Yeni Üyelik
27.
Bölüm

Bölüm 25 - The Devil Wears Prada

@biceruvar

Merhabalar pandispanyalarım... Yeni bir bölümle, yine çıktım geldim. Saatler kaçı gösterirse göstersin ben geceyi daima seven biri olarak bu vakitlerde bölüm yayınlamayı sanırım alışkanlık haline getirdim... Gündüzü veya gecesiyle, günün sevdiğiniz herhangi bir saatinde umarım hep mutlu olursunuz... Çok uzatmadan sizleri yeni bölümle baş başa bırakıyorum...

Bu arada söylemediğim zaman tamamen unutulduğunu görerek, ki etkileşimi de hesaba katarsak zaman harcıyorum, bir beğeni, iyi veya kötü(yapıcı eleştirisel) şekilde yorumunuzu eksik bırakmayın...
Unutmadan daha hızlı haberdar olabilmek ve iletişime geçebilmek adına,
instagram: BiCeruVar

 

Kahkahası Deha'nın çocuk yaşta bunu acı bir tecrübeyle düşünmüş olmasına değildi, çocuk aklına rağmen dik başlı ve mantıklı cümleler kurmasınaydı. Kendinden emin, acımasızca yanan canını babasının yüzüne çarpabilme cesaretini kendinde bularak konuşmasındandı. Az önce ortalığa dağılan kahkahası durgunlaşmaya başlarken sakin sakin önden ilerleyen Deha'ya çarptı gözleri. Belki de çocukluğun ne olduğunu anlayamadığı için çocuk gibi davranıyordu adam. Belki de korktuklarından, sakınıp, kaçtıklarından ötürü böylesine serseri görünmek istiyordu. Omuzlarına daha fazla sorumluluk almak belli ki işine gelmiyordu.

'Düşünüp sıkma canını.' Pera dalıp gittiği Deha'dan, Dağhan'ın sesiyle irkilerek kurtulduğunda bakışlarını adama çevirmişti ki onun çocuk gibi kırgın gülümsemesiyle karşılaştı.

'Gölgesi olan ağacımız yoktu, biz çınar olduk.'

Oturdukları sandalyelerle Pera bakışlarını camdan dışarıda gezdirmeye başladığında havadan süzülerek düşen kar tanelerine gülümsemeden edemedi. Yolda oldukları süreç boyunca Dağhan ile sürekli olarak tartışmaya girmişti kadın. Arabaya bineceği sırada genzine dolan kar kokusunu o kadar yoğun hissetmişti ki heyecanla adama açıklamıştı durumu ancak Dağhan kar kokusu hakkında zerre fikri olmadığını, öyle bir şey olduğunu da düşünmediğini söylediğinde bir süre açıklamaya çalışsa da bir raddeden sonra pencereyi açıp kafasını resmen dışarı itmek istemişti. Sürekli yaşardı bu durumu, annesine de aynı şeyi söylerdi Pera. Ne zaman genzine dolsa o soğuk koku kar yağacak bak hava öyle kokuyor derdi. Ama ne yazık ki Dağhan gibi onu da bir türlü ikna edememişti. Bu konuda kendisiyle hem fikir olan sadece babasıydı.

Ki artık annesini ikna etmekten bıktığı bir gün babasının mırıldanmasıyla çılgına dönüp boynuna atlayıvermişti. Alain o gün bahçe kapısına adım attığı dakika çektiği nefesiyle ufacık bir gülümseme sunmuştu ortalığa ve 'Kar kokuyor.' Demişti. Bu Pera için o zamana kadar rastladığı en güzel his olmuştu. Çoğu insan itiraz etse, fark etmese bile vardı. Yağacak karın kokusu, bahar gelirken esen rüzgarın kokusu, reçinelenen ağaçların yanından geçerken aldığı o koku vardı işte. Tıpkı akşam dokuz ile on iki arasında bir saat varmış gibi hissedilmesi, kupadaki çay ile ince bellideki çayın tadının çok farklı olması gibi bir durumdu bu. Vardı, Pera adı kadar emindi ama insanlar almıyorlardı.

'Sana kar yağacak havada kokusu var demiştim.' Yanındaki adamın koluna dirseği ile yavaşça dokunup yüzündeki bilmiş gülümsemesiyle ona döndüğünde Dağhan anında gözlerini devirdi.

'O küçük burnun her kokuyu alıyor değil mi?' adamın yanıtıyla burnuna bakmaya başladığında bir anda yüzünün tutulup yanağının ısırılmasıyla büyüttü gözlerini. Burnu küçük sayılmak bir yana yamuktu da, Dağhan nasıl görüyordu kendisini gerçekten merak etmeye başlamıştı. Evet, kendine saygı duyardı, aynaya baktığı zaman kendisi olmaktan memnundu ancak o şirket içerisinde hafif bir tebessüm dışında gülümsemesi olmayan, genelde kederden kedere koşarak kendine kapkara günler düşünerek zindan oluşturan Dağhan şimdi burnunun küçük olduğunu söylemiş ve muhtemelen kimsenin şahit olmadığı şekilde yanağını mı ısırmıştı? Son raddesine kadar şaşkınlığını gizleyemeden açtığı gözleriyle adama baktığında masadakilerin de aynı halde olduklarını anlaması pek vaktini almadı.

Hepsinin üzerindeki şaşkınlık tepelerine dikilen garsonla dağılmaya başladığında az önce yaşadığı anın şokuyla hızlıca siparişini verip tekrar dışarı çevirmişti Pera gözlerini. İçindeki şu çırpınan ruhuna Dağhan böyle davranınca söz geçiremiyordu. Oysa en çok istediği şey bir noktada içindeki kıpırdanmaya kilit vurup yavaşlaması gerektiğini söylemekti. Bu duygu, bu cümbüş öylesine korkmasını sağlıyordu ki kendi aklı dahi şaşıp kalıyordu duruma. Eğer ki bedeninde bir otoyol olsaydı, Pera bir an beklemez Dağhan'ı gördüğü zamanlarda harekete geçen kalbi için metre başı o yola YAVAŞ tabelası asardı kesin.

Diline dökmekte iyi değildi fakat ruhu an itibariyle, hem çıkmaz bir sokağa girip geri dönecekken kendine saldırmak için hazırlanan kuduz bir köpekle karşılaşmış, hem de ellerini iki yanına açıp saçlarının arasında rüzgarlar geçerek salıncakta sallanan bir çocuk gibiydi. Bir yanı delicesine ölmek istiyor, diğer yanı yaşamayı severcesine çırpınıyordu. Bir şey hem bu kadar doğru hem de bu kadar yanlış nasıl gelebilirdi insana? Bir insan hem korkup hem nasıl isteyebilirdi? Bir ruh nasıl içindeki savaştan mağlup mu yoksa galip mi geleceğini bilemez ve iki sonuçtan da koşa koşa kaçmak isterdi?

İçinde devam eden kendini bilmez savaş arasında kalıp parçalanmak istiyordu. İki yanından birisi kendisini yok etsin istiyordu çünkü korkuyordu Pera. İyi veya kötü her durumdan korkuyordu. Dışarıda yağan karın etkisiyle kapalı hava yüzünden restoranın camından baksa bile yansıması kendisini belli ediyordu. Resmen iç hesaplaşması dışarıda da bir tane daha kendinden karşısına oturtmuş gibi hissetmişti. Gözlerini sıkıca kapatıp açtığında olağan kaosunu belli etmek istemezcesine yansımasından yeniden sokağa odaklanarak kurtuldu.

İzbe gibi duran ama bir o kadar da ışıl ışıl bir sokaktı. Hemen hemen her dükkanda kırmızı renkler birbirine geçmiş, Çince yazılar tüm tabelaları kaplamış, kağıt fenerler ise en az ikişer tanede olsa her yerde kullanılmıştı. Hemen çaprazdaki büfe gibi duran yere göz attığında kapının önünde duran oturaktaki adamla katran karası hareleri çarpıştığında kaşları da çatıldı. Gün boyunca adamı iki kez görmüştü, ikisinde de turistler için açık noktalar olduğunu bilerek es geçmişti, normal şartlarda burası içinde es geçip önemsemeyebilirdi ancak adam resmen gözlerini üzerlerine dikmişken pek karşılaşma olduğuna olanak vermiyordu. Bakışlarını adamın üzerinden çekmemeye kararlıyken onun üzerindeki gri kırçıllı kaşe monta sarılıp büfeden uzatılan paketi alarak ayaklanıp ilerlemesi bir olduğunda içi bir nebze de olsa rahatladı. Her şey bitmişti şimdi de paranoyak mı oluyordu Allah aşkına...

'Güzelim... İyi misin?' Dağhan'ın fısıldamasıyla bakışları arkasını dönmüş yürümeye devam eden adamdan koptuğunda garsonun getirdiği tabağı da fark ederek masadaki dirseklerini de çekti hızlıca.

'Şey, iyiyim. İleride tütsü satan bir yer gördüm gibi geldi de dalmışım.'

'Erken başladın alışveriş tutkusuna yenge?' Deha'nın konuşmasıyla az önce yüzünde olan gergin hali silerek gülümsemesini göstermişti ki çok geçmeden Elfe'nin sesi düştü ortaya.

'Pera sandığın gibi alışveriş zevkleri olan bir kadın değildir Deha'cım. Onun için uzun uzun alışveriş yapması tütsüler, mumlar, buhurdanlıklar, aromaterapi yağları, doğal taşlardan ibarettir. Diğer alışveriş alanları minimum düzeyde tutulur.' Kadının yorumuna tek kaşını kaldıran Nida şaşkınlıkla bakmıştı sadece. Saatlerce kendini giysi mağazasında mahsur tutan Pera'nın diğer konuları kısa tuttuğunu duymak hiç inandırıcı gelmiyordu nedense.

'Bana neden eziyet çektirdin o zaman?' gözlerini büyüterek Pera'ya doğru hesap sorarcasına konuştuğunda aldığı gülümseme geri çekilmesini sağlamıştı bile.

'Minimum seviyem o Nida.'

'Üç buçuk saat, üç buçuk saat ve tek mağaza senin minimum seviyen mi? Şaka mısınız siz?' Nida bir Pera'ya bir de Elfe'ye baktığında onların usulca omuz silkmesiyle beraber Deha gözlerini anında iki adamda gezdirdi.

'Alışveriş adına zaman ayırmam bir an hataymış gibi hissettim.'

'Hataydı zaten.' Elfe hafifçe eğilerek Nida'nın yanında oturan adama bakıp konuştuğunda aslında neler yaşayacakları da baştan çizelge misali belli gibiydi. Yanlarında üç kadın vardı, Nida hariç ikisi alışveriş tutkunuydu ve en az olan sürenin üç buçuk saat olduğunu söylemişlerdi az önce.

'Benim oyum 5. Avenue'den yana.' Pera omuz silkerek konuşup yürümeye devam ettiğinde hala tüm ekibin bir karara varmasını bekliyordu. Yemeklerini yedikleri restorandan çıktıkları ve neredeyse yarım saattir Çin mahallesinde gezdikleri süreç boyunca Deha zamanın yetişmeyeceği düşüncesini de benimseyerek üç kadına dönüp direkt olarak iki alışveriş noktasından birisini seçmelerini rica etmişti, yoksa çıkamazlardı işin içinden.

'Sen bir şeytansın.' Dağhan gözlerini kısarak elini tuttuğu kadına baktığında onun sırıtmasıyla başını sağa sola salladı. Daha çok olanak olan bir yeri elbette ki seçecekti ki bu durumdan haberdar olan sadece kendisi değil Dağhan'da vardı gördüğü kadarıyla.

'Bir film var, mutlaka izlemişsindir.' Pera sırıtmasını bozmadan karşılık verdiğinde Dağhan başını usulca sallamaya başlamıştı bile.

'The Devil Wears Prada.'

'Evet sevgilim, şeytan marka giyer.' İkisi de gülmeye başladığında kendi kararını ortaya sunduğu için rahat bir şekilde hala ortada dönen fikir ayrılıklarından kopmak istercesine tuttuğu eldeki parmaklarını gevşetip ufak dükkâna yöneldiğinde Dağhan parmaklarını sıkılaştırıp kendisiyle sürüklenmeyi tercih etti. Bakışları kısa bir anlığına arkalarında kalanlara dönse de onların fark ederek oldukları yerde durup hala karar verme çabalarını gördüğünde bu kez dükkândan içeri girerek derin bir nefes aldı.

Etrafta yoğun şekilde çevresini sarıp kendisini içine çeken kokular, dükkânın ışıklarından yere düşmüş yıldızmışçasına parlayan taşlar varken gülümsemesi büyüdüğünde sonunda serbestleşen eliyle beraber tütsülerin önüne diz çöktü. Mağazanın kasasında bekleyen muhtemelen yetmişlerindeki kısa boylu kadın ise sanki hep aynı manzarayla karşılaşır gibi birkaç saniye baksa da elindeki iplere tekrar döndü.

Dağhan başını omuzuna doğru eğerek kendini dükkânda kaybetmiş gibi olan kadını izlemeye devam ederken Pera'nın bu konuyu olabildiğince ciddiye aldığını görerek gülümsedi. Geçirdikleri on dakika boyunca gözlerindeki rahatlamaya şahit olmak, bu ağır kokunun arasında rahatsız olmadan, kokladığı ancak sadece beğendiklerinde göz kapaklarının titreyerek kapanıp üst dudağının kıvrılmasını belki de saatlerce izleyebilirdi. Kasaya ilerlemesiyle arada ufak bir çatışma çıksa da kendilerine şaşkınlıkla bakmaya başlayan kadın sonunda gülümseyerek parayı Pera'dan almıştı. Aralarında geçen kısacık konuşma ise Dağhan'ın an itibariyle kudurmasına sebep olabilirdi.

'Ne dedi de o kadar güldün?'

'Kadın İngilizcede konuşabiliyordu, bilmeni istese Çince söylemezdi.' Parmak uçlarında yükselerek adamın yanağına dudaklarını sıkıca bastırdığında Dağhan hızlıca kolunun altına çekmişti kendini.

'Peki sen ne dedin?'

'Bizim milletimiz için senin ödemek istemenin nezaket gösteren bir hareket olduğunu söyledim.'

'O zaman niye kapıştığımızı sordu?' ufacık bir kopya almak istercesine gözlerini kısarak kadına baktığında Pera kahkaha atıp başını sağa sola salladı.

'Ne yaptığımızı anlamadığını söyledi?' Pera tekrar başını sağa sola salladığında yanağına yerleşen elle yüzüne usulca yaklaşan yüze baktığında Dağhan tekrar konuşmuştu.

'Söyle, yoksa sokağın ortasında seni öperim.' Tehdit Pera'nın yeninden kahkaha atmasına neden olurken omuz silkip adamın dudaklarının üzerini kendisi örtüp geri çekildi.

'Ben yarı Fransız'ım, yani romantik bir ülkenin yarı çocuğuyum. Ayrıca sokakta şiddet gören bir kadın olmaktansa, sokakta öpülen bir kadın olmak çok hoşuma gider. Tekrar öpmemi ister misin?' tebessümüyle beraber bu kez Dağhan dudaklarının üzerinin kapanmasını sağladığında son anda karışan adımlarını da toparlayarak kopmuştu tenleri birbirinden. Kendilerini rahat bırakmak için önden yürüyen bedenlere bakıp yeniden güldüklerinde Pera göz ucuyla dibindeki adama bakıp derin bir nefes aldı.

'Bir erkeğin ekonomik veya sosyolojik boyunduruğu altında asla eğilmemelisin, böyle devam et, dedi.' Adam sonunda alabildiği yanıttan memnun olmuşçasına kendine döndüğünde kollarını anında beline sarıp başını da yaslayarak derin bir nefes aldı.

Pera aralarında geçen ufacık anda söylediği şeyden oldukça emindi. Utanmazdı, bu New York veya İstanbul fark etmezdi. Sokakta Dağhan'ı öpmek utanacağı bir şey değildi ona göre. Dediği gibi şiddet görmektense, insanların öpüştükleri için ayıplayan bakışlarına maruz kalmak zerre umurunda olmazdı. Dünya üzerinde en çok saygı duyulması gereken şeyin sevgi olduğunu düşünerek yetiştirilmişti, belki de bu duruma olan rahat tavrının nedeni de buydu.

Sonunda karar kılınarak 5. Avenue'de yaptıkları alışveriş macerasını ellerinden geldiğince kısa tuttuktan sonra kendilerini Sophia'nın hazırladığı masada bulduklarında tüm günün yorgunluğunu da yeni fark ediyorlardı. Birinden dahi yeni yıla evde girelim önerisi gelse hepsinin onay vereceği üzerlerine çöken uyuşukluktan belliydi. Masada canlı, hala devam edebilecek iki kişi vardı; Deha ve Pera. İkisi de tüm yemek boyunca konuştukça konuşmuş, ortada kahkaha attıracak ne varsa tüm olan bitenleri dökmüşlerdi. Dağhan kardeşini bilen bir adam olsa da Pera'nın günün başında söylediği tüm şehri gezebilecek olma yorumunu şu dakika onaylıyordu. Tıpkı Deha gibi enerjisi sönmemiş, aksine enerji patlaması yaşar haldeydi kadın.

'Abimin iyi ki aklını aldın yoksa şu uyuşuklarla geceyi evde noktalardık yenge.' Deha elindeki kadehi kendine doğru kaldırdığında Pera'da anında iki camın çarpışmasını sağladı.

'İyi ki sevgilimin senin gibi bir kardeşi var.' Ciddiyetini belli edercesine konuştuğunda masadakilerin isyankar mırıldanmaları yükselse de öyle veya böyle hazırlanıp çıkmaları gerektiğini bilerek toparlanmaya başladılar. Sophia'nın evinden çıkıp kendi dairelerine döndüklerinde ise Pera birkaç dakikalığına odaya girip tekrar çıktığı gibi kapıya yöneldi.

'Nereye güzelim?' arkasından seslenen Dağhan'a baktığında sırıtması daha da genişledi kadının.

'Hemen döneceğim.' Aralık bıraktığı kapıyla Sophia'nın kapısını tekrar çaldığında açılıp kendine bakan yaşlı beden de bir olmuştu.

'Mutlu noeller Sophia.' Yüzündeki gülümsemeyi silmeden elindeki ufak paketi uzattığında kadının dolmaya başlayan gözleriyle beraber kendisine sarılması da bir oldu. Pera birbirinden farklı iki kültürde eşit oranlarla yetişmiş bir kadındı ama her şeyin ötesinde hem annesinin hem de babasının ona kattığı ortak değerler çok başka hissettirmişti hep. İnsanları mutlu etmek ancak bunu da kendinden feragat etmeden yapmak, yalnızlığın iyi olabileceği kadar çok kötü olabileceği hakkında türlü tülü konuşmaları iki büyüğünden de dinlemişti.

'Sana da mutlu noeller Pera. Ben çıkamadım ama bir daha-'

'Uzun zamandır oturmadığım mükemmel bir yılbaşı masası hazırladın. Çok teşekkür ederim.' Kadını desteklercesine bedeninden uzaklaştığında arkasını dönmesiyle kirişe omuzunu yaslayıp kollarını göğsünde bağlayarak kendini izleyen adamla göz göze geldi.

'Benim için yılbaşında kimse yalnız hissetmemeli.' Arkasında kalan kapının kapanmasını duyduğunda mırıldanmıştı. Omuzunu sakince silktiğinde Dağhan'ın sadece yüzünde değil, gözbebeklerine kadar ulaşan gülümsemesiyle adımlarını ona yönlendirerek tekrar girdi eve. Annesi ve babası bu duruma farklı açılardan baksa da yılbaşı akşamından önce babasıyla ne zaman alışverişe çıksa uzun zaman ayırırdı adam.

Pera'da defalarca bu alışverişlerde bulunmuştu. Alain önce ev için alacaklarını alır arabanın bagajına yerleştirir, ardından tekrar markete girerek ayrı bir alışveriş yapardı. Aldığı şeyler ufak tefekte olsa genelde kışın soğuğundan koruyacak veya insanların ellerine aldıkları anda yiyebilecekleri şeyler olurdu. Ve o zamandan beri Pera'nın dikkatini çeken bir detay daha olmuştu. Alain yıllar boyunca bir ev alabilmek, eşyaları yenilemek için çabalayıp, çalışıp durmuş bir babaydı. Ancak o marketten evi dışında aldıklarını her zaman farklı bir karttan ödemişti. Pera ise bunun nedenini Dağhan konusunda konuşurken kendi hayatını açan babasından yıllar sonra öğrenmişti. Babası varlıklı bir ailenin çocuğu olsa da evlendikten sonra da, önce de babasından gelen tek kuruşu kabul etmemiş ancak ailesi sürekli o karta para göndermekten vazgeçmemişti. O para gelmeye devam ettiği günden beri de adam sürekli kendisi dışında harcama yapmıştı ve Pera'ya o gece bu konuda can alıcı bir cümle kurmuştu, 'Hayatımı bu kadar çıkmaza sürüklese de, parasıyla bir şeyi doğru yapmak içimi rahatlatıyor, gözümde iyi biri olmasını sağlıyor.'

Baba kız marketten sonra ayrıca aldıklarını sokakta yaşayan çocuk veya büyük ayırt etmeksizin dağıtırlardı o günlerde. Kendisi trafik akışı olan yerlerde arabadan inmezken babasının inip kenarda yırtık bir battaniye ile oturan yaşlıların önünde diz çökerek bir şeyler vermesini izlemek, onların dolan gözleriyle babasına gülümseyip teşekkür etmelerine gerek bırakmayan gözlerinin parlamalarını görmek hala dün gibi hatıralarındaydı. Daha sonra dur durak bilmeden ormanların içine dalıp hayvanları beslerler, neredeyse tüm günü böyle geçirirlerdi. Akşam yemeğinde ise annesinin kurduğu o masaya oturduklarında Alain gecenin bitimiyle her sene verdiği öğüdü verirdi, 'Kimse yalnız kalmışlığın, tek başına olmanın korkusu içinde yaşamamalı. Herkes kendini değerli hissetmeli.'

Üzerine giydiği pudra rengi payetli askılısını aynanın karşısında düzelttiğinde dar siyah pantolonun belini de yukarı çekmeyi eksik etmedi. Saatlerce dışarıda olacakları, Times meydanının soğuk ve kalabalık olacağını biliyordu. Tutup elbise giymesi akla mantığa yatkın bir hareket olmazdı. Sıcak bir ortama girdikleri dakika üzerine geçireceği kabandan kurtulup yoluna devam edebilirdi ancak soğuk bir akşamda sokağın ortasında titreyerek duramazdı. Dolap kapağındaki aynada olan yansımasına göz atarak saçlarının arasına parmaklarını daldırdığında arkasından gelip açık beline dolanan kollarla gülümseyerek başını omuzuna düşürdü. Dağhan'ın sakin sakin aynadan kendini süzmesi birkaç saniyesini aldıktan sonra dudaklarını askısından açık kalan omuzuna bastırmasıyla derince nefeslendi.

'Anlaşılmaz ama... Sen benim ait hissettiğim yersin.' Adam dudaklarını omuzundan çekmeden mırıldandıktan sonra bakışlarını tekrar aynaya çevirdiğinde Pera sertçe yutkunarak bakmıştı yansımalarına. Dağhan'ın sıcacık avuçlarının karnını sardığını, ılık nefesinin omuzuna hala yol çiziyor oluşunu, gözlerindeki duyguların okyanus gibi derinliğinin farkındaydı. O kadar kaçaktı ki, kendinden bile, korkularından bile sakınıyordu her anı. Bitecek, acıtacak, kanatacak korkusu tüm benliğini ele geçiriyordu. Adamın kurduğu her cümlenin doğruluğunu gözlerinden okuyabiliyor olsa da acabalar içinde sıkışıyordu ruhu.

Ya görmek istediğim bu olduğu için görüyorsam?

Ya Dağhan bana aslında böyle bakmıyor da ben böyle hissediyorum diye bu kadar yoğun görüyorsam hislerini?

Ya koca bir yalansa her şey?

Ya o da yanıltırsa beni?

Ya yarasına ortak ettiği değil de sargı yaptığıysam?

Ya tüm bu acıları atlattıktan sonra acımasızca teninden tek hamlede söküp atacaksa yara bandı gibi beni?

Ya yürüdüğü yolda elinden tuttuğu değil de, geçerken uğradığı bir sokaksam?

Gözlerini sıkıca kapatıp başını adamın göğsüne doğru geriye bıraktığında derin bir nefes aldı. Olamazdı. Tüm bu aklından geçenler bozuk zihni yüzündendi. Bu kadar ütopik şekilde bir adamın bakışlarını beyni dahi oyunlarla kendine gösteremezdi. Yaşadığı, hissettiği, Dağhan'ın derin harelerinde gördüğü gerçekti. Gözleri gerçek değilse bile, sözleri gerçekti. İliklerine kadar bunu hissederken kaçamazdı. Yanılıyorum algısını kafasından alıp, bir kağıt gibi buruşturup kendisinden en uzak, ulaşamayacağı köşeye fırlatmalıydı. Onca kırgınlığa, kırılmışlığa ve artık inanamayacak oluşa inat açmalıydı gözlerini. Yanacak, yakacak hatta belki de yıkılacaklardı ama bunu yüreğinden geçenlerle son kez yapacaktı Pera. Dudaklarına, diline vurduğu tüm kilitleri açacak, Dağhan'ı yaşayacaktı. Eğer ki bir gün yine dizlerinin üzerine çöküp kalırsa ve bu Dağhan sayesinde olursa aklından tek bir şey geçirecekti.

Ben istedim, yaptım ve pişman değilim.

Usulca başını yasladığı göğüsten çekip bedenini de adama çevirdiğinde karnında olan eller beline akmış, kapkara gözleri ise zindanlar kadar derin elalara baktığında kalbinin çarpıntısı kulaklarının uğuldamasına neden olmuştu resmen.

'Biliyorum, ikimiz içinde birbirimiz ilkleri değiliz ama kalbim, kalbim ilk kez böyle çarpıyor.'

Bazı kadınlar kendi yaralarının arasında tek başına, yorgun yürekleriyle savaşmak zorunda kalırdı. Tüm kemikleri sızlarken kimseye anlatmaz, bir de çok güçlüymüş gibi başkalarını dinlerlerdi. Her zaman bir sağlık görevlisi edasıyla tedavi etmeye çabalarlardı. Bazen korkak, bazen yıkılmış, bazen bir damla su için yalvaracak hale gelmişken bir şey yokmuş gibi davranırlardı. En çok güçlüyken güçsüz olurlar, düşmüşken yerde sürünerek başkasını kaldırmaya çabalayan olurlardı. Kendileri adına az kararlar verirdi kadınlar. En iyi ihtimalle kendilerini ikinci sıraya koyarlardı daima. Sevdikleri, çocukları, hatta diğer insanlar bile kendilerinden önce dururlardı hayatlarındaki sıralamada. Batan gemiden önce kadın ve çocuklar kurtarılırdı ama kadınlar kendi gemilerinden bir kaptan edasıyla asla çıkmazlardı. Başkalarını kurtarmak, o gemide batarken güzeldi belki de.

Ortasında kaldıkları meydanda alabildiğine her yerin ışıltısı arasında elini sıkıca tutan parmaklar gevşemiş kabanının altından belini kavramıştı ki gözleri Dağhan'a döndü. Biten koca bir sene vardı ve bu sene Pera için kabullenmesi zor bir sene olmuştu. Özellikle kendi içindekileri kabullenmesi adına epey harap ediciydi. Bedeni adamın göğsüne çarptığında kulaklarına değen geri sayımla kıvrıldı dudakları.

'Bu sene hayatın bana verdiği en iyi şey sensin.' Sonuna yaklaşılan sayımla Pera mırıldanarak dudaklarının üzerini kapattığında parmakları adamın çene çizgisinden boynuna doğru ulaştı usulca. Nefesleri birbirlerinden koparken alnını adamın alnına yasladığında Dağhan hafifçe çekilip iz sürer gibi saçlarının bitişine bastırdığı dudaklarıyla mırıldandı.

'Sen içimdeki şehirde parlayan tek yıldızsın.' Yılın yeni olması, eski olması değildi mühim olan. İnsan zaten buna sevinip hüzünlenemezdi. İnsan dönüp duran o bir anomali yılda 365 gün 6 saat 13 dakika ve 53 saniye yaşadıklarıyla yenilenir, tekrar hayat bulur, yeni biri olma fırsatı yakalardı. Dağhan hala Dağhan'dı belki ama önceden terk edilmiş gibi olan içindeki şehir artık tek bir yıldız sayesinde panayır alanı gibiydi. Canlı, heyecanlı, umutla dolu...

Tüm gecenin sokaklarda geçmiş olması ve son durağın nereden nasıl bulduklarını bilmeseler de bir barda sandalyeler üzerinde olmasıyla ellerindeki kadehleri havalandırdılar. Yeni yıla dört saat önce girmişlerdi, hatta Deha'nın, 'Ben vazgeçtim, bu seneye gelmiyorum.' Gibi esprilerine maruz kalarak yapmışlardı. Tüm meydan her zaman olan ışıltısından daha da aydınlıkken kendine sımsıkı sarılıp dudaklarının üzerini örten adamla başka bir devire geçmişti Pera. Çarpışan bardakların sesi en az kendileri kadar umursamaz görünen insanlarla dolu olan barda yankılandığında Elfe tepesine kadehi dikerek masaya bıraktı bardağını.

'Ben pes ediyorum. Biraz daha içersem bu geceyi asla hatırlamayacağım.' Yorumunun ardından Nida'da onu takip etti.

'Al benden de o kadar. Kusura bakmayın bu da mide yani Mamak çöplüğü değil.' Hala kendinde olan Pamir, Dağhan ve Pera iki kadının haline gülmeye başladığında Deha yandan geçen garsonun tepsisinden rast gele aldığı bardağı da tepesine dikip ellerini havaya kaldırdı. Onun da pes ettiği anlaşılınca geriye kalan üç beden birbirlerinde göz gezdirmiş, Pera ise bakışmaların kararsızlığına karşın omuz silkmişti.

'Devam yani?' Pamir tek kaşını kaldırarak kendine baksa da umursamazca baş sallıyordu. Dağhan'ın kollarına düştüğü o gece gibi hızlı içmemişti, birkaç defa ayağa kalkmış bir sıkıntı yaşamamıştı. Eğer ki şu dakika önüne tekila bardaklarını dizip tek atmasını istemezlerse içmeye rahatlıkla devam edebilirdi.

'İstediğiniz kadar devam edelim ama evde bence. Yarım saat daha oturursak bu arkadaşlar sızar ve üçünü birden sırtlanamayız.' Dağhan'ın yorumuyla gözleri Elfe, Nida ve Deha'da gezindiğinde hak veriyordu. Şimdi bile adam akıllı gidebileceklerinden emin değildi gerçi.

Bakışları iki adım önlerinden ilerleyen kol kola girmiş üç bedeni izlemeye devam ettiğinde ayağı takılan Elfe'yi güçlükle tutan Deha'yla üçü de kahkaha atmaya başladılar. Körler, sağırlar birbirini ağırlar gibi bir durumdalardı şu an. Deha'nın kendine hayrı yoktu ama Nida ve Elfe'yi gerçekten koruyabilecek gibi iki koluna çekmişti kadınları bardan çıkarken

'Yardıma ihtiyacınız var mı?' Dağhan kahkahasının arasında seslendiğinde Deha kollarına girmiş kadınlarla kendilerine tamamen dönüp olduğu yerde sarsak adımlarla durmaya çalışsa da geriye iki adım yalpalayarak baktı.

'Biz hallederiz.' Az önceki gibi üçü birden tekrar döndüğünde ilerlemeye devam etmişlerdi ki Deha'nın tam önüne denk gelen direkle beraber duraksadılar. Deha önce Elfe'nin olduğu tarafa doğru yönelmiş Nida'nın çekmesiyle gidememiş, daha sonra Nida'nın tarafına bir harekette bulunmuş bu kez de Elfe'nin çekmesiyle amacına ulaşamamıştı ki Pamir, Dağhan ve kendisi de oldukları yerde beklemeye başladılar. Nasıl bir çözüme kavuşturacaklarını izlemeye başladıklarında aynı olay tekrar etmişti ki Pamir gülüşünün arasında yanlarına ilerleyerek iki kadının omuzuna elini yerleştirip caddeye uzak tarafa doğru yönlendirdi üç bedeni de.

'İnsan buraya direk koyar mı ya!' sonunda problemden kurtulan Deha'nın isyanıyla beraber Pamir caddeye yakın olan tarafa geçip onları garanti altına aldığında Dağhan kardeşiyle dalga geçmekten de geri kalmadı.

'Değil mi değil mi! Otoyolun ortasında olması gereken direğin ne işi var burada!'

'Söyleyelim uçan direk yapsınlar abi!'

'Tabi kardeşim en çok sen haklısın!' kahkahaları eşliğinde devam ettiklerinde sonunda eve varabilmişlerdi. Pera iki kadını güçlükle ikna edip pijamalarını giymelerini sağladıktan sonra kendi kaldığı odaya döndüğünde Dağhan'ın üzerini değiştiğini görerek kıyafetlerinden kurtularak kenarda duran eşofmanlarını giydi. Saçlarını bir çırpıda toplayıp, kenardaki mendille makyajını da temizledikten sonra çantasından aldığı paketle yatağın ucunda ayakta kendisini bekleyen adama yaklaştı. Gözleri adamın ela harelerinde dolaşırken tebessümü büyüdüğünde Dağhan bakışlarını aşağı indirmiş ardından elini tutarak birkaç saniye uğraşmıştı ki kendisi de çabaladığı bileğine baktı. Sonunda okşayıp parmaklarını kendi parmaklarına kadar çeken adamla gözleri bileğindeki ince zincir üzerinden sarkan çiçeği bulmuştu. Beş tane, sarıdan beyaza doğru açılan rengiyle yapraklarına göz attığında gözlerini de Dağhan'a çevirdi tekrar.

'Plumeria çiçeği. Hawaililer bu çiçeği hayatın, mükemmelliğin ve evrendeki her şeyin arasındaki bağlar olduğunu, Hindular sadakatin temsili olduğunu düşünüyorlar. Asyalılar çiçek yapraklarının sert yapısına ama narin görünüşüne hitaben zarafet ve mükemmellik anlamları taşıdığına inanıyorlar. Swahili şairler aşkın temsilcisi olarak kullanıyor. Çinliler için ise bu çiçeği sevdiğin kişiye verdiğinde ona sen özelsin veya seni seviyorum demekle aynı anlamı taşıdığını düşünüyor.' Açıklamasından sonra Dağhan yüzüne bir de tebessüm eklediğinde derin bir nefes aldı.

'Bir anda hayatıma girdin, bir anda ummadığım şekilde tanıdım seni. Plumeria'nın bütün anlamları seni işaret etti bana. Umarım, şu an olduğu gibi bütün yıl boyunca böylece, gülümseyerek bana bakarsın Pera.' Kadın dolan gözlerini kırpıştırarak gülümsemesine devam ederken adamın avuçları arasındaki bir elini kurtarıp cebine attığı gibi deri ip üzerinden sarkan balıklı kolyeyi çıkararak Dağhan'ın parmakları arasına bıraktı.

'Peki sen bunun ne olduğunu biliyor musun?' parmakları arasındaki gümüş renkte ve ince işçilikle yapılmış silik mavilikteki balığa göz attığında kaşlarını havalandırıp başını sağa sola salladı Dağhan.

'Koi balığı. Çin mitolojisine göre bir zamanlar gökte mavi, yeryüzünde ise altın bir nehir akarmış. Yeryüzünde gezen tanrılar iki nehrin arasına Ejderha Kapısı denilen şelaleyle geçit yapmışlar. Altın nehirde yüzen en güzel balıkta Koi'lermiş. Bu balıklardan en küçük olanı bir gün akıntıya karşı yüzmeye başlamış. Küçük Koi'nin çabasını gören Tanrı'lar, kendilerine karşı geldiğini görerek önüne birçok engel çıkarmışlar ama o pes etmemiş, hatta ulaştığı şelale çok uzunmuş zıplamaya başlamış yorgun düşmüş ama pes etmeyi aklından bile geçirmemiş. Sonra tüm yorgunluğuyla son bir kez daha tüm gücünü toplayarak zıplama kararı almış. Bu çabaları kenardan izleyen su Tanrı'sı ise nehrin sularına emrederek küçük Koi'nin daha da yükseğe çıkmasını sağlamış. Karşısına çıkan her engele rağmen pes etmeyen küçük Koi Ejderha geçidinden geçer geçmez sisler arasında kalmış. Diğer tarafa geçtiğinde ise bir ejderha olarak çıkmış. Bu efsaneye göre Koi balıkları, cesaret, güç, kararlılık, bağımsızlık, azim ve iyi şansı temsil eder hale gelmiş, her rengi bir anlam taşırmış. Mavi koi ise, sessizliği...'

 

Loading...
0%