@biceruvar
|
Selamlar Butimarlarım... Uzun uzun aralar verdikten sonra daha kısa zamanlarda bölüm atayım deyip yeni bir bölümle geldim. Bu hikayenin temelinde aslında hep güçlü kadınlar vardı ve onların aslında ne tür yıkıntılara şahit olduğunu gördük, ruhlarının nasıl kırıklarla dolu olduğu ve bir o kadar da silkinip onlardan kurtulmayı bildiklerini... Fakat bu hikayede bir de meseleyi cinsiyet değil şahsiyet haline getiren erkekler vardı. Babalarının sözlü ve fiziksel şiddetine şahit olmuş iki kardeşti Dağhan ve Deha. Üzerlerinde eski püskü, yırtık, yıpranmış, kir pas içerisinde bir çocukluk vardı. Bu zamana kadar ''Çocuk ne gördüyse onu yapmaya devam eder.'' yargısının vücut bulmuş halleriydi onlar. Tek bir farkla. Örnek aldıkları, görüp yaptıkları babaları gibi olmak değil, anneleri gibi kadınlara destek olmaktı. Bazen sevdikleri insanlardan kaçmak, bazen zırhlar kuşanıp saklanmak, bazen iyisi olmaz denilen şiddeti doğru adrese teslim etmek gibi hünerleri oldu. Annelerinin gözlerinin içine bakarak büyüttüğü ancak bunu şımarmak için değil doğru bir insan olabilmek adına alan iki kardeşti benim yazdığım. Çokça severek yazdım zaten Dağhan ve Deha Kalaycı kardeşleri. Şimdi ilerlediğim her bölümde geriye dönüp birkaç sayfa okuyorum da yükselmelerinden, bağırmalarından, bazen dört yanlarını saran hadsiz tavırlarından, onları zorlayan alışkanlıklarından, kırık dökük yanlarından, harap olmuş çocukluklarından, vazgeçtiklerinden, eksik kalan yanlarından dahi pişman olmuyorum. İyi ki bu hikayenin ilk kelimesinden itibaren Dağhan ve Deha vardı, iyi ki oldukları karakterler başta ne ise hala o, iyi ki iki senedir yazdıkça onlarla acı çeksem dahi görebilme, gösterebilme ve hissedebilme olanağım oldu. Dünyada bedene bürünmemiş olsalar da yaşabilme ihtimallerini ben yazdıkça, siz de okudukça içimize sindirdiğimiz için teşekkürler. Bu beklentiyi kabul ettiğimiz için dahi teşekkürler...
İnstagram : BiCeruVar (Siz ulaşıp olumlu veya olumsuz yapıcı eleştirilerinizi bildirdikçe nasıl mutlu oluyorum anlatamam...)
--------------------------------------------------------- Gece gibi zifiri olan gözler kendi elalarını gülümseyerek bulduğunda sağ elini havalandırıp şakağına dökülen tutamı kulağının arkasına iterek dikkatle inceledi Pera'yı. Sanki ilk kez rastlar gibi bakarken sakallarının arasında gezen parmak uçlarıyla derin bir nefes daha aldı. 'Sana ne zaman baksam, gözlerinin derinlerine balıklama dalsam hep Atsız'ın dizeleri düşüyor aklıma.' derken dudakları ufak bir tebessümle kıvrıldığında kadının alnına dudaklarını bastırıp kokusunu ciğerlerini alt üst etmek istercesine çekti. Gözleri istemsizce kapanırken ruhundaki, benliğindeki, hatta yaşamı boyunca geçen her dakikadaki Pera'ya olan aşkı işledi içine. Hafifçe geriye çekilip zindan karası olan bakışlara elalarını diktiğinde derin bir nefes aldı konuşmadan önce. 'Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden. Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu. Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden? Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu.' aylar veya yıllar içerisinde geçecek, azalacak çoğu şeyin arasında Dağhan emindi. Hangi noktada olursa olsun Pera'ya duyduğu sevgiden daha ön planda bir saygı vardı ve bunun çoğalması için sadece kadının gülümseyen yüzüne bakması yeterli geliyordu. Kadınların çok ince yerlerden kırılabileceği konusunda kesin kanıları olan bir adamken değil kalbi, sözü bile kırılsın istemezdi bu yüzden de. Çünkü Pera her şeyin ötesinde onun için benliği sağlam olan ve kendisine güvenen bir kadındı. Varlığı bu dünyada olmasa da dimdik durabilecek kadar güçlü, kendisi hayatına girmemiş olsa ve o sırada Deva’nın yaşadığını öğrenmiş olsa Marco’nun şah damarını dişleriyle parçalayabilecek kadar yırtıcı, sadece sevdiği için değil bileğine güvendiği için onu işe alabileceği kadar kendinden emin ve yetenekli, bir adamdan kaçarak dahi olsa eğitimini tamamlayacak kadar cesur ve dirayetli bir kadındı. Yani hangi zamanda, nasıl bir suretle Pera’yla karşılaşacak olursa olsun hayran olacağı bir saygınlığa sahipti o. Çünkü kadındı. Kendinin dizlerinin üzerine çöktüğü çoğu yerde eline yüzüne bulaşmış kanı silip kahkaha atarak ayağa kalkabilecek yapıya, iradeye ve varoluşa sahipti. Zamanlar öncesine dönülecek olsa, belki de bir kadın ve adamın kilitli kalacağı onlarca farklı nokta olabilirdi. Fakat aynı paydada buluşup, eş zamanlı düşünülen, ikisi içinde her şeyin önüne geçebilecek merhamet duygusu tüm hayatlarını kaplardı. Merhamet bir kadına en çok yakışan şey iken, bir adamdan gördüğünde en çok bağlanılan detayda olabilirdi. Belki de sadece bu yüzden Pera milyonlarca kez yemin vermişçesine daha çok sevebiliyordu Dağhan'ı. Adamın kendine değil, tüm çevreye duyduğu merhamet hissiyatını gözlerine bakarak iliklerine kadar hissedebiliyordu. Oturdukları gecenin karanlığına rağmen ılık olan kumların parmaklarından akıp gidişini izledi Pera. Sessizliğin içinde ne kadar anlam taşıyacağını hesap edemeden gözlerini çarşaf gibi olan denize çevirdiğinde derin bir nefes almıştı ki üzerinde bakışları hissederek Dağhan'a döndü bu kez de. 'Bir şey mi oldu?' ifadesi durgun ama hareleri bu karanlığa rağmen parlayan gözler gülümsemeye başladığında Dağhan usulca başını sağa sola salladı. Bazen insanın şükür etmek için sebepleri burnunun dibinde olabiliyordu ve Dağhan tüm koşuşturmanın arasında burnunun dibindeki şükür sebebini görebilmesi için kendine kızan Nida'ya teşekkür etmek istiyordu. Eğer ki o fırçayı yiyerek kafasını kargaşadan kaldırmasa böyle bir manzarayı izlemek yerine dosyalara gömülmüş olacaktı adam. 'Dönmesek mi Türkiye'ye?' dediği sırada Pera'nın kaşları şaşkınlıkla havalandığında iç çekip omuz silkti, 'Buradan devam edelim, tüm dünyayı gezelim. İşi gücü birisi idare eder.' kendine açık kapı bulmaya çalışarak, belki de en huzurlu hissettiği anın sürekliliğini korumak adına mırıldandığında omuzuna yaslanan başla gülümsedi. 'Arada bir kaçmak iyidir ama hayatımızdan kaçamayız sevgilim.' derken parmaklarının kenetlenmesini sağladığında Dağhan koca bir iç çekmeyle karşılık verdi. Gerçekci oluşunu da seviyordu fakat hangi yanına bakarsa baksın gördüğü tek gerçekten ne denli uzak kaldığıydı. Ne kadar olmuştu içinden Pera’yı sevdiğini tekrar etmeyeli. Oysa ki onu İzmir’de ilk gördüğünden beri ezbere sevdiğini söylemişti kendine. Bu ikna etmekten de kabullenmekten de çok daha ötedeydi adama göre. Pera’yı dakikalarca öpmek bir kenarda dursun, gözlerinin içine bakarak konuşabilmek bile bir mucizeydi bir zamanlar oysa ki. Peki şimdi? Tam da şuan kendisinin mucize olması gerektiğini düşündüğü o şey gerçek olmuş, zaman akmış, deli divane içine aşkını gömdüğü kadından iki güzel kız çocuğuna baba olmuştu. Kendisi için ne kadar iyi olup olmadığı tartışılabilirdi fakat çevresinin ona gıpta ettiğini biliyordu. Dönüp baktığında bundan daha iyi bir şeyi kendisi için hayal dahi etmediğinin de bilincindeydi. Fakat tam olarak hayal dahi edemediği o yerde salınıp duruyordu işte. ‘Dönelim mi eve artık?’ Pera’nın mırıldanmasıyla beraber elindeki şişeyi son kez tepesine dikti. Kadının sakinliğini, durgunluğunu, huzurunu asla es geçemezdi. Bu durumda dakikalar, hatta saatlerce oturabilirdi fakat Pera’nın içi çocuklardan uzak olduğunda huzursuzlukla kaplanıyordu. Bu huzursuzlukta nerede ve kiminle olursa olsun Dağhan’ın anında yarım bırakmasına neden olurdu her ayrıntıyı. Yine de herhangi bir sahilde elinde bir şişe birayla oturmayalı çok uzun vakitler geçmişti. Bu kadar duru bir an yaşamayalı, etraftan bir anda magazincilerin fırlamadığı, insanlara çok basit görünen ancak kendisi için epey ayrıcalıklı olan, pahalı ve insanların dikkat ettiği o kadeh kadeh kaliteli alkoldense şimdiki savruk hali tercih ederdi. Kumların üzerinden usulca kalkıp Pera’nın elini tutarak ona da yardımcı olduğunda yine kolunu omuzuna attı. Biraz ilerleyip parke taşlara geçtiklerinde Pera’nın parmak arası terliğiyle ufak imtihanına baktığında gülümseyerek elindeki şişeyi çöpe bıraktı. Önüne diz çöktüğünde Pera’nın gözleri çoktan büyümüş olsa da önce sağ bileğini nazikçe kavrayıp çıkardığı terlikle ayağının altındaki kumları silkeledi, ardından aynısını sol ayağına yaptı. ‘Evliyiz biz.’ Sol ayağının hizasına salladığı terliği bırakırken konuşmuştu Pera. Önüne diz çöktüğünde başta algılayamasa da büyük bir şok yaşamıştı açıkçası. Yanlarından geçip giden birkaç insan Dağhan’ı göz ucuyla bile olsa süzerken kendini huzursuz hissetmişti doğrusu. Koca adamın önünde diz çöküp, ayaklarındaki kum taneciklerini temizlemesi, ki aynı adamın şirket yönetip iki kızına babalık yapıyor olduğunu bilseler daha fazla garipserdi insanlar sanırım. ‘Her anımsadığımda minnet duyduğum bir detay.’ Dağhan tek kaşını kaldırarak kendine baktığında çöktüğü yerden de kalkıp gözlerini gözlerine dikti. ‘İki tane de çocuğumuz var.’ Aklı başında mı diye bir kez daha olağan gerçeği dillendirdi. Fakat Dağhan sadece usulca başını sallıyordu. ‘Bu da minnet duyduğum ikinci detay güzelim.’ Gözlerini kısıp dikkatle adamın yüzünü tekrar süzdü. Sevildiğini biliyordu, Dağhan’ın bunu söylemesi şart değildi, bakması bile Pera’nın bilmesi için yeterli gelecekti. Çünkü Dağhan öyle boş bakan bir adamdı. Göz bebeklerine kadar sevgisini gösterirken, bir tebessümle mısra mısra şiir yazıyordu zaten. Kadınlar şiir gibi sevilmek isterdi ve Pera kim ne derse desin, şiir gibi seven bir adama aşıktı. ‘Sevgilim, ayaklarımı da ben temizleyebilirim, o kadar abartmasan mı?’ ufacık bir tebessümle beraber mırıldandığında Dağhan’ın çatılan kaşları çekti dikkatini, ki çok geçmeden cevabı yapıştırmaktan da çekinmemişti. ‘Sana ne?’ ‘Ne?’ ‘Diyorum ki sana ne. Karımın ayağındaki kumu temizlememin abartı olup olmayacağını yargısını kim ortaya koydu veya abartı bile olsa bundan sana ne. Belki ben abartarak yaşamayı seviyorum. Veya seni abartarak sevmeyi seviyorum.’ Pera’nın kaşlarını şaşkınlıkla havalandırırken Dağhan derin bir nefes alıp gülümseyerek göz kırptıktan sonra devam etti, ‘Hem sen hiç duymadın mı, cennet annelerin ayakları altındadır derler. Rahatsız mı oldun ayağının altındaki cennete uzandım diye?’ ‘Dağhan…’ başını hafifçe sol omuzuna düşürüp kedi misali mırıldandığında adamın usul omuz silkmesi ve tekrar kendisini kolunun altına çekmesi bir oldu. Olağan durum ve olay akışını bir kenara atıp tekrar yürümeye başladıklarında hala devam eden hareketli müzik arka fona eşlik ediyordu. Adımları her seferinde başka bir güne onların yaklaşmasını sağlıyor, kalpleri tüm zamanlarla beraber çok şükür deme ihtiyacı duyuyordu. Sonunda geldikleri evle beraber ilk önce Deva ve Meva’yı kontrol etmiş, ardından bedenlerini fırlatırcasına yatağa bırakmışlardı. Pera uzandığı yerden gözlerini diktiği tavana daha da dikkat kesildi. Sanki o tavan bir sahneydi de olup bitenler bir bir yaşayacaktı oracıkta. Ki bahçe ışıklarının sayesinde yaprakların gölgeleri de bu ufak sinemaya destek verir gibiydi. Olduğu yerde durup hayatının geçmiş, şimdi ve gelecek akışını izlemek istemesi saçma mıydı acaba? Yıllardır bir düzen içerisinde ilerleyen yaşamı nasıl bu hale gelmişti sahi. Dünya dönüp dururken Pera için olabildiğince durgun geliyordu oysa ki. Fakat şimdi, ülkesinden, evinden, sığınağından bu kadar uzakken neden evinin de, sığınağının da, ülkesinin de sağ tarafında yattığını hissediyordu. Nasıl böyle bir tutkunun içine düşmüştü. Gözlerinin önüne serilen serin geceyle beraber dudakları usulca kıvrıldı. Birkaç sene öncesine, sahi o kadar geçmiş gibi hissediyordu ki, iki sene olmuş muydu acaba? Yoksa daha mı fazlaydı. ‘Dağhan.’ Kaşlarını çattığında hala gerçek zamanda olduğunu adamın hımmm mırıltısından fark etmişti. ‘New York’a gideli kaç ay oluyor, iki sene doldu mu?’ yanındaki hareketlenme ile beraber kendisi de gözlerini tavandan koparıp Dağhan’a çevirdiğinde garipser haline baksa da cevap bekliyordu. ‘Bir yıl on bir ay oldu.’ Dağhan bir açıklama bekler gibi bakmaya devam etse de gülümseyip başını hafifçe sallayarak tekrar döndü tavana. O yansıyan ışık sayesinde bir miktar aydınlık olsa da yaprakların yoğunlukta siyahlık oluşturduğu tavandaki Pera’ya baktı. Bir sene on bir ay önce atan kalbinden canını alacaklarmış gibi korkan Pera’ya. Şimdi iki çocuk annesi olan Pera’dan çok ama çok farklı, tüm acılarıyla eli ayağı titreyen, Dağhan’ın omuzunun üzerinden ona sevme diye yalvaran Pera’ya. Yüzyıllar önce varmışta tarihin tozlarla dolu, örümcek ağlarıyla üzeri kapanmış gibi hissettiği o korkak, çekingen, nefes alırken acı çeken genç kadına uzun uzun baktı. Onunla göz göze geldi, birbirlerine gülümsediler, çok eski bir dostu görmüş gibi hasretle baktılar, ona elini dahi uzattı… Fakat karşısına büyük bir bilmişlikle bir yıl on bir ay önce geçen o ürkek kadın tüm hayaliyle bile olsa kendisine elini uzatmadı. O Pera dahi gelmek istemedi şimdiye. O kadar istediği gibiydi ki hayatı, içerisinde kötü huylu bir kitle gibi büyüttüğü o ufak kadın gelip bozmak istemiyordu şimdiyi. O içinde fırtınalar yaşayan, gözleri yaşlı ve acıyı iyice sindiren ufak kadını yolcu etti daha sonra çok farklı korkularla karşısına bir hastane odasında bulanık görüntünün hemen önüne yerleşen başka bir Pera ile selamlaştı. Titreyen elini bırakan Dağhan’dan sonra o Pera çok korkmuştu. Kasıklarında hissettiği sızıyla kıvranmak istemiş fakat sadece o hastane yatağının çarşafını yumrukları arasına sıkıştırabilmişti. Gözünden dökülmemesi için zorladığı gözyaşları görüşünü engellerken o kaybetme korkusuyla boğuşan Pera’yı hayat ikinci defa karşısına çıkarmıştı. Oysa hiç adı sanı duyulmaz, ortalıkta pek gözükmezdi. Henüz haberi bile olmasa da kaybetme korkusu olan Pera fark ettirmişti hamile olabileceğini. Onunla yüzleşmemek için otomatik kapıya kaç bakış atmıştı, kaç kez nefes bile almıyor gibi duran Dağhan’ın sırtını görmüştü sayamamıştı o zamanlar. Şimdi o kaybetme korkusu olan Pera, üçüncü kez gülümsüyordu kendine. Bu kez acıdan çok daha uzak olan tebessümü ile boynunu büküp bakıyordu. Daha önceki sevmekten korkan Pera çekip gitmişti fakat bu Pera’nın gidemeyeceği boynunu bükmesinden dahi belliydi. Sol tarafının en dip köşesinde bir oda bulup gizli saklı, sır gibi kalacaktı orada. Ortaya çıkmayacaktı belki ama yerini asla terk etmeyecekti, o da biliyordu bunu ki daha fazla hatırlatmak istemedi sanki. Kaybolanlara rağmen kocaman gülümsemesi, ışıl ışıl parlayan kara hareleriyle başka bir Pera belirdi karşısında. Asla kendinden gitmeyen, Pera’nın da asla gitmesini istemeyeceği o kadındı. Gözlerinin ışığı aşık olmasından, dudaklarındaki gülümsemesi huzurlu olduğundandı. Eli, yüzü, kolları, boynu, her yeri yara bere içerisindeydi ama bir an olsun gülüşünden ödün vermiyordu. Pera Dağhan’a bu haldeyken aşık olmuştu çünkü. Açık ve kan kaybeden yaraları varken gözleri spotlar gibi ışıldamıştı. Fakat bu kez tek değildi. Arkasında sırtını göğüslemiş, saçlarının kokusunu ciğerlerine dolduran Dağhan vardı ve aşık Pera oradan kendisine göz kırpıyordu. Medeni kanun hükümlerince alabilecekleri tüm nefesi paylaşmışlardı ve o aşık Pera bundan bir an pişmanlık duymamıştı. Kendine sırtını dönüp karanlığın içinde Dağhan’a sımsıkı sarılmasından bile anlayabiliyordu bunu Pera. Gözünün önüne bu kez olabildiğince ciddiyetiyle sırasını beklemiş Pera geldi. Sevdiklerine zarar geldiğinde kara gözleri daha da kararan, tek mimiği bile oynamayan, aldığı nefesle insanın nefesini kesebilecek kadar asabileşen başka bir Pera. Henüz kendini göstermediği, orada öylece sinsi bir şekilde zamanını beklediği öyle belliydi ki tek bir savaş izi yoktu üzerinde. Bir mimiği dahi kıpırdamadan kendisinin harekete geçmesi gereken zamanı bekliyordu. Asla gelmek istemiyordu fakat ihtiyaç olursa kendinden emin bir şekilde ortaya çıkacağını adı kadar da iyi biliyordu. İçinde kaç kadın büyütmüştü Pera. İçinde kaç farklı ruh, kaç farklı kişilik büyütmüştü? Bir kadın, kaç kadın olabilirdi? Bir kadın ne kadar acı çeker, ne kadar mutlu olur, ne kadar şeytanlaşabilirdi? Pera bu gördüğü yansımalar dışında içinde kaç tane daha Pera taşıdığını sayamazdı ki. İçinde kaç ruh hali veya tepki barındırdığını bilemezdi. Fakat en sevdiği Dağhan’a çok aşık, iki kız çocuğunun annesi olan şimdiki Pera’ydı. Çünkü o Pera şuan seneler öncesine bakıyordu, onları benimsiyor, onlardan vazgeçmiyordu. O gece ne kadar kendini düşündüğünden, kendi ile tanıştığından bir haber uykuya dalmış, sabahında bir o kadar da huzurlu kalkmıştı Pera. Rio De Janeiro’ya geleli dört gün olmuş, ellerinden geldiğince kafa dinleyecek şekilde tatil yapma çabasına girmişlerdi. En azından Pera bu düşünceyi sahipleniyordu. Deva ve Dağhan ise kendisiyle asla aynı fikirde değillerdi. Sadece ilk iki gün güçlükle evde tutup arka bahçenin yemyeşil çimenlerinde zaman geçirmek konusunda ikna ettiği Deva ve Dağhan bugün kaçışının olmadığını anlayacağı şekilde harekete geçmişti. Aslında Pera için durum fark etmezdi fakat son dönemde epey karışık zamanlar yaşayan Dağhan’ın dinlenmesi daha makuldü onun için. Gerçi şuan bulunduğu tekne göz önüne alınacak olursa Dağhan’ın dinlenmek istemediğini de yeterince net şekilde anlamıştı. Çünkü dakikalarca yüzmüş, yetmemiş üzerine bir de Deva ile parmakları buruşana kadar denizde kalmıştı. Üzerine bir de Lebnon limanına demir atana kadar teknenin içinde birbirlerini kovalamışlardı. Bu kadar enerjinin yorgunluğu ise onlarda değil Pera ve Meva’da kendini gösteriyordu. ‘Baba! Dans etmeye gidelim!’ Deva insanların birbirlerine girdiği karman çorman sahil kulübünü işaret ettiğinde Dağhan koca bir kahkaha patlatıp bir anda kucakladı kızın zayıf bedenini. ‘Babacım biraz dinlenelim olmaz mı? Sende çok yoruldun.’ Deva’nın yüzünü kendisine dönmesini sağladığında Pera gülerek iki günde bronzlaşan bedenlerine baktı. Deva biraz daha zorlarsa Türkiye’ye yanmış bir çörekotu olarak dönecekti ve fındıklığından eser kalmayacaktı. ‘Akşam uyuyacağız ya nasılsa…’ Deva boynunu büküp gözlerini kırpıştırmaya başladığında denizin derin mavisiyle daha da açılan gözleri parlıyordu ki Dağhan ufak bir tebessüm göstermekten kaçınmadı. ‘Orası senin de, kardeşinin de yaşı için uygun değil ama.’ ‘O zaman denize girelim.’ ‘Odamıza gidip dinleniyoruz Deva’cım.’ Pera duruma müdahale etmesi gerektiğini anlamıştı. Dağhan yorulmadığından değil, sadece Deva’nın daha çok gülmesi ve mutlu olması adına olağan bitkinliğini gizliyordu. Bu yaptığı ne kadar iyi olsa da bir yere kadar dayanırdı insan bünyesi. ‘Ama anne ben yorulmadım.’ Bakışlarını anında Dağhan’dan çekip kendine yönlendirdiğinde Pera limana bağlanan tekneyle Meva’yı kollarına alıp başını sağa sola salladı. ‘Yemek yiyip sonra yatacağız ve itiraz istemiyorum.’ ‘Baba…’ nasıl da kendinden emindi kızı. Dağhan’a boyun bükünce onun anında tamam diyeceğini, istediğini yapacağını nasıl da ezberlemişti. ‘Babandan da itiraz istemiyorum.’ ‘Emir büyük yerden fındık.’ Elimden gelen bir şey yok dercesine bakan Dağhan’la Deva sıkkınca nefesini bıraktı. ‘Ama yarın gidiyoruz. Babam işe gidecek, sende öyle. Deniz abla Meva’yla ilgilenecek, Deniz zaten sürekli ders çalışıyor. Ben kimseyle oynayamıyorum.’ Büktüğü dudağıyla beraber Pera resmen dolandırıldıklarını görse de Dağhan izin ister gibi kendine dönmüştü. Kaşlarını havalandırıp Dağhan’a ciddi misin dercesine baktığında onun sağ omuzunu indirip kaldırmasıyla umutsuzca başını sağa sola salladı. ‘Bu sefer kardeşini de alalım ama denize girerken.’ Deva başta şüpheyle baksa da gülümseyip başını salladığında Dağhan kollarından bıraktı kızını. Beton zemine atlayıp geçtiğinde önce Deva’nın yanına geçmesine yardım etmiş ardından Pera’nın kollarındaki Meva’yı uzanıp almıştı. Allahtan huzursuz bir hal içinde değillerdi. Şu ortamda Meva’nın sürekli mızırdanma, Deva’nın olay çıkarma ihtimali sıfıra inince bir şekilde yorgunlukta aşılabiliyordu. Pera’da Dağhan’ın kendine uzattığı elini yakalayıp tekneden indiğinde önlerinden yürüyen Deva’yı takip ettiler. ‘Çok yoruldun Dağhan.’ ‘Bir şey olmaz, mutlu olsun yeter.’ Gülerek cevap verip kolunu omuzuna atarak kızının sırtını tek eliyle kavradı. ‘Her istediğine tamam diyorsun ama olmaz böyle. Harap oldun kaç gündür.’ ‘Ben iyiyim, sen ve kızlarım iyiyseniz bende iyiyim Pera.’ Yeniden ulaştıkları sıcak kumlarla yürümeye devam ettiler. Deva önden arada koşup arada yavaşlayarak devam ettiğinde aklına uyan bir yer bulmuştu ki duraksayıp gözlerini kendilerine çevirdi. ‘Ben sana dur diyene kadar devam etmelisin bence.’ Dağhan’ın seslenmesiyle Pera neden olduğunu anlamak için dönüp baksa da kendine dönmeyişiyle ilerlemeye devam etti. Upuzun sahilin limana biraz uzak sayılabilecek kısmında kadar gelmişlerdi. Fakat Dağhan hala Deva’ya dur dememişti. ‘Fındık, ilerideki pembe evi görüyor musun?!’ arkasından dalgaların duyulmasını engellememesi adına bağırdığında ufak kız durup bakışlarını kendilerine çevirmiş ardından etrafa göz atarak Dağhan’ın söylediği evi aramaya başlamıştı. ‘Şu evi mi!’ işaret ettiği noktayla Dağhan gülerek başını salladı. ‘Çal bakalım kapısını açacaklar mı!’ Deva bu kez o tarafa koşmaya başladığında Pera artık dayanamamıştı sessizliğe. ‘Misafirhane gibi bir yerde kalacağız demiştin, vaz mı geçtik?’ ‘Misafir olacağız zaten.’ Gülümseyip başını öyle böyle dercesine sağa sola salladı Dağhan. Pera’nın gözleri şüpheyle kısılsa da adam daha fazla merakta bırakmak istememişti, ‘Kızımızın evine misafir olacağız.’ ‘Dağhan!’ şok içinde büyüttüğü gözleriyle anında durduğunda adamın sakin halini şaşkınlıkla izliyordu ki bir anda bağrışına Meva’nın ufak bir kıpırdanma yaşamasına rağmen devam etti konuşmasına, ‘Bu kadarı çok büyük, saçmalama lütfen! Küçücük kızlar.’ ‘Büyüyecekler ve Deva için Leblon hep sığınacak limanı olacak.’ Yürümeye tekrar başladıklarında Pera itiraz için başını sağa sola sallayarak araladı dudaklarını. Fakat Dağhan kendini dinlemekten ziyade Meva’nın huzursuz halini sakinleştirmeye çalışır gibiydi. ‘Bu kesinlikle kabul edilebilir bir şey değil. Yapmadın bunu değil mi?’ ‘Neyi?’ ‘Evi kızlara almadın değil mi?’ ‘Teknik olarak kızlara değil, evi Deva’ya aldım.’ ‘Dokuz yaşında bir çocuğa ev almak ne demek? İyice kafan karıştı senin. Hani çocuklara mal mülk değil kalp vermek gerekiyordu.’ ‘Büyük kızıma şuan mal mülk değil, kaç yaşında olursa olsun kalbiyle hatırlayacağı anılar veriyorum Pera. Leblon’daki bu ev Deva’nın, Jenerio’da olan ev ise Meva’nın.’ Adamın sakin ve ciddi haliyle önüne kadar geldikleri eve baktı Pera. Bu fazlaydı, hem de çok fazla. İki evin ebatları aynıydı fakat dokuz yaşında ve henüz iki aylık olan kızlarına bunlarının alınmaması gerekiyordu. ‘Bunu baş başa konuşacağız.’ Aslında Pera’da farkındaydı bazı şeylerin. Mesela Dağhan’ın Nida yüzüne gerçekleri çarptıktan sonra aklından geçenleri az çok tahmin edebiliyordu. Bu evin sadece sığınacak liman olmadığını, saatlerdir kızıyla kahkahalara boğulmasının, yorulsa da yorulmadım demesinin nedenini aklında kurabiliyordu. Deva’nın kapısına yumruklar indirdiği o kapıyı zamanı gelip tek başına başkasına açma ihtimali olduğu kadar iyi biliyordu Pera bazı şeyleri. Kapıyı açan bakıcıyla beraber Deva hoplaya zıplaya eve girmiş Dağhan ise kadına Meva’yı emanet etmişti. Pera’nın aklında kurduklarıyla bekliyor olması bir yana Meva’yı kucaklayan kadın yanlarından ayrıldığında, pencereden gözüken arka bahçeye çıkan Deva çoktan Yuri’nin tepesine atlamıştı bile. ‘Konuşalım.’ İşin ciddiyeti Dağhan’ın da damarına şimdi işliyordu belli ki. Çünkü adam da başını sallayıp sağ tarafında kalan yatak odasını işaret etti. Pera’nın bunu sadece hediye olarak düşüneceğini ummuştu fakat görünüşe bakılırsa işin iç yüzünü de ayırt edebilmişti kadın. Girdikleri odayla beraber Dağhan kapıyı sakince kapattığında bakışları ortada dikilip ellerini beline yaslamış kara gözlü harelerle çarpıştı. ‘Neyin hazırlığı bu?’ ‘Hangi hazırlık güzelim?’ Dağhan kaşlarını havalandırıp anlamamazlığa vursa da Pera’nın kaşları derinlemesine çatıldı. ‘Kızlara ev alman neyin hazırlığı?’ ‘Gelecekleri için bir hazırlık. Batarım, çıkarım, düşerim, kalkarım, bin bir türlü hali var dünyanın sonuçta.’ ‘Ölürsün, kalırsın.’ Pera hala çatılı kaşlarıyla Dağhan’ın söylemekten kaçındığı fakat aslında içinde olan fikri ortaya sunduğunda adamın gözlerini kaçırmasına denk geldi. Tahmini doğruydu, çok uzak bir ihtimal gibi gelmişti Pera’ya fakat Dağhan kızların hayatını maddi anlamda da garanti altına almadan ölmekten korkuyordu. ‘Ölmeyi düşünerek kızların hayatını maddi olarak garanti altına mı almaya çalışıyorsun Dağhan? Gerçekten mi?’ ‘Maddi anlamda değil.’ Sağ eli ensesini bulup gevşetmek ister gibi sıkıp bıraktığında dudaklarını ıslattı Dağhan. Göz ucuyla baktığı Pera’nın anlamamış halinin farkındaydı. ‘Bana bir şey olduğunda sadece dördümüzün bir aradayken geçirdikleri zamanları hatırlasınlar istiyorum. Koşturma, kaos, aksiyon olmadan. Aile olarak burada denize girmiştik desinler. Bu bahçede beraber kahvaltı yaptık, kapının önünde bisiklete bindik, dördümüz burada kahkaha attık desinler.’ ‘Bunu evimizde de hatırlarlar Dağhan. Neden burası? Neden başka bir ülke?’ ‘Yapamazlar.’ Başını usulca sağa sola salladığında dolan gözleriyle döndü Pera’ya. Kadın ise parmaklarıyla saçını geriye tarayıp çattığı kaşlarıyla dikkatle baktı. ‘Ya neden yapamasınlar! Bir sürü anımız var evde!’ ‘Çalacağım onlardan anılarımızı çünkü!’ bir anda kükremesiyle Pera irkilse de aralarındaki mesafeyi kapattı. ‘Saçmalama Dağhan! Sen onlara olsa olsa yeni anlılar verirsin! Aklın başında konuşmuyorsun!’ ‘Pera. Pera…’ ellerini havalandırıp yaklaşmaya başladığında anında savurmuştu kadın kendini. ‘Yeter bana saçma açıklamalar yapmaya çalışma daha fazla!’ ne demek istediğini anlamıştı Pera. Nedenleri ve sonuçları, hatta olay örgüsüyle beraber fakat kabullenmek, bunun olabilme ihtimalini düşünmek dahi istemiyordu. ‘Pera, bağırma lütfen. Bak bana kızman küfür etmen umurumda değil ama yükseltme sesini. Burada tedirgin olmasınlar, burada bir kavga hatırlamasınlar. Lütfen dinle beni.’ ‘Dinlemek falan istemiyorum! Duymak istemiyorum! Sesimi kısmak istemiyorum! Kafanda kuruyorsun! Saçma sapan şeyler söylüyorsun! Ölmekmiş! Anılarını çalmakmış! Sus! Anlatma bir şey!’ karşısından kaçma çabasıyla kapıya yöneldiğinde Dağhan anında yakalamıştı kolunu fakat Pera’da yüzünü dönmeye pek niyetli değildi. ‘Bırak Dağhan! Bıraksana ya!’ kolunu silkeleyip kurtulmaya çalışsa da mümkün olmadığında bedenini birden saran kollarla tuttuğu hıçkırığı dudaklarından firar etti Pera’nın. ‘Aptal aptal cümleler kuruyorsun!’ ‘Pera… Sevgilim…’ ‘Eğer doğal bir şekilde öl-‘ ‘Kes sesini!’ bir hışımla kollarının arasından kaçtığında işaret parmağını havalandırmıştı. Fakat ikisi de aynı durumdaydı şuan. Boğazlarında koca bir yumru, yutkunmakla geçmeyen, can acıtan halde duruyordu. ‘Hala aynı şeyi yapıyorsun!’ şu an etrafta kim var, çocuklar nerede Pera için ufacık önemi kalmamıştı. Sesini asla sakinleştirmiyor, Dağhan’ın gözyaşlarını tutmasının aksine kendisi onu da yapmıyordu. ‘İnsan sevdiğine ölümünü anlatır mı ya! Yapar mı! Ben ölünce bunu yapacaksınız der mi! İnsan bunun hazırlığını yapar mı! Bunun hazırlığı mı olur!’ Dağhan beklemeden bir hamlede daha bulunduğunda Pera’nın bileğini yakaladığı gibi kendine çekmişti. Göğsüne inen sert yumruğun beraberinde bir kez daha isyanını duydu o gülümsemesine aşık olduğu dudakların. ‘Bunun hazırlığı olur mu!’ bir kez daha göğsüne inen sert darbeyle hala kaçmaya çalışan kadının saçları arasına daldırdı parmaklarını. Dudaklarının üzerini sertçe kapattığında yüzlerinde birer yol oluşturan tuzlu sular karışmıştı. Az önce göğsüne yumruklar indiren eller boynuna dolaştığında dudaklarını ayırıp bir nefeslik zaman bıraktı Dağhan. ‘Özür dilerim sevgilim.’ Tekrar dudaklarının üzerini örttüğünde Pera’nın hıçkırığı yenilenmişti ki tenlerinin ayrılıp alınlarının birleşmesini sağladı. Parmakları kadının yanağındaki ince çizgileri usulca temizlerken Pera asla aralamıyordu göz kapaklarını. ‘Özür dilerim güzelim…’ bir kez daha dudaklarının üzerini kapatıp alınlarını yasladı Dağhan, ‘Bunun ihtimalini dahi yüreğine düşürdüğüm için özür dilerim. Bir gün yaşayabilme ihtimalini var ettiğim için özür dilerim.’ Dudaklarını bu kez akıp giden gözyaşlarının üzerine bastırdı Dağhan. ‘Size bir sığınak bulmam gerektiği için…’ dudakları kadının alnına ulaştığında derin bir nefes aldı, ciğerlerini daima tarumar etsin istediği kokudan. ‘Seni her öpmemin son kez olma ihtimali için…’ bir kez daha kokusunu çekti ciğerlerine, ‘Yalnız başına seni bırakma ihtimalim için…’ bir kez daha nefeslendiğinde, ‘Öyle bir ihtimalde çocuklara bunu anlatamayacağın kadar pis işlerin içinde olduğum için…’ tekrar kadının dudaklarına yöneldiğinde Pera’nın hala kendine yol oluşturan yaşlarını baş parmağıyla temizledi, ‘Sarılmamızın, beraber gülebilmemizin, sevişmemizin böylesine kötü bir son olabilme ihtimali için özür dilerim.’ Az öncekilere nazaran daha derin öptü bu kez Dağhan. Bir daha öpemeyecek, bir daha dokunamayacak gibi. Aslında hep yaptığı gibi… Fakat bu kez tek farkla. Bu kez Pera’da Dağhan’ı aynı şekilde öptü. Bir daha, bir ihtimalde karşılaşabilme olasılıkları yokmuşçasına. İlk ve son kez öpüşür, sevişir, birbirleriyle nefeslenircesine. Sevişmek herhangi bir eylem olmaktan çıktı. Nefes almak tekdüze bir tavır değildi artık. Birbirlerinde kaybolur gibi, ilk ve son kez gibiydi her şey. Odadan dışarı taşan o yüksek cümleler ve içeride kilitli kalan gözyaşlarını da aldılar koyunlarına. Olağan tüm ihtimallerle beraber bir saat daha zamanları yok gibi nefesleri, tenleri, anıları, zamanları, tüm sıcaklıkları veya soğuklukları bulaştı birbirlerine. Teni tenine değen kadının göğsüne iyice sinmesiyle üzerindeki ince örtüyü biraz daha yukarı çekti Dağhan. İkisinin de uyumadığı aşikardı fakat konuşabilirler mi ondan da emin olamıyorlardı. İşaret parmağı usulca kadının çıplak sırtında gezinirken yaptığının gaddarca olduğunu biliyordu Dağhan. Pera’yı bu ihtimale alıştırmak hem imkansızdı, hem de acımasızca. Sevdiği kadına bunu yapmak en son tercihi bile olamazdı ama bir şekilde bu olasılığı da aklının bir yerinde saklamalıydı Pera. Göğsünde kıpırdanan parmaklara baktı göz ucuyla. Kendi esmerleşmiş teninin tam ortasında kar beyaz duran parmaklar, o güzel yüzünü saklamaya yarayan katran kara saçlarla bir zıtlık içinde kayboluyordu. Böyle zıt renklerin bu kadar uyumlu olması belki de kırk yılda birdi, en azından Dağhan için öyleydi. ‘Pera…’ mırıldanması sessizlikle çarpışsa da göğsündeki parmakların hala hareket ediyor oluşuyla iç çekti Dağhan. Kolların arasında sakladığı, göğsünde uyuttuğu, ruhunu ruhuna kenetlediği kadına vicdansızca davranıyordu, öyle bir vicdansızlıktı ki bu kendine dahi yakıştıramıyordu. Oysa çıplak tenine değen ten canına can oluyordu. Her fırsatta kendini sorgulamasını sağlıyordu. Ama biliyordu Dağhan. Adı kadar iyi biliyordu dünyanın iyi bir yer olmadığını. İşaret parmağı hala kadının çıplak sırtında yollar çizerken duraksayıp sıkıca sarıldı Pera’nın narin bedenine. Ciğeri delicesine çekti kokusunu. Türkiye’ye döndükleri dakika tıpkı Deva’nın söylediği gibi ufacık bir vakti kalmayıp koşuşturmalar içerisinde kaybolacaktı. Bir yerde okumuştum, Mösyö Boustouler, tepenize çığ düştüğünde, bütün o karın altında yatarken neresi aşağı neresi yukarı anlayamaz oluyormuşsunuz. Karı iteleyip kurtulmak istiyor ama yanlış yönü seçip kendinizi daha da derine, kendi mezarınıza gömüyormuşsunuz. İşte kendimi aynen böyle hissediyordum, yönümü şaşırmış, arafta kalmış, pusulamdan olmuştum… demiş Ve Dağlar Yankılandı adlı eserinde Khalled Hosseini. Dağhan’da kollarının arasında kendisine dünya olan kadına bu kadar kaybolmuş hissettiğini anlatmak istemişti aslında. Üzmek değildi derdi, Pera’nın gözyaşı dökmesini asla istemezdi ancak yön gösterici olmayınca ne yapacağını da bilmiyordu insan işte. Sımsıkı sardığı bedeni daha sıkı sarsın diye belki de gök gürültüsü dahi olmadan cama tıkırtılarla vuran yağmur kendini gösterdi. Pera’nın göğsüne denk gelen saçları arasına dudaklarını bastırdı derince. Sıkıca bedenini saran kolların birini serbestleştirip çenesini nazikçe tuttuğunda usulca kendine bakmasını sağladı. ‘Seni benden alamayacaklar.’ Dedi Pera. Saatler önce gözyaşları bir nehre can verircesine hızlı olan kadının kara bakışları bir anda alevlenmişti. Ne zaman o yangın başlamıştı bilmese de yorgunlukla gülümsedi Dağhan. Dudaklarının üzerine yumuşak bir öpücük bırakırken yeniden derince nefeslendi. ‘Seni seviyorum Pera.’ Derken baş parmağı usulca kadının yanağını okşadı, ‘Senin kalbime denk gelen kalbini seviyorum.’ Dudaklarının arasındaki ufacık mesafeyle tebessüm ederken yüzüne dağılan simsiyah saçlarını okşayıp geriye çekti, ‘Cem Karaca eşine ölmeden önce bir notta, seni bu dünyada çok sevdim yazmış ya hani, ben seni iki dünyada da seveceğim.’ Tekrar dudaklarının üzerini yumuşakça örttüğünde yatakta kayıp yüzleri denk gelene kadar uzanmıştı. Parmakları kadının ipek gibi saçlarında, yüzünde huzurlu bir gülümseme, dışarıda hala devam eden ve hızlanan yağmurla içinde kaybolur gibi hissettiği o derin çukur harelerine odaklandı. O an aklından tek bir şey geçti Dağhan’ın… Dudakları kıpırdamadan, ses telleri oynamadan tek cümle kurdu Pera’ya karşı gözleriyle… Kaburgamın altın parçası, kirpiklerime takılsan, düşmeyesin diye gözlerimi dahi kırpmam… Tek bir cümle beklemedi Pera’dan. Sevgisini diline dökmesini de, dudaklarına mühür vururcasına bir öpücük bırakmasını da beklemedi. Çünkü o kaybolduğu hareler ona yüzlerce kitap yazıyordu. Göz kapakları titreyerek kapanana kadar baktı Dağhan. Ne zaman Pera yorgunlukla uykuya daldı, o ana kadar elalarını çekmedi üzerinden. Huzurlu nefes alışverişleri kendini gösterdiğinde bile bekledi bir süre. Kalbine saplanan bir ok gibi olan kirpiklerini, çatılınca birbirine geçecek kadar asabi olan kaşlarını, hayatı boyunca en çok sevdiği burun olan Pera’nın burnunu, öpmekten asla bıkmayacağı dudaklarını inceledi. Pera daldığı uyku ile bedenini çevirene kadar yüzünün her zerresini kazıdı aklına. O döndükten sonra ise omuz başına dudaklarını basıp uyandırmamaya çalışarak çıktı yataktan. Yerdeki şortunu üzerine geçirip sessiz olmaya özen göstererek bilgisayar çantasını aldığı gibi usulca sıyrıldı kapıdan. Mutfakta her daim kahve olacağını bilerek kendine bir fincan aldıktan sonra ardına kadar açık bahçe kapısından çıkıp tentenin altındaki koltuğa yerleşti. Hala devam eden yağmur ufak bahçede minik göletler oluşturmaya devam ediyordu. Her zaman sevmişti Dağhan yağmur sesini. Elindeki ılık kahveden bir yudum alıp fincanı yanına bıraktığında bilgisayar çantasındaki defteri çıkardı. Başı arkasında kalan pencereye döndüğünde loş turuncu ışığın altında uyuyan Deva ile gülümsedi. Kahveden bir yudum daha aldığında ortasını çoktan geçmiş sayfalar arasında olan kalemine ulaşıp iç çekti. Uzun zamandır yazdığı bu deftere bugün daha ağır ve acı olan şeyleri yazacaktı. Bugün belki de içinden tamamen geçenleri dökecek, saatler sürecekti. Güzel yanımın siyah incisi, Gözlerinin, göğsümde tarifsiz bir yangına sebep olduğu çok an oldu fakat bugün hepsinden daha can acıtıcıydı. Sana yüzlerce gün yazdım, sana yüzlerce gün içimi, yüzümü, ruhumu döktüm fakat bugün hepsinden daha can alıcıydı. Bugün o yangının sebebi dipsiz bir kuyu gibi bakan harelerin değil onlardan yeryüzüne düşen damlalardı. Bir kez daha nefret ettim ağlamana sebebiyet vermekten, bir kez daha nefret ettim kendimden sırf bu yüzden. Oysa kendimden sık sık nefret ederim fakat bu anlatılması güç bir kızgınlıktı kendime karşı. Seni öyle çırpınırken görmek, kabullenmemek için kaçma çabasına girdiğini seyretmek balyoz gibi indi göğsümün orta yerine. Sımsıkı sardım bedenini, göğsüme inen beş yumruğun çektiğin sancının yanında hiçbir şeydi fakat seninle beraber kavrulduğundan olsa gerek yüreğim, yutkunamadım bile. Sana yaptığım acımasızlık, sana yaptığım, yapabileceğim ve kendime kin duyabileceğim bir acımasızlık bu biliyorum. Sırf bu yüzden kendimden daha çok nefret ediyorum. Bugünü hatırlatacak bu satırlara düşen gözyaşlarından da nefret ediyorum. Sıcacık bedenine sarılı bedenimi yanından koparıp bunları yazmama sebebiyet veren zihnimden de nefret ediyorum. Ben sanırım sadece sen severken kendimi sevebiliyorum Pera. Sen ve kızlarımız gözlerime anlatmak adına kelimeler dahi bulamadığım şekilde baktığınızda sevebiliyorum aciz bedenimi. Kendimle hesaplaşmam çok zor oldu seninle el sıkıştığım vakitlerde. Öyle zordu ki öfkeli bir kalabalık hengamesindeydi kafatasım ve her bir hatamı yüzüme karşı haykırıyordu zihnim. Yanına yakışmayacak kadar kanın içinde kalmıştı ellerim, kaç gece düşündüm sana o ellerimle nasıl sarılabileceğimi ben bile bilmiyorum. Seneler önce bir Dağhan vardı Pera. Onca sancı üzerine seni buldum ki beni tanıdığında ben bile değildim, benden geriye kalandı. Ben sana kavuştuğumda sana nasıl sarılacağımı düşündüm sadece. İnsan olduğumu anımsadım, canavar ruhum bile etlerime işlemiş kirli kanı sana dokundurmak istemedi. Ama çok yakınımdaydın Pera, kalbimin atmayı unutacağı, zihnimin düşünmeyi bırakacağı kadar yakınımdaydın. Bunca sene gözüm üzerindeydi fakat tenimin teninde olacağı ilk zaman kendimle bu kadar tartışmalı olmak bile yormamıştı beni sonunda sen varsın diye. Bu kadar sayfalık yazı neden diye soracaksın, hatta belki çoktan sordun… Senin için sevgilim. Sana son bir görevim bu kalmıştı, son gizli saklı işim, haberin olmayan son bir gerçek. Bu defter koca ama son yalanımın sana ulaşmasıydı. Senden habersiz tek bir anım kalmasın istemiştim. Sana ufacık bir yalanım dahi olmasın dünya üzerinden çekip giderken ruhum. Çünkü olan her şeye öyle kırgındım ki dudaklarımdaki her tebessümün tek nedeni sendin. Affet, affedin, böyle olmayı bende istemezdim Pera. Bu kadar kirin pasın içinde olmayı bende istemezdim. İyi biri değildim, hiçte olmadım fakat Goethe’nin dediği gibi, hiç değilse kalbim sana yenildi. Mağlubiyetlerin en mükemmelini tattım… Dört kez yenildim Pera. Biri sol tarafımdaki sadece kan pompaladığını düşündüğüm organ senin için atmaya başladığında, birisi Deva’m, fındığım bana bilinçsiz haliyle baba dediğinde, diğeri o hastane odasında Meva’mı, mercimeğimi senin kollarında gördüğümde, sonuncusu ise ben gittiğimde kalbinin alevler arasında kalacağını bilerek gözlerimi kapattığımda olacak. Fakat derler ki, ağlamak pasif direniş, gülmek aktif protestoymuş, sen gül sevgilim. En dirençli olduğun aktif proteston bu olsun. Ben olduğun herhangi bir yerde olacağım Pera. Oturduğun ağaç altında hemen sağ tarafında, kıvrılıp kaldığın ağladığın yatakta baş ucunda, iki kızımıza baktığında onların gözlerinde, uçsuz bucaksız bir denize veya okyanusa bakarken alelade gözlerinin takıldığı bir gemide, baktığın ama aklındaki hengameden göremediğin yıldızlarda, soluğunda, geçmişinde, her şekilde seninle olacağım. Bir gün şu an bunu yazdığım Leblon’daki evin bahçesinde otururken yağmur yağacak ve anlayacaksın buradayım. Başka bir gün Jenerio’daki evin terasında gece vakti böceklerin sesini duyacaksın, diyeceksin ki buradasın. Çok başka bir gün New York’ta tavuklu waffle yerken bakacaksın eski ofisime, seni izlediğimden emin olacaksın. Ve teşekkür ederim güzelim. İnsan olduğumu, sevilebileceğimi, birinin boynunda ömrüm olduğunu, kendimi sevebilmeyi bana öğrettiğin için teşekkür ederim. Sana yaşattığım acı ve senden çaldığım yüzlerce hatıra için affet beni Pera…
Leblon
KASIM 2023 |
0% |