Yeni Üyelik
26.
Bölüm

Bölüm 24 - Bu Saatlerde İçimin Cenazesi Kaldırılıyor Genelde

@biceruvar

Merhabalar pandispanyalarım... Yeni bir bölümle, yine çıktım geldim. Saatler kaçı gösterirse göstersin ben geceyi daima seven biri olarak kalacağım sanırım... Çok uzatmadan sizleri yeni bölümle baş başa bırakıyorum...

Bu arada söylemediğim zaman tamamen unutulduğunu görerek, ki etkileşimi de hesaba katarsak zaman harcıyorum, bir beğeni, iyi veya kötü(yapıcı eleştirisel) şekilde yorumunuzu eksik bırakmayın...
Unutmadan daha hızlı haberdar olabilmek ve iletişime geçebilmek adına,
instagram: BiCeruVar

 

'Biz kadınlar... Zırhları olmayan şövalyeleriz.' Başını hafifçe sallayıp mırıldandığında Dağhan nereden çıktığını anlamasa da kaşlarını havalandırmaktan kaçınmadı. Gözlerindeki gururlu hali gördükçe içi içine sığmıyordu, sığmadığı gibi kendini de durdurmak zorunda hissetmiyordu.

'Siz kadınlar yaratılışın en güzel ve en detaylı eserisiniz.' Biliyordu Dağhan, belki Pera'yı içsel olarak uzun uzadıya tanımıyordu ama annesinden, Nida'dan, tanıdığı tüm kadınlardan biliyordu. Üstelik bir yerlerde bir şiirin cümlesi de her daim aklında kalmıştı. Ne demişti Ezgin Kılıç, bir kadını fethetmek, ona teslim olmaktan geçer... Bir kadın bunu yazarak, açık seçik itiraf ederken nasıl yaratılışın en detaylı efsanesi olmazdı ki. Olduğu gibi nasıl fethedileceğini anlatmak yürek istemezdi de ne isterdi. Yapabilse bir an durmazdı adam, dünya üzerindeki her kadını koruyabilecek olsa bir saniye beklemeden açardı kanatlarını, cesur, yürekli, bir gram destek için tüm gözyaşlarıyla okyanuslar oluşturan, ufacık sevgi için eli ayağına dolaşan her kadına ev olurdu. Çünkü en başta kendi yaşamıştı, bir kadın dizleri kanarken en çok çocuklarının kalbi kırılırdı, üstelik doğmamış olsalar bile doğdukları zaman o dizlerdeki tüm hasarı yaşarlardı. Defalarca annesinin dizlerinden akan kan parçalanmasına neden olmamış mıydı? İşte tüm bunlar yüzünden biliyordu, bir fiske kenarda dursun, tek kötü söz söyleyemezdi.

Gözünü kırpmadan kolunda uyuyan kadının yüzünü incelemeye devam ettiğinde ciğerlerini patlatmak istercesine soluklandı. Kaç satır, kaç paragraf, kaç roman dizmesi yeterli gelirdi bilmiyordu ama içindeki dolup taşan bütün hisleri tek kelimeyle bile dökemiyordu. Sadece yapabilse tüm ömrü boyunca yazması gerekeceğinin farkındaydı. Bir kadına karşı nasıl davranacağını, nasıl bakacağını, hatta nasıl sevileceğini bilmiyordu ama yapmaması gereken ne varsa harfiyen aklındaydı. Tek korkusu ise bütün bunları öğrenene kadar Pera'nın bıkıp kaçmasıydı. Düşüncesi bile göğsünün orta yerine ucu ateşle bezeli bir okun saplanmasına neden olurken geçirdi aklından. Ne zaman bu hale geldim?

Annesinden sonra bir kadına sığınıyor olması gözünü delicesine korkutuyordu. Oysa Pera ilk ilişkisi değildi. Hayatına giren tüm kadınlardan da uzaklaşmasının nedeni bu olmuştu zaten. Eksik, yarım, bir şeyler tamamlanmamış hissetmişti başka kadınlarda. O yüzden de çok uzatmadan, kalp kırmamaya özen göstererek sonlandırmıştı ilişkilerini. Hayatta en çekindiği şeyden, bir kadını incitmekten deli gibi korkarken kendini bir anda Pera'nın ruhuna bulanmış bulmuştu. İlk defa bir kadın tarafından sevilmeme düşüncesi yıkmıştı Dağhan Kalaycı'yı. Üstelik henüz aklında bir düşünce iken dar ağacında gibi hissetmişti benliğini. Bazen insanlar onsuz nasıl yaşanır bilmiyorum derken dalga geçtiklerini, sadece dilde olduğunu düşünürken şimdi aynı cümlenin ev sahibi oluvermişti. Bu kadar kısacık zamanda Pera'sız nasıl yaşanır bilmiyor ve hatırlamıyordu.

'Rabbim beni senden sonraya bırakmasın...' şakağına düşen saç tutamlarını okşayarak mırıldandığında alt dudağını sıkıntıyla ısırmayı da ihmal etmedi. Her şeye rest çekebilmişti. Yıllar içinde o kadar kötü zamanlara şahit olmuştu ki beş kuruşsuz kalmak dahi umurunda olmadan babasına, üzüleceğini bile bile sadece iyi olması uğruna annesine, okulu bitirememe ihtimaline karşın cahil düşüncesi yüzünden hocasına, hatta alacağı ilk işe rağmen saçma sapan tavrı için müşteriye bile rest çekebilmişti.

Göründüğünün tam aksine defalarca dizleri üzerine çöküp Allah'a yalvararak göz yaşı dökmüştü, bütün olanların kabus olması, başka bir ailesi olması ve tüm olanların bitmesi için... Şimdi ise tam burnunun ucunda bir kadın belirivermişti. Pera... Dağhan'ın bundan sonraki hayatında rest çekemeyeceği, en büyük sınavı olacak ama henüz bunu bilmediği kadın...

Kadının mırıldanmasıyla bedenine daha çok sokulması bir olduğunda sırt üstü dönüp göğsüne yaslanmasını sağladı. Kafasına ufacıkta olsa giren alkolle beraber dün geceden beri bir anlığına bile olsa gözlerini kapatamamıştı. Bir iki saate yoğun bir programın kendilerini beklediğini bilse de tüm varlığıyla teslimiyetini vermek istemişti. Diline dökemediği her şeyi kadına bakarak hissetmek olmuştu tercihi.

'Abi...' vurulan kapıyla beraber tavana diktiği gözleri gülümsemesiyle kısıldı anında. Deha ki bunca zaman dangır dungur odasına girip sabah veya akşam fark etmeksizin bağıra çağıra konuşan, uyuyan mı var, hasta mı var diye düşünmeyen adam...

Kardeşi için burasının zerre önem taşımadığının farkındaydı. Hatta normal şartlarda ülke değiştirmek istemeyeceğini, İstanbul'da hep beraber bir yemekle yılbaşını geçirmek isteyeceğini de biliyordu fakat kaçmaları için olan alt zemini en iyi şekilde kullanmıştı. Eğer ki İstanbul'da olsalardı muhakkak düzgün gitmeyen şeyler olurdu, buradayken ise haberleri dahi olmayacaktı dönenlerden ve kaçmak Deha'nın en güzel yaptığı şeydi.

'Efendim...' dikkatlice yataktan çıkıp kapı aralığından başını uzattığında adamın tebessümü de yüzüne dağılmıştı.

'Hazırlanın hadi, bir saate çıkarız.' Başını onaylarcasına sallayıp geri çekildiğinde tekrar duydu kardeşinin sesini.

'Abi.'

'Efendim koçum?'

'Teşekkür ederim, yani çalışman gereken zamanda sadece istedim diye her şeyi elinin tersiyle kenara ittiğin için.' Gülümseyerek odadan çıkıp arkasındaki kapıyı da çektiğinde elini kardeşinin ensesine atarak alınlarının çarpışmasını sağladı Dağhan.

'Sen benim canımın diğer yarısısın, o şirket batsa bile senin için rahat olsun hepsini en baştan yapmaya razıyım. Hadi şimdi hazırlan.' Ayrılıp omuzunu sıkmayı da ihmal etmediğinde odaya tekrar dönmüştü ki yatağın ucuna kadar kıvrılmış kadına hızlı adımlarla yaklaşıp yakaladı bedenini. Tüm gece kıpırdamadan yatan Pera sadece birkaç dakikada yataktan düşme tehlikesine mi girmişti sahi? Akıl alır iş değildi. Narin bedenini tutan elleriyle kadının gözleri açıldığında mayışık mayışık kaşlarını çatması bir oldu.

'Ne yapıyorsun?'

'Düşmene çeyrek kalmıştı, seni tutuyorum.' Cümlesiyle Pera bedenini yatağa doğru çevirdiğinde mırıldanması da gecikmedi.

'Teşekkür ederim.' Belli ki ilk kez yatağın ucuna kadar gelmiyordu kadın. Hatta o kadar rahattı ki muhtemelen yataktan düşmüşlüğü bile vardı. Diğer tarafa dolaşmaya erinerek kadının üzerinden atlayıp yanına uzandığında yumruk yaptığı eline de şakağını yasladı Dağhan.

'Uyanman lazım şehrimin ışığı...' Pera göz kapaklarını uyku mahmurluğuyla araladığında şaşkın şaşkın bakmaya başlamıştı ki karşısındaki yüzün gülümsemesiyle kaşlarını havalandırdı.

'Ne?'

'Uyanman gerek.' Kısa bir duraksamayla kadının saçlarında parmaklarını gezdirmeye başladığında devam etti cümlesine, 'Şehrimin ışığı.' Bu kadardı işte. Bir kadını memnun kılmak, güne gözlerini başka açtırabilmek, umuda, sevdaya tutunmasını sağlamak toplasak iki kelimelik bir cümle olabilirdi. Yüzündeki şaşkınlık yerini gülümsemeye çevirirken göğsüne sokularak bir kedi misali tebessümünü saklaması da bir olmuştu kadının.

'Ama hiç uyanasım yok...' hala göğsüne gömülü olan yüzü sayesinde boğuk çıkan sesiyle konuştuğunda az önce saçlarında dolaşan parmaklar da sırtını okşamaya başladı.

'Peki öyleyse, ben çıkıp Deha'ya planladığı şeylere katılamayacağımızı, akşam üstü dahil olacağımızı söyleyeyim. İster misin?'

'Hayır...' kadın mızırdanan çocuklar gibi yüzünü sonunda aydınlığa kavuşturduğunda sırt üstü dönerek gözlerini tavana dikti. İçinde belli belirsiz bir huzur vardı. Daha doğrusu anlamlandıramadığı şekilde heyecanlı hissediyordu kendisini. Nedenini bilmese, bu heyecan korkutsa bile çocuklaşmak istiyordu. Kısacık bir an aklından geçenleri düşündü. Uzun zamandır yapmadığı meditasyonu, kendine bulmak bir yana öyle bir girişimde dahi bulunmadığı psikoloğu, hatta yalnız kaldığı her dakika mumları ve tütsüyü yakarak pencereden dışarıyı izleyerek bomboş zamanlar geçirmesi o kadar uzaktı ki şu an kendisi bile şaşırıyordu bu duruma.

Oysa aklından geçen dört şey, meditasyon, psikolog, tütsü ve mum hep yanı başında gibi hali hazırda dururdu. Gözlerini tavandan çekip hülyalı hülyalı kendini izleyen adama yönelttiğinde gülüşünü daha çok çıkardı ortaya. İstanbul'a gider gitmez bu dört ana başlığı ele alacaktı ama bugün içinde olan o çocuksu heyecanı hiçbir şey bastıramaz, öyle bir girişimde dahi bulunamazdı. Dirseklerinden destek alarak doğrulup adamın dudağının bitişine dudaklarını bastırdığı gibi çıktı yataktan. Dağhan'ın bir anda hareketlenmesine anlam veremeyen bakışları arasında ahşap dolabın kapağını açtığında askıdaki kıyafetlere göz atarak kırmızı yazlık elbiseyle, boğazlı siyah kazağı aldığı gibi tekrar örttü.

'E hadi...' hala kendine anlamayan bakışlar atan adama tepki gösterdiğinde onun da ayaklanmasıyla kenardaki havluyu alarak çantanın yanında duran topuklu botunu, makyaj çantasını ve düzleştiricisini almıştı.

'Ben hazırlanmaya gidiyorum, ki kısa sürer. O zamana kadar umarım ne giyeceğini seçersin.' Kapıyı açtığı gibi çıkması da bir olduğunda salondaki koltuğa yayılmış Deha ve Pamir'in bakışları kendini döndü.

'Günaydın...' boğuk bir New York sabahına göre oldukça zıt olan sesi ortalıkta şakılarken kendine bakan adamların çatık kaşlarında gezdirdi gözlerini.

'Kahve hazır içer misin diyeceğim ama pek ihtiyacın varmış gibi görünmüyor.' Pamir elindeki kupayı havalandırarak konuştuğunda Pera elindekileri ilerlediği mutfak tezgahına bırakıp dolaptan çıkardığı kupaya kahve doldurmaktan da geri kalmadı.

'Biz buna yılbaşı neşesi diyoruz. Ne bu haliniz, yüzünüz cenaze kaldırıyor.' Belini tezgaha yasladığında elindeki fincandan bir yudum almıştı ki Deha kolundaki saati işaret ederek inanamaz halini de gösterdi.

'Bu saatlerde içimin cenazesini kaldırıyorlar genelde. Yılbaşı neşesi falan da bir ATT olmuyor.'

'Şu enerjinle bütün günü planlamış olman da benim içimi karartıyor. Tekrar planlamamız gerekebilir mi?' Deha'ya dalga geçercesine laf atmayı da ihmal etmediğinde adamın yüzünde oluşan dalga geçen gülümseme hızlıca kendine döndü.

'Deha Kalaycı var karşında yenge. Ben zibidi zengin çocuğuyum unuttun mu? Bir günü benden iyi kimse planlayamaz.' Dalga geçmek için kendine gelmiş bünyesiyle beraber Pera'da elindeki kupayı tezgaha bırakarak tekrar tezgaha bıraktıklarını alıp banyoya yöneldi.

Kısacık bir duşun ve on dakika içinde giyinmesiyle, makyajıyla hazırlığı bittiğinde banyoya dalan Elfe ve Nida'da gözlerini gezdirdiğinde iki kızın sırıtmaları da takdire değerdi doğrusu. Aynadaki arkasında duran iki kadının yansımasına baktıkça kahkaha atası geliyordu. Tepelerindeki depresyon topuzları, üzerlerindeki neden demesine dahi sebep olabilecek pijamaları, yüzlerinde ise bu bitmiş görüntüye tamamen ters orantılı sırıtmalarını kim görse gülerdi. Görünüşlerine bakılınca mimikleri o kadar ters orantılıydı ki başka birisi iki kadına bakarak tüm günü hatta haftayı evde geçireceklerine dair fikir yürütebilirdi.

'Benim işim bitti, ayna sizin kızlar.' Arkasını döndüğü dakika ikisini de baştan ayağa inceleme fırsatı bulduğunda Nida'nın tek bacağındaki sünger boblarla dolu çorabının içine tıkıştırdığı pijamasının paçasıyla kaşlarını havalandırarak süzdü.

'Türk kızıyım ben, ne bakıyorsun çorabıma? Bunu Türk kızları dışında kimse yapamaz. Çık dışarı Fransız.' Yediği azarla beraber iki kadının arasında sıyrılarak tekrar salona geçtiğinde gözü de arkada kalmıştı. Nida, sürekli kendini gizli saklı yaşayan, ısrarları doğrultusunda gerçekten onu yansıtan şeylere yönlendirdikten sonra tuvalete dahi abiyeyle gidebileceğini ve bu durumun garip olmayacağını düşündüğü kadındı. Prenses edasının yanı sıra tam anlamıyla bir canavar gibiydi. Bilmediği gizli bir krallığı sanki Nida kurmuştu da tüm o güçle ortada salınıyor gibiydi hali tavrı.

'Nida sünger boblu bir çorap mı giyiyordu, yoksa ben yanlış mı gördüm?' az önce iki kişi bıraktığı adamların üçe çıktığını gördüğünde Pamir gözlerini çalışıp çalışmamak arasında muallakta kalmış televizyondan kendisine çevirerek omuz silkti.

'Hep giyer.'

'Benim favorim, Ah alan, nah alır, yazan çorapları ama.' Deha'nın da konuşmasıyla kıkırdadığında bıraktığı fincanını alarak ne izledikleri dahi anlaşılmayan üç bedene bakmaya başladı. Üçü de öylece oturmuş arada sırada gelip giden, yoğunlukta karıncalı olan televizyon ekranını izliyordu. Ekranın tamamen karıncalanmasıyla beraber Dağhan hafifçe kalkıp televizyonun yan tarafına vurduğunda tekrar gelen görüntüyle yerine yeniden yerleşti.

'Bir şey anladığınızı zannetmiyorum, neden izlemeye çalışıyorsunuz?'

'Zevkli olan bu güzelim.' Televizyondan gözünü ayırmadan konuşmasıyla kendisi de yanlarına ilerlediğinde Dağhan'ın yasladığı kolunu çekerek koltuk kolçağına oturup ekrana bakmaya başladı. Haber izliyorlardı, üstelik spiker anlatıyor, onlar sesi kapattığı için dinlemiyorlardı bile ve tam görüntülere geçecekken karıncalanıp bir sonraki haberin görüntülerine geçerken kendine gelen ekrandan bunu yapıyorlardı. Yani spikerin anlattığı haberin değil bir sonraki haberin görüntüleri denk geliyordu. Televizyonun sesinin kapalı olması da başlı başına garip bir durumdu.

'Peki neden sessizde yapıyorsunuz?' kaşlarını havalandırıp bakışlarını üçüne çevirdiğinde Deha kahvesinden bir yudum alıp ekrana olan odağını çekmeden konuşmaya başladı.

'Spikerin anlattığı ile ekrana gelen eşleşmeyince sinirleniyoruz. Biz de sadece ekrana gelen görüntüye hitaben ne olduğunu anlamak için sesi kapatıyoruz.'

'Bunu sürekli yapıyor musunuz?'

'Bu evdeyken evet.' Sanki çok normal bir durummuşçasına üçü de başını sallıyordu. Deha, Sophia'ya dün şikayet ettiği koltuğu değil televizyonu değiştirmeyi önerse kesinlikle daha mantıklı olurdu. Az önce olan uzun karıncalanma yeniden ekranı kapladığında bu kez Pamir ayaklanıp televizyona vurmuştu ki banyodan çıkan kadınlarla beraber oturduğu yerden kalktı Pera. Daha fazla şu olaya şahitlik etmek istemiyordu. Hatta bir an önce karınca belgeseline dönen ekrandan sevgilisi de dahil üç erkeği kurtarmaktı niyeti. Dağhan'ın elini tutup çekiştirdiğinde adamın hala gözleri ekranda olsa da kalkmasıyla beraber Deha ve Pamir'de ayaklanmış, televizyonu ise direkt olarak üzerindeki tuştan kapatmışlardı.

'Akşama kadar programımız hazır, akşam yemeğinde Sophia Noel için davet etti. Ne kadar bizim için doğru değil falan desem de kabul etmeliyim yaşına rağmen çok ikna edici bir konuşma yaptı. Yemekten sonra da Times meydanına geçeceğiz.' Deha elindeki bagel ve kahveyle durmaksızın hem konuşup hem yürürken Dağhan çoktan Pera'nın belini sardığı tek koluna rağmen kahvesinden bir yudum almış kadının kendisine uzattığı çöreği de ısırmıştı.

'Peki akşam yemeğine kadar ne yapacağız?'

'Her şeye kısa zamanlar ayarladım abi. Gördüğünüz üzere Central Park'ta yürüyüp kahvaltımızı yaparak başlıyoruz işe.' Elindekileri işaret etmekten de kaçınmadığında adam gözlerini devirerek kardeşine bakıp Pera'ya doğru eğildi anında.

'Umarım kaldırabilirsin ama Deha söz konusu ise oturarak hiçbir şey yapamazsın.'

'Emin ol tüm Manhattan'ı bugün içinde gezebilirim.'

'Desene Deha'nın kadın sürümüsün.' Gülmeye başladıklarında tekrar önden ilerleyen kardeşine çevirdi bakışlarını.

'Buradan Metropolitan sanat müzesi, daha sonra Amerikan Doğa Tarihi müzesi, hemen arkasından öğlen için Çin mahallesini de es geçemeyeceğim. Gerçi eğer Çin mahallesi istemezseniz Little İtaly'ye de gidebiliriz. Bana ikisinin yemekleri de uyar. Sonra Aziz Patrik Katedrali, en sonuncu da sizler için...' bakışlarını üç kadında gezdirdiğinde gülümsemesi büyümüştü.

'Rockfeller Center ve 5. Avenue. Alışveriş unsurunuzu bile es geçmedim fark ettiyseniz. Mükemmel bir adamım resmen.' Üç kadında kahkaha atarken yürüyüşleri arabalara kadar sürmüştü. Dağhan ne kadar dile getirmese de sabah sabah bu parkta olmak tüm huzuru içine buyur etmişti.

Zamanında gözünü açtığı gibi buraya gelip koşusunu yapar ardından dönüp duş aldıktan sonra işe giderdi. Hayatın devam ettiğini hatırlatan tek faaliyeti o günlerde Central Park'da koşu yapmaktı. Üstelik her gün yapmasına rağmen nedense kendisini hep farklı yerde koşuyormuş hissine sürüklerdi burası. Başını kaldırmadığı davalar, prosedürler, evraklar, yaşının etkisiyle canlı kalması gereken yıllarda ruhunu sömüren çalışma yoğunluğundan sadece o koşular kendini sıyırmaya yardımcı olduğu için öyle hissetmişti belki de.

'Neden tarihi bir yer? Üstelik hepimize sordu, beşimiz de daha önce gezdik burayı?' müzenin zeminini adımlarken parmaklarını sıkıca kavrayan adama fısıldadığında Dağhan gözlerini tarihi zırhlardan çekerek gülümsemesini büyüttü.

'Ülkelerin dilleri ile arası iyi olmasa da müze gezmeyi çok seviyor Deha. Sadece burası değil, Türkiye'de de aynı. Harbiye Askeri Müzeyi ve Arkeoloji müzelerini kaç kez gezdi sayısını bilmiyorum. Geçen sene merakı yüzünden bir anda Antakya'ya gitti mesela. Müze otel vardı, onun için.' Pera'nın aldığı açıklamayla kaşları havalanırken içinden bir kez daha tekrar etmişti. Deha, zengin züppesi gibi görünmeye çalışan ama oldukça aklı başında olan bir adamdı. Kabul etsin veya etmesin fark etmeksizin geçmişe ilgi duyan, insanlara saygısı olan bir adam olarak kalacaktı.

Bakışları onu takip ederken Deha'nın sabahtan beri süren konuşmasının tamamen sessizliğe gömülüşüne şahit oluyordu. Üstelik öyle ki göz kırpmadan her detaya bakıyor, kendilerinin bir dakikasını alan yerde minimum beş dakika durarak en ince detaya kadar inceliyordu. Bütün bunları yaparken hem yazıları okuyor, hem de çevrede bulabildiği kişilerden bilgi alıyordu. Şu an aralarında en olgun olan kişi gibi gözüküyor dahi olabilirdi. Ancak tüm bunların ötesinde her parçayı izlerken, müzenin havasını ciğerlerine doldururken sanki ilk kez gelmiş gibi küçük bir çocuk edasıyla parlıyordu gözleri.

'Amerika Birleşik Devletlerindeki en büyük sanat müzesi olduğunu biliyor musunuz burasının? Çok ilginç değil mi? Kalıcı koleksiyon tamı tamına on iki küratörlük (küratör, bir müze içerisinde koleksiyon yöneticisidir. Çağdaş sanatta sergi düzenleyicisi anlamı taşır. Koleksiyonları küratörler istedikleri etkiyi yaratmak için düzenlerler.) bölümü arasında ayrılmış iki milyondan fazla eserle sunuluyor. Her geldiğimde yeni bir şey fark ediyorum. Her sanatı barındırıyor, her milleti, hatta her dini. Afrika, Okyanus, Asya, Bizans, Hint ve tabi ki İslam.' Gözlerindeki parıldamalarla merdivenlerden inerken konuşmaya başladığında büyülenmiş gibi olan haliyle bakmıştı beş bedene de Deha.

'Düşünsenize, acının içinde oluşmuş sanatlar var burada. Gözyaşları, kan, sevdiği insanları kaybedenler veya geride bırakmak zorunda olanların tam da orta yerinde...' Gülümsemesi daha da büyürken Pera bir anlığına da olsa burada kalmak istemişti. Deha o kadar hayran olmuş şekilde anlatıyordu ki adamı buradan hiç koparası gelmiyordu. Herhalde bir fırsatını yakalasa günler, haftalar veya aylarca kalırdı bu müzede. Kimseye de bu konuda hayıflanmaz, şikayetlenmezdi.

Geldikleri yerle içeri girdiklerinde Deha bu kez daha sakin kalsa da yine meraklı bakışlarına devam etmişti ki çok geçmeden Dağhan'ın boş olan tarafına geçerek adama kırık bir gülümseme gönderdi.

'Hatırlıyor musun, ben on yaşındayken getirmişlerdi bizi buraya.' Yorumuyla beraber o gün Dağhan'ın zihninde canlandığında Deha'nın yüzünde olan kırgın tebessüm kendinde de oluşmaya başladı.

'Babamın bizimle geçirdiği en güzel üç gündü diyebilirim herhalde, gerçi üç gün boyunca sadece burada adam akıllı zaman geçirmiş olabiliriz ama...' Az önce kırgın olan gülümsemesi artık histerik bir hal aldığında önünde durdukları dinozor iskeletinde de gözlerini gezdirip ellerini cebine yerleştirdi Deha.

'Hayatım boyunca, yaptığı tek doğru şey.' Kendi kendine konuşur gibi olsa da abi kardeş Deha'nın söyledikleriyle o günü tekrar yaşar gibiydi. Dağhan sesini çıkarmadan başını usulca salladığında elinin üzerini okşayan parmakla da derince nefeslendi.

'O gün bize hayatından bir saat ayırmış ve ayak diretmemle dinozorları anlatmıştı. Bizimle en uzun şekilde konuştuğu tek gündü. Bir gün Alzheimer falan olursam hayatım boyunca ona dair sadece bunu anımsamak isteyeceğim.' Deha'nın anlattıklarıyla Dağhan'ın sert yutkunuşları bir olurken az önceki hüznünü bir kenara fırlatıp abisinin omuzuna sakince elini vurarak yanlarından ayrıldı.

'Deha gibi bir umursamazı bile kendisini unutmak isteyecek kadar zorladı ya, Yunan mitolojisinden bir Tanrı olsa kurtarmaz artık.' Dağhan önündeki iskelete bakmaya devam ederek mırıldandığında omuzuna yaslanan başla derin bir nefes alarak Pera'nın parmaklarından kopmadan kolunu kaldırıp sardı kadını. Onun sakince boştaki elini göğsüne yerleştirdiği hissettiğinde ciğerini patlatmak istercesine soluklandı.

'İskeletin önünde de bu konuşulmaz artık. Hadi devam edelim.' Az önce mırıldanmasını gülerek dağıtıp kadını da kendisiyle ilerlettiğinde gözünün önüne gelen her şeyde birkaç saniye tutabilmişti bakışlarını. Deha on yaşındayken buraya geldiklerinde tüm müzeyi gezebilme imkanları olmamıştı ancak üç gün bile olsa iki adamda kendini gerçekten normal bir ailenin çocukları gibi hissetmişlerdi. Yıllar içinde tamamını gezemedikleri bu yere de defalarca tekrar ziyarette bulunmuşlardı. Baktığı her detay Deha'nın müze merakı sayesinde aklına öylesine kazınmıştı ki çok uzun zaman geçirmesine gerek kalmıyordu eserlerin üzerinde.

'Çıkmak ister misin buradan?' kolunun altındaki kadının fısıltısıyla bakışları ona döndüğünde başını sağa sola sallamakla yetindi sadece.

'Kahkaha atmayacağına söz verirsen sana bir şey anlatayım.' Dağhan'ın sessizliğini bozmasıyla beraber geldikleri merdivenlerinden inmeye başladıklarında Pera tek kaşını kaldırıp baktı adama.

'Söz veremem sanırım.'

'Boş ver ben yine de anlatayım. O sene buraya geldiğimizde Deha'nın dediği gibi babam bir saat dinozorları anlattı. Deha dinledi dinledi en son babam konuşmasını sonlandırınca döndü, keşke sen de dinozor olsaydın baba, dedi.' Pera anlamaz bakışlarını sunarken kahkaha atmasına neden olacak yer için de Dağhan dudaklarını ıslattı.

'Tabi o da anlamadı, neden dedi. Deha bey on yaşındaki bacak kadar boyuna bakmadan önce iskelete baktı uzun uzun sonra babama döndü, senin de neslin onlar gibi tükenirdi ne güzel, deyip omuz silkerek iskeletten uzaklaştı.' Pera beklemediği cümleyle beraber kahkahasını tutamadığında önden ilerleyenler kendilerine baktığı zaman zorlukla dudaklarını birbirine bastırıp yüzünü adamın göğsüne gömdü.

Kahkahası Deha'nın çocuk yaşta bunu acı bir tecrübeyle düşünmüş olmasına değildi, çocuk aklına rağmen dik başlı ve mantıklı cümleler kurmasınaydı. Kendinden emin, acımasızca yanan canını babasının yüzüne çarpabilme cesaretini kendinde bularak konuşmasındandı. Az önce ortalığa dağılan kahkahası durgunlaşmaya başlarken sakin sakin önden ilerleyen Deha'ya çarptı gözleri. Belki de çocukluğun ne olduğunu anlayamadığı için çocuk gibi davranıyordu adam. Belki de korktuklarından, sakınıp, kaçtıklarından ötürü böylesine serseri görünmek istiyordu. Omuzlarına daha fazla sorumluluk almak belli ki işine gelmiyordu.

'Düşünüp sıkma canını.' Pera dalıp gittiği Deha'dan, Dağhan'ın sesiyle irkilerek kurtulduğunda bakışlarını adama çevirmişti ki onun çocuk gibi kırgın gülümsemesiyle karşılaştı.

'Gölgesi olan ağacımız yoktu, biz çınar olduk.'

 

Loading...
0%