sınırlıdır ama ne hikmetse kadın resmen nefret ediyordu. Almanca öğrenmek zaten bir zulümken bunu Rabia hocanın yaptırıyor olması cinnet geçirme nedeniniz olabilir.' 'Ben severdim Rabia hocayı.' Pera gülerek Elfe'ye baksa da kadın anında gözlerini devirdi. 'Çünkü sen okulun inek öğrencisiydin biricik. Ayrıca nasıl yaptığını bilmesem de Almanca konusunda yeteneklerin azımsanamaz. Biz dönemin yarısında hala sch konusunda sıkıntı yaşarken sen konuşmaya başlamıştın bile.' 'Sch?' Deha kaşlarını havalandırarak kadına bakmaya başladığında Elfe kıkırdayarak döndü. 'Almancada nerdeyse her kelimenin başında o üç harf çıkıyor. Engelleyemiyoruz yani, yoksa bile insana olması gerekiyormuş gibi geliyor.' 'Ben Fransızcadan nefret ettim açığını isterseniz.' Kadının açıklamasıyla Deha yeniden mırıldanırken derin bir nefes aldı. Abisine biraz olsun ters gitmeyi istese net bu konu yüzünden olabilirdi. Aklı ermiyor, anlamıyor, daha da kötüsü dili dönmüyordu. 'Sevgili abim doktora konusunda Fransa diye tutturmasa zerre öğrenme ihtiyacım olmazdı. Gerçi hala öğrenebilmiş değilim.' Yüzü asılarak konuşmasını bitirdiğinde Elfe hafifçe eğilip dirseğini adamın koluna vurarak başıyla Pera'yı işaret etti. 'Abinin sevgilisi Fransız, bu gerçeği atlamış olamazsın, zeki bir adam olduğunu düşünüyorum.' 'Seninle çıkar ilişkisi kurabileceğimi biliyordum.' Deha kıstığı gözleriyle başını sağa sola sallayarak konuştuğunda herkes adamın tavrına tekrar kahkaha patlattı. Birkaç dakika düşünür gibi dursa da aklına gelen detay istemsizce tek kaşını havalandırıp Pera'yı süzmesine neden oldu. 'Türkçe, akıcı İngilizce, Elfe ablanın söylediği kadarıyla akıcı Almanca, Fransız baba etkisiyle Fransızca, başka var mı? Sahi kaç dil biliyorsun?' 'Türkçeyi çıkardığımız takdirde 7 ileri, 2 orta düzey.' 'Ben daha düzgün Türkçe konuşamazken yengemde olan cevhere bak. Hangi milletleri dillerini öğrenecek kadar sevdin ki?' 'Saydıkların dışında, İtalyanca, İspanyolca, Bulgarca, Felemenkçe iyi bildiklerim. Yunanca ve Çince orta düzeyde.' 'Adam yanında online translate ile geziyor, dağılalım arkadaşlar.' Deha ellerini pes edercesine havalandırdığında herkesin kahkahası yeniden ortama dağılmıştı. Pera bile adamın yorumuna gülmeden edememişti. Dil konusunda iyi olmaktan ziyade onun için farklı kültürleri öğrenmek, o kültürden insanlar ile zaman geçirebilmek hep zevk vermişti kadına. Üniversiteyi bitirdikten sonra yüksek lisansını yaparken defalarca ülke dışına çıkma imkanı olmuştu, daha doğrusu öyle bir mecburiyeti söz konusuydu... Birisi önüne gramer getirse muhakkak takıldığı yerler olurdu fakat bu durum genelde sohbet ederek kazandığı bir yetenekti. Evet Rabia hocayı severdi, o kadının kendisini sevmesinin tek nedeni ise gördüğü yerde bilen biri olarak Almanca konusunda pratik yapmaya çabalaması ve bundan korkmadan kendisiyle iletişime geçmesiydi. Liseden mezun olduklarında bile belli etmişti Rabia hoca atılımı için kendisini sevdiğini. Yoksa inek öğrenci olmasından kaynaklanan bir durum değildi Elfe'nin söylediği gibi. Pera zaten kendisinde en çok bu huyunu severdi. Korkmadan, hata yapmaktan çekinmeden konuşurdu, başlaması yeterdi ve olabildiğince bir sosyal kelebek gibi etrafta dolaşırdı. Yoksa herkesin yaptığı gibi kendisini kitaplara gömse bu kadar dili öğrenirken kafası karman çorman olurdu. O ise kendisine en kolay gelen yolu seçip direkt olarak iletişime geçmişti. 'En çok hangisini öğrenirken zorlandın?' Nida'nın sorusuyla aklından kısa bir anılarını taradığında gülümsemesi büyüyerek baktı kadına. 'Çok enteresan gelebilir ama İspanyolca. Yanlış yerde ilerletme girişiminde bulundum.' 'Nasıl yani? Yapma şimdi nerede olursan ol İspanyol'ca o kadar da zor değildir.' Dağhan'ın sorusuyla derin bir nefes aldı. Otursa bütün gün yaşadığı sıkıntıları anlatabilirdi. Resmen hayatı kaymış gibi hissetmişti o aylarda. 'İspanya'da öğrenmeye başladıktan sonra gezmek için Latin Amerika'ya geçersen o kadar zor gelir. Aklımda derdimi anlatacak kadar biliyorum, orada da ilerletirim düşüncesiyle yola çıktığımda dünyanın dar gelme ihtimalini hesap edememiştim. Tam anlamıyla cehennem azabı gibiydi. Küba, Peru, bütün Latin Amerika'yı gezmek için yola çıktığımda ilk durağım Şili oldu. O kadar hızlı konuşuyorlardı ki ilk başta İspanyolca olduğunu dahi anlamam bayağı uzun zamanımı aldı. Hatta net bir şekilde hatırlıyorum, havaalanından daha çıkmamışken geri dönmek gibi bir şey geçti aklımdan. Hiç unutmam markette kadının birisi dia perfecto derken sadece dia kısmını yakalayabilmiştim. Salak salak suratına baktığım için üç defa daha tekrar etmek zorunda kaldı. Tam anlamıyla savaşın ortasında kalmış gibi hissediyordum. Sürekli kelimeler kurşun kadar hızlı şekilde havada uçuşuyordu.' Hepsinin gülüşü yeniden ortama neşe getirirken Pera başını sıkkınca sağa sola sallamaya başladı. Ne kadar gülerlerse gülsünler Pera o ilk haftalarda resmen korkunç bir filmin içinde hissetmişti kendisini. Sadece alışmak için Şili'de kaldığı haftalar boyunca başkenti Santiago'nun muhteşem güzelliklerine de rastlamıştı ama o ürkek kuş gibi olan hali hala ürpermesine neden oluyordu. 'Dalga geçmeyin, gerçekten kötüydü. Tamamıyla argoyla bezeli komedi filmi kadar kötü. En çok dumur olmamı sağlayan ise orada bir Türk ile karşılaşmam. Bakın, Latin Amerika'da konuşulan İspanyolca hızlıdır, fakat hem Latin Amerika'daysa hem de Türk konuşuyorsa daha zor. Samimiyeti seven bir milletiz biz, o gün Neva ile karşılaştığımda sonunda Türk olduğunu öğrenmeseydim işlerin gittikçe zorlaştığına dair bir yanılgıya kapılarak hostele dönüp panik atak geçirebilirdim. Ki Neva ile üç saat konuştuktan sonra Türk olduğunu öğrendim.' 'O kadar süre boyunca ne konuşabildiniz?' Deha anlamazca bakışlarını kadına odakladığında Pera'nın bilmiyorum dercesine dudak büküp omuz silkmesi bir olmuştu. 'Anlaşmaya çalışırken bana varlığından haberim dahi olmayan bir yemek getirdi daha sonra sipariş etmediğim halde şarap getirdi. Karşıma oturdu ve ben üç saat boyunca hem ne dediğini anlamaya çalıştım hem de ağzım açık dinledim.' 'Peki Türk olduğunu nasıl anladın?' bu kez Pamir mırıldandığında Pera derin nefesini ciğerlerine hapsederek gülümsemişti. 'Üç saatin sonunda hızla geçen kelimelerin arasından Türkiye dediğini seçebildim. Hayatımda hiç yapmadığım bir şey yaparak duyar duymaz kalkıp Türk'sün diyerek çığlık atıp sarıldım.' O gün o meydanda bütün gözler kendine dönerken ne yaşadığını, sanki bir okyanusun ortasına düşmüş de can yeleği fırlatılmış gibi oluşunu hatırlamak bile başka geliyordu. Kaldığı her gün Neva'yı ziyaret edişi, kızın bir süre sonra kendisini ağırlamak istemesi, o restoranda sadece dilini geliştirmek için gece yarılarına kadar Neva ile beraber çalışıp hostele döndükten sonra da orada konuşulan İspanyolcanın ne tür farklılıkları olduğuna dair çalışmalar yapmıştı. Hiçbir şekilde ne Neva'nın ne annesinin hakkını yiyemezdi. Kendisine çocukları gibi davranıp, yıllardır görmedikleri bir akrabalarını görmüşçesine tutunmuşlardı. Hatta Santiago'dan ayrılmadan bir önceki gece oturup içinin rahatlamasını bile sağlamışlardı. Garipti Neva'nın hikayesi. Anne kız bir olup yıllar önce arkasına bakmadan başka bir kadına giden ve sadece ellerinin altında çalışmayan bir araba bırakan babaya rağmen gözlerini kırpmadan kendilerini bilinmez bir yere atmışlardı. Neva'nın annesi defalarca, kendisini bırakıp giden, hiçbir hayat garantisi sunmayan adama gözleri önünde minnettar olduğunu belli edecek kadar teşekkür etmişti. Şaşırmıştı elbette Pera, hatta o kadar şaşırmıştı ki Sevda hanım ne vakit görsem yüzüne karşı da teşekkür ederim dese çatık kaşlarla bakmıştı kadına. O gece her şeyin eskisinden çok farklı olacağını anladıklarında Neva henüz 16 yaşındayken annesi Sevda hanım kapının önünde duran arabaya bakmıştı. Oturdukları ev kira, kirayı ödeyebilecekleri bir gelirleri dahi yokken, üstelik derme çatma bir yerde yaşarken büyük cesaret isterdi kadının yaptığı. Anlattığı kadarıyla bir sonraki gün kalktığı gibi arabayı nasıl satacağını, en karlı şekilde nasıl kazanç sağlayacağını araştırmıştı. Sonra da bir ay içerisinde bütün parçalarını satarak eline aldığı parayla ve kenara köşeye sıkıştırdığı üç beş kuruşla, bütün kalp kırıklığıyla beraber yanında 16 yaşında babasına bile güvenmemesini gerektiğini anlamış bir genç kadınla çıkmıştı yola. O zamanlar için en mantıklısının ucuz, güvencelerinin devlet tarafından sağlanabileceği bir yer olarak Küba'ya gitmeyi düşünmüştü fakat daha havaalanına iner inmez kenarda duran ilandaki dükkân çarpmıştı gözüne. Elinde kalan ufacık parayı da ne olacağını kestiremese bile o dükkâna vermişti. Fakat bütün korkuları içinde bir nokta atlamıştı ki bunu da sık sık kendine söylemişti Sevda hanım; 'Biz iki kadın bir olup yerimiz olmayan dünyada, kendimize yeni bir dünya kurduk.' Bu Pera için anlatılması ve sindirilmesi çok zor bir cümle olmuştu. Kendinin dahi güzel dediği, güvendiği yuvası dağılmış bir kadın bu dünyada kendilerine yer olmadığını düşünerek çıkmıştı yola. Acısı, kandırılmışlığı, sancısı, yer edinememişliği, en kötüsü sevilmemiş olması da sırtındaki çantadayken hayatını çiçek bahçesi yapmıştı. Tüm kaçmışlığı ise yıllar içinde kızıyla beraber büyümüştü. Sevda hanım korkmadan, çekinip üzülmeden anlatmıştı Pera'ya yaşadıklarını. Küçücük olan dükkanda senelerce hem uyuyup hem çalıştıklarını, kazandıkları parayla beraber bazen tüm gün yemek dahi yemeden sadece ürün aldıklarını, seneler süren o arbede sonrası kenara zorlukla koyabildiği parayla vatandaşlık için işlem başlattığını ve o gün tüm evraklar tamamken cebinde su alacak bir kuruş dahi kalmayışını... Bütün bu sabrın sonunda ise mükâfat alabilmiş olmaları çok içini rahatlamıştı Pera'nın. Çünkü Neva tüm o çocuk aklıyla zorluklar içinde yaşarken aldığı vatandaşlıkla beraber okulunu bitirmiş, o izbe, farelerin cirit attığı dükkanı büyütmüş, üstelik oldukları yerde de sevilen ve destek verilen iki kadın olmuşlardı. Ki Neva'nın söylediği kadarıyla o insanların destekleri kazandıkları çoğu şeyden daha değerli gelmişti ikisine de. Hatta bir seferinde işleri bittiğinde elindeki şarapla dükkanın önündeki hasır sandalyelerde otururken dalgın gözlerini etrafta gezdirip en son Pera'ya odaklanarak huzurlu olduğunu göstermek istercesine bir cümle kurmuştu; 'Bizi bizden başka seven yokken çok korkmuştuk ama buradakiler sevmeye başladığında beş yaşındaki bir kız çocuğunun kırmızı bir uçan balonla gezmesi kadar heyecanlıydık. Hala öyleyiz.' Çoğu savaş zorlu olurken böylesine cesaret isteyen bir harpten iki kadın sağ olarak çıkmıştı. En başta da kadın olarak el ele tutuşmayı bilmişlerdi. Herhalde tüm dünyayı karşılarına almak bu olabilirdi. Belki bütün savaşlar zor olurdu ancak bütün savaşların da tek galibi olurdu. Bu savaşın galibi de Neva ve Sevda hanımdı. 'Daldın...' yanından gelen fısıldamayla bakışlarını omuzuna dudaklarını bastıran adama çevirdiğinde gözlerindeki ışık mest etti Dağhan'ı. Pera'nın gülümsemesi, mutluluğu, başarmış olmanın verdiği heyecanın gözlerindeki ışıltıya şahit olmuştu ama şu an olan gurur duyan parıldamalar çok başka geliyordu. Çocuğuyla gurur duyan bir anne misali bakıyordu, güçlü, yaşadığı tüm zorluklara rağmen başarılıca üstesinden gelmiş bir anne olarak. 'Biz kadınlar... Zırhları olmayan şövalyeleriz.' Başını hafifçe sallayıp mırıldandığında Dağhan nereden çıktığını anlamasa da kaşlarını havalandırmaktan kaçınmadı. Gözlerindeki gururlu hali gördükçe içi içine sığmıyordu, sığmadığı gibi kendini de durdurmak zorunda hissetmiyordu. 'Siz kadınlar yaratılışın en güzel ve en detaylı eserisiniz.'
|
0% |