@biceruvar
|
Bu evren başladığında 15 Ocaktı. Şimdi bağlanan geceydi 4 Ağustos ve yeni gündü 5 Ağustos. Yıllardır burada bir emek verdim, çaba harcadım. Sizler de vaktinizi adayıp, bazen yetişmeniz gerekenlere son dakika kurtarışı yapıp bana eşlik ettiniz. Şimdi senelerdir bir arada olduğumuz bu platformun yasağında boğuşuyoruz ancak pes etmek yok. Bizim için pes etmek hiç var olmadı... O yüzdendir ki hem burada hem de ÇizgiStudio'da yayınlayacağım bölümleri. Gelelim her hikayenin özel bir günü olduğu gibi bu hikayenin o özel gün nedenine... Normal şartlar altında bir doğum günü diyerek otuz kabul edildiğim tam da şimdiki zaman için başlayacaktım ve duyumunuz olsa da görmediğiniz kısımda harcadığım emek Ocak 2024'den beri devam ediyor. Fakat bu kez insanın boğazına takılan o hissiyat için yazıp, yayınlıyoruz. Zaman zaman iki büklüm olan midemize çelik korse ihtiyacımız olabiliyor. Gırtlağımızdan iki göğsümüzün ortasına uzanan soluk borumuzdaki o hissiyatı geçirmeyeceğinden emin olduğumuz fakat yine de inatla 'Su verin...' dediğimiz acıyla beraber yüzleşiyoruz. Dişlerimizi sıktığımız için şimdiden rahatsızlık vereceğimiz diş hekimlerimize kusura bakmayınlarımızı iletiyoruz. Ancak her seferinde daha çok sevmek için de kendimizi alnımızdan öpüyoruz. Fakat genel geçer durumlarda önsöz mevzusunu çok seven bir insan olmamama rağmen tüm eksik kalmışlıklara, yarıda kesilen yayınlara, kucaklayamadığımız çocukluğumuza hitaben bu hikayeyi önsözsüz bırakmıyoruz. Diyeceğim o ki bugün, bu hikayeye ve bu karakterlere çok başka şekilde başlayacağız. Önsöz Sayılabilecek Teşekkür Hoş geldin sevgili 30. Senin bir yaş küçük kardeşin bana bir miktar kendi gerçeklerimi öğretti geçtiğimiz sene. Meğer ne kadar üzerine gidersem bir şeylerin onu halletmek istememdenmiş ve ne kadar susarsam bir şeylere artık onu kabullenmiş oluşumdanmış... Karanlıkta oturduğumu görünce ışıkları açan dostlarım varmış... Konuşmazmışım ben aslında, yazmakmış dilim, çünkü konuşunca hiddetle açılırmış dilim. O yüzden de karakterler hayali kahramanlar değilmiş, hayatın içinden veya hayatıma gireceklermiş... Kaos sevdiğim kadar gerginlik en nefret ettiğim şeymiş... Matrix'de olan kırmızı ve mavi hap gerçek hayatta da var sayılabilirmiş, pek tabi güzel kararlar aldırdığı olurmuş... İnsan çok değerliymiş. Kendimizde, bir başkası da öyleymiş üstelik... Bazen ego yapmamak gerekirmiş... Sevdiklerimin dertleri bana dert olurmuş ve kendi zihnimdekini unuttururmuş... Laf arasında en sevdiğim çiçeğin lilyum olduğunu söylemem isteyen insanın zihninde kalmasına yetermiş... İnsanların hayatımda ne kadar süredir oldukları değil, nasıl var oldukları mühimmiş... Herhangi bir günde dilime vuran cümleler, bir anda gerçekleşip yanımda bitiverirmiş... Enerji ve evrene mesaj yalan değilmiş... Fakat dilinle söylemek yetmez, kalbinle inanmak gerekirmiş... Rol model konusunda bazı eksiklerim olabilirmiş fakat nasıl eksiklerimi tamamlayacağıma 29 cevap veremezmiş... Ortada hiçbir şey yokken insan hüzünlenebilirmiş ve bu sevgisizlikten değilmiş... Bir şeyler yapmak için kendini zorlamamak gerekirmiş ve gönülsüz aş ya karın ağrıtır ya baş sözü gerçekmiş... Çok güçlü bir kadınmışım ama bu Seyit Onbaşı olmak değilmiş, çok ufak şeylere de kalbim çıtlayabilirmiş... Bana gelişin böyle dedi 29, onca yıl tek başımaymışım ve tüm ömrümce tek başıma kalabilirmişim fakat sevdiğim insanlarla, sevdiğim yerlerde olmanın ayrıcalığı başkaymış... Herkes beyazken ben siyah olabilirmişim ve kimseye zararı yoksa kendi doğrularımla kafamın dikine giderken mutluymuşum... Ve dünyaya tersten de baksam, düzden de baksam görebildiğim kadarmış her şey... Bundandır ki kurgusuna oturduğum ilk günlerde ters durup beynime kanın fazla gittiği zamanlardı. İsimler, yerler, tarihler, cümleler defalarca değişti. Henüz yayınlanmadan bir sürü insandan fikir alındı. Bir takım savaşlar verildi, ziyadesiyle tekrar ayağa kalkıldı. Satırlar arasında hıçkırarak ağladığım bazı paragraflarda ruh hastası kızını tanıdığın, her anında odaklanmam için yanıma dahi uğramadığın, bana alan yarattığın ve sımsıkı sarıldığın, bir de varlığın için binlerce kez teşekkürler annem... İçsel bazı sancılar çekildiği ve bu anlarda oturduğum karanlık odalarda ışıkları yakan dostlarım... Bazen de yaktıkları ışıkları söndürüp benimle beraber karanlıkta oturmayı tercih edişleriniz, hiç birinizin birbirine benzememesine rağmen hepimizin saygı duymayı, empati yapmayı eksik etmediğimiz; Ezgi, Hazal, Fatma, Saadet, Gamze... Yaktığınız ışıklara, yanımda oturduğunuz karanlıklara, bol kahkahalara ve kadının kurt değil yurt olduğu her bir anımıza binlerce kez minnettarım... Yazarken kurguya değil, kendimi geliştirmem adına verdiğiniz tüm emeğe binlerce kez teşekkürler... Ve aslında en büyük teşekkürüm hayatımın otuzuncu yılında bir yutkunuş olarak imza atan, burayı belki de görmeyecek, görse de tepki vermeyecek, en sevdiğim ilk çiçeğin lilyum, ikincisinin ise lotus olduğunu bilen, otururken kurduğum cümlelerle kapılarını açıp bana gelmesi için çağırdığım, tanıdığım bir dakikadan dahi pişman olmadığım, yolunun açık olmasını, ayağına da taş toprak değmesini istemediğim insan... Aylar önce haberim dahi olmadan dahil olduğun satır aralarında bugün var olduğun için teşekkürler... Ve 29... Bana kazandırdığın tüm insanlar ve olgular için teşekkürler, artık gitme zamanın... Sıra sende 30, 29 kadar güzel zamanlar, kendimi seveceğim anlar ve başarılarla gel bana...
Bölüm 1 Uzandığımız zeminden görebildiğim tek yer beyaz bir tavan şimdi Ve ben, ölmek için doğmadım, doğmak için öldüm. Hepiniz gibi... Hayat insanı koca bir sıfırla başlatıyordu yeryüzüne. Atılan adım, söylenen kelime, tanışılan insan, kırgınlıklar, küskünlükler, kahkahalar, mutluluklar, hepsi ama hepsi sıfır... Hepsi koca bir sıfırken bir olan an itibariyle nefesti. Alınan tek bir nefesle koca serüven başlıyor ve defalarca içimizden ne zaman bitecek diye sorgulamamıza neden oluyordu. Aslında merak edilen yaşanan tüm acının değil, alınan ilk, birinci nefesin ne zaman tükeneceğiydi. Araştırmalara bakıldığında insan yılda ortalama beş milyon kez nefes alıyordu, ömrü ise günümüz şartlarını yine ortalama olarak göz önüne alırsak erkekler için yetmiş beş, kadınlar için ise seksen bir yıl olarak tarih biçiliyordu. Bu duruma bakacak olduğumuzda ise üç yüz yetmiş beş milyon ila dört yüz beş milyon gibi rakamlara ulaşıyorduk. Koca ömrümüz sonunda altı tane sıfır barındıran nefeslerden oluşuyordu. Sonra zaman ilerliyor, insan büyüyor, hayat önünden olduğu kadar ömründen de akıyor ve o koca sıfırlara tüm yaşam boyunca milyonlar ekleniyordu. Tüm duygular katma değer kazanır gibi oluyor ve kalp bir o kadar hızlı soğuyabiliyordu. Gelgelelim insanın kalbi nasıl soğur diye soracak olurlarsa bana tıbben bir kez diyebilirdim. Yavaş bir şekilde, ortalama saatte bir derece olmak üzere insan öldükten sonra kilosuna, boyuna, yani dünya üzerinde kapladığı alana göre soğurdu. Buna elbette kalpte eşlik ederdi. Yani başlangıçta soğuk olarak gördüğümüz dünya, ki bizim için doğumhane soğukluğuydu ele aldığımız, biterken de aynı şekilde soğuk oluyordu, söz konusu morgda... Şahsen dünya üzerinde ölçülerle yüz yetmiş santim ve elli altı kiloluk yer kapladığımı söyleyebilirdim ama herkes gibi ruhum yirmi bir gram mı ondan emin değilim. Sanırım yoktu, yani ruhumun ağırlığı yirmi bir gram falan değil sıfırdı. Ve aynı zamanda tüm bunları bir denklem içine alacak olsam bile sanırım benim kalbim ortalama saatte bir derece olmak üzere eksiye düşmeyecekti. Çünkü sıcaklığını sol tarafımda, nefes alırken, sözde yaşarken, insanlara göre yaşarken, hissetmiyorum. Ne yazık ki benim hikayemde hissetmediğim yerde başlıyor ve orada son buluyordu. Yani hissedemeyen olarak varoluşuma inanmaya ihtiyacım vardı ve bana bu noktada yardımcı olabilecek herhangi bir şey var mı emin değildim. Peki ya aynı yerde başlayan ve yine aynı yerde biten hikayem rakalmalarla neden bu kadar zora sokuyordu ki kendini? Bir. Bir. Bir... Bitmek bilmeyen bir, defalarca tekrarlanan, kulaklarımda yankılanan bir. Rakamla 1, yazıyla bir. Orman. Kocaman, upuzun çam ağaçları, patika yol ve tüm orman. Yeşilin dengesiz dengesi, uyumsuz ahengi ve ona eşlik eden kahverengi ağaç gövdeleri. Alabileceğim en temiz koku, eşlik eden hafif esinti, genzime dolan çıra ve tuzlu denizin yosun kokusu tümüyle beni çepeçevre saran soğuklukla beraber kaç hektar olduğunu hesaplayamadığım orman... Kuş sesleri, insanı çileden çıkacak kadar çok üstelik. Kulaklarımın çınlamasını, onları sıkı sıkıya kapatmak isteyeceğim kadar çok kuş ötüşleri. Yer gözetmeksizin çığırtkan halleri neden şuan ruhumun acıyla kıvranmasına neden oluyor? İnsanlar kuş sesleriyle meditasyon dahi yapabiliyorsa eğer, bunu odaklanmak adına kullanıp huzurlu bir uykuya dalmak adına adet ediniyorsa ben neden kafatasımı patlatmak isteyecek kadar rahatsızdım bundan? Garip olan ben miyim? Kuşlar mı? Veya bu seste meditasyon yapabilen insanlar mı? Ortada herhangi bir garip var mı? Karanlık sanki uzay boşluğunda yuvarlar gibi bedenimi esir alıyor. O yüzden tekrar bir. Sesli şekilde de söylemeye ihtiyacım var. Var olduğumu hissetmek için konuşmaya ihtiyacım var. Kendi kendime bile olsa, dudaklarımdan bir kelime dökülmesine muhtacım. Öyle ki bana şu dakika, tek kelime edersen ölmek zorunda kalırsın, gibi bir şart koysalar umurumda olmaz, çünkü o tek kelimeye dahi ihtiyacım var. Ölümü göze alacak kadar istiyorum o tek kelimeyi. 'Bir...' dudaklarımı oynattığımı hissediyor fakat sesimi duyamıyorum. Çıldırmak üzereyim, tüm vücudumu esir alan kaygı öldürecek gibi beni ancak tekrar denemeliyim. Kaygıdan, endişeden kurtulmalı, kendimi zorlamalı, hissedebildiğimi hissetmeliyim. Hissedebildiğini hissetmek... Ne kadar da enteresan duruyor zihnimin içinde. 'Bir, bir, bir... BİR!' çığlığım bile çıkmıyor, koca orman içerisinde en çok yankı bulması gereken sesimi resmen karanlık yutuyor. Bacaklarımı korkuyla hareket ettirmeye çalışsam da elime geçen koca bir sıfırla beraber gözlerimi etrafta dolaştırıyorum Her şey en başta, henüz dünyaya gelmeden önce olduğu gibi sanki. Koca bir sıfırdan ibaret şekilde öylece duruyor karşımda. Nemli toprakla bezeli patika yol, büyük çam ağaçları, kuş sesleri... Kuş değil, kargaların sesleri... Gözlerimin adam akıllı seçebildiği, ruhumun karanlık gibi hissettiği o masmavi, berrak gökyüzünde uçuşan kargaların sesleri... Onların seslerini bu kadar işitirken neden kendi çığlığımı duyamıyorum? Kargalar... Onlar birçok anlam ifade ediyor fakat neden o kötü hurafeler üşüşüyor beynime? Neden şu dakika ölümü çağrıştırıyor kargalar bana? Kurtulmam gerekiyor bu kapandan, kargaların da ölümü haber verdiğini unutmalıyım. Bu bir hurafe ve ben çok daha farklı anlamlar yükleyebilirim. Mesela Yunan mitolojisine göre ölümsüzlüğü temsil edişine tutunabilirim. Veya İskandinav kültürünü ele alıp kutsal sayılmalarını düşünebilirim. İslam'da olduğu gibi Allah'a inanan kişileri temsil edişine sıkı sıkı sarılabilirim. Fakat ben öylece durmuş simsiyah, gösterişli ve parlak tüyleriyle uçan kargaların ölüm habercisi olduğunu zihnimden atamıyorum. Silmeliyim bunu. Unutmalı, bırakmalı, o ruhuma göre karanlık olan yere bir çırpıda fırlatmalıyım. Bir kez daha o uzay boşluğuna sürüklenmeme neden olacak şeyi yapmaya çabalamalıyım. Gözlerimi sımsıkı kapattım, tekrar açtım. Değişen bir şey yoktu. Tekrar kapattım, sımsıkı, buradan bir an önce kurtulmak ister gibi, sanki bir anda ışınlanabilecekmiş gibi... 'Belgi...' kuş cıvıltılarına karışmış ormanın derinlerinden gelen sesle sımsıkı kapattığım gözlerimi açıp etrafa panikle baktım. Kimse yoktu, hektarlarca ormanın ortasında tek başımaydım ve birisi sesleniyor olsa da koca bir boşluk içerisinde kalakalmıştım. Üstelik birisi de seslenmiyordu, o kadar çok ses aynı anda ismimi söylüyordu ki tek bir ses gibi çıkıyordu. Çıldırmak üzereyim fakat burada imkânım yoktu, burada çıldıramazdım dahi. İnsan rahat rahat aklını kaybedebilmeliydi ancak ben onu bile yapamıyordum! 'Belgi...' yine aynı sesleniş, bir türlü yerine oturmayan, oturmadığı için de kim olduğuna anlam veremediğim sesleniş... Onlarca kişi gibi gelen ama tek gırtlaktan çıkarcasına senkronize sesleniş... Başımı yukarı kaldırdım, ormanın tam aksine geceyle buluşmuştu gökyüzü. Saniyeler önce masmavi, berrak, açık mavi ve bulutsuz olan gökyüzü kapkara gibi gözüken fakat lacivert olan haliyle bir şekilde yıldızları yutuyordu ancak bir o kadar da aydınlıktı sanki hava. Bir sürü parıl parıl parlayan, sanki göz kırpar gibi duran yıldızlar. Gökyüzünün karanlığı ile savaşan yıldızlar... Olduğum yeri, bulunduğum konumu, yapamadıklarımı, halimi hepsini unuttum. Çığlığımı kulaklarıma ulaşmasın diye engellediğini düşündüğüm dudaklarım usulca kıvrıldı. O korkutucu orman çıktı zihnimin izbe köşesinden ve tozlar dağıldı etrafa. Yıldızlara âşık olabilirdim, onlar ne zaman gelirler ve ne zaman giderler belirliydi. Bu yüzden en çok yıldızlara tutunabilirdim ormanın içerisinde. Benden bağımsız hareket eden kolum sanki o göz kırpan ışıkları yakalayabilecek gibi uzandı gökyüzüne. Kaşlarım çatılmaya başladığında zihnim artık gerçekliğe dönmem için bana onlarca küfür ediyordu. Elim, kolum, parmaklarım ufacıktı, sanki şu an olduğum yaştan yıllarca küçükmüşüm gibi miniciklerdi. 'Rüya...' en başından beri bir türlü çıkmayan sesim çıktı. Sanki bir kapının kilidiymiş gibi tek kelime tüm gerçekliğe itmişti ruhumu. O izbe yer bir anda aydınlandı, hayat buldu, daha çok gülümsememe neden oldu. 'Belgi...' yine o ses, hala aynı uzaklıktan, hala aynı tonda, hala aynı şekilde senkronize fakat önceki kadar ürkütücü değil. Kızgın mı, küskün mü, korkak mı, neşeli mi? Hiç ama hiçbir bilgim yoktu ama emin olduğum tek gerçek vardı. 'Rüyadayım...' fısıltılı sesim karıştı geceye. Lacivert gök bir anda yıldızları yutmaya başladı. Simsiyah oldu zaman ve ben zamanın içinde bir kapana kısıldığımı yüreğimin en derininde hissettim... Gözlerimi bir anda açıp etrafa bakındığımda yatağımın üzerinde cenin pozisyonundaki bedenimin sızladığını hissettim. Sertçe yutkunup yatağın içinde sırt üstü dönerek birkaç saniye karanlık tavana baktım. Çıkmak istemiştim ve bu kez başarmıştım. Bu kez kabusuma yenilmemiştim. Başarmıştım. Bu benim için bir zaferdi. Dirseklerim üzerinde doğrularak kenardaki suyun üzerindeki kapağı kaldırıp bardağı zorlukla tuttum. Kaslarım bile işlevini kaybetmişti resmen. Zoraki bir yudum içtikten sonra tekrar etrafa bakındığımda derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Çoğu zaman bu ve benzer rüyalar içinde kalıyordum, hatta rüya içerisinde rüya bile görmüşlüğüm oluyordu fakat bu sefer ilk defa birisi o rüyamda benimle iletişime geçmeye çalışır gibiydi ve yine ilk kez rüyama müdahale edip o kuyudan kurtulabilmiştim. Muhtemelen baştan sona kullandığım tüm ilaçlar sadece bedenimi değil, rüyalarımı bile karıştırma hamlesinde bulunuyordu. En azından artık rüyada değildim ve bir şekilde aydınlık günle kucaklaşıp buna şükür etme fırsatım vardı. Ne kadar gün daha doğmamış olsa da sesim çıkabilir, ayağa kalkabilir, hareket edebilirdim. Üzerimdeki ince örtüyü ayaklarımla tepercesine kenara atma çabasına girdiğimde hala kendisinde olmasa da bedenimi banyoya gitmek adına ikna etmek istedim. Fakat beni durduran şey bacağımdı. Bacağımdaki alçı... Dirseklerimden aldığım desteği kesip başımı tekrar sertçe yastığa bıraktığımda gözlerim o karanlık tavanı buldu yine. İnsan yorulurdu... Çalışır, arkadaşlarıyla vakit geçirir, hatta bir tabak yemek yapardı yorulurdu. Fakat ben uyurken yoruluyordum. Oysa ki insan dinlenmek için uyurdu, fakat ben bu noktada bir türlü başarı elde edememiştim. Dahası kaç gece uykusuz kaldıktan sonra böyle bir rüya için derin uyku haline geçmiştim onu bile hesap edemiyordum. İçimdeki korku ve tedirginliğe rağmen elimi başucumdaki komodinde duran telefonuma yönelttiğimde alıp almamakta kararsız kalsam da bazı intiharların kesin çözümler olduğunu biliyordum. O yüzden düşünmeden almalı ve belki de ölümsüz bu intiharı kısa kesmeliydim. Parmaklarım arasındaki telefonun ekranını aydınlatmadan önce bomboş siyahlığa bakarak derin bir nefes aldım. Evdeki kaçıncı günümdü bu? Hastaneden çıkalı ne kadar zaman geçmişti? Basının hazırladığı onlarca haber başlığına hazır mıydım? Sağlıklıydım ama gerçekten sağlıklı mıydım acaba? Kaldırabilecek veya katlanabilecek miydim tüm gerçeklere? Zihnimde yankılanan sorulara ne zaman bir cevap bulabilecektim ki veya ne zaman bulabilmiştim? İç çekerek kapalı olan telefonumu yaşama çevirmek adına güç tuşuna uzunca bastım. Hafifçe aydınlanan ekran, çıkan logo, ardından kendini gösteren ana ekran. Bunları takip etmekte gecikmeyen bildirimler... Kilit ekranını açtıktan sonra dudaklarımı ıslatıp korkakça titrek bir nefes aldım. Nefes almaya ihtiyacım vardı fakat yetmeyeceğinden adım kadar emindim. Sertçe yutkunup kendine gelmeye çalışan mesaj kutumu kafamdan çıkararak sosyal medya hesabıma girdim. Karman çorman olan gündem başlıklarına baktım fakat en başta, insanın hayatına dokunan o kalın puntoların ne kadar can yakıcı olduğunu şimdi anlamıştım. #ArıkanKaradeli... #ÖlümcülDostluk #ArıkanKaradeliveBelgiDeranİmerler Gündemde olan üç hashtag. İçimin çürümesine neden olan üç ana başlık. Başparmağım dokunmak için an kollasa da uzun uzun baktığım ekrana rağmen derin bir nefes alarak ana ekrana döndüğüm gibi mesajlara girdim. Durmak nedir bilmez gibi üst üste doluyordu gelen kutum ve takip etmekte dahi zorlanıyordum. Bir süre daha beklediğimde yüzlerce mesajı hızlıca aşağı indirip tekrar yukarı çektim. Şuan gözüme en iyi olasılık gibi gelen Simay'ı seçtiğimde yüzlerce mesajı es geçerek en son yazdığına geldim. Gelmek ister misin? İstersen seni alabilirim? Neden bahsettiğini anlamak adına bir üst satıra geçtim, dün yazılmış mesajında. Kalbimin ortasına koca bir hançer indirip, boğazıma bir çift elin sarılmasına neden olacak, unutmadığım ama olmamış olsun diye binlerce kez dua edebileceğim ve zamanı geriye alabilmek için her şeyi feda edebileceğim mesaja. Atakan'ın gözleri günlerdir seni arıyor, yanına gelip seni getirmek istedim ama dinlenmen için itiraz etti. Ne kadar toparlanmış olursun bilmiyorum ama Arıkan'ı yarın defnediyoruz. Öğle namazından sonra olacakmış. Tevfik Fikret'in cümlesi gibi hissediyordu içim. Biz çocuktuk, seni defneyleydiler. Arıkan'ı yarın defnediyoruz, öğle namazından sonra olacakmış. Arıkan'ı defnetmek. Bir ölüyü toprağa gömmek. Defnetmek bu demekti değil mi? Peki ben neden Arıkan'ın bir yerlere defnedilmesini kabullenmek istemiyordum? Neden onu defnetmek istemiyordum? Katili olduğum için mi? Yoksa en yakın arkadaşım olduğu için mi? Veya bir daha onu göremeyecek, ona sarılamayacak, onunla gülemeyecek olduğum gerçeğini kabul etmemek için mi? Peki, Tevfik Fikret, senin kelimelerine rağmen Allah'a dönsem ve 'Biz çocuk değiliz, Arıkan'ı defnetmeseler olmaz mı?' desem çok mu ileri gitmiş olurum? Onu tekrar bana vermesi için yalvarsam ayıp mı ederim? Benim canımı alsa ve onu tekrar o gülen yüzüyle getirmelerini istesem günahkâr sayılır mıyım? Çünkü Arıkan defnedilecek kadar yaşamdan kopan bir adam değil. Ben böyle vazgeçmişken onun sevinci içinde gömülmesine nasıl razı gelebilirim ki? Hem çiçek dikerken bile elleri çamur oluyor diye sevmez toprağı Arıkan. Çiçekleri de sevmez, polene alerjisi var onun. Önce sevmediği toprağa gömüp sonra nasıl üzerine çiçekler dikmelerini kabul edebilirim ki? Sanki kapıdan girecek, 'Naber çiçeğim!' diye gülerek yatağa kendini bırakacak gibi hissetmem acınası mıydı peki? Kendimi zorlamak istiyordum, o kapının ardında açılmasını bekliyordu belki de. Yatağa bıraktığım telefondan sonra bacağımdaki alçıya rağmen zorlukla kalksam da ulaştım, o ardında imkansızlıklar olan kapıya ulaştım. Bastığım kulpla araladığımda karşımdaki duvara baktım. Bomboş koridora... Çıt çıkmıyordu fakat Arıkan burada olmalıydı. Olmak zorundaydı. Beni görmemeli, hatta içimden geçip odama girmeliydi, artık sadece ruh olan ben olmalıydım. Koca gülümsemesi olmazdı belki fakat benim için üzülse dahi katlanabilirdim. Ancak yoktu. Dakikalarca yanan gözlerimle beklesem de tek bir adım sesi dahi yoktu. Bu benim için belki de son direnme noktasıydı. Bedenimi taşıyamayan bacaklarıma itaat ederek kendimi yere bıraktığımda boğazımı yakan o hıçkırık döküldü dudaklarımdan. Bağırarak ağlamak isterken bu kadar sessiz kalınmazdı fakat nefes dahi alamazken avazım da çıkmıyordu, ruhum da... Sonrası karanlıktı. Acıyla dolu karanlık... Dört ay sonra... Islak saçlarımı tarayıp rastgele toparladığımda makyaj malzemelerime göz atsam da gideceğim adresi bilerek vazgeçtim. Makyajı her türlü yapardım, herhangi bir şekilde markete gitmem gerekse dahi yapardım fakat spora giderken makyaj yapmak aptallıktan ibaret olurdu. Aynadaki yansımamda gözlerimi gezdirdiğimde çıkan sivilcemin kızarıklığına tamamen zıt şekilde tenimin solukluğu çarptı gözüme. Hayalet olduğumu birisi iddia ederse çekinmeden evet diyebilecek, çirkin olduğumdan dem vururlarsa da aşırı haklı olduklarını beyan edebilecek haldeydim. Fakat tüm bunları kafamda yargılayacak bir alana sahip değildim. Hala bedenimi saran havluyu kenara bırakıp üzerimi giydiğimde çekmeceden arabamın anahtarını ve kenardaki hazır spor çantamı alarak çıktım odadan. Basamakları hızlı adımlarla indiğimde gözüm salona ilişse de babamın ve Ilgın hanımın sesiyle o tarafa yönelmekten vazgeçip dışarı attım bedenimi. Kimseye yüzümün solgunluğunu ve uyuduğum halde olan yorgunluğumu anlatmayacaktım. Zaten sürekli uyuyordum. Şu saatten sonra beni toparlar dediğim tek yere gidecek ve muhtemelen bir deve kuşu gibi bütün olanlardan kaçmak adına yokmuşum edasıyla spora sarılacaktım. Haftalar sonra doktorumun onayı varken ve ben artık düşünmek istemiyorken sadece ve sadece spor yapmak istiyordum. Kimseyi görmek, başkasına bakmak değil, vücudumu harap etmek istiyordum. Gelen arabaya binip parmaklarımı direksiyonun üzerinde gezdirdim usulca. Buna hazır mıydım gerçekten? Tekrar kontağı çevirmeye, bir otoyol üzerinde seyir halinde giden aracın sürücüsü olmaya... Bakışlarım direksiyondan yan koltuğa dönerken şuan koca bir boşluk olan yerin dört ay önce dolu olduğu anı hatırladım. Arıkan'ın kocaman ve aşırı kahkahasıyla öylece orada olmasını, emniyet kemerini takmasını, elini uzatıp müziğin sesini açmasını ve bacakları arasına sıkıştırdığı şişeyi tepesine dikmesini. Sertçe yutkunurken boğazımın yırtıldığını hissettim adeta. Sanki büyük bir kılçık gırtlağıma takılmıştı ve yutkunurken yemek borumu parçalıyordu. Ekmek yutsam geçer mi diyesim geldi kendime ancak ekmek değil, tüm dünyayı yutsam o kılçık oradan geçip gitmeyecekti. Dolan gözlerimi kendine getirmek adına kirpiklerimi hızlıca kırpıştırdım. Yanağıma süzülen ıslaklığı elimin tersiyle temizledikten sonra kontağı çevirdim. Hazır olup olmadığım meçhul olsa da mecburdum. Yaşamaya değil, nefes almaya, doya doya gençliğimi geçirmeye değil sadece zamanımı tamamlamaya mecburdum. Bir şekilde doğal akışa ayak uydurmak zorundaydım. İnsan canı sızım sızım sızlarken spora sarılır mıydı? Çığlık atmak isterken koşar mıydı? Hüngür hüngür ağlamak isterken ağırlık kaldırıp nefesini tutar mıydı? Başkalarını bilmem ama çocukluğumdan beri kendimden dahi kaçmak adına yapabildiğim en iyi şeydi spor. Koşu bandında kilometreleri kat ederken olduğum yerde saymak veya bisikletle hiçbir ağaç geçmeden tüm ormanı dolaşmak, belki de kendimi parçalarcasına hareket etmek bir çeşit meditasyondu benim için. Sapasağlam olan bedenime rağmen etrafa cam kırıkları gibi dağılmış ruhumu yok saydırıyordu bu tavrım. Zihnim olağan hengamesinde defalarca bıçak darbesi alıyor, hatta çarmaha geriliyordu ancak spor zihnimi boşaltmamı daha doğrusu doluluğunu hissetmemi sağlıyordu. Tüm problemleri spordan sonra hızlıca kaldırıp atabilecekmişim gibi geliyordu. Adımlarımın altından kayan sanki bir koşu bandı değildi de toprak yolmuş gibi hissediyordum. Başımı kaldırsam yemyeşil ağaçların altından geçecekmişim gibi. Daha birkaç saat önce sürekli gördüğüm herhangi birinin içinde kendimi defalarca bulduğum rüyada gibi. Belki de kabusun tam ortasındaki o balçıkla dolu yere saplanır gibi... Gerçi Mart soğuğunda pek mantıklı bir fikir değildi bu, muhtemelen çam ağaçları dışında da pek bir yeşilliğe rastlayamazdım. Hoş bana çam ağaçları daha çekici gelirdi hep. Üzerinde kendi dikenleri olan yapraklarını doğru yerden tutulursa zorlamadan parçalanabilen... Hem, küpe de yapabiliyordum onlarla çocukken. Hatta kolye bile yapabiliyordum, bence şahsına münhasır bir bitkiydi. Güzeldi, hep yeşildi ve kara kışta bile kendinden ödün vermiyordu. Tek sıkıntısı üzerindeki kozalaklar olabilirdi herhalde. Çünkü bir çam ağacı ateşe teslim olduysa metrelerce uzağındaki bir başka ağaca o kozalağın içindekini fırlatıp tüm ormanın alev almasını sağlıyordu. İnsanlarda böyleydi ve yine muhtemelen çam ağaçlarını insanlara benzettiğim için güzel geliyorlardı bana. Kimi kandırıyordum ki ben. Tüm bu aklımdan geçenlere rağmen önce zihnimi ve duygularımı inandırmalıydım. Buz gibi soğuk suyla dolu küvete girmiş gibi sızlıyordu tenimin her santimi ve içim. Ne çam ağaçlarıyla dolu bir orman hayali, ne spor, ne de başka bir aktivite iyileştirmiyordu içimdeki yarayı. Çam ağaçlarını içimdeki cinayete şahit ediyordum fakat belki de yüklediğim kadar anlamları bile yoktu onların. Gözlerimi usulca kapatıp koşmaya devam ettim. Bu son koşu olayını bitirirsem benden iyisi olmazdı herhalde. Zihnimin içinde sürekli dönen sınavlar ise artık müsaade etmeliydi bana. Öyle ki dört ayda aklıma Arıkan'ın bakışları, gülüşü, hayat dolu olan hali gelmesin diye gitmediğim okulun tüm kitaplarını su gibi içmiştim. Her zaman yaptığım, bana en kolayı gibi gelen ikinci kaçış yolunu seçmiştim. Eğitimi... Eğer yapabiliyor olsam sadece unutmak için buna sporu da alet ederdim fakat şimdi buradaydım. Tam da burada, spor salonunun geniş, koşu bantlarıyla dolu alanında. Ve aklımda yine o sahne dönüyordu... Ters dönmüş arabada bedenimi tutan emniyet kemeri ve burnundan şakağına doğru kan süzülen Arıkan... Dirseğimdeki teması hissedip şaşkınca gözlerimi açtığımda kırmızı butona basarak durdurdum bandı. Bacaklarımı iki yana açıp kenarlara ayaklarımı yasladığımda elin sahibinin buz parçası gibi bakan mavi bakışlarıyla karşılaştım. Okyanus gibi yer yer açık ancak yoğunlukta daha koyu olan mavileri anlamaya çalışır gibi inceliyordu yüzümü. Bana nasıl tepki veriyorsa bende aynı şekilde onun hatlarını inceledim. Kemikli çenesini, çatılmış kalın kaşlarını, uzun kirpiklerini, çizilmiş gibi duran biçimli dudakları ve ancak uzman bir doktorun ustalık eseri olarak gururla sunabileceği gibi düzgün olan burnunu. Çatık olan kaşları yavaşça düzelmeye başladığında şaşkınlığımı garipsemiş olacak ki iyi olup olmadığımı süzer gibi baktı bu kez. Hala ne olduğunu anlamamıştım ancak dudaklarının kıpırdadığının, daha doğrusu bir şey söylediğinin fakat kulaklıklarım yüzünden duymadığımın farkına varıp anında çıkardım. 'Affedersiniz, anlamadım az önce söylediklerinizi.' Yüzümü çekingence buruşturup mırıldandığımda bantta asılı olan siyah havlumu alarak boynuma astım. 'Asıl siz kusura bakmayın, bir an düşeceksiniz gibi geldi, acil bir durum olduğunu zannettim.' Tam da görüntüsüne yakışır şekilde olan bariton fakat nazik sesi kulaklarıma dolduğunda gözlerim usulca az önce üzerinde olduğum banda dönse de bazen spor yaparken kendimi kaybettiğimi anımsayarak gülümsememi serdim ortalığa. Daha doğrusu son dönemlerde hastane için evden dışarı çıktığımda yüzüme taktığım o maskeyi taktım yine. 'Spor beni her zaman dinlendirir ama inceliğiniz için teşekkür ederim.' Neden kendime dair bilgi verdiğimi bilmiyordum. Adam kendini bunun neden ilgilendirdiğini sorsa verecek bir karşılığım da yoktu açıkçası fakat karşımdaki adamın duruşu, bakışı, endişeli ciddiyeti ve en önemlisi gözleri istemsizce her durumda açıklama yapmaya mecbur hissettirebilirdi insana. İşte bundan adım kadar emindim. Üstün körü görünen ancak ciddi bir şekilde kendinden eminlik vardı tüm benliğini çevreleyen. İç sesim Ah be Belgi elin adamına ne senin sporla arandaki aşktan? Diye isyan ediyor olsa bile gözlerim baştan ayağa adamı süzmeyi ihmal etmedi. Yanağının sol tarafında ufak bir çukur oluşmaya başlamıştı, her gülümseyişinde ortaya çıkmıyordu fakat ben az önce görmüştüm, gözleri karman çorman ama puslu bir mavi, teni esmer, bana kalırsa ilk incelemede de düşündüğüm şekilde sağlam bir doktorun başarısı olan estetik burnu, siyah eşofman altı ve üzerindeki olsa da olur olmasa da olur kıvamındaki yanları tamamen açık gri bir spor atlet. 'Gerçekten kusura bakmayın, devam edin lütfen.' Yanımdaki koşu bandına da kendisi çıktığında işimin aslında bittiğini bilsem de tekrar kendimi koşarken bulmak adına ayaklarımı bandın üzerine yerleştirip çalıştırdım cihazı. Eğer ki senelerdir spor yapmıyor olsam Can gelip kondisyonum ve ona çektirdiklerim hakkında eminim ki uzun soluklu bir konuşma yapardı. Gerçi o bunu hep yapardı, çünkü amaçsızsa bir yere ulaşmadan bu kadar çok koşu bandına çıkan ve kum torbasıyla münasebeti arşa uzanmış bir kadını daha önce görmediğini iddia ederdi kendisi. Bir spor salonunda uzay yürüyüşü yaptırabilecek koşu bandı icat edilmediğine ve sınav dönemlerinde kilometrelerce yol çekemeyeceğime göre en makul seçeneğimi değerlendiriyordum. 'Uzun zamandır üye misiniz?' yanımdan gelen sesle hala kulaklıklarımın elimde olduğunu fark ederek önümdeki bardaklığa bıraktım. 'On sekizime bastığım günden beri.' Bakışlarımı çevirmeme bile gerek yoktu çünkü adam bacak kaslarının hakkını vermek istercesine elinden geleni yapıyor ve kondisyonu bozulmaması adına İstanbul boğazını gören önümüzdeki pencerenin yansımasına bakarak konuşuyordu. Sahi koşarken konuşmakta nefeste sıkıntı yaratmaz mıydı? Söz konusu ben isem yaratmazdı fakat yan banttaki adamın hızı ve bandın eğimi hesaba katılırsa yaratmalıydı yoksa ben kendimi adadığım spora bir ufak darılabilirdim. Gülümseyip bende hızımı biraz daha arttırdım, sırf daha iyisini yapabilme inadım yüzünden, 'Ama siz uzun zamandır gelmiyorsunuz sanırım.' Diye devam ettiğimde istemsizce dudaklarımdan dökülenlerle adamın kaşları anında havalandı ve tebessüm etti. Evet Belgi, tam da senlik bir hareket, illa ki çevreyi spor salonlarından kur kızım diye avaz avaz kendimle konuşmak istiyordum şu an. Dahası aylardır yoktun, doktorum izin verdi diye dört aydan sonra beşinci kez evden dışarı adım attın bunun dördü zaten doktor iken beşincisinde de rotan spor salonu olmuştu. Yani adam son dört aydır varsa benim görmen hali hazırda imkansızdı. Gerçekleri hesaba katacak olduğumda ise yaptıklarım sorumun cevabını karşılayabilirdi. Gerçi tüm bunlar olmasa da zaten sınırlı sayıdaki ve fazlaca ayırt edici şekilde üyelik kabul eden bu salondaki insanları bilirdim. Hem de hemen hemen hepsini, sadece yan tarafımdaki koşu bandında kondisyonu sağlam olan mavi gözlü esmer adamı tanımıyordum. 'Genellikle gece yaparım sporu, daha sakin oluyor salon. O yüzden rastlaşmamış olabiliriz.' Başımı usulca salladığımda bana ayrılan vaktin sonuna geldiğimizi camın yansımasından görülen vitamin barda kararsızca uyarmakla uyarmamak arasında kalan Can'dan anlayabiliyordum. Hızımı düşürmeye başlayıp tamamen durdurduğumda derin bir nefes aldım. 'Pestilin çıkmadığına göre özel derse de katılmak istersin şimdi?' Can sonunda dayanamayarak yanıma ulaştığında gülümsememi büyüttüm. 'Spor diyelim geri duralım, bu kez dövdürecek misin sövdürecek misin bakalım Can.' Anında dudaklarından büyük bir kahkaha koptuğunda derin bir nefes daha alıp elindeki bana uzattığı kahvemden bir yudum aldım. Diğer elindeki metalik kaplamalı gri termosu içeceğini düşünsem de az önceki adam da koşu bandını duraksattığında Can onu da kendisine uzatmıştı. 'Noyan bey, kusura bakmayın genelde aramızda bir resmiyet olur fakat Belgi hanım neredeyse salonu üzerine geçirmeye niyetli olduğu için buradaki herkesle olan samimiyeti insanları rahatsız etmiyor. Tanıştınız herhalde?' Can'ın bakışları sorgulayıcıydı. Fakat o sorgulayıcılık garip bir şekilde gergindi aynı zamanda. Sanki tanışmamamızı umuyor fakat emir demiri keser hesabı sorgulamaktan da çekiniyordu. Hatta birazdan gerinerek aynı yaşta olduğumuz halde 'Ben Belgi'nin abisi sayılırım' derse şurada kahkaha atardım. Ve bu gerçek bir kahkahadan ziyade Can'ın kıpkırmızı olmasını sağlayacak dalga geçen bir üslupla olurdu. 'Resmiyette tanışmış sayılmayız.' Derken termostan bir yudum aldıktan sonra 'Noyan Cenker Visam.' Diye devam ederek elini uzattığında gülümsememi büyütüp ben de elini sıktım. 'Belgi Deran İmerler, memnun oldum.' Derken başımı da usulca salladım. 'Bende Deran hanım.' Bakışlarım öylece bekleyen Can'ı bulduğunda az önceki tebessümü kaybolmuştu fakat baktığımı anlamış olacak ki anında toparlandı. 'Ders kimin?' 'Gizay'ın dersi.' Cevapları hızlı, tedirginliği hala üzerindeydi ancak benim ortaya laf atmamdan memnundu. Can'ı tanıyordum, çok samimi değildik fakat spor salonundaki bazı insanlardan hoşlanmadığını ayırt edebilirdim fakat biraz önce tanıştığım adam hoşlanmadığı değil de karşısında gerildiği biri gibiydi. Sadece bu gerginlik bildiği bir durum yüzünden mi yoksa adamın gerçekten aşırı derecede sert ve disiplinli duruşundan mı ayırt edememiştim. 'Sövdüreceksin yani...' 'Gizay'la dövüşmeyi seversin Belgi, bana sürekli çocuk sever gibi vurmasana diyorsun.' Gözlerini devirip mırıldandığında anında omuz silktim. Can sonuna kadar haklıydı, o her seferinde daha nazik ve naif davranırken, Gizay'ın bu durumda duru durağı yoktu. Herhangi bir aksaklık olmaması adına beden sağlığıma dikkat etmek için Gizay'da elinden geldiğince sakin davranıyordu gerçi. Fakat ben zaten uzun zamandır üyeleriydim ve kırılsa da sıkıntı yoktu. Dahası Gizay ile olan samimiyetim sadece spor odaklı değildi. Bunu ikisi de o kadar iyi biliyordu ki bazen tüm hayat meşakkatini atmak adına benimle ders yaparlardı. Benim ise tek derdim stres atmaktı. Haliyle söz konusu bu olunca Gizay'ın duvardan duvara vururcasına karşılık vermesi de iyi geliyordu. Her sırtım mindere değdiğinde daha çok hırslanıp saldırıyordum çünkü, bu da hafiflememe neden oluyordu. Gizay ne kadar bu davranışı yanlış bulsa ve kendimi boş yere yorduğumu söylese de istediğimi vermekten de geri kalmazdı... 'Hangi salonda?' sorumla Can'ın tebessümü büyüdü anında. Başıyla Noyan beye selam verip eliyle bana yön verircesine merdivenleri gösterdi. 'Memnun oldum tekrar.' 'Bende, iyi antrenmanlar.' Başımı sallayarak onay verdiğimde Can'la basamakları da hızlıca indik. Üzerinde hala tedirginlik olduğunu hissediyordum ama zaten yeteri kadar derdim varken dinleme taraftarı değildim. Ya da dinlemek istiyordum. Öğrenmezsem kafayı yerdim ne olduğunu. 'Senin suratın niye asık bakalım? Sen dövemiyorsun diye mi?' basamaklar bitince yöneldiğimiz koridorla Can büyük bir kahkaha daha attı. 'Ben seni dövmek istemiyorum prenses, kurallarıma aykırı, hayat standartlarıma ters bu durum. Yoksa ohooo...' elini havada salladığında önüne geldiğimiz salonun kapısına elimi attım. 'Belgi.' Gözlerim tekrar Can'ı bulduğunda yüzündeki ifadeden kararsızlık akıyordu. Hani insan delicesine bir şey söylemek ister ve susardı, karşısındaki insanın öğrenmek istemeyeceğini düşünürdü, işte bu ifade de tam olarak öyleydi. Yıllardır o kadar sosyal ortama girmiştim ki insanların bakışlarından çözebiliyordum artık. 'Şu Gizay'ı mindere ser.' Göz devirse de aslında söyleyeceğinin bu olmadığını bilerek gülümsedim. Benim için insanlarla iletişimin en temel kuralı ısrarcı olmamaktı. Birisi bir şeyler söylüyor veya söylemiyor diye üstelemezdim. İnsanların ağzından kolayca laf alırdım fakat eğer ki konuşmak istemezlerse bunu hallerinden anladığım dakika konuyu kapatırdım. Sonuçta herkesin özeli vardı ve ben o özeli merak etsem de kafama göre içine dalamazdım. 'Tamamdır abi, ya tamam sal beni, sensin abicim sensin, kapat artık ama bak.' köşede oturmuş telefonla konuşan Gizay'a elimi kaldırarak selam verdiğimde o da gülümseyip benim gibi elini havalandırdı. İşaret parmağını havalandırdığında telefon konuşması için zaman istediğinin bilincindeydim. Benim için problem yoktu. Yanındaki elastik bandı alıp bana doğru fırlattığında yakalayarak bende sırtımı aynaya yaslayıp oturdum zemine. 'Ahter! Yeter babacım ya! Anladım, suratına kapatınca ayarın bozuluyor diye dinliyorum ama işimi de öğretme istersen! Hadi git işine bak sen, o kulağı kesikle görüşmeye gideceğin zaman da haber ver çıkayım.' 'Tamamdır, hadi abi, kurban olayım sonra görüşelim. İki dakika ayrı kalamıyoruz.' Gizay sonunda telefonu sinirle kapattığında birkaç derin nefes alıp gerginliğinin geçmesini umut ederek omuzlarını gevşetmeye çabaladı. Bu imkansız sayılabilecek bir olaydı, kimse bu hareketle gerginliğini geçiremezdi, fakat kendisi de durumun ehemmiyetini fark etmiş olacak ki ayağa kalkıp kalın halatların arasından geçerek benim olduğum tarafa geldikten sonra önümüzdeki üç sıra üst üste duran halatlara yaslandı. 'Sen beş saattir buradasın farkında mısın?' dediğinde hafif bir tebessümle baktım yüzüne. 'Olabilir...' mırıldanıp omuz silkerek ayağa kalktığımda elimi ona uzatmam için parmaklarını uzattı. Sardığım bandın iki katını çözüp tekrar sardığında dikkatle izliyordum. 'Bir şunu halledemiyorsun ya helal olsun.' Ellerimi bir türlü rayına oturtamadığım şekilde sargılarını sarmamdan rahatsızca buruştu yüzü. Bir bakıma hak verebilirdim, çünkü ya kangren edecek kadar sıkıyor ya da spor yaparken açılacak kadar gevşek bırakıyordum. 'Uzun bir ara verdin ve kaza geçirdin. Eğer bir yerin ağrıyorsa, yorgun hissediyorsan daha sonra ders ayarlayalım.' Diğer elime de aynı şeyi yaparken konuştuğunda başımı umursamaz halde olumsuzca salladım. Gizay ise işini bitirmiş ardından alttan iki halata ayağıyla basarak açılmasını sağlamıştı. Başımı eğip üstteki halata takılmadan içeri girdiğimde kendisi de ellerindeki bandajları düzeltti. 'İyi misin peki?' Gizay'ın gözlerinde tedirgin bir merak olsa da alışkanlığım haline gelen gülümsememle baktım yüzüne. 'İyiyim.' Pek ikna olmuş gibi durmayınca yumruğumla hafifçe omuzuna vurup kaşlarımı havalandırdım bu kez, 'Gerçekten iyiyim. Merak etme.' Hayatımda adapte olabildiğim ilk şey sporken, ikincisi daima okuduğum bölüm, üçüncüsü ise alışveriş olmuştu. Arkadaşlar, bir mekanda oturup kahve içmek pek beni alakadar eden bir eylem değildi en azından son dört aydır pek benlik değildi. Hatta minimum düzeyde tutardım onlarla ilişkimi normalde de, enteresan bir şekilde uzun süre aynı ortamda olmak farklı hissetmeme sebebiyet vermeye başlamıştı. Belki üzerimdeki suçluluk psikolojisi, belki artık hiçbir şeyin eskiye dönemeyeceğine dair net bir inanca sahip olmamdandı bu durum. Yıllardır tanıdığım insanların sanki dünyalarına ait değilmişim gibi garip bir sancıyla dolmuştu son seferde eve gelip beni ziyaret ettiklerinde içim. Halbuki kimisiyle küçücük yaşlarımızdan beri aynı okullarda okumuştuk, kimisiyle sonradan tanışmış fakat ailelerimizin iş yapması için bir araya geldiğimizde samimiyet kurmuştuk. Aslında ortak bir dile sahiptik fakat ben bu ortak dili ezbere bilmek istiyor muyum, işte orası tam anlamıyla muammaydı. Gizay'ın bakışları gözlerimde dolaşmaya devam ederken dilini dudaklarının üzerinde gezdirip iç çekti. Dünyanın sonunun geldiğini haber verecekmiş gibi gergin olan tavrına karşı kaşlarımı havalandırıp Ne var dercesine başımı sağa sola salladım. 'Sarılmak ister misin?' sorusu tüm gardıma sert bir darbe gibi inerken gülümsemeye çabaladım sıktığım dişlerimle. Gizay beni görüyordu, içimdeki savaşı da, kan gölü olan harp meydanını da ayırt ediyordu. Gülümsemeye çalışan dudaklarımın titremeye başladığını fark edip birbirine sıkıca bastırdığımda yutkunuşum gırtlağımı yakıp geçti. Az önce telefonunu bıraktığı cebine elini atıp bir süre uğraştıktan sonra julüzların kapanmasını sağlayarak tekrar cebine yerleştirdi, 'İstersen ağlayabilirsin de.' Diye devam ederken kollarını hafifçe havaya kaldırdığında bir adım attım Gizay'a doğru. Devamını getirmemi beklemeden yaklaşıp kollarının arasına çekti bedenimi. İki yanıma düşmüş ellerim yumruk olurken saçlarımın arasına yerleşen parmaklarıyla benden izinsiz firar etti gözyaşlarım. 'Şimdi ağla, durmak istediğinde de kavga etmeye başlarız.' Derken sesindeki bu halimi sevmediğini belli eden tınıyla bende kollarımı beline sardım. Bana göre Gizay bir akrabaydı. Asla sahip olamayacağım erkek bir kuzen gibi. Daima kilometrelerce uzakta olan fakat yanıma geldiği her anda bir saniyemiz ayrı geçmemiş, aslında hep birbirimizin hayatındaymışız gibi olan kuzenlerden. Derdimi bilen bu yüzden de anlatmama ihtiyaç duymayan, tesellisi dahi güçsüz hissettirmeyen, başına bir iş gelirse aramak için akla ilk gelecek olan o kuzen. Kazanın olduğu ilk saatler henüz kimsecikler gelememişken bir anda karşımda beliren ve herkesten gizli sağlık durumumu en ince detayına kadar doktorlardan öğrenen, ne zaman tek başıma kalsam o vakit yanımda soluk alan sessiz destekçiydi. Tüm gözyaşlarımı göğüsleyip tek kelime etmezken usulca ayrılmamızı sağladığımda yerde duran odak eldivenlerine uzanıp taktığında yanaklarıma süzülmeye devam eden yaşlara tebessüm ederek birbirine vurup bana çevirdi. Birinin yanında özgürce ağlayabilmek ne anlam taşıyor bana tekrar hatırlatıyordu Gizay. Bağıra çağıra veya sessizce ağlayarak, bir yerlere vurarak veya sarılarak. Öyle veya böyle olduğum kişiden kuşku duymama, utanmama engel olacak şekilde. 'Bu ne ya! Maşallah dediğim iki gün yaşamıyor! Vursana!' üçüncü kez minderle sırtı buluşmuş Gizay'ın tepesine dikilip kükrediğimde sırıtarak baktı bana. İstediğimi vermiyordu, bu da beni gıcık ediyordu. Deli gibi saldırmasını ve ben de onun üzerine gitmeyi istiyordum. Şöyle sağlamca bir geçirsin şak diye kendimi duvarda bulayım daha da hırslanayım istiyordum. Hırslar her şeyimdi benim, hayaller, planlar, umutlar falan değil, hırslarıma sarılmak istiyordum. Kendimi ruhum gibi parçalamak, eve gittiğimde yığıldığım yatakta yorgunluktan anında uykuya dalmak istiyordum. Tüm uzuvlarım acıyla gerilsin, Gizay bana tam olarak istediğim şeyi, bedenimin çekeceği acıyı versin istiyordum. 'Belgi yine aynı şeyi yapıyorsun... Bir sakin dur, dövüşmek zeka işidir, sanattır. Sen gelişine çakıyorsun. Olmaz böyle, kendini takip etmesini bileceksin, karşındakini tahlil edeceksin.' Gizay yattığı yerden doğrulup oturduğunda omuz silktim. Benim için zeka veya sanatın bir önemi yoktu burada. Önemli olan kızgınlıklarımı kusmamdı. Kimseden eğitim vermesini istemiyordum, zaten almıştım alacağım eğitimi. Üstelik kendisi vermişti. 'Sıkıldım! Çocuk oyalar gibi davranıp bir de ambargo koyuyorsun!' Sinirle elimdeki bantları söküp yanına fırlatırcasına attığımda yine kalın halatların arasından geçerek çıkış kapısına ilerledim. Şimdilik istediğimi alamamış olmanın bozgunuyla herkese kükremeden çıkıp gitsem iyi olacaktı muhtemelen. Çünkü Gizay'ın aslında neden böyle davrandığını anlayabiliyordum. Ona kızsam da iç savaşımın tamamen bununla son bulmayacağını anlamamı istiyordu. Başlangıçta bir fırsat tanımıştı, rahatlamam adına alan açmış, tıpkı benim istediğim gibi her anlamda kendimi savurmama müsaade etmişti fakat bir yere kadardı. İş kendime zarar verme durumuna dönüştüğünde ise zırhını, kılıcını, miğferini bırakıp tat kaçıran yenilgiye evrilmişti. Soyunma odasında hızlıca duş alıp üzerimi giyindikten sonra bedenimi dışarı attığımda az önce çıktığım salonun kapısına yaslanmış Gizay'ı buldu gözlerim. Sinir etmişti beni, hatta çıldırtmıştı, oysa ben bu adama böyle kızmazdım da, üstelik neden yaptığını bile bile kızamazdım. Beni evire çevire dövdüğünde eline sağlık bile derdim. Fakat şimdi acı çekmemi sağlamadı, hatta ona göre bakılacak bir açıdan sağlığımı düşünerek beni koruduğu için beş yaşında bir çocuk edasıyla küsebilirdim dahi. 'Panda yavrusu!' yanından geçerken omuzuna vurduğumda elindeki telefonun sarsılmasıyla çatıldı kaşları fakat umurumda olmadan yanından geçip gittim. İlkokul seviyesine düştüğümün farkındaydım ancak az önceki bağırmam yüzünden Gizay'ın kırgın olma ihtimalini tahlil etmek istemiştim bir bakıma. Sosyal çevresini sıfıra indirgemiş, etrafına mütemadiyen kimseleri almayan o kadın olarak beni yargılamadan dinleyip sırlarımı sadece kendiyle benim aramda tutan, ona bazı şeyleri anlattığımda yadırgamadan dinleyip hatta istemediğimi anladığında yorum dahi yapmayan Gizay'ı kaybetmek hayatımda en son istediğim şey bile olamazdı. Onunla farklı bir samimiyetimiz vardı, resmi fakat bir o kadar içli dışlı, dert dökmeli ancak hiç bilmiyor gibi davranmalı bir samimiyet. Mesela dışarıda bir kafede oturup kahve içmezdik fakat spor yaparken yakın bir arkadaşa anlatabileceğim her detayı ona anlatırdım. Ona sarılıp ağlardım fakat ağlamak için ona koşmazdım. Derdim olunca onu aramazdım ancak o beni bulurdu. Sanırım Gizay ile aramda olan arkadaşlık bağları bu salonun duvarları arasındaydı. Eğer ki spor yoksa Gizay'da, onunla edilen muhabbette yoktu. Gerçi buna ben sebebiyet veriyor olabilirdim. Çünkü hali hazırda kazadan sonra susmadığı için kökten bir çözüm üreterek telefonu kapatmadan önce beni yaklaşık beş kez aramıştı. Bir tek onun ve Simay'ın aramasına cevap vermiştim. Simay tüm olanı biteni bilerek sadece sağlığımı sormuş, canımın fiziken acıyıp acımadığıyla ilgilenmişti. Gizay ise ne mental ne fiziksel olarak sağlığımı sormadan beş aramasında da telefonu açtığım dakika 'Yanına gelmemi ister misin?' demiş, haricinde hiçbir soru yöneltmemişti. Nasılsın diye bir soru da dahil olmak üzere... Çünkü biliyordu, iyi olmadığımı, böyle bir durumda iyi olunmayacağını, benim bununla baş etmemin çok güç olduğunu biliyordu... Beş aramasında ortalama ikişer dakika konuştuysak bile onlarda dilini yoran taraf ben değildim, Gizay'dı ve uzak kaldığım süreçte salonda ne tür havadisler var hepsini anlatabileceğini söyleyip, ufak çaplı dedikoduları da açıklamıştı. Normal şartlarda onun böyle bir şey asla yapmayacağını biliyordum fakat benim gerçekten yaşayıp yaşamadığıma karar verebilmek için gösterdiği çabaya hayran kalmıştım. 'Mazoşist deli!' ardımdan bağrışını duyarken gülümsemeye başlasam da araya başka birinin kükremesi karıştı. 'NE BAĞIRIYORSUN GİZAY!' çıktığım üç basamağı geri geri inip kenardaki tırabzana tutunarak hafifçe arkaya eğildiğimde başını telefonuna gömmüş Noyan'ı fark ettim. Ancak öylesine telefonun içine düşmüştü ki o bağrışın ondan çıktığını zannetmiyordum. Hatta kendisinin ruhen burada olduğundan da pek emin değildim. 'Söylesene lan, ne bağırıyorsun salonun ortasında?' sonunda başını kaldırdığında gözleri Gizay'a dönmek üzere olsa da eğilen bana takılmıştı ki Gizay'da onun baktığı yöne yani bana bakıp kaşlarını çattı. 'Sen niye duruyorsun hala! Git salon ferahlasın!' Noyan ne olduğunu anlamamış olacak ki ikimizin arasında geziyordu bakışları. Ben ise cevap vermeden orada öylece durmuş genelde salondaki bütün eğitmenleri çekip çeviren Gizay'a birinin kızmasını izleme niyetindeydim. 'Maaşına zam işine son yaptırırım Gizay! Çıldırtma beni!' gülerek ortalığı daha çok kızıştırmak için seslendiğimde sıkıntıyla başını sağa sola salladı. Gözleri Noyan'ın üzerine döndüğünde sıkıntılıca nefesini bırakıp konuştu. 'Görüyorsun değil mi yediğim tehditleri, hep sensin sorumlusu.' İçimi gittikçe merak duygusu esir alıyordu. Gizay ve Noyan arasındaki itişmeye benzeyen bakışmalar, rahatça birbirlerine kızmaları... 'Üyeyle kavga mı ediyorsun! Gerçekten mi?' olayın benden tarafa dönmesiyle sırıttığımda Gizay'ın yiyeceği fırçayı ve Noyan'ın attığı fırçayı hangi kimlikle yaptığını merak ederek bir basamak daha indim. 'Üye mi? Abi ciddi olamazsın ya, yakında kendi için salonu kapatacak. Bak hala orada! Kaybolsana!' bu tür konuşmaları kaldırabileceğimi biliyordu fakat yanındaki adamın ateş saçan gözleri hiç ama hiç iyiye işaret değildi. 'Yürü lan! Kovuyorum seni!' Noyan omuzundan hafifçe itekleyip yürütmeye çabaladığında kaşlarım çatıldı. 'Kız cadaloz bir gün işime yarayacağını biliyordum.' Yanıma yaklaşırken güldüğünde kaşlarımı daha da çattım. Ben neredeyse sormadan Gizay'ın salonun sahibi olduğunu düşünecek potansiyeldeyken Noyan'ı koşu yapan standart bir üye gibi görmüşken gerçekten durum bu muydu yani? Salonun sahibi Noyan mıydı? 'Siz kusuruna bakmayın Deran hanım, ben kendisiyle özel olarak ilgileneceğim.' Adamın bana gülümseyen hali Gizay'a döndüğünde kolundan iterek ilerletme haline evrildi anında, 'Sende sevinme, yarına kadar kovdum seni.' Noyan'ın bakışları önce bendeyken daha sonra Gizay'a döndüğünde onun sıkılmış ifadesiyle derin bir nefes aldım. Yıllardır geldiğim spor salonunun sahibini tanımıyordum, tanımam gerektiğini de düşünmezdim. Hatta aralarında dalga mı geçiyorlar onu da kestiremiyordum. Boyun fıtığım olmasın diye bedenimi düzelttiğimde son basamağı da bir anda inip ikisinin tam önünde durdum. 'Daha önce hiç merak etmemiştim ama buranın işletmecisi misiniz Noyan bey?' bir yandan mesaj atmaya devam ederken puslu mavileri şaşkınlıkla beni bulduğunda başını onaylarcasına salladı. İstemsizce mutlu ediyordu bu durum beni. En azından Gizay her canımı sıktığında şikayet edilecek ama asla kovulmayacak bu da sürekli onun sinirlenerek daha fazla dişime göre kavga edeceği anlamı taşırdı ki bence fevkalade bir durumdu bu. 'Güzel size şikayette bulunmak istiyorum.' 'Buyurun Deran hanım ofiste dinleyeyim sizi.' Merdivenleri işaret ettiğinde gözlerimi kısıp Gizay'a baksam da o gülerek omuz silkmişti. Kendine güveniyordu, dahası benimle bir miktar dalga geçiyordu. Ben spor salonuna ilk başladığım günlerde Gizay eğitmen olarak gelmişti, ki bu salonun ilk üyelerinden biriydim ben. Uzun bir süre de bir Can'la bir de Gizay'la eğitim görmüştüm. Muhtemelen forsum var diye bir algı yaratıyordu ki benim istediğim zaten kovulması değildi. Basamakları çıkıp turnikeden geçtiğimizde arka tarafa ilerlemeye devam etmiştik ki ulaştığımız koridorun sonundaki kapıya elindeki kartı okutan Noyan sonuna kadar açarak öncelik tanımak adına geriye çekildi. Usulca içeri girdiğimde gözlerim etrafta gezindi. İdari bir alanın içinde olduğunu bağıra çağıra gösteren bir odaydı ve emin olmam gereken ben dalga geçeceğim diye planlarken Gizay'ın maalesef ki gerçek patronuna denk gelmemdi. Mantıken baktığımda en başta anlamam gereken bir durumdu bu. Sonuçta üyeler arasında fazla iletişim olmazdı burada, spor yapanların problemleriyle de genelde eğitmenler ilgilenirdi. Bugün koşarken öldüğümü düşünecek olmalı ki Noyan'ın müdahale edesi tutmuştu ve bu duruma Can herhangi bir şekilde anında katılmamıştı. 'Ne içersiniz Deran hanım?' elindeki telefonu ekranı kapanacak şekilde masaya bıraktığı gibi bakışları bana döndüğünde başımı gülümseyip sağa sola salladım. Her zaman olan birbirimize çıkıntılık yapmamız yüzünden gül gibi Gizay'ı harcamak istemiyordum açıkçası. Bugün kafasının karışık olması ihtimalini de, benim hırçın olma olasılığımı da göze almalıydım. 'Aslında ben Gizay'la şakalaşıyordum, sizin kendisinin iş vereni olmanızı beklemiyordum. Yani suçu yok.' Mahcup ifademle mırıldandığımda karşımdaki siyah spor tek kişilik koltuğa bedenini atan Gizay güldü. 'Söyle söyle içinde kalmasın.' 'Yok, gerçekten, çok iyi bir eğitmen.' Anında başımı sağa sola sallasam da Gizay hala sırıtıyordu. İnşallah bu gidişle işinden etmezdim adamı. Büyük bir vicdan azabı olurdu benim için. 'Deran, bize ağzını açsan kırk şikayet edersin, söyle de için soğusun.' tekrar gülerek Noyan'ı işaret ettiğinde gözlerimi kıstım. Zerre umurunda değilmiş gibiydi, hatta o kadar rahattı ki patronun Noyan değil Gizay olduğunu hala düşünebilirdim. 'Salak mısın sen? İşinden etmeye niyetim yok.' Kızgınlığım çatık kaşlarımdan da yeterince anlaşılsa bile sesimi de olabildiğince sert çıkarmaya çalıştığımda dudak büküp hafifçe sağ omuzunu kaldırıp indirdi. 'Niye edesin ya, ben defalarca kovması için çaba harcadım ama kovmuyor işte. Sen dök içini, nefretini kus kendine gelirsin. Hem...' bakışları Noyan'a döndüğünde sadece birkaç saniye yüzünde gezinen gözleri bana tekrar dönmüştü, 'Belki tüm olan biteni de anlatırsın ve burada hakim Noyan bey olur.' Bey kelimesinin üzerine basarken benim bakışlarım da adama döndüğünde tek odağının ben olduğumu fark etmiştim. Dikkatle puslu mavileri yüzümü, mimiklerimi inceliyor fakat ufacık bir jest veya mimikle dahi karşılık vermiyordu. 'Bak kötü olur ama.' Noyan sanki aramızda görünmez bir pinpon topu var gibi bu kez Gizay'a döndüğünde tehditkar tutmaya çalıştığım halimle gözlerimi kısıp tek kaşımı kaldırdım. 'Battı balık yan gider cadaloz, hem kovulup işsiz kalırsam sen bakmakla sorumlusun bana.' Bu halinin, hareketinin ve gevşekliğinin tek nedeninin beni biraz olsun kendime getirip, keyiflendirmek olduğunu düşünüyordum. Noyan ile olan samimiyetini bilmesem de Gizay'ın salon içerisinde en çok muhabbet içinde olduğu Can dahil olmak üzere kimseciklerle fazla samimiyetini görmemiş, hatta genelde resmi ilişkiler kurduğuna şahit olmuştum. Hatta o kadar ki ortalama üç sene sonra ismimin yanındaki hanım hitabını kaldırmaya ikna edebilmiştim onu. Şimdi bu rahatlığını ilk kez görüyordum, böyle laubali şekilde davranışını, umursamazlığını... Belki de tüm olan biteni zaten ben gittikten sonra Noyan'a anlatacaktı ve Noyan güvenilir bir çalışma arkadaşı olduğu için onun şimdiki gevşekliğini maruz görecekti. Fakat yapmazdı Gizay, emindim. Bunca zaman ona onlarca şey anlatmama rağmen ve hepsi benimle alakalı olması gerçeği apaçık ortada olsa bile anlattıklarımı bana karşı dahi tekrar dillendirmemişti. Aramızdaki resmiyeti ise tabiri caizse silah zoruyla ortadan kaldırmıştım. 'Valla Gizay, bakmakla sorumluyum diyerek seni eve götürüp Zeren beyin önüne eti senin kemiği de senin der atarım. Zaten yok eder, çok problem değil benim için.' Omuz silktiğimde Gizay tekrar kahkaha attı. Can ve Gizay ile çalışabilmemin ana olayı buydu herhalde. Her eğitmeni severdim fakat sadece ikisiyle tam anlamıyla anlaşırdım. Sadece eğitmen değil arkadaş, dost, sırdaş, abi, bazen psikolog bile kesilebilirlerdi çünkü. Tabi aramızdaki irtibat seviyesi ikisine göre de farklılık gösterirdi. 'Benden günah gitti.' Saçımı savurup bakışlarımı Noyan'a çevirdiğimde beni ciddiyetle dinlemesine şaşırıyordum. Gerçekten daha önce bu tabloya şahit olmayan insan için garipti halimiz. Hatta Gizay'la birbirimize kur yaptığımızı bile düşünebilirdi. Fakat Noyan gayet ciddi yüz hatlarıyla öylece oturmuş asla ciddiye almaması gereken bir muhabbeti dinliyordu. 'Can ve bu Gizay isimli şahıs beni dövmüyorlar Noyan bey.' adam sanki bir şey söylememişim gibi gözlerini Gizay'a çevirdiğinde ne dediğimi anlamamış olacak ki kaşlarını çattı. Afalladığının farkındaydım ancak hiçbir şekilde bunu hissettirmeyecek kadar profesyoneldi sanırım. Çünkü bakışlarının yönünü değiştirmesi haricinde yüzü buzdan bir heykel gibi kıpırtısız kalmıştı. 'Noyan diye hitap edin lütfen. Eğitmenler sizi dövmek için yok zaten Deran hanım, ne demek istediğinizi açar mısınız?' kısaca nefeslenip gözlerimi kıstığımda dudaklarımı ıslatma ihtiyacı hissettim ve şoka uğratacak olsam da tanıyıp tanıyamayacağı en geri zekalı üye olarak tarihe geçmeyi göze alıp kelimelere sığındım. 'Ben her seferinde derslerine katılıyorum. Can çocuk sever gibi ders veriyor, bugün Gizay için maşallah dedim beş dakika sürmedi yaşaması. O da aynı şeyi yaptı. Stres atayım diye geldim, stres oldum gidiyorum.' Durumu bir miktar açtığımı düşünürken Noyan masanın üzerindeki telsiz telefonu alıp arkasına yaslandı. 'Kahve içer misiniz?' Gülmemek için kendisini mi tutuyordu bilmesem de başımı usulca salladım. Telefondan anında siparişleri verirken gözüm kenarda kıs kıs gülen Gizay'a takıldığında kaşlarımı çattım. Çekinip güceneceğim, hatta şuracıkta utanacağım bir durum yoktu. Ben anlatmayım dediysem de anlat demişti sonuçta. Hem aptal gibi görseler bile umurumda olmazdı. Dahası Noyan'ın bile gülmemek için şu dakika kahve sipariş ettiğini, bir nebze aklındaki kahkahayı içine atmayı tercih ettiğini görebiliyordum. 'Gülme oradan gülme! Döv diyorum yapmıyorsunuz. Çocuk eğlendiriyorsunuz sanki. Bir de eklemek isterim rol yapacaksanız gidin ders falan alın. Düştük ayağı bile çekemiyorsunuz.' 'Belgi sen döv diyorsun.' Gizay dirseklerini dizlerine yaslayıp tabiri caizse aptala anlatır gibi sağ elinin parmaklarını birleştirip kaşlarını havalandırarak hafifçe salladı, 'Spor yapmaya geliyorsun ve bunu söylüyorsun.' 'Ne var rızam mevcutsa?' önüme bırakılan fincanla vitamin barın sağlam dedikodu kasasına başımı usulca teşekkür eder gibi sallamıştım ki göz kırpıp gülümsedi Güneş. Kumral saçları ensesinde, genelde dalgalı, muhtemelen lisede belki üniversite ilk dönemde gibi gözüküyordu. Tüm mekanın arşivi gibiydi Güneş. O kadar güleç yüzlüydü ki insan istemsizce ona bir şeyler anlatırken bulabiliyordu kendisini. Üstelik çaba bile sarf etmezdi buna. Arada sırada da, Duruşumdaki asaletle beraber mükemmel bir güven potansiyelim var diyerek havasını atmaktan da kaçınmazdı. 'Ya sen benim üyemsin ne diye seni döveceğim. Ayrıca boks yapıyoruz, spor bak, altını çiziyorum s-por. Anladın mı?' kaşlarını çatıp mırıldandığında göz devirdim. Prenseslik değil hulkluk istiyordum fakat Gizay görünüşü hulk olmasına rağmen bana prenses muamelesi yapıyordu. 'Hiç devirme gözünü Belgi, beş ay önce sinirlendirdin, çok iyi hatırlıyorsundur, aldım vurdum yere bir hafta ağrısını çektin. Kırılacak kolun bacağın en sonunda. Kontrollü dövüşmüyorsun, sen sporu da kontrollü yapmıyorsun zaten.' 'Belki kırılsın istiyorum sana ne? Hem ben girerken form vermedim mi? Özellikle o sözleşmeye bütün sağlık problemlerimin beni ilgilendireceğini, sorumluluğu üstlendiğimi eklettim.' 'Ya sen insansın insan!' sesi yükseldiğinde nefesini sertçe bıraksa da sabır dilenir gibi etrafa bakmıştı ki aklına ne düştüyse ayaklanıp odanın kapısını örttü. İçindeki bana karşı olan öfkeyi biliyordum fakat bu öfke aslında Belgi'ye değil kendisine zarar vermeye çalışan arkadaşına yönelik bir öfkeydi. Kendimi böyle rahatlatmamı bir türlü kabullenemiyordu. 'Sen insansın Belgi, süper kahraman değilsin. İstiyorsun ki Can veya Gizay seni sağlam pataklasın, canın çıksın, öylece yola devam et.' Karşımdaki koltuğa tekrar bedenini çuval gibi bıraktığında daha çok gıcık etmek için omuz silkip gülümsedim. 'Belki istiyorum, fark eder mi?' 'Panik atağın var! Konuşturma beni! Daha neler neler var!' Gizay'ın da kayışlar koptuğuna göre saygıyla önünde eğilebilirim herkesin. Çünkü kendisinin gerçekten çelik gibi olan sinirleri artık ahşap fotoğraf tutmak için yapılan dekoratif mandala dönüşmüştü sayemde. Yani parçalamak için mandalı sıkıp bırakmama gerek yoktu, elime alsam dağılır, yayı da parçaları da etrafa saçılır bir daha da toparlanmazdı. Sadece bu mesajı almış olmam bile bir nebze sessizliğe gömülmemi sağlayabilirdi. En azından kısa bir süreliğine... 'Ben seninle bir kez daha eğitime girmiyorum Belgi! Koca salon, on altı tane eğitmen var, git hangisinden istiyorsan ondan ye dayağını. En sonunda elimde kalacaksın yoksa.' Aklıma gelen şeyle omuzlarımı düşürüp derin bir nefes aldım. Sağlam dövdüğü gün, ki gerçekten bir dövmekti, neredeyse bütün hafta tek bir rüya görmeden, huzurla uyuyup uyanmıştım. 'O hafta rahat uyudum ama, senin sayende oldu.' Omuz silkip yağmurda kalmış ıslak köpek bakışları atarken Gizay gözünü kaçırsa da sıkıntıyla koltuktan hafifçe kayıp cebinden çıkardığı sigarasını ateşledi. Bana da uzattığında garipser bakışlarım Noyan'a dönse de başını sallayarak onay verince aldım. Noyan'ı tanımıyordum fakat adamla oturmuş eğitmeninin beni dövmemesi hakkında kendi ofisinde konuşurken sigara içmek, ki yaklaşık on dakika önce spordan çıkmışken gerçekten de müthiş bir tercihti. 'Sana kızmak istemiyorum Belgi, kalbini de kırmak istemiyorum. Anlattıkların da hala aklımda ama hayatla böyle mücadele etmen mümkün değil. Gerçekten adam akıllı bir sebebin olsa Noyan'ın umurunda olmaz kovar beni, belirli bir hukukumuz var fakat bu bir sebep değil. Bu senin beyin hücrelerini öldürmek istemenle eş değer bir durum.' 'Gizay, gerçekten huzurluca uyumaya ihtiyacım var ve siz inatla reddediyorsunuz.' 'Uyku ilacı al, psikoloğa git veya kendini sokakta dövdür. Seni haşat eden ben olmayacağım.' Başını sağa sola salladığında elimdeki sigaradan derin bir nefes çekip sertçe havaya üfledim. 'Dinlediğim kadarıyla sormak istiyorum, sporu sadece ruhsal sağlığınız için mi kullanıyorsunuz Deran hanım.' 'Deran, lütfen.' Gizay'a hanım ekini attırmam üç yılımı almışken bir de Noyan'la aynı işkenceyi yaşayamazdım. Zaten salonun sahibi kendisi olduğu için sık sık görüşecektik, o yüzden de direkt ismimle hitap etse içim daha rahat olur ve şu tartışma esnasında gerginliğim en alt seviyede kalırdı. 'Hayır abicim, sporu kafayı yememek için bir araç olarak kullanıyor.' Sözüm kesilirken Gizay histerik bir gülüş atarak konuşmuştu. Bakışları bende gıcık olmuş gibi gezdikten sonra Noyan'ı bulduğunda derince soluklandım. Gizay!' tepki ise sağ olsun Noyan'dan gelmişti. En azından aralarındaki hukuk ve samimiyetten bağırmama gerek kalmamıştı. 'Yok Gizay! Bozdurmayın benim ağzımı. Tamam anladık Belgi senin işletmenin üyesi, hatta VİP üyesi fakat benim sadece öğrencim değil arkadaşımda. Tepeme gelip bana bağırdı bugün. Ambargo koyuyormuşuz Belgi hanıma! En son hırsından ters bir hareket yapacak yiyecek yumruğu iç kanama. Sonra, ne oldu Gizay? Sen burada insanı komalık etmek için mi duruyorsun Gizay!' 'Yıllardır çalışıyoruz hangisinde hastanelik oldum!' yine Gizay'ın dediğini yapıp hırslarım ve sinirimle yöneliyordum ona fakat kendisi de pek boş duracak gibi değildi bu defa. 'Yıllardır bu kadar manyak değildin! Seni görmediğim dört ayda kafayı yemişsin! Arı-' 'Sus!' bağırmam belki odada yankılanmış, hatta tüm salonu esir almış olabilirdi fakat umurumda değildi. Odanın içindeki iki adam da umursamıyordu bu durumu. Gizay söylemek üzere olduğu şeyin farkındalığına vararak yüzünü buruşturduğunda sıkıntıyla kalktığı koltuktan kapıya yöneldi. 'Figen hanım! Belgi Deran İMERLER'in üyelik dosyasını alabilir miyiz?!' danışmadaki gözlüklü ufak tefek otuzlarındaki kadın elindeki kalın klasörle geldiğinde aldığı gibi tekrar kapıyı suratına çarparcasına kapattı. Sinirle koltuğa oturduğunda derin bir nefes alsa da durulacak gibi değildi pek. 'İlişiğimizi keselim Belgi hanım. Sağlıklı bir hizmet veremiyorum size. Böyle devam ederse sağlığınızdan ve hayatınızdan olacaksınız.' Uzun zaman sonra ondan duyduğum resmi cümlelere mi şaşırayım, yoksa gerçekten bu derece sıkmış olmaya mı üzüleyim emin değildim. Arkadaş veya dostlarım sadece hayatını kaybetmiyordu anlaşılan, ben hayatımdan da kaybediyordum onları. Sınırlı sayıdaki çevremi göz önüne alırsak ve Gizay ile Simay dışında kimseyle görüşmediğime bakarak söyleyebilirdim ki sadece Simay kalmıştı. Muhtemelen o da depresif halimi görmediği için hayatımda sürekliliğini koruyordu, bir de kan bağının verdiği mecburiyetten kaynaklı olabilirdi. Fakat Gizay, benim sırdaşım pes ediyordu. İşin en garip yanı ise Gizay pes etmezdi. Huyu değildi. Ancak ben öyle bir hale getirmiştim ki yine ve yeniden çevremden birini ustalıkla uzaklaştırıyordum. Bu bir veba gibiydi. Yalnız kalmak istemezken insanları böyle püskürtmek adeta öldürücü bir hastalık gibiydi. İç organlarım çürümüyordu fakat iç işlerim pek hayırlı ilerlemiyordu. Saldırgan ve kuduz bir köpek gibi kendime kükrüyor, bunun sonucunda çevremdekileri azaltıyordum. Benim lanetim kendime saldırmamdı. Benim nefretim kendimeydi. Benim olduğum yer cehennemimdi. O cehennemde kendimi yakıyor, o nefrette tüm ruhumu tüketiyor, o lanette boğuluyordum. Ve beni seven insanlar bunu elbette ki izlemek istemedikleri için kaçışıyordu. Kaldı ki çevremde beni seven pek insan yoktu zaten...
-------- İlk bölümün sonuna geldik... Her başlangıçta var olması gereken bir son var elimizde. Ancak güzel bir son çünkü devamı var. İlk bölümden sonra derim ki parçalanmış akıl kırıklarında ayaklarınız kesilmesin dikkat edin. Bir de ölüm var, ondandır ki sıkıca sarılın ve eksik hissettirmeyin. Ancak kendinizi de kaybetmeyin...
Şimdi söyleyin bakalım nasıl başladık, nasıl hissettik ve nasıl bitirdik sizce?
|
0% |