11. Bölüm

Bölüm 10

Ceren Öztürk
biceruvar

Çok selamlar, çok merhabalar... Karışık bir dönemden çıkıp geldim size. Bölümler hazır ancak son virajları alamadığım için paylaşamamıştım. Şimdi ise kaldığımız yerden devam edeceğiz, üstelik üst üste gelecek bölümlerle. Bıraktığım o açığı hızlıca kapatacağım. Uzak kaldıkça, yazmaktan, yazdığımı okumaktan kaçındıkça fark ediyorum ki ait olduğum yerden kaçıyorum. Satır araları o kadar derin anlamlar bırakıp, öyle derin yaralar anımsatıyor ki bana bir yandan içim içime sığmıyor, diğer yandan da kan ağlıyor. Bir ütopyanın içinde gizli saklı savaşların ardında sıkı sıkı sarılmam gerekenin burası olduğunu her seferinde daha iyi anlıyorum. Yazarken seviyorum, hem kendimi, hem karakterlerimi. Biten her hikayenin uzun soluklu bir izi kalıyor bende ama saygısı da sonuna kadar takip ediyor o izleri. Daha önce olan Kasırga, Rollas, Selçuklu çiftleri ve aileleri gibi gittiğim her yerde takip ediyorlar beni. Şimdi de Belgi Deran İmerler ve Noyan Cenker Visam var o takipçilerin içinde. Ah benim hem deli, hem dolu, hem ruh hastası karakterlerim, ah onların çektiği acıları damardan damardan alışım diyorum sadece. Özellikle hem okuru hem yazarı olduğum sitede Ramazan'da sahur beklerken okunan bölümlerin tadını çok ama çok iyi bilirim. O yüzden hepimize Hayırlı Ramazanlar... Daha da uzatmadan sizleri bölüme yönlendiriyorum. Yorumsuz bırakmayalım beni lütfen...

(İletişim kurabilmemiz adına Instagram; BiCeruVar)

 

 

 

 

--------------------------------------------------------------

 

 

 

 

Mesela ben düzinelerce mektup yazdım,

 

 

 

 

Görülmemiş, duyulmamış, asla okunmamış...

 

 

 

 

Yüzlerce anı biriktirdim,

 

 

 

 

Yaşanmamış, yaşanması için köşe başından bakan...

 

 

 

 

Bir sürü kıyamet kopmuş içimde, saklanmış, korkmuş,

 

 

 

 

Pısıp kalmış bir ahşap masa altında çocukluğum...

 

 

 

 

Kıyamet dahi korkarmış benden mesela...

Beynimin içinde bir parça çalıyordu, durmadan, kendinden ödün vermeden sürekli ama sürekli devam ediyordu sessiz sesine. Yok, kulaklıklarım yoktu, hatta kulaklıklarım Noyan'la spor salonunda karşılaştığımdan beri amacına hizmet etmeyi bırakmıştı. Onlardan müzik dinlemeyi bırakalı uzun bir vakit geçmişti fakat benim beynimin içinde o şarkı dönüp duruyordu. Sanki bana bir şeyler kanıtlamak, bir şeyleri kabullendirmek ister gibiydi. Fazlaca huzurlu bir sesti üstelik, bir annenin nini söylemesi, bir babanın bisiklet sürmeyi öğretmesi gibi...

Nereden aklıma takılıp zihnimi karıştırdığını, ortalarda koşturduğunu bilmiyordum fakat bir yerinde diyordu ki; Bir orman, bir gece kar altındayken... Çocuksu, uçarı koşmak seninle... sonra dizelerini hatırlamadığım ama notalarının zihnimde cirit atışıyla devamı geliyordu, o şarkıda en çok Elini avcumda bulup yitirmek, yitirmek, sığınmak ellerine, sığınmak bir gece vakti... Cümlesi çınlıyordu kulağımda. Ve bu ufacık pırıltılı sözler tekrar ediyordu içimde fakat bu kez farklı sözlerle, ellerin bir martı, telaşlı ve ürkek, ellerin fırtınada çırpınan beyaz bir yelken... Bu parça beni yürüdüğüm yolda, attığım adımda, aldığım nefeste parçalıyordu. Özellikle elini avucumda bulup yitirme kısmında moleküllerime ayırıyordu. Beni çok farklı bir yere götürüyordu, puslu mavi gözlere...

Dudaklarım boş yol sayesinde odaklanabildiğim ve hatırladığım kadarıyla müziği mırıldanmama neden olurken önünde dakikalardır durduğum aralık duran siyah demir bahçe kapısına yaklaşıp göz gezdirdim. Elim siyah bahçe kapısına ulaşsa da geldiğim yola hafifçe başımı çevirip baktığımda çekingen adımlarla takip eden Adel'e gülümseyerek tekrar harelerimi bahçeye yönelttim. O cüsse ile kendini kaybetmesi zaten olası bir ihtimal değildi ama uğraşması dahi rahatsız etmek istemediğini gösteriyordu. En azından letafet yaparak neden dibimde olmak zorunda kaldığını kendi kendine açıklamış oluyordu. Parmaklarımın hala üzerinde olduğu soğuk metali ittiğimde etrafı toparlayan altmışlarında görünen fakat kendine özenle baktığı her halinden belli bir kadına çarptı gözüm. Dilini bilmediğim bir parçanın sözleri terennüm ediyordu dudaklarında. Yitip gitmek üzere olan çiçeklere rağmen, onlara inat iptila tavrı derince soluklanmama neden oldu.

'Merhaba.' Gülümseyerek yaklaşırken düzelttiği saksı toprağından bana döndüğünde anında elindeki eldivenlerden kurtulup tebessüm etti. Yüzünde güzel bir gülümseme vardı, huzurlu, ununu eleyip eleği duvara asmış halde kendinden emin, yürüdüğüm yolları defalarca geçmiş kadar ezbere bilir gibiydi. O yaşlı tebessüm elimde olmadan yüzümdeki yalancı gülümsemenin silinip samimiyete dönüşmesine neden oldu.

'Merhaba kızım, hoş geldin.' Dediğinde olan aksanıyla beraber uzattığı elini sıktım.

'Hoş bulduk. Rena hanım değil mi?' derken başını onaylarcasına salladığında vakit kaybetmeden içeriyi işaret etti.

'İlk önce evi gezdireyim sana dilersen daha sonra bir kahve içer detayları konuşuruz.' Başımı onay verircesine salladığımda bahçeden eve açılan kapıdan içeri girdik. Genzime yoğun kahve kokusu dolarken bile farkındaydım, gerek mecburiyetten gerekse aldığım enerjiden ben burada yaşardım. Ben burada mutlu olur, güzel zaman geçirir, kendimi önce kaybedip sonra bulurdum.

Salon normal şartlarda küçük olsa da açık mutfağı sayesinde ve bahçedeki büyük camlı kapıyla boydan boya pencerelerinden dolayı epey ferahtı. Salonu ortalamış, sırtı duvara yaslanmış üç kişilik sütlü kahve spor koltuğun tam önüne küçük ahşap bir sehpa ve acı kahve tonlarında halı vardı. Karşısı koca bir boş duvar olsa da epeyce büyük rengarenk tablo resmen içimi ferahlatıyordu. Bütün canlı renkler bu kahverengiyle birleşmiş salonda adeta ışık gibiydi.

'Televizyon izler misin bilmiyorum fakat ben kullanmadığım için buraya da almadım.' Aksanlı şekilde açıklama yaptığında başımı sağa sola sallayıp mutfağa ilerledim. Televizyon izlemek ne demek tam anlamıyla benim için karşılığı yoktu, çünkü babama göre o dört kenarı olan cihaz beynime zarar vermekten başka bir halt yapmazdı. Düşünmemi engeller, aklımı dondururdu, büyükler o şeye aptal kutusu derlerdi ve ben çocukluğunda dahi çizgi filmi sosyal hayata ilk adım attığım yerde, kreşte görmüş, büyülenmiş halde şok olarak bakmıştım. Tabi odaklandığım noktayı fark eden Zeren bey hızlıca o televizyonun kapanması talimatını vererek kreş sahibimize kurallarından bahsetmişti. O an benim hatırladığım çok küçük bir anıydı fakat iç ısıtıcıydı. Çünkü o gün henüz beş yaşındaydım, annem evdeydi, babam elimi tutuyordu. Beş yaşındayken babam benimle oyun oynayabiliyordu, çoğunlukla eğitim içeren oyunlar olsa da oynuyordu. Henüz benim için Zeren İmerler değil, baba olduğu vakitlerdi.

Bakışlarım oyalandığı tablodan ayrılarak açık mutfağa döndüğünde iç çektim. Mutfak konusunda başarım yoktu, hatta epey berbattım fakat belki de bu adım benim de bir şekilde zehirlenmeden yaptığım yemeği yememi sağlayacaktı. En kötü ihtimalle yulaf ve süt ikilisi aç kalmamı engellerdi. Fakat çok oyalanmadım, o kadar da incelemedim dolapları. Çünkü incelesem dakikalar sürerdi, aklımda onlarca tarif üretir, görsem asla tanımayacağım fakat tatlarını ve tatlarından dolayı isimlerini bileceğim baharatlarla yüzlerce saçma yemek geçirirdim içimden.

Mutfağı geçtiğimizde başlayan koridorun hemen sağ tarafındaki ufak banyoya göz attım. Bakımlı fakat bir o kadar nostaljik duruyordu. Turuncu ama eski olduğu için rengi solmuş ayaklı bir küvet, sanki ona uyumlu olsun diye asılmış turuncu balıklarla süslü beyaz bir duş perdesi, ahşap ve sonradan boyandığı belli olan turuncu lavabo dolapları, bir de kapağı turuncu klozet. Normalde insanlara aşırı renkli gelebilirdi bu banyo. Çünkü yerdeki fayanslar toprak rengine yakın, duvar ise yarısına kadar turuncu etnik desenleri olan fayanslarla kaplanmıştı. Yani genel olarak her yer turuncuydu ama bana öyle gelmedi. Çünkü son teknoloji ve yeniliklerle dolu ve bana asla sorulmadan yapılan o ruhsuz odayı, banyosunu, giyinme odasını hatırlıyordum da burası içimi daha çok ısıtıp rahatlatmıştı. Biraz daha ilerlediğimizde T şeklinde olan koridorun ortasında sağda kalan çelik kapı çarptı gözüme.

'Bu kapı da var fakat genelde bahçe kapısı kullanılıyor. Orası daha kullanışlı. Bir ara kalan genç bir kadın vardı senin gibi, buraya raf aldı, koridoru biraz ardiye gibi kullandı. Dilersen sen de öyle yapabilirsin.' Başımı tekrar onaylarcasına salladığımda çelik kapının hemen karşısındaki odanın kapısını açtı. İçerisi gayet ferah olan iki kişilik demir başlıklı yatak ve başındaki yine demir ancak üzeri camla beraber odayı daraltmamıştı. Yerler tamamen gri bir halıyla kaplıyken odanın tüm duvarları da açık bir griyle boyanmış, bir sürü de tabloyla süslenmişti. Baktığım odanın hemen yanında kalan ve koridorun sonundaki diğer kapıyı araladığında ise yine aynı renklerde fakat bu kez bir çalışma masası ve dolapla kaplı olduğunu gördüm. Kenarda duvara yaslı halde duran boy aynası da bir o kadar odaya uyum sağlamıştı. Fazlalık yoktu, gereksiz eşya yoktu, çokça tablo, dinginlik ve huzur vardı. Ya da ben çocukluğumun geçtiği kaos dolu olan evden çıktığım için burayı öyle görüyordum. Rena hanımın yönlendirmesiyle tekrar koridorda ilerlediğimizde ulaştığımız mutfakla beraber iki fincan çıkarıp hazırda bekleyen filtre kahveleri servis etti.

Uzattığı fincanı parmaklarım arasına aldığımda onu takip ederek bahçeye çıkıp eski ama bakımından geri bırakılmamış salıncağa yerleştik.

'Bu binanın ikinci katında da kendim yaşıyorum. Binadaki insanlar öyle rahatsız edip canını sıkacak insanlar değillerdir.' Diye açıklamaya başladığında gözlerim simsiyah olmasına rağmen denize döndü. Birkaç saniye oyalandığımda gülümseyerek tekrar Rena hanıma baktım.

'Siz uzun zamandır burada mı yaşıyorsunuz?' sorumla beraber gülümsediğinde kısılan gözlerinin çevresindeki çizgilere takıldı gözüm. Yaşı büyük, görmüş geçirmiş fakat ruhu genç insanları severdim. Eğer ki burada yaşamaya başlayacaksam hayatımda bir ilki gerçekleştirip komşuluk ilişkileri nasıl ilerliyorsa öyle de yol çizebilirdim. Gerçi bizim hiç komşumuz olmamıştı fakat okuduğum birkaç kitapla da tahmin yürütebilirdim. Veya yazları yanına gittiğim babaannemin komşuluk ilişkilerini hatırlamam yeterli gelirdi.

'Çok uzun yıllardır İstanbul'dayım. Burada doğmuşum fakat evlendiğimde aldık bu evi eşimle.' Başıyla arkada kalan pencereyi gösterdiğinde başımı onaylarcasına salladım, 'İki çocuğumu da burada büyüttüm. Hepsi işlerini güçlerini ele aldılar, ailelerini kurdular, daha sonra ikinci kattaki evi aldık.'

'Peki neden burada değil ikinci katta yaşıyorsunuz?' sorumla yüzünde samimi bir tebessüm olurken kahvemden bir yudum aldım.

'Normalde kiracıyı ikinci kata alıyorduk, fakat iki sene önce eşim Yorgo'yu kaybettim. Bazen anılar insana acı verebiliyor. Hem koca bir bahçeyle uğraşmaktansa ufak bir balkonu toparlamak daha kolay oluyor.' Anlatırken gözlerinde koca bir özlem vardı. Eşini farklı bir dilde, asla keşfedilmemiş bir ütopyada seviyor gibiydi. Mutlulukla hatırlayacak fakat olmadığı için kederle yoğrulacak derinlikteydi. Onun vefatından bahsederken gözleri uçsuz bucaksız denize daldığında derin bir nefes aldım.

'Peki beni kiracınız olarak kabul eder misiniz Rena hanım?' sorumla hareleri denizden bana doğru döndüğünde gülümsemesi genişlemiş kahvesinden kocaman bir yudum almıştı.

'Ederim fakat bir şartım var. Bana sadece Rena de. Resmiyete bir türlü alışamıyorum.' Koca bir kahkaha patlattığında bende gülümseyerek başımı salladım. Sonrası ise evin genel konularında beni bilgilendirmesi oldu. Arada sırada problem yaşatabilecek sıcak su sistemi, en yakında olup eve servis yapabilen bakkalı, kışın tutulup bir türlü açılamayan veya açıksa kapanamayan bahçe tentesini, yazın bahçeye ekince çok güzel çiçeklere boğulan bitkileri, dilediğim gibi misafir ağırlayabileceğimi, gün doğumuyla bahçe manzarasının hayran olunası olduğunu, binada yaşayan kendi dışındaki beş dairede olan komşuları, evde dilediğim gibi tadilat yapabileceğimi, duvarlara bir şey asacaksam eğer yapışkanla değil çiviyle olmasını tercih ettiğini, hatta bir ara evden çıkıp Yunanistan'a ulaşan durumları anlatmıştı. O anlattıkça sessiz kalıp dinlemeyi tercih etmiştim, defalarca tatil yaptığım Yunan adalarını da, Yunanistan'ı bilmiyor gibi onun gördüğü haliyle görmüştüm. Belki de hayatımda ilk kez Zeren bey yanımda yöremde olmadan, onun zorlaması beni kıskaç altına almadan yaş olarak büyük ve saygı duyulması gereken biriyle tanışmıştım.

Rena oldukça sıcak kanlı bir kadındı, üstelik kaybettiği eşi Yorgo'yu hatırlayarak hüzünlense bile hayat doluydu. Babasının çok çok eski yıllarda ateşe olmasından, annesinin Rena on sekiz yaşındayken vefat etmesinden, o zamana kadar ona çok güzel Türk ve Yunan yemekleri öğretmesinden, çocuklarının birinin Ankara'da diğerinin de artık Atina'da yaşadığından, oğlundan 3 kız, kızından ise 1 erkek olmak üzere toplamda dört tane torunu olduğundan, her sene yazın geldiklerinden, yaramaz olmasalar da muzur çocuklar oluşlarından bahsetmişti.

Kendisi böylesine açık olurken olayın dram yönünü biraz daha hafif tutarak bende anlatmıştım kendimi. Ayaklarım üzerinde durmak istediğimi, annemi yıllar önce ufacık bir çocukken gördüğümü, bir daha da rastlamadığımı, babamla aramın iyi olmadığını, genellikle sakin bir yaşantım olduğunu, tıp okuduğumu fakat yine de babamın şirketinde çalıştığımı, yemek yapmaktan zerre anlamadığımı, çocukluğumda İzmir'de babaannemin yanında olup toprakla ilgilendiğimi ve bu yüzden bahçeye bakabileceğimi açıklamıştım. Anlattıklarımın çoğu doğru olsa da bahçeye bakmak kısmı benim için pek gerçekçi değildi. Çünkü yaşım küçükken gittiğim o İzmir topraklarında genelde nereye ne ekileceği ve bakımı konusunda babaannem bilgi sahibiydi, ben ise onun açtığı ufak oyuntulara plastik kaplardan çıkardığı çiçekleri bırakmakla görevliydim. Fakat öğrenirdim. Toz toprak olur, çamura bulanır, debelenir dururdum, yine de Rena balkonundan baktığında rengarenk çiçekler görsün diye savaşırdım. Çünkü ben onu ne kadar dikkatli dinlediysem o da beni bir o kadar dikkatle dinlemişti. Ne yazık ki çağımızın vebası gibi olan dinlememe hastalığı bir illetti ve yakalanmadığı için bile onun baktığı yeri güzelleştirebilirdim.

Muhabbet arasında bir zamanlar Rena'nın da hemşire olduğunu öğrenmiş ve ikimizin de ortak noktamızın anatomi ile alakalı bütün her şeyi çok sevmemiz olduğunu fark etmiştik. Annesiz büyümenin ne kadar zor olduğunu bildiğini dile getirerek istersem ondan yardım alabileceğimi, yemek yapmayı öğretmekten zevk aldığını söylemişti. Sanırım Rena hem iyi bir ev sahibi olacaktı hem de mükemmel bir komşu benim için. O güzel aksanı ve parlayan açık mavi gözleriyle sık sık gülen bir kadındı. Ve enteresandır kasvetli geçen günlerden sonra birkaç saatte o kadar çok gülmüştüm ki şimdiden iyi gelmişti bana.

Sonunda bir sözleşmeyle beraber kullanılmadığı için tozlu olsa da direkt eşyalarımı da yerleştirebileceğimi söyleyip anahtarı parmaklarım arasına bırakmıştı. Hayatım boyunca birinin yönlendirmesi olmadan, tek başıma adım attığım, içinde yalnız olacağım, tamamen ben olarak varlığımı sürdüreceğim o yer artık burasıydı. Geçmişte ne olup bittiği, insanların ne yaptığı veya benim ne yaşadığım değildi artık mühim olan. Asıl mesele tek başına olduğum düzlemde kaç defa asırlık sayılabilecek mutluluk yaşayacağımdı.

Bahçenin sağ tarafında kalan basamaklardan caddeye çıkıp arabama yerleştiğim gibi temizlik adına Firuze hanımdan gördüğüm kadarıyla hatırladığım ve Rena'nın anlattığı bakkalın eşi olan tonton ama sevecen Tülay hanımın önerileriyle birkaç malzemeyi ve en azından beni idare edecek birkaç parça besini alıp arabayı da bahçenin önüne getirdim. Elimdeki poşetlerle beraber valizler bana zorluk çıkaracak gibi olduğunda ise imdadıma benden elli adım ötede hareket eden Adel yetişmişti. O ağır yüklü valizleri gıkı dahi çıkmadan tek seferde nasıl eve kadar getirmişti asla anlam veremesem ve ilerlerken arada dönüp baksam da mimiğinde zorlanma dahi yakalayamamıştım.

İlk işim en köşedeki odada olan dolapları temizlemek olacakken elime geçen lastikle saçımı karman çorman toplamaya çalıştım. Kısalığı yüzünden pek mümkün olmasa ve sürekli önüme dökülen tutamlar olsa da idare edebilirdim. Zamanında Gökmen abinin eşi Gülendam abla evi temizlerken onu izlemişliğim olmuştu. O yüzden tıpkı onun yaptığı gibi iki bez, biri deterjanlı iki kova suyla beraber rafların arasına daldım. Daldım diyorum çünkü bu en köşede kalan oda diğerine göre daha ufak dursa da giysi dolabının derinliği fazlaydı. Bir bir rafları, hatta askı asılacak o metal boruyu dahi sildikten sonra Adel'in bahçeye açılan kapıdan hemen içeri bıraktığı valizleri sürükleyip yerleştirmeye başladım.

Dağınıktım fakat bu bana kalırsa huy değildi. Bir bakıma isyandı şimdiye kadar. Fakat artık isyan edecek kimse kalmamıştı. Bakım ürünlerimin olduğu valizi banyonun önünde bırakmışken kıyafet dolu olan beş valizi de orta yere açıp nefeslendim. Çoğu giysimi kaldırıp fırlattığım için askılarıyla beraber duranlar vardı. O yüzdendir ki hem erinip hem de bir an önce bitsin diye askılarından çekip sağlam duranları direkt taktım yerine. Biri bir valizde diğer teki başka valizde olan ayakkabılarımı eşleştirip onları da raflara yerleştirdim. Çantalarım için ise durum hiç iyi değildi çünkü çoğu tepiştirmem yüzünden ezilmişti. Elimden geldiğince düzeltip onları da rengi yakın olan ayakkabıların kenarlarına bıraktım. Firuze hanımın katlayıp bıraktıklarını dolabın diğer tarafındaki raflara yerleştirdikten sonra iç çamaşırlarımı da düzen içinde tutma fikri geçti aklımdan ancak anında vazgeçtim. Çünkü birbirine takılmış sütyen kopçalarını çözecek sabrım yoktu. Onları çekmeceye kucakladığım gibi tıkıştırdığımda bakışlarım odadaki kitaplığa kaydı.

Çok kitap okurdum ben. Gökmen abi sırf bazı cümle ve Zeren beyin bağırışlarını duymayayım diye zamanında bir koli kitap bir de müzik çalar getirmişti. İlkokul döneminde getirdiği o bir koli kitap bitince sanki Gökmen abi başkası değil de babammış gibi hiç çekinmeden bitti demiştim. O zamanlar Gülendam ablayla yeni evlilik hazırlığı yapıyordular. Gülendam abla çoğu gün gelir, evi temizler, arada çeyizinden parçalar getirip yerleştirirdi ve bitti diye gittiğim gün de onlardan biriydi. Bu tepkime gülüp bir bir kitapları anlattırmıştı bana, Gökmen abi ise ben Gülendam ablaya anlatırken ortadan çoktan kaybolmuştu.

Dilim döndüğünce tarif etmiştim. Prensesleri, prensleri, kızını çok seven kralları, cadıları, hayvanları, hepsini açıklamaya çalışmıştım. Ben anlatmıştım, Gülendam abla mutfak dolabına bir bir yıkadığı bardak ve tabakları dizmişti. Hepsi bittiğinde ise Gökmen abi başka bir kutuyla gelmişti. Bu döngü yıllarca, ben artık kitapevlerinin yolunu tek başıma arşınlayana kadar da sürmüştü.

Lise ikinci sınıfa geldiğimde ve okuldaki bir teneffüste koşarak en yakın kitapevine gidip Sefiller'i aldıktan sonra yine Gökmen abi ve Gülendam ablaya koşana kadar devam etmişti Gökmen abi ve Gülendam ablayla olan sistemimiz. Fakat hiç unutamam göğsüme sıkı sıkı bastığım kitapla ona yaklaştığımı gören Gökmen abinin yüzü anında düşmüştü. Sanki benimle arasındaki tek bağ bu gibi Gülendam abla heyecanımı benimle aynı sevinçle dinlerken Gökmen abi surat asıp sessizliğini korudukça korumuş en sonunda da 'Ne gerek vardı, ben alıyordum sana işte.' Diyerek ortamdan kaçmıştı. Ben şaşkın ve üzgün, Gülendam abla ise kahkaha atarak bakmıştık arkasından. Sefiller'i okurken ise canım burnumdan gelmişti, ne uzun kitaptı öyle. Bence ben o dönem Sefiller'i okuyacağım aşkıyla sefil olmuştum. Fakat yine de Gökmen abi kızıyla arasına el adamı girmiş gibi davrandığı için diretmiştim bitireceğim diye. En sevdiğim yerleri not almış, Gökmen abiye mutlaka okumam veya anlatmam gerekenlerin ise notunun başına yıldız çizmiştim. Bitirip çok şükür çekerek sefaletime son verdiğimde ise yine koşa koşa onlara gitmiştim. Bu kez Gülendam abla yemek hazırlıyor, Gökmen abi ise onu izleyerek kahvesini içiyordu. Yine beni görünce gülümsemişlerdi ancak Gökmen abi aynı kitabı kucağımdan görünce şeytan çarpmış gibi kaçmıştı mutfaktan, arkasından ağzı şaşkınlıkla açık kalmış Belgi bırakarak üstelik. Tabi Gülendam abla durumu daha da kötüleştirmemek için gülerek göz kırpıp başıyla Gökmen abinin gittiği tarafı işaret etmişti. Bu onunla benim aramda, 'Bana sonra anlatırsın, git ilk önce ona anlat.', gibi bir cümleydi. Öyle de yapmıştım. Kapının önündeki masaya oturup sigara içer halde bulunca boş sandalyeye yerleşip kitabı kucağıma defteri ise masaya yerleştirmiştim. Hala bana dönmüyor olunca da parmağımın ucuyla ona doğru iteklemiştim not defterini. Ne olduğunu baştan anlasın diye de ilk sayfasını açık bırakmıştım. Bana ilkokuldan beri kitaplar alan Gökmen abi ufak çaplı kitapeviyle alakalı kıskançlık krizlerine girmiş olsa da zamanla durum kendi kitaplarımı almaya ama daima ona anlatmaya dönmüştü. Çünkü anlatabileceğim sadece Gökmen abi ve Gülendam abla vardı. Kitaplarımı kendim alabilirdim ancak kitap özetlerimle onların arasına kimse giremezdi.

Şimdi bomboş bir kitaplık vardı karşımda. Kitaplarım ise yoktu. Hepsi sekiz yaşındaki o kız çocuğunun odasında gömülüydü. Burada olsunlar isterdim. Okuduğum Ayşe'nin köyde dahi geçirdiği anılarla beraber bütün kitaplarım bu rafta kalsın. Olmazdı ama ben yine de hazırda duran iki kova suyla ve bezlerle o kitaplığı da temizledim. Ardından yatak odasında silinecek her yeri sildim. Evin enerjisi yüzünden de, benim ilk kez böyle bir durumun içine adım atmamdan da olabilir yorgun değildim, hatta o kadar iyi hissediyordum ki sabaha kadar ev temizleyebilirdim.

Elimdeki bezi bir kez daha yıkayıp mutfak tezgahındaki telefondan saate baktığımda vaktin gece yarısına geldiğini görerek derince soluklandım. Yapılacak tek şey kalmıştı evi süpürmek fakat bu saatten sonra makineyi çalıştırırsam muhtemelen tüm bina ayağa kalkar ve ilk günden gitmemi isterlerdi.

Bundandır belki ellerimi yıkayıp gözlerimi tezgaha bıraktığım bakkal poşetine ve ocağa diktim. Acıkmıştım, uzun zaman sonra midem gerçekten kendi isteğiyle gurulduyordu. Kullandığım ilaçlar iştahımı dahi keserken bugün tam tersine harekete geçmişti. Dolapları karıştırmaya başlayıp bulduğum tencereye su doldurarak ocağın üzerine bıraktığımda derince soluklandım. Bana en kolay gelen şey için makarna paketini poşetten çıkarıp kaynayan suya biraz döktükten sonra onu kendi halinde bırakarak salçayı çıkardım. Daha önce yapma girişimlerimin bir kaos olarak sonuçlanmasına rağmen içimde artık umut olduğunu biliyordum. Ve bu umut sadece yemek yapmakla alakalı değildi. Sırtımda hissettiğim acıyı bile sevdim o an, çünkü kendime ait kanatlarımın çıkmak için verdiği çabanın acısıydı. Her ne kadar geldiğimden beri temizlik yaptığım için sırt ağrımın olma olasılığı da varsa ben kanatlarım demeyi tercih ederdim.

Açık mutfağın önündeki tezgahın başına uzun bacaklı tabureye çıkıp oturduktan sonra elime aldığım çatalı makarnaya saplamıştım ki, o an fark ettim. Buz gibi soğukta kalmış, donmak üzereymişçesine titreyen elimi. Parmaklarımdan çatala doğru yöneldi gözlerim, sonra çatalın üzerindeki yuvarlak makarnalara, oradan da tabağa... Salçalı makarna olan tabağa... Guruldayan midem o dakika sustu, açlığım boğazımdaki yumru ile yer değiştirdi, kulağımın arkasına sıkıştırdığım saçım kendimi gizlemek istemişim gibi firar edip yüzümü gölgeledi. Titreyen elimden tabağa çatal düştü, çıkan ufacık ses içimde bir gürültü kopardı. Dünyada ne kadar dinamit varsa hepsi zihnimde patladı, patladı biliyorum çünkü zihnimde yer yerinden oynadı.

Salçalı makarna canımı acıtamazdı. Bu kadar sancıyla dolduramazdı içimi. Böyle sarsamazdı bedenimi. Fakat hepsini yapıyordu. Dudaklarım, parmaklarım, dizlerim hepsinin ama hepsinin karıncalanmasını sağlıyordu. Salçalı makarna böyle vicdansız olamazdı. Salçalı makarna beyaz bir spor ayakkabı ve kot pantolon giyemezdi! Salçalı makarna saçlarımı okşayamazdı. Salçalı makarna arkasını dönüp gidemezdi! Salçalı makarna masala ihtiyacı olan bir kız çocuğunu terk etmezdi! Salçalı makarna bu kadar anneme benzeyemezdi!

Aşmak istiyordum bu duvarı. Hatta ben bu duvarı yıkmak istiyordum. Muktedir bir zaferle kendi balyozumu kendim yapmak, sonra da sert vuruşlarla duvarı yerle yeksan etmek istiyordum. Titreyen elim yüzüme giderken tersiyle temizledim gözyaşlarımı. Galiz sırçalar göğsümün tam orta yerinde bir ok misali saplıydı hissediyordum fakat aktığından dahi haberim yoktu. Oturduğum uzun bacaklı tabureden inip poşete yaklaşarak sarsılmamı önemsemeden peynir paketini alarak tekrar yerime döndüm. Daha fazla karıncalandı ruhum, daha çok isyan etti bana. Umurumda olamazdı, ben o duvarı yıkıp azade bir rahatlıkla hüdayinabit çiçekleriyle donatacaktım. Zorla açtığım peynir kapağından sonra az önce düşen çatalımı alıp daldırdım içine. Usulsüzce çıkan peyniri salçalı makarnanın içine bıraktım. Çocukluğumu, ergenliğimi, sevmediğim o pısırık Belgi'yi ezer gibi ezdim. Onunla beraber makarna da ezildi. Galiz tüm duygularımı yok etmek istedim, başardım mi bilemem ancak eninde sonunda kayıplara karışacağını biliyordum. Geçmiş herkesin inandığının aksine geçip gidecekti.

Karman çorman olmuş tabağa daldırdığım çatalı ağzıma götürüp olanın hepsini attım. Sessiz ağlamam artık hıçkırıktı. Duvara ilk darbe inmişti, öyle güçlüydü ki bu hıçkırığım düşen sıvalardandı. Durmadım, bir çatal daha, turuncu tuğlaları gördüm, sonra bir tane daha ilk tuğla azat etti kendini... Sanki durursam o duvarı yıkmaya bir kez daha cesaret edemez gibi tabak bitene kadar nefes almayı bile unuttum belki de. Mideme kramplar giriyor, bulanıyordu fakat önemli değildi. Bugün hem o duvarı yıkacaktım, hem o duvarın altında çocukluğumu bırakacaktım. Bundan sonra salçalı ve üzerine peynir parçalanmış makarna benim için bir üzülme sebebi olmayacaktı. Bundan sonra korkarak o makarnaya bakan veya isteyen sekiz yaşındaki Belgi yaşamayacaktı!

Az önce olanlar yaşanmamış gibi önümdeki peynirin kapağını kapatıp buzdolabına kaldırdım, tabağımı ve çatalımı da lavaboya attıktan sonra derin bir nefes alarak Rena'nın demlediği kahvede gezdirdim gözlerimi. Uyumanın şu an en son seçenek olduğunu düşünerek kahveden iki fincana doldurup, telefonumu ve koltuğun kolunda duran battaniyeyi alarak bahçeye çıktım. Sahilin duvarında oturan Adel ona yaklaştığımı fark ederek ayağa kalktığında uzattığım fincanla ve muhtemelen kızarmış gözlerimle ufak bakışma yaşayıp teşekkür edercesine başını salladı. Adımlarımı salıncağa yönlendirdikten sonra yerleşip battaniyeye de sıkıca sarılarak bir yudum aldığım kahveyle telefonumun ekranını aydınlattım. Derin bir nefes aldım önce. Arayacağım tek isim vardı. İyi olduğumu benden de duymasını istediğim sadece Noyan'dı, bende onun numarasının üzerine dokundum. Patlama yaşanmış ve bitmişti ama sesini duymaya ihtiyacım vardı. Sesini duyup derin bir nefes almam gerekiyordu. Telefon üçüncü kez çalacaktı ki uyuduğunu düşünerek sonlandırmaya karar versem de yanıtlandı.

'Deran...' sesindeki uykulu tınıyla yüzümü buruşturdum anında. Gecenin on ikisinde yaralı bir adamı aramak kesinlikle makul değildi.

'Uyuma ihtimalini hiç düşünmemiştim, özür dilerim. Kapatalım ve devam-'

'Problem yok. Bulabildin mi kafana göre bir yer? Eğer bulamadıysa Adel'i göndereyim, halledelim.' Sanki Adel zaten takipte değilmiş, ben hala onu görmüyormuş ve dakikalar önce kahve vermemişim gibi bir de göndereyim demesi... Bu daha sonra konuşulup tartışılacak bir konu olduğu için sükûnetle köşede bekledi.

'Buldum. Hem de çok güzel bir yer buldum.' Derken heyecanla çıkan sesim gülmesini sağlamıştı ki devam ettim, 'Çok tatlı bir ev sahibim var. Ufak ama sıcacık bir ev. Bahçesinden çıkar çıkmaz sahildesin. O kadar güzel enerjisi var ki evin. Hem şirkete yakın, hem okula. Düşün ne kadar aklıma yattıysa temizledim, yerleştim. Kahve içiyorum bahçesinde şu an.' Heyecanım hızımı kesmeme engel olurken derin bir nefes aldığımda bakışlarım sarı sokak lambalarının vurduğu yürüyüş yolunda gezindi, 'Vakit geç olmasaydı yanına uğramayı düşünüyordum ama dinlen istedim. Zaten yorgunsundur. Sen ne yapıyorsun, ağrın var mı?' diyerek Noyan'a da sonunda söz hakkı tanıdım.

'Pansuman yaptılar bir saat önce ama iyiyim. İlaçların etkisiyle ağrı falan da yok açıkçası. Sersem gibiyim sadece. Madem evi çok sevdin, yerleştin de, ev hediyesi ne istiyorsun bakalım?' dediğinde koca bir kahkaha attım.

'Tek parça ve yarasız olarak hayatına devam etmen benim için büyük bir hediye olacak.' Derken gülmeye devam ettiğimde Noyan'da bunun için çaba harcamıştı ama iç çekişiyle yaralarının imkan sağlamadığını fark ettim. Benim yüzümden hayatından olacaktı fakat tüm olanlar yaşanmamış gibi eşlik etmeye çalışıyordu. İyiyim imajı ne kadar içime oturuyor bilse muhtemelen canım çok acıyor diye uzatırdı da uzatırdı. Canı yanıyordu, bunu sadece telefonda bile hissedebiliyordum, onun yandığı kadar benimkinde de ateşler vardı çünkü.

Elimdeki fincandan bir yudum daha aldığımda açılan kapıdaki Adel'le beraber kaşlarımı havalandırdım. Fincan elinde değildi, az önce oturduğu noktaya kahveyi aldıktan sonra dönmek yerine gözden kaybolmuştu, gittiğini düşünmemiştim fakat bu kadar kısa sürede fincan elinde olmadan kapıyı açması şaşırtıcıydı.

'Gün geçmiyor ki Adel'in yanına döndüğünü düşüneyim...' dediğimde Noyan gülse de hala havalanmış şekilde duran kaşlarımla Adel'e odaklandım. Az önce elinde fincanın olmadığını düşünsem de arkada kalan kolunu kaldırıp uzattığı çiçek buketiyle beraber ayağa kalktığımda hafif bir tebessümle buketi bana uzatmıştı ki tek elimle yakaladım. Gözlerim demette gezinirken birçok farklı çiçeğin kokusu birbirine geçmişti.

'Bu ilk güzel şubat, bundan sonraki her şubat başka güzel olacak.' Kulağımda olan telefondaki Noyan'ın sesiyle beraber Adel'in arkasındaki hareketlenmeye baktığımda gözlerim istemsizce büyüdü. Sağ taraftan destek aldığı Denker abi ve diğer tarafında bir adım arkasında her an bir şey olacak gerginliğiyle duran Gizay'la Noyan bahçenin dışında, telefona bağlı kulaklığıyla bana bakıyordu öylece, 'İyi ki doğdun Tanrının hediyesi.' Diye devam ettiğinde sertçe yutkundum. Bu şubat diğerlerine oranla benim için hem çok yaralayıcı olmuştu hem çok ışıklı. Bu şubat umuyorum ki diğerlerine bakıldığında hayatımdaki ilk ve diğer şubatlara bir örnek olurdu. Karşımda destekle duran adamın puslu mavileri bir an gözlerimden çekilmezken derin bir nefesle kapattım göz kapaklarımı. Zaten ağlamaya yer arıyordum, böyle yapılmazdı.

Açık bahçe kapısından elindeki pasta ve üzerinde her an sönmek üzere olan mumları korumaya çabalayan Şanze önce girdiğinde Adel'de kenara çekilip yol vermişti ki elimdeki fincanı, telefonu ve çiçeği de bırakıp yanlarına ilerledim. Şaşkınlığım ne kadar yüzümden okunuyorsa hepsi gülmeye başlarken harelerim Noyan ve pasta arasında gidip geliyordu. Günler birbirine geçmiş olduğundan belki de insan kendi doğduğu günü dahi unutabilir hale geliyordu işte. Fakat unuttuğum doğum günümden çok daha vahim bir mesele vardı. Henüz bugün yoğun bakımdan çıkmış Noyan. Delilikti bu, aklını kaçırmış olmalıydı, hatta sadece o da değil, diğerleri de aklını kaçırmış olmalıydı.

'Şu hediye paketini oturtmam lazım.' Diyen Denker abi gülerek bir adım attığında Noyan olduğu yerden kıpırdamamıştı ki gözleri benim gibi ona döndü.

'Dilek tut.' Diyerek gülümseyip başıyla pastayı işaret ettiğinde oturması adına ısrar etmek için dudaklarımı araladığımda Gizay müdahale etti.

'Aklına aldı bir kere üfle hadi hemen bitsin çilesi. Sancıdan kıvranması gerekiyor fakat herifi durduramıyoruz.' Gergin ses tonuyla derince soluklandım. Bu şubat çok başka bir şubat olmalıydı, geçmiş tüm şubat aylarını gölgesinde bırakmalı, gelecekleri ise merakla bekletmeliydi. Toparlamaya çalıştığım zihnimle beraber bakışlarımı önce Şanze'nin tebessüm eden haline sonra da mumlara çevirdim. Tüm kalbim, ruhum, benliğim itiraz etmeksizin tek bir şey diliyordu, bu direnme, birçok zaferin sebebi olmalıydı ve ne olursa olsun bu dakikaları bir an aklımdan çıkarmamalıydı hayat. Aldığım derin nefesle zaten mücadele halinde olan mumlara üfledim. Çenemin altında birleşmiş parmaklarımı usulca serbestleştirdiğimde Şanze elindeki pastayı anında Adel'e teslim edip sıkıca sarıldı boynuma.

'İyi ki doğdun. Kim derdi ki 14 Şubat'ı yengemin doğum gününü kutlayarak geçireceğim...' Çiselese de sırılsıklam etmeyecek yağmurun başlamasıyla bedenlerimizi ayırıp yanaklarımı sıktığında gülümseyip önüme düşmüş saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. O sırada Denker abi bir inat diyerek Noyan'ın ilerlemesini sağlarken Gizay'ın çıkardığı sandalyeye sonunda oturttular. Adımlarım onlara yaklaşırken Noyan'a sarılmamın dikiş attırmalık bir duruma sebep olacağını bilerek ona göz kırptığımda Denker abi kocaman açtığı kollarıyla gülümsemişti ki kedi misali yaklaşıp boynuna sarıldım.

'Her şey dilediğin gibi olsun.'

'Teşekkür ederim.' Derken bedenlerimizi ayırdığımda Gizay at kuyruğu olan saçımı hafifçe savurup bedenimi kendine çekti.

'Bugün doğum günün olmasa telefon engelleme meselemi Noyan'a nasıl unuttururdum bilmiyorum. O yüzden iyi ki doğdun cadaloz.' Fısıldadığında koca bir kahkaha atıp kollarımı sıkılaştırdım. Bir erkek kardeş gibi, hatta ikiz gibi olan tavırlarını seviyordum Gizay'ın. Bazen abi kabadayılaşması yaşar, bazen yaşı çok küçük veletlere benzerdi fakat iyi zamanda da, kötü zamanda da her daim yanında olurdu. Tabi sen ne kadar istersen o kadarla sınırlı kalırdı çizgileri. Bedenlerimiz ayrılırken göz kırptığında onun hareleri Noyan'a döndü.

'Sende iyisin be paşam, hem sevgililer günü hem doğum günü aynı anda çıkarırsın artık. Ekonomik sevgili yaptın kendine, unutamazsın da.' Herkes kahkaha atarken Noyan gülmeye çabalasa da acıyla gerilen yüzüne baktığımda bir şey olmadığını anlatmak ister gibi gülümsedi sadece. Adımlarım ona yönelecek olsa da bahçenin girişinden gelen ses çevirdim harelerimi.

'Ayyy adam yoğun bakımdan çıktı, ben evden çıkıp buraya gelemedim. Geç kaldım değil mi?!' duyduğum panik sesiyle hala Gizay'ın sırtında olan kolumu çekip Simay'a döndüğümde bileğine bağladığı bir sürü balonla, elindeki birkaç çantayla mücadelesine hepimiz kahkaha attık. Simay böyle yenilmesi güç bir kadındı. Her yere son dakikada yetişse de bir şekilde yetişirdi. Elindeki çantaları bir anda bahçenin ortasına bıraktığında hala bileğinde bağlı olan balonlarla koşup yanıma geldiği gibi atıldı boynuma.

'İyi ki doğmuşsun çiçeğim benim.' Derken rujunu asla önemsemeden yanaklarıma kocaman öpücükler bırakmıştı ki sol tarafımda derin bir sızı hissettim, sanki aklıma gelen Simay'ın da zihnine düşmüş gibi bedeni bir an duraksadı, Arıkan ve onun 'Naber çiçeğim!' girişleri. Arıkan ve onun yeni yaşını yaşayamamış oluşu... Üzerimizdeki o gerilimi atmak için sanırım Simay sağa sola bedenimi sallarken o frekanstan çıkmam gerektiğini bilerek bende kollarımı sıkılaştırdım. Arıkan için daha sonra ağlayacağımı derinlerde bir yerlere not ederek...

'Babam mevzunun çok dallanıp budaklanmasını istemediği için gelmedi ama müsait olduğun ilk anda görecek seni.' Kulağıma fısıldadığında gülerek baktım yüzüne. Bakışlarım Simay'ın omuzundan ayrılmadan arkasında kalan noktaya odaklandığında kollarını göğsüne bağlamış, kıstığı gözleriyle Noyan'ı süzen Gökmen abi girdi görüş açıma. Simay'ın kollarından sıyrılırken başımı sağ omuzuma doğru düşürüp iç çektim. Öyle bir çektim ki Gökmen abi odaklandığı noktadan dahi koparak gözlerime baktı. Simay'ın yanından sıyrılıp ona iki adım atsam da daha fazlasına fırsat bırakmadan kendi yaklaştı. Bir süre dikildi karşımda. Baktı, baktı, baktı, bendeki bakışlarını çekip arkamda kalan insanlara göz attı, sonra yeniden bana baktı.

'İyi ki doğdun boncuk gözlü kızım.' Diyerek tebessüm edip göz kırptığında kollarını açmasını dahi beklemeden sığındım. Kanım kanıyla aynı değildi ama babamdı Gökmen abi. Eksik kalmış her yanım ve anımı tamamlayandı. Onun ailesi bir trafik kazasında yok olmuştu, benimki yaşarken kaybolmuştu, birbirimize aile olmuştuk yıllarca. Başımı omuzuna yaslarken iki yanında duran elleri sırtımı sardı sıkıca. Burada olmasına şaşırmıyordum. Simay haber vermiş olabilirdi, hatta Noyan dahi haber vermiş olabilirdi. Ancak birisi arayıp söylemese de o beni bulur ve ilk kutlayan olurdu. Eğer yıllar öncesinde olsak ilk kutlayan Gülendam abla olurdu ve Gökmen abi doğum günlerini çok mühim görmezdi. Sırtıma ufak vuruşlarıyla bedenlerimizi uzaklaştırdığımda bakışları tekrar arkamdaki insanlarda gezindi. Herkes kendi halinde gibi gözükse de odak noktaları bizdik, biliyordum.

'Gel hadi.' Diyerek arkamı işaret etsem de başını sağa sola salladı anında.

'Gideceğim ben, uğramam gereken yerler var. Fakat önce hediyeni vereyim.' Kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken bahçeden tekrar çıktı ve gözden kayboldu. Olduğum yerde kalsam da bir dakika sürmeden Gökmen abi iki, Adel iki kutuyu kollarına yüklenerek gelmişlerdi. Bahçenin girişine üst üste bıraktıklarında bakışlarım kutularla Gökmen abide gezindi.

'Ne zaman bitti dersen o zaman özet geçersin bana.' Diyerek göz kırpıp geldiği sessizlikte çıktı bahçeden. Arkasından öylece bakarken yanımdaki hareketlenmeyle diktiğim gözlerimi Gizay'a çevirdim.

'Ne bu koliler?'

'Kitap...'

'Sen bu kadar kitap mı okuyorsun, yoksa şov mu seviyor?' yüzünü buruşturup mırıldandığında iç çekerek başımı sağa sola salladım.

'Sonra anlatırım.' Nasıl istersen der gibi omuz silkip kolilerden ikisini aldığı gibi içeri yöneldiği esnada derin bir nefes alıp Şanze'nin belki de ortamı toparlamak istercesine Denker abiyi 'Hadi pastayı dağıtalım!' diyerek içeri sürükleyişine döndüm. Simay balonları bahane edip takip etmiş, diğer ikikoliyi de alarak Adel'de arkalarından ilerlemişti ki derin bir nefesle yaklaşıp Noyan'ın önüne geçtim. Hafifçe eğilip yanağına dudaklarımı bastırdığımda sağ eli yanağıma ulaşmıştı ki fazla uzaklaşamadan alınlarımızın denk gelmesini sağladı. Önce onun kirpikleri, daha sonra benimkiler titreyerek kapanırken ikimiz de iç çektik.

Bir kelime, cümle, tebrik beklemiyordum. Noyan'da bunu dile dökmek yerine hissettirme taraftarıydı zaten. Yüzümdeki eli kaydığında dizine bıraktığım parmaklarımı tuttu, tenlerimiz birbirinden koparken parmaklarımın üzerine dudaklarını bastırdı.

'Gözlerinin neden kırmızı olduğunu daha sonra konuşacağız, tıpkı saçlarını konuşacağımız gibi...' Avucunda kaybolan elimi hafifçe sıkıp bıraktığında içeriden fincanlar ve tabaklarla dönen Şanze sırıtarak ciddi anlamda kocaman bir pasta dilimini bana uzattı.

'Abimin bu pastadan sadece bir çatal yediğini görmemi sağlarsan Belçika'ya gittiğim ilk anda sana koca bir koli çikolata alacağım.' Fısıldayarak konuştuğunda bakışlarım Şanze ve Noyan arasında dolaştı. Sanki benden imkansızı istiyor gibi kendi pastasından kocaman bir parçayı ağzına atarken de sırıtması eksik olmuyordu. Gözlerim bu kez pasta ve Noyan'da gezindiğinde ne yapmak istediğimi anlamak adına beni süzdü mavileri. Tabi Şanze epey düşük sesle fısıldadığı için bir çatallık pasta meselesinden haberdar değildi. Neler olabileceğini görmek adına tabağın kenarındaki çatalı alıp pastaya batırdıktan sonra Noyan'a uzattığımda buruşan yüzü bir oldu.

'Sen yesen güzelim?' yüzünde hem iğrenir hem de rica eder enteresan bir ifade vardı. Sahiden Gizay gibi şeker tüketmiyor muydu yani?

'Neden?'

'Operasyon falan malum, sıkıntıya girmeyeyim.'

'Doktoru kırk beş dakika darladıktan sonra hastaneden çıkıp buraya gelmen daha sıkıntılı bence abicim.' Şanze'nin yorumu ardından da bahçeye çıkanlarla beraber hepimizin gülümsemesini sağlarken başımı sağ omuzuma düşürüp tekrar çatalı uzattım.

'Bir çatalın zararı olmaz, daha fazlasını yemeni istemeyeceğim zaten.' Diyerek gözlerine baktığımda Noyan beni kurtar diyen bakışlarını Gizay'a çevirse de onun da yüzü kendisinden farklı değildi. Uzaylı görmüş gibi çatalımdaki ufak pasta parçasına bakıyordu. Eğer ki Noyan'a pişirilmemiş ve üzerinden kan damlayan bir et uzatsam ancak bu kadar dumur olabilirlerdi.

'Deran'ı doğum gününde kıracak mısın?' Denker abinin eğlenir sesini duyduğumuzda Noyan derin bir nefes alıp buruşan yüzüne rağmen çataldaki o parçayı ağzına attı. Çiğnemeye çalışırken hayata karşı bir kini var gibi yüzü buruştuğunda Gizay'a parmağıyla içeriyi işaret etmişti ki onun depara kalkarak içeri yönelmesiyle kahkaha atmaya başladık. Getirdiği bir bardak suyu Noyan'ın eline tutuşturması, onun ise nefes dahi almadan içmesi kahkahamızın daha fazla yükselmesini sağlarken salıncağın boş ve Noyan'a en yakın noktasına oturarak iç çektim.

Bakışlarım herkeste dolaşsa da uzun süre Noyan'ın harelerinde kaldı. Birkaç saat önce düzelecek mi endişesinden, bir daha aynı göz rengi bana bakabilecek mi muharebesinden çıkmışken şimdi karşımda oturuyor olması mucizevi bir olaydı bana göre. Aklı başında olmayan bir kadın değildim, hatta realist bir tutumum vardı çoğu zaman ancak Noyan'a bakınca tüm ütopya etrafımda cirit atıyordu işte.

Yirmi beş yıl geride kalmıştı. Oturduğum yerden Noyan'a bakarken sanki yeni bir yirmi beş yıl başlıyor gibi düşünebiliyor, öyle hissediyordum. Bazı şehirlerde var olmuştum. İnsanlarını anlamadım, belki de onlara anlam veremedim. Senelerce acaba dedikten sonra yeni yeni bir karara varmıştım. Kendimi bile bazen anlayamazken, mesela Noyan'ı görünce hızlanan kalbimi, ısınan vücudumu çözememişken, onları da anlayamayacağımı artık biliyordum.

Yirmi beş yılda hep azınlıklar içinde kalıp bulunduğum ortamı terk ederek kitaplarıma dönüş yapmıştım. Çünkü bazen biyoloji kitabı dahi yüzünüze tokat gibi gerçekler indirebiliyordu. Bir biyokimya kitabı hayata sizinle aynı yönden bakmadığını gösterebiliyor, tıp tarihinin tozlu sayfaları ben senden daha çok acılar içinde kıvrandım der gibi ortalığa kendini atıyordu. Gördüğüm travmalar insanlardan daha çok ilgimi çekmeye başladığında anlamıştım... Çünkü geçirdiğim tüm zamandan insanlara dair öğrendiğim gerçekler vardı; dışı tenha olup içi mahşer olanlardan tutulsun ki Nazım Hikmet gibi sevip aşık olan, Atsız gibi sevip bire bir yangın olanlar...

Ben bu çağa uyum sağlayabilecek bir dişliye sahip değildim. Benim bir dişlimde yoktu zaten. Devamlı arardım ben ve daima aradıklarım içerisinde yeni sorularla karşılaşıp onların yolculuğuna çıkardım. Çok çetin yollara rastlardım fakat bunların hepsi daima sayfaların arasında olduğu için fiziken değil ruhen bir sancı içinde kıvranırdım. Bazen başta ne aradığımı unuturdum. İçimdeki ses kaçmak istediğini bilse de ben ona dahi kulaklarımı tıkardım.

Büyüdüğümde o küçük Belgi kırgınlıklarından keskinleşip insanları küle çevirmesin diye sevmiştim ben tıpı. Çünkü küçükken ismini koyamıyor, anlamlandırıp açıklayamıyor dahi olsam bütün hastalıkların kafatasımızın içinde olduğunu biliyordum. Tüm yaratılmışlık zihinselken bunu ne kadar çabuk anlarsak o kadar kolay olurdu hayat bana göre. Şimdi bitip giden yirmi beş yıldan sonra başlayan yirmi altıncı yılda dahi arasında kaybolduğum birçok sayfadan cımbızla çeker gibi laf çekiyordum.

Ne diyordu Fernando Pessoa; Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum. Evet sevgili yazar Fernando Pessoa, ben o boşluğum fakat o boşluk halimin yalın ve çıplak ayak ortalarda koşturmasını seviyorum. Yirmi beş yıl sonra burada ve bu insanlarla olduğum için kendimi seviyorum. Hayatımda ilk kez kendimi sevebildiğimi hissediyorum. Kendimi sevebilmemi de seviyorum. Boşluk değilim. Artık arada da değilim. Sadece benim. Belgi Deran olarak, kitapları seven, tıpa gönülden bağlı, yanında güzel dostları, gözleri alev mavisi parlayan sevgilisine bakınca içi eriyen, demir olmuş dövülmüş, beton olmuş kırılmış o kadınım. O kadın olmayı, o kadın olarak direnmeyi, yeri gelince düşsem de ayağa kalkmayı ve bazen düştüğüm yerde durup soluklanmayı seviyorum. Şimdiye kadar sevmediğim o büyüme genetiğini de artık seviyorum.

Noyan'ın hastaneye dönmesi gerektiği için herkes harekete geçtikten sonra Simay'la baş başa kaldığım eve göz attım yeniden. Harelerim onun bulaşık makinesine dizdiği tabakları bulurken nefesimi fazla sesli almış olacağım ki gözleri bana döndü.

'Tabaklar sonra hallolur. Gel hadi.' Diyerek ellerini yıkayıp başıyla koridoru işaret edince takip ettim. Eminim beş dakika içinde evi keşfetmişti. Keza ortalıklarda koli olmadığına göre en arka odaya onların bırakılmasını Simay sağlamıştı. Çünkü Adel sınırlarını bilen, Gizay ise insanların özel alanına çok müdahale etmeyen biriydi. Odaya girdiğimizde tahmin ettiğim gibi rafların önüne bırakılmış koliler ve çantalarla gülümseyerek Simay'ın yere oturmasına eşlik ettim. Çantalardan ufak olanı alıp bana uzattığında kaşlarımı havalandırsam da gülümsemesi büyüdü.

'Bu babamdan.' Uzattığı çantayı alıp içindeki zarfı çektiğimde kaşlarım çatılsa da zarfta olan iki kağıdı da çıkardım. Ama bir kağıttan fazlasıydı. Ufak not kağıdığında,

Madem aldığım evi kullanmıyorsun o zaman düzenli olarak kira getirecek bir evin olsun.

Sana ait,

senin için olan amaçlara hizmet eden,

doğduğun günü güzelleştiren...

İyi ki doğdun ikinci kızım. Ufak not kağıdında olan gözlerim tapuda dolaştığında bakışlarım Simay'a döndü.

'Bu çok fazla, amcamı uyarman gerekiyordu.' Yorumum bu olsa bile anında başını sağa sola salladı.

'Biliyorsun, biz birbirimizin babam tarafından alınan hediyelerini bilmeyiz. Fazla değil, ikimize de yaptı.' Diyerek omuz silkti. Evet amcam ikimizden de doğum günü hediyelerini saklardı. Çünkü ne olursa olsun sanki tek kızı Simay değilmiş gibi ona doğum gününde her ne aldıysa aynısını bana da alırdı. Biz de bunu ilk fark ettiğimizden beri amcamın ne sürpriz hazırladığını sormaz olmuştuk. Gerçi söz konusu hediye ise amcam Simay'a veya bana herhangi bir günde de hediye aldığında aynı şeyler olurdu. Arayıp bu epeyce cömert hediye için teşekkür etmem hatta yanına gitmem gerekiyordu.

'Daha güzeli ne biliyor musun? Aynı binada, aynı katta karşılıklı dairelerimiz var. Yani hem kuzen, hem kardeş, hem de komşuyuz.' Kıkırtısına eşlik etmek istesem de tek yapabildiğim boynuna sarılmak oldu. Her zaman yanımda olan, her zaman yanında olduğum Simay'ın bu sessizlik içinde nasıl durduğunu bilmiyordum fakat benim için sabrettiğini biliyordum. Çünkü o olur olmadık zamanlarda kuzenine bir anda çıkıp gelirdi veya sabah uyandığında bir anda beni dibinde görebilirdi. Şimdi ise durumların ehemmiyeti yüzünden amcamın onayı, ortam güvenliği ve gizlilik olması şarttı. Birbirimize karşı sınırsız oluşumuza sınırlar ev sahipliği yaparken dahi yanımdaydı.

Kollarım boynundan çözülürken iki çantayı beraber uzattı bu kez. Dudaklarında usul bir gülümseme olsa da ufak bir hüzün vardı.

'Karadeli ikizlerinin. Atakan'ı yapmaması için uyardım ama çok çok önceden hazırlamışlar hediyelerini. Eksik olurdu dedi. Bu Arıkan'ın hediyesiymiş.' Diyerek ilk çantayı gösterdiğinde derince soluklandım. Önce çantanın üzerindeki ufak zarfı açıp notu çıkardım.

Aksak ritim hayatlarımızda senin için yirmi altıncı yıl.

Ayakların yere sağlam bassın çiçeğim.

Arıkan Karadeli

Notu kırgın bir gülümsemeye sebep olurken çantanın içindeki kutuyu çıkarıp açtığımda geçen sene Simay'la ikizlere karşı üzerinde çok rahat yürürüz diye iddialaştığımız siyah ince topuklular çıktı karşıma. Bu kez Atakan'ın notuna uzanıp onu açtım.

Güzel bir çanta ayakkabı koalisyonuyla,

Kreması bol pastanın çözemeyeceği şey yoktur.

İyi ki doğdun kardeşimin kuması.

Atakan Karadeli

Onun da kutusunu açtığımda ayakkabıyla eşleştirilmiş çanta gözlerimin yine Simay'a dönmesine neden oldu. Ufakça omuz silktiğinde ise biliyordum, onun dilinde, bunlar da böyle işte deme şekliydi. Başka bir çanta uzattığında ise aslında ne olduğunu açmadan görebiliyordum. Bir şişe kaliteli kırmızı şarap.

'Not yazmadı ama Sergio olduğunu tahmin edersin.' Başımı onay verircesine sallarken gülümseyerek karşılık verdiğimde Simay son çantayı uzattı bu kez.

'Levent ve Gamze'nin sana hediyeleri ayrı olacakmış. O yüzden son olarak benimki kaldı.' Uzattığı çantayı aldığımda derin bir nefes almıştı.

'Bende not yazmadım, yazacak bir şey bulamadım. Geçmiş yaşın gerilim filmi gibiydi. Şimdi mümkünse romantik komedi tadında olsun. İyi ki doğdun kuzen.'

'Her yaşımda yanımda ol.' Verdiğim cevapla hadi dercesine kutuyu işaret ettiğinde çantadan çıkarıp kapağını araladım. Yeşil, mavi boncuklardan ve tellerden yapılmış hayat ağacında bakışlarımı gezdirirken gülümsemem daha da büyüdü. İkimizde bunu seneler önce yapmaya çalışmıştık. Ne kadar direnirsek direnelim o kadar uzun ve zorluydu ki bitirememiştik. Ben mavi boncuklarla uğraşmıştım, Simay ise yeşillerle ve sonunda pes ederek yarım kalan diğer tüm hobilerimizin yanına kaldırmıştık. Şimdi ise hem onun yaptıkları, hem de benim yaptıklarım karşımda duruyordu.

'Düşündüm, ayrı ayrı yapınca bitiremediğimizi fark ettim. Fakat ikimizin yaptığını da birleştirince oldu. Sanırım ayrı ayrı bir şeyler eksik olduğu için bitmemişti.'

'Çok güzel Simay. Teşekkür ederim.'

'Biliyorum, çünkü direndim. Güzel olmasa kaldırıp atardım emin ol.' Kesinlikle atardı bundan emindim. Simay'ın belki de en güçlü duruş sergilediği konu buydu çünkü. Elinden çıkan herhangi bir tasarım kötü olursa harcadığı zaman mühim olmazdı. Kaldırıp atar, yenisine başlar veya bir daha asla o noktaya dönmezdi. Toparladığımız çantalarla beraber harekete geçtiğimizde Gökmen abinin getirdiği kolileri de yerleştirmek istedim ancak vazgeçtim. Çünkü o kitapları hep tek başıma dizerdim ve yine öyle olmasını istiyordum.

Tüm günün yorgunluğuyla ikimizde kendimizi yatağa fırlatır gibi bıraktığımızda ağırlaşan göz kapaklarımla kendimi uykunun kollarına bıraktım. Yeni bir yıl, yeni bir dönümdü benim için bu vakit. Artık birinin kızı, birinin veliahttı değil ayakları üzerinde kalacak bir kadındım. Bir anda ve ben fark etmeden gelmiş olan yirmi altıncı yaşım güçlü kılacaktı ruhumu, biliyor veya hissediyordum.

Gözümü açar açmaz hazırlanıp şirkete koşmuş, saatlerimi odaklanamadığım bir sürü toplantıda geçirmiştim. Hayatım boyunca birisi bana dönse ve Belgi, bir gün plaza çukuruna sen de düşeceksin, dese kahkahalar atardım ancak bu günlerde kahkahalarımı da yemiş olurdum. Birbirimizin yüzünü görmediğimiz Zeren beyin çevremde ismine dahi rastlamamıştım. Bir yerde gelip tehditlerini savuracağını düşünsem de mesainin son saatlerinde aldığım bilgiye göre iş seyahatine çıktığını öğrendiğim için tamamen rahatlayan kafamla eşyalarımı toparlayıp eve döndüm. Zeren Bey gözümün önünde olmadığında işler rayında gidiyordu. Üstelik sıkıcı dediğim o plaza dahi bir nebze çekilebilir oluyordu.

Aldığım duştan sonra üzerimi değiştirip nemli saçlarımla o açmadığım kolilerin başına döndüm. Üsttekileri çevremde olacak şekilde indirip kitaplığın önüne yere oturduğumda ilk kolinin kapağını araladım. Araladım ancak asla beklediğim şeyler değildi. Kalın, sonu yokmuş gibi olan, içinde kaybolacağım romanlar yoktu. En fazla kırk sayfa olacak, kapakları rengarenk, üzerinde onlarca figür bulunan kitaplardı bunlar. Çocukluğum, kaçtığım kavgalar, sessiz savaşlardı. O evin kilitli kapısının ardında kalan geçmişti.

'Belgi.' Kapıdan gelen sesle bakışlarım o tarafa döndüğünde dolmuş harelerim muhtemelen minnet dolu bakışımla Gökmen abiyle karşılaştım. Çünkü minnettardım. Bunca sene sonrasında bana bunları getirdiği, o duvarları sağlam iç işleri harabe evden çocukluğumu kaçırdığı için diyecek kelimem yoktu. Yutkunmaya çalıştım ama boğazımdaki düğüm izin vermedi, konuşmak istedim lal olan dilim müsaade etmedi. Kalbimin tüm kırık parçaları sanki destursuz ve azade biçimde birleşmeye çabaladı. Hala parmaklarım arasında olan Ayşegül'ün tatile gittiği, Ali'nin top attığı, Nasreddin hocanın gölü mayaladığı, Bremen mızıkacılarının duymadığım şarkılar söylediği kitapları havalandırıp sanki o getirmemiş gibi işaret ettiğimde iç çekerek yaklaştı yanıma.

'Beraber dizelim mi?' derken yanıma oturduğunda yine sözcükler yardım etmedi ama başımı salladım. Bunu bir tek onunla yapmak isterdim zaten. Eksik hissettiğim tüm yanlardı çünkü Gökmen abi. Kısılıp kaldığım o kapanda kan kaybetmemem için çaba harcayıp bir yandan da kurtarmaya çalışandı. Başımı omuzuna yaslayıp elimdeki kitapları bir bir verdim, sonra da kolide olanları. Sessizliğimiz içinde ben kitapları Gökmen abiye verdim, o ise ezbere yerlerini anımsar gibi dizdi. İlk okuduğum, ikinci, üçüncü, dördüncü ve nicesi...

Biten üç koca koliden sonra derince soluklandığımda dirseğiyle koluma hafifçe vurmuştu ki sonunda kaldırdım başımı. Yüzümde artık izler oluşturmuş, göz kapaklarımın şişmesine sebebiyet vermiş yaşları elimin tersiyle sildikten sonra gülümsedim.

'Kahve yap hadi, sonra hediyeni açarız.' Diyerek son kalan kutuyu işaret ettiğinde başımı onay verircesine sallayarak ayağa kalktım. Zaten hali hazırda filtre kahve vardı ancak Gökmen abiyi bilirdim, onun beni bilmesi gibi. Türk kahvesi dışında kahve içmez bir fincanda olursa onun için en makbulüdür, onu da şekersiz ister, öncesinde de koca bir bardak su içerdi. Dün market alışverişinde belki umuduyla tutunacağım tüm dalları düşünürken aklıma gelenlerden ilk sırada da bu vardı. Yapamazdım fakat yine de içerdi bildiğim için hızlıca cezveye su ve kahve attım. Kaynayan kahveleri fincanlara doldurup yanına da bir bardak su koydum.

Tekrar yanına döndüğümde ortaya çektiği koliyle dizdiği kitaplara bakıyordu Gökmen abi. Geldiğimi fark edip fincanı ve suyu aldığında bende karşısına oturdum.

'Açayım mı?' yüzümdeki ve sesimdeki çocuksu tınıyı ben dahi fark edebiliyorken gülerek başını salladı. Beklemeden kolideki bantları söktükten sonra kapağa elimi atmıştım ki durmamı sağladı.

'Hep belli başlı sözlerle kazındım aklına o yüzden bu kez şiir.'

'Memnuniyetle dinlerim.'

'Rüveyda, seziyorum; tahammülün kalmadı.

Ama dur, boşaltayım bütün çığlıklarımı.

Asırlardır köhne barınaklarda,

Küflenen, çürüyen çığlıklarımı...' kaşlarımı havalandırıp beklentiyle baktığımda sessizliğini koruyup gülümsedi. Ama yetmezdi bu kadar. Yıllardır tanıdığım Gökmen abinin bir şiiri böyle içten okuyabileceği aklıma gelmezdi.

'Devamı?' derken düşürdüğüm omuzlarımla beklentiyle baktım yüzünde. Dudaklarında ufak bir gülüş varken iç çekti ama bu iç çekişi devam etmesinin nişanesi gibiydi.

'At vuruldu; içim paramparça Rüveyda.

Gölgelerin ardına sakladım kusurumu.

Sen orada kayıtsızca gülümsüyor gibisin.

Ben burada damla damla eriyip akıyorum.

Yine de, bırakamam yerlere gururumu.

İstenmediğim yeri usulca terk ederim.

Hatıra kalsın diye bırakır da ruhumu,

Mahzun bir derviş gibi boyun büker, giderim.' Ne zaman kollarımı koliye çenemi de ellerimin üzerine yasladım bilmesem de dudaklarım tebessümümle kıvrıldı.

'Yeni yaşında alaca bir at koşsun içinde, zamansız, mekânsız, nefese doğru. İyi ki doğdun.'

'Sen de iyi ki hayatımdasın abi.' Başını usulca sallarken hafifçe koliye vurdu. Şimdi zamanı demekti, aç, bak, oku, anlat demekti. Ben kendi penceremden izledim sayfaları, sen de açılan kapılardan anlat bana demekti. İtiraz etmedim, daha fazla cümleleri de kelimeleri de yormadım, araladım kolinin kapağını. İçindeki onlarca kitap okuduğum kadar okumadıklarımı da barındırıyordu. En baştakilerden birini çektim.

'Sayfa?' dediğimde beklemeden yanıtladı.

'122' sayfayı açıp paragrafları saydıktan sonra tekrar döndüm.

'Önceki sayfadan devam eden ile beraber yedi paragraf var, hangisi?'

'Beşinci paragraf.'

'Şimdi, anne babalar, iyi düşünün ve elinizi vicdanınıza koyarak bana şunu söyleyin: Çocuklarınızın kişiliğinin oluşup geliştiği aile ortamı zihinsel ve ahlaki olarak yeterince sağlıklı mı?' Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabının 122. Sayfasının beşinci paragrafında yazıyordu bunlar. Cevap almak adına Gökmen abiye baktığımda başını usulca sağa sola salladı olumsuzca.

'Değil, sağlıklı falan değil, hatta hastalıklı.' Verdiği cevapla kitabı kapatıp rafa bıraktığımda onun seçmesi için bekledim. Eline aldığı kitabın kapağını incelediği sırada aklımdan bir sayfa geçmesini bekledim.

'180. Sayfa.' Hay hay der gibi salladığı başıyla sayfayı aradığında sonunda bulup bana döndü.

'Önceki Sayfayla beş paragraf.'

'Üçüncü.'

'Gözyaşlarımı elimin tersiyle sildim ve "İşte böyle." dedim Ses'e. "Kibirden değil yani. Kederken benimkisi."' Bir cevap bekler gibi bakan hareleri gülümsememi sağladı. Defalarca okuduğum Unutma Dersleri kitabında soru olmayan bir soruydu işte ve haklıydı Nermin Yıldırım, kibir değil, kederdendi.

'Kibirden olamaz bence, benim için en azından kederden.' Dediğimde Gökmen abi anında tek kaşını kaldırdı.

'Kibir olmayacağından eminliğin kibir değil mi peki?' derken o kitabı da rafa yerleştirdiğinde dudak bükmekle yetindim. Böylece devam ettik. Bir ben bir Gökmen abi. Önümüze çıkan, bize denk gelen, istediğimiz sayfada, istediğimiz paragrafta, beklemediğimiz veya istemediğimiz soruları yanıtladık. Yıllar önce başlarda oyun olan bu alışkanlığımız yirmi altı yaşına geldiğimde de tekrar etti. Arada bir yerde babaannemin doğum günüm için gönderdiği kolyeyi verdi ama paylaştığımız o anın önüne geçmedi. Geçemezdi de zaten. Çünkü hediyeler değil, ayrılan zaman, verilen emek, biriken anılar mühimdi. Aldığım hiçbir hediye öylece oturup bir koli kitabı karıştırarak Gökmen abiyle oyun oynamanın heyecanını yaşatamazdı.

Olağan sessizlik içinde geçen iki haftadan sonra derin bir nefes alıp koltuğuma yaslandım. Aşırı derecede yorgundum fakat kurduğum yeni yaşantı planından caymamak adına pes etmeyecektim. Tıp zaten durmaksızın öğrenilmesi gereken bir alanken kafa göz daldığım şirketin yönetim kuruluna da kendimi kanıtlamak zorundaydım. Öyle veya böyle, bir şekilde ayaklarım üzerinde durup bir daha Zeren İmerler'in mecburi hapishanesine dönmemeliydim. Kaldı ki kendisi de olan yorgun fakat saldırgan halime inanamıyordu bence. Hatta o söylemeden şirkete bu kadar tırnaklarımı geçirmem bir müddet sonra kalp krizi geçirmesine neden olabilirdi.

Vurulan kapımla bakışlarım o tarafa döndüğünde Ebru hanım kucağındaki üç dosya ile resmen acıyan bir tebessüm göstererek yaklaştı yanıma. Derin bir nefes alıp sıkkınca bıraktığımda dosyaları masanın kenarına yerleştirdi.

'Yarın olan toplantı için Belgi hanım. Bilmeniz iyi olur diye düşündüm.' Yüzünde samimi bir gülümseme olmasa benimle dalga geçtiğini, hatta Zeren beyin özellikle yaptırdığını düşünürdüm. Fakat sabahın köründe iptal olmuş hafızam sayesinde unuttuğum toplantıyı, detaylarını, ne sorulabileceğini tek tek anlattığından beri o ihtimal yok olmuştu.

'Teşekkür ederim.' Başımı onay verircesine salladığımda masada duran fincanımı aldı.

'Kahve getirmemi ister misiniz?' sorusuyla gözlerim bilgisayar ekranındaki saati bulduğunda dudaklarımı ıslatıp başımı sağa sola salladım

'Evde devam edeceğim.' Sakin adımlarla kendisi odadan çıkınca bende olan üç dosyayı, bilgisayarı, şahsi eşyalarımı toparlayarak ayağa kalktım. Noyan biraz daha toparlamış, doğum günümde mecburen hastaneye dönmek zorunda kalsa da bir hafta sonra eve geçebilmişti. Hala hareketleri kısıtlı olsa da biraz daha iyi hissettiğini söyleyip bir de Denker abi ve Gizay'a baskı kurarak taş eve geçmek için ayak diretmişti. Yaklaşık bir saat önce konuştuğumuzda anladığım kadarıyla Noyan ikisini epey uğraştırıyor, bundan da zevk alıyordu. Çünkü en son Denker abi ve Gizay'ın yemek hazırlayacağını söylemiş, isyan eden Gizay'ı kimse önemsemeyerek Denker abi oraya gitmem konusunda ısrar etmişti.

Önümde bu kadar dosya varken makul değildi ancak ne olursa olsun Noyan'ı görme ihtiyacı hissediyordum. Biraz daha diş sıkıp, planlı çalışırsam halledecektim. Ya da uyku azlığı yüzünden bayılıp kalacaktım. Topladığım eşyalarla otoparka inip arabama yerleştiğimde kucağımda bir put edasıyla duranları yan tarafa fırlattım. Noyan'ın attığı konumu açarken saatlerin farkına varmadığım şirkete teşekkür edesim gelmişti. Resmen İstanbul'un bir ucuydu. Üstelik eğer ki konumu yanlış hatırlamıyorsam Noyan'ı tam olarak burada terk etmiştim. Neyse ki şu an terk etmelik bir durum söz konusu değildi ve iş çıkış saatini iki saat geçmişti vakit.

Gelmeme on dakika kala fark ettiğim ve uzun süredir takip etse de takip ettiğine inanasım gelmeyen iki siyah aracı dikiz aynasından kontrol ettim. İçindeki adamlardan herhangi biri Adel değildi, hatta benzemiyorlardı dahi. Kaşlarım çatılırken hızımı yavaşlattığımda onlar da yavaşlamıştı. Gaza yüklendiğimde de aynı şekilde. Bir takip edilmem eksikti herhalde. Gerginlik ve daha önce bu yolu Noyan'la kullandığımızda yaşadıklarımı hatırlamam yine titrememe neden oluyordu.

Saldırı... Kelime anlamıyla öldürmek, yok etmek amacıyla veya birine karşı doğrudan silahlı silahsız olarak eylemde bulunmaktı. Saldırı sadece fiziksel olarak açıklanabilirdi fakat hayır, aynı zamanda psikolojik bir eylem de olabilirdi. Şu an fiziken saldırı altında değildim ama mental olarak bir savaşın ortasında gibiydim.

Ne yapacaktım? Ne yapabilirdim? Bomboş bir cadde üzerinde nereye kaçabilirdim? Ormana dalmak? Mantıksızdı ve bunu daha önce yaşayarak öğrenmiştim. Herhangi bir benzinlik? Yoktu! Kuş uçmaz kervan geçmez dedikleri noktadaydım. Noyan'a haber vermek? Bu kez kurşundan değil ama kalpten gitmesine neden olabilirdi. Arkamda iki araba vardı, on dakikadır ne yapsam ona göre hareket ediyordu ve yolun karşısında diğer yönden dahi araç gelmiyordu. Akıl durması yaşamam gereken yer burası değildi fakat kendi çözümlerimin köküne kibrit suyu döküyordum. Bir bir çıkar yollarımı söndürüyordum. Son bir kalem vardı ve o kale ağzını sıkı tutarak iş yapmalıydı. Aracın gövdesine asılı telefonu alıp Gizay'ı aradığımda ikinci çalışta açtı.

'İsmimi söyleme!' insan telefonu açan kişiye önce böyle çıkışmazdı fakat Noyan zaten yeni düzelen haliyle bir de kalp krizi geçirmesin diyeydi tüm çabam.

'Hayırdır?'

'Beni iki tane araba takip ediyor.' Sesimi düşük tutmaya çalışarak tekrar dikiz aynasını kontrol ettiğimde Gizay derin bir nefes aldı.

'Bekle bir dakika.' Telefonu kapatmadığından olsa gerek ben hem yolu, hem arabaları takip ediyor, hem de Gizay'ın yanıtını bekliyordum. Bir süre sonra arka plandan Gizay'ın birilerine neredesiniz gibi sorularını duyduktan sonra tekrar bana hızlıca dönmesi için dua edecek hale gelmiştim. Tek başıma saldırı kaldıramazdım. O kadar da cesaretlenmemiştim. Tamam özgürlük, kendi ayaklarımın üzerinde falan durmak diyordum ancak bu kadar da değildi canım.

'Sakin ol, bizim çocuklar. Da...' duraksadığında kaşlarım çatıldı anında. Kalp krizini Noyan yerine ben geçirecektim, 'Şirketten beri motorize koruma takibine geçmişler, yeni mi fark ettin?' diyerek devam ederken sesindeki şaşkınlık anlaşılmayacak gibi değildi. Ben etrafımda gizli saklı dolaşan bir tek Adel diye düşündüğüm esnada bir de motorize koruma nereden çıkmıştı Allah aşkına!

'Kapat Gizay ya! Bir de şaşırıyorsun!' çemkirip konuşmayı sonlandırdığımda tekrar konumu açarak derin bir nefes aldım. Hemen arkamdaki araç selektör yaparken hızımı sabitlemiştim ki o an iki değil üç aracın takip ettiğini anlamamı en arkadan iki arabanın gölgesinde kendisini tutan başka bir siyah arabanın önüme geçmesiyle anlamış ve çıldırmama ramak kalmıştı. Bir de fark ettiğim için kendilerini göstererek devam ediyorlardı. Buna ihtiyaç yoktu ki, olmamalıydı. Bana zarar verme potansiyeli olan tek insan vardı onunla da gün boyu aynı şirkette çalışıyordum zaten.

İyice yaklaştığımız konumla önümdeki araç sinyal verip sapağa girince bende onu takip ettim. Bir süre ağaçlık alanda devam ettikten sonra çakıllı yola girmiş ve evin önünde durmuştuk. Arabadan indiğimde öndeki aracın sürücü koltuğundan inen Adel'e göz devirdim. Hızlı adımlarla yanıma yaklaştığında yolcu kapısını açıp dosya ve bilgisayarı almıştı ki bende bıraktığım nefesimle yaklaştım ona. Yanına geldiğim esnada tek kaşımı kaldırırken suçlu çocuklar gibi yüzüme bakıyordu.

'Ben haberim yok gibi davranıyorum, insan bir haber verir Adel.' Sesimdeki gerilim kendini belli ederken Adel utançla gözlerini kaçırdı ki bence doğru olanı da yaptı. Beni düşürdüğü şu kalp ritim bozukluğundan utanç duymalıydı. Adel'in numaramı bulamayacağını sanmıyordum, eğer ki arayıp haber veremediyse en azından mesaj atıp takipte olduklarını belirtebilirdi. En kötü arada sırada şirkete girip sözde çaktırmamaya çalışarak kontrol ediyordu iyi miyim diye, o sırada kafasını kapıdan uzatıp bilgi geçerdi. Böyle olmazdı, kalpti canım bendeki, karbüratör kapağı değil ki!

'Biliyorsunuz Belgi hanım-'

'Talimat dışına çıkamazsın bilmez olur muyum Adel...' gözlerimi büyüttüğümde taş üç basamağı çıkıp kilitli olmayan kapıyı açtığında önümden çekilmişti ki içeri girdim. Ardımdan gelen Adel'le salona ulaşırken kış serinliğine rağmen ılık bir havası olan taş evdeki iç ısıtan hal tebessüm etmemi sağladı.

Nice zamanlar içerisinde huzur insanın içini ısıtabiliyordu. Bende bir bir bu anda hissediyordum o garip şeyi. Bazı şeyleri çok sevmekle, onların acısını sevmek arasında epey fark vardı ve bu acısını sevmek durumuydu. İçimi ısındığından bahsettiğim bu güzelliğe sıkı sıkı sarılmak istiyordum. Öyle sıkı sarılayım ki hiç bitmesin, Noyan'ın bana dönen derin bakışları her an karşımda kalsındı. Tabi tüm bu romantizmin en büyük destekçisi olan şömineyi de unutmamak şartı.

Zor anların sonunda bir mükafat olabiliyordu ve ben yirmi beş yıl sonra buna inanıyordum. Henüz yeni kucak açıp sarıldığım yirmi altıncı yılda kötü zamanların bir ödülü olabileceğine dair fikri içimde pekiştirmiştim. Bir de o ödülün bir çift mavi gözde saklı olabileceğini anlamıştım sanırım. Bu başkaydı, bu kez hayata başka bir pencereden bakıyor, kendimi sevmek ve ben olabilmek için adımlar atıyordum. Kurallar mı? Onlar ucu açık şekilde öylece bekleyebilirdi. Çünkü yirmi altıncı yılda ben kendi kurallarımı kendim yazmalıydım.

Gözlerim Noyan'dan kayarken üzeri tamamen ev hali olan Denker abiyi bulduğunda ocak başından elindeki tavayla dönüp masanın ortasına bıraktığında daha da havalandı kaşlarım. Koca bünyesi, sert yüz hatları, geniş kalıbıyla ve beline bağladığı ama önem göstermediği için yarım yamalak duran mutfak önlüğüyle bir hala tuttuğu tavaya bir bana bakıp gülümseyerek parmakları arasındaki ekmeği ağzına attı kaşları havalanırken.

'Elimizden bu geliyor gelin hanım, artık kusurumuza bakmayacaksın.' Boynundaki mutfak önlüğünün askısını çıkararak sandalyeye atıp menemeni işaret ettiğinde yaklaştım masaya. Ne ara gelin hanım olmuştum, niye bu derece hızlı gidiyorduk? Daha da önemlisi Denker abi yıllardır tanıdığıymışım gibi davranıyordu ve bu kimsenin garibine gitmiyordu. Oysa ki ben adamı ilk gördüğümde bakışlarından korkup buz tutmuş biri olarak soğuk nevale olduğunu düşünmüştüm. Fakat bazı insanların içlerindeki evin kapısı açıldığında durum gerçekten de çok başka olabiliyordu.

'Çok güzel görünüyor.' Dediğim esnada Noyan ayağa kalkmak için hamle yaparken hızlıca yaklaşıp elini tuttum. Gösterdiği dirence bakılırsa epey iyiydi ki dahası da olmalıydı, 'Elinize sağlık.' Diyerek devam ettiğimde buzdolabının içine girmek için epey çaba sarf eden Gizay kafasını üzerinde kalan yarı açık dolap kapağına çarpmaktan da geri kalmayarak elindeki üç kahvaltılığı masaya bırakıp tekrar döndü.

'Akşam kahvaltısı candır.' Diye eklemekten kaçınmadığında son kalan kahvaltılıklarla masaya yeniden döndü. Sanki acelesi varmış gibi sandalyesinde yerini aldığında bizde kalan üç sandalyeye kurulduk.

'Sen yemek yapabiliyorsun inşallah diye Allah'a duacı olduğum bir seviyedeyim.' Gizay ekmek bandığı menemenden bakışlarını bana çevirdiğinde derin bir nefes aldım. Yemek yapmak benden umacağı en son şey olmalıydı. Mutfak adına yapabildiğim tek şey kurabiyeyken onda da kimsecikleri zehirlemeyeceğim garantisini veremezdim. Kaldı ki zehirlenmeyi kenara bırakacak olursak kurabiyelerimle insan canına kast edebilirlerdi, üstelik sadece kafalarına atmaları yeterli olurdu. En son yaptığım makarna ise beni hıçkırıklara boğmuş ve evimin tezgahına yüz üstü yapışmıştı hayali olarak. Yüzümde ne kadar bilmediğime dair daha doğrusu son hazırladığım yemeğe ait gergin bir ifade oluştuysa Gizay önce gözlerini kısıp ardından da burun kıvırarak nefesini bıraktı.

'Yapma be! Şanze bilmiyor, sen bilmiyorsun, biz bir araya geldiğimizde hep Denker abinin menemenini mi yiyeceğiz?' diyerek isyan ettiğinde Denker abi tek kaşını kaldırıp menemen tavasını da Gizay'dan çekerek uzaklaştırdı.

'Yeme o zaman köpek.' Ters bakışları arasında gülmeye başladığımda adam haliyle başını sağa sola salladı, 'Yumurta kıramaz benim menemenimi beğenmiyor.'

'Ben beğenmediğimi mi söyledim abi!' tekrar tavayı ortaya çektiğinde Denker abinin gergin bakışları da hali hazırda üzerinde dolaşıyordu.

'Söylemedin ama bıktığını ima ettin. Bundan sonra zor bulursun alem dönüşünde yemek sen.' İştahla yediğim menemenle aşk yaşarken tek kaşım havalandığında zorlukla ağzımdaki lokmayı yutup ikisinde gezdirdim gözlerimi.

'Siz gazetede patladığımız sabah gerçekten tekrar kulübe mi gittiniz?' sorumla sanki çok doğalmış gibi ikisi de başlarını sallayarak onay verdiğinde ağzıma attığım zeytinle ben de başımı sallamıştım ki Gizay sanki çekinircesine harelerini benden Noyan'a çevirip ardından yeniden bana döndü.

'Kimse yokken insanın kafası daha çok kaldırıyor. Hem o saatte olanlar sadece içmeyi bilenler.' Denker abi açıklama getirmeye çalıştığında Gizay tavaya tekrar uzansa da eline inen darbeyi umursamadan baktı bana.

'Onlarca kişi arasından sıyrılıp bara kadar ulaşma zahmeti de kalmaz zaten. İçerisi de boğuk olmaz.' Rast gele omuz silkip tekrar tavaya bir güzel ekmek banan Gizay'a gülmeden edemedim. Ya aç bırakılmıştı ya da kıtlıkla savaşmak için son birkaç saniyesinin kaldığına dair bilgi almıştı. Başka türlü böyle savaşta gibi yemesi asla mümkün değildi.

'Külliyen yalan, ikiniz de itiraf edin gerçekleri.' Noyan göz devirerek yanımdan konuşunca bakışlarım ona dönse de onun bakışları abisi ve yakın arkadaşındaydı.

'Başka bir nedeni yok ki kardeşim, saydık işte.' Denker abinin inkarıyla ne olduğunu anlamasam da gözlerim Gizay'a döndüğünde o da başını sağa sola salladı.

'Önce girip kadınlarla aramızı iyi tutuyoruz, sonra randevulaşıp sabaha karşı gidiyoruz, kapıda gazeteci olmayınca yakalanmıyoruz da demiyorsunuz, daha temiz havası diyorsunuz. Bırakın bu işleri, bara içmeye gidiyorsunuz abi ya, havasının temizliğinden size ne. Sanki koşuya çıkıyorlar.' Derken Noyan'ın sesinden resmen isyan akıyordu.

'Şaka yapıyorsunuz...' hayal kırıklığıyla baktım ikisine de. Noyan açıklamasa aklımın ucundan geçmezdi, Gizay'ın bu zamana kadar kimseye yan gözle bakma girişimine şahit olmamıştım. Hatta Gizay'a birkaç kere yaklaşmaya çalışan çok güzel kadınlara da şahit olmuştum spor salonunda, o ise sevgilim var deyip geçiştirmiş, hatta bir ara anlamsızca alyans takmıştı. O dönem gerçekten sevgilisi veya nişanlısı olup olmadığını sorduğumda yok demiş, devamında da, çalışırken gönülsel meselelere girmiyorum, hatta genel olarak açık kalp ameliyatına neden olacak mevzular benden uzak dursun diyerek kendini açıklamıştı. Fakat Denker abi de öyle alengirli işlerle uğraşacak bir adama benzemiyordu. Ancak şu an ikisi de sadece sırıtıyorlardı. Ciddi anlamda yaptıkları o yüzlerindeki sinsi gülümsemeden bile belli olduğundan başımı sağa sola salladım.

'İyi de bir kadınla beraber mekandan çıkacaksanız niye kaçak göçek? Bu dünya kadınlar için zor, sizin için değil.' Diyerek kaş çatıp omuzlarımı düşürdüğümde ağzıma bir lokma daha attım.

'Takıldıkları kadınlar cemiyetten çünkü.' Noyan tekrar açıklama yaptığında gözlerim büyüse de Denker abi omuz silkti anında.

'Dünya kadınlar için zor olduğundan kaçak zaten. Benim için sıfır sıkıntı ama onlar gizli kalmasını istiyorlarsa saygı duymam gerek.' Saygı duymanın başka bir çeşidi, belki de işlerine geleni buydu. Bu konuda dünyayı yargılamam gerekiyordu ve ben yargılayacaktım. Karşımdaki samimiyetine inandığım Denker abi de olsa, anlattıkları hala aklımda olan Gizay'da olsa fikrimi değiştirmezdi. Bu başlı başına bir kadına saygısızlıktı ve kaçar kurtulur yanı yoktu.

'Kadınlarla tek gece geçiriyorsunuz ve gizli kalmasına saygı mı duyuyorsunuz? Saygı duymak için tek gece geçirmeseniz mesela?' derken çatık kaşlarımla önümdeki çay bardağını kavradım. İkisinin de gözleri usulca önce birbirlerini ardından şaşkınca da beni buldu.

'Öyle bir mevzu yok.' Denker abinin gergince konuşması daha mı dibe batırıyordu daha mı yükseltiyordu emin olamasam da gözlerim Gizay'da gezdiğinde onun elinde havada kalmış ekmeğiyle Noyan'a döndüm.

'Sende mi yapıyorsun aynı şeyi?' sorumla Noyan anlamamış halde kendi bedenine baktı. Bu sanırım delik deşik olup kevgire dönen bir adamı şu an için kapsamaması gereken bir soruydu.

'Kıskançlık kavgası, en sevdiğim ama geç başlayın çayları tazeliyeyim.' Gizay anında masadan kalkıp ocağa yöneldiğinde gözlerimi Noyan'dan çekmedim ve bakışlarım gittikçe kısıldı. Kimle beraberdim canım ben? Eğer ki varsa böyle bir durum bilmeliydim. Ona göre tavır takınır hatta aşkımı kalbime gömüp süzgeç kıvamına getirilmiş sevgilimin kafasını kırardım.

'Ne yapıyor muyum?' bakışları garipsercesine bana döndüğünde başımı omuzuma düşürüp dikkatle süzdüm.

'Denker abi ve Gizay gibi, tek gecelik meselesi.' Deli deliyi görünce sopasını saklarmış tabiri bize göreydi sanırım. Çünkü an itibariyle Denker abi ve Gizay sessizliğe gömülmüş Noyan ise ciddi olup olmadığımı anlamak adına gözlerime kilitlenmişti.

'Benim işim olmaz. Ha ama onlarla sabaha karşı bara gider miyim?' kısaca düşünerek abisiyle Gizay'da gözlerini gezdirdikten sonra başını onaylarcasına salladı, 'Giderim. İçer sonra yata kaçarım.'

'Yani öyle kadınlar falan...'

'Deran, ilişkilerim oldu tabi ki de tek gecelik meselesi benlik değil. Ne öğrenmeye çalışıyorsun sen?' şaşkınlıkla bana döndüğünde dudak büküp baktım. Aslında ne öğrenmek istediğimden benim de haberim yoktu fakat göğsümün ortasından yükselen sıcaklık nedense damarıma damarıma basar haldeydi. Üstelik bu kıskançlıktan değildi. Sadece anlatılan mesele çok basitleştirildiği, hatta umursamaz davranıldığı içindi. Çünkü ben de bir kadındım, o cemiyet denilen dünyada ben de vardım. Bu duruma benim gibi karşı çıkıp, baş kaldıracaklar kadar bile isteye kendilerini harap eden kadınlar da mevcuttu. Evet, bana göre bu bir haraplıktı. Sürekli yüz yüze gelebilecek insanların aşiret paket kıvamında aman dışarı kadın çıkmasın der gibi davranıldığı bir haraplık.

Gizay'ın bıraktığı çay bardağıyla gözlerimi tekrar masaya çevirdiğimde derin bir nefes aldım. Denker abide Gizay'da öylece durmuş, yemek yemeyi kenara bırakıp ikimizi izliyorlardı. Sanırım Denker abi bir anda durumun eğlencesine kapılmıştı fakat çok sürmeden çataldaki peyniri ağzına atıp çiğnedikten sonra yuttuğunda onun da odak noktası ben olmuştum.

'Gelin hanım, sen sanırım bizi bir nebze yanlış anladın.'

'Bara gidip tabiri caizse ve en çirkin haliyle kız düşürmenin nesini yanlış anladım abi.' Dediğimde dişleri sivrilmiş Belgi'nin önünde saygıyla eğiliyordum. Kısılan gözlerim ve asla haddim olmasa da atarlandığım Denker abiye bakmaya başladığımda kaşlarını havalandırıp çayından bir yudum aldı. Bu benim değil, o kadınların problemi olmalıydı ama elimde değildi. Zeren beyin yaşadığı ilişkiler dahi midemi bulandırırken sinkaf dolu laflar etmek istiyordum da terbiyem izin vermiyordu işte.

'Hiçbir kadını düşürme gibi girişimim olmaz benim. Olamaz, saçma bir kere. Bu-' Gizay'ı işaret ettiğinde bakışları ona dönse de hala yemek yiyor oluşuyla göz devirip odağını yeniden bana çevirdi, 'Bu da fırlama falan görünür fakat kalıbımıza yakışmaz o işler. Bizim de o arkadaşların da gömleği belli, eğlenmek için bir araya geliriz, çoğuyla da okul dönemlerinden arkadaşızdır zaten.' Pot nasıl kırılır ve insan yargılanır ders bir, bölüm bir veya önyargı ve insanlar olarak duruma açıklık getirebilirdim sanırım. Şak diye Denker abiye de, Gizay'a da etiketi yapıştırmam mükemmel olmuştu. Fakat hatayı kendimde değil Noyan'da aramalıydım çünkü öyle dalga geçer gibi olan hali beni de gaza getirmişti.

Allah'ım, olmayan şeye yükselmem yüzünden ortadaki taş kolona kafa atmam şart mı? İçimden öyle geliyor ki kafamı bir yere vurmak, kendim bile engel olamayacak haldeyim. Eğer ki herhangi birisi üstelerse daha da fena atar gider yapabilme ihtimalimi içimdeki ateşten anlıyorum. Ne olur sorgulamasınlar mevzuyu da uzatmasınlar diye yalvarmak isterken imdadıma yetişen telefon melodisiyle bakışlarım Noyan'a döndüğünde o cebinden çıkarıp kaşlarını çatarak ekranı bana çevirdi.

'Simay. Beni niye arıyor ki durduk yere?' bilmem dercesine bakmaya başladığımda şüphede kalsa da aramaya cevap vererek hoparlöre aldı.

'Noyan, Belgi yanında mı?'

'Hayırdır ne oldu?' sesi öyle telaşlıydı ki kaşlarımı çatmama engel olamadım. Simay kolay kolay panik yapan bir kadın değildi sonuçta, o genelde çözüme ulaşırdı, çözüm yoksa da koy ver gitsin derdi. Kaldı ki bu panik sesi gizli iş çevirdiğimiz durumlarda olurdu yoğunlukla, fakat bizim şu an gizli iş mevzumuz da yoktu.

'Yanında mı değil mi? Amcam nereden ne duymuş bilmesem de babamı aradı. Aşırı derecede gergindi. Belgi'ye asla ulaşamıyorum ve yeni tuttuğu evi öğrenip olay çıkarmasından endişe ediyorum. Ben daha yakın olduğum için oyalayabilirim fakat uzun sürmez.' Simay'ın açıklamasıyla kaşlarım havalandığında hızlıca sandalyemden kalktım. Yeni yerleştiğim, üstelik komşuluk ilişkilerimin de iyi olduğu o yerde kaos istemiyordum. Evimde Zeren İmerler'de istemiyordum.

Ev basmakta neyin nesiydi? Üstelik günlerdir orada yaşıyordum ve şimdiye kadar bu girişimde bulunmamışken neden bu akşam yapası tutmuştu? İşin enteresan yanı şirkette sadece toplantılarda gördüğü, uzun süredir seyahatte olduğu için kısıtlı rastladığı bana herhangi garip bir hamlesi de olmamış, yüzüme bile bakmamıştı. Fakat şimdi evimi mi basacaktı? Acaba sakinleşmemi falan mı beklemişti ki? Hayır eğer gerçekten tansiyonumun düşmesini beklediyse uzun süre kendisine karşı tavanda fakat tepkisiz kalacaktı ve üzerine atlayıp onu parçalamamı istemiyorsa geride durması gerekiyordu. En azından bu kadarını yapabilmeliydi. O kaotik toplantılarda dahi, ki hayatı boyunca gözü sadece işi üzerinde olan bir adamdan bahsediyordum, zorlukla da olsa otokontrolünü sağlıyordu. Fevrilik göbek adı olabilirdi ancak bu kadar zaman sonra fevrileşeceği evreyi geçmiştik. Geçmemiş miydik yoksa?

Bölüm : 01.03.2025 02:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...