
Tekrar merhabalar... Şubat açığını kapatmak için sizlerleyim canlar. Bu hikayede uzun aralar, beklenen bölümlerden ziyade daha çok akış istiyor yüreğim ama bazen mental, bazen sevgili retrolar ve pek tabi diğer bölüm yüklediğim sayfadaki vpn mücadelesi yüzünden kalıveriyor. Fakat bu bölümler karakterlerin derinliğine indiğimiz onları tanıdığımız, bazen sevip bazen nefret edeceğimiz, bir miktar da sen hayırdır diyeceğimiz noktalar. Ki benim de görüşlerinize en çok ihtiyaç duyduğum yerler. O yüzden çok uzatmadan sizleri sağ kapıdan bölüme alıyor, yorumlarınızı da bekliyorum. Şimdiden iyi okumalar...
İletişim için ve yeni bölüm haberi için instagram kullanıyorum beybiler... (BiCeruVar)
🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘🌑
Garip biriydim ben,
Hangi vakit kırılsa kalbim, koca bir kadın,
Ne zaman rahatlasa içim, ufak bir çocuk…
Diyorum ya, garip biriydim
Dengeleri ters, yolları zikzaklı…
Yıllar önce Yunan ve roma mitolojisine ilgim olduğu bir dönemde kitap okurken denk geldim Sfenks’e. Bir bulmaca ustası olduğu kadar insan yiyiciydi aynı zamanda. O vakitlerde şaşkınlıkla ona dair söylenceleri okuyup araştırmıştım. Sfenks bir kadındı fakat benim babamla benzemeyen tek özelliği cinsiyetiydi. Typhon ve Echidna’nın bir kadının başına ve göğüslerine, bir aslanın bedenine, bir alıcı kuşun kanatlarına sahip bir başka kızlarıydı.
Sfenks acımasızdı, acımasız oluşunun ötesinde avlayacaklarıyla kedinin fareyle oynadığı gibi oynar, onlara bilmeceler sorar ve bilmecenin cevabı karşılığında özgürlüklerine kavuşacaklarına dair sözler verirdi. Yaşadığı Tebai’ye gelen Oedipus’da o kurbanlarından birisiydi ve ona, ‘’Sabahleyin dört ayak, öğleyin iki ayak, akşam ise üç ayak üzerinde yürüyen yaratık nedir?’’ diye sorduğunda cevabı bilemeyeceğinden o kadar emindi ki keyifle bekledi kendi çizdiği sonu. Fakat Oedipus dumur edecek bir şey yaptı, o bilmecenin yanıtını tüm doğruluğu ile sundu Sfenks’e. Dedi ki; İnsan… Aradığın o şey tam olarak insan… Sabahleyin yani hayatının ilk yıllarında emekler ve dört ayak üzerindedir, öğlen artık yetişkindir iki ayağı üzerinde durabilir, akşam ise yaşlanmıştır ve bir bastona ihtiyacı vardır.
Okuduğum o söylencede Sfenks ve babamın aynı kişi olmasından şüphe duymuştum. Babam için de verilen yanıtların doğruluğu önem taşımazdı çünkü. Haklı olmak, dahası yapmak istediğini yapıyor olmak önemliydi ona göre de tıpkı Sfenks gibi. Hatta öyle bir haklılık istiyordu ki Sfenks başka birinin doğruyu bilmesini kaldıramayıp kendini uçurumdan aşağı atmıştı, babam ise kendi haklılığını kırmış olursa muhtemelen o da bir uçurum bulurdu fakat Sfenks’le onu ayıran cinsiyetleri dışında o muhtemel son olurdu. Çünkü Sfenks kendini atmıştı, babam beni atardı, düşünmeden, tartmadan, bir an bile acaba kaygısına kalmadan…
Anlamsızca aklıma gelen geçmişte okuduğum bir söylence bugün bir yerlerde yine kendini gösterirken başımı sağa sola salladım hafifçe. Dudaklarımda ufak bir tebessüm olsa da kaşlarım çatıktı. Çünkü artık Sfenks’in adı, Zeren İmerler’di…
‘Sen elinden geleni yap, geçiyoruz şimdi.’ Noyan ayağa kalkarken bakışlarını da Gizay’a çevirdiğinde çatık kaşlarım ona döndü. Şu halde savaşa gitmesi makul değildi, çünkü eğer olan dikişleriyle katılırsa galibin kim olacağı aşırı derecede netti. Dahası bir savaş yoktu, bir canavar vardı ve ben o canavarı çok iyi tanıyordum.
‘Çocukları ara Belgi’nin evinin çevresine insanlara fark ettirmeden güvenlik çemberi oluştursunlar. Zeren beye rastlarlarsa kendilerini göstersinler ama komşulardan saklansınlar.’ Paldır küldür evden çıkmak için hamlede bulunsa da anında kolunu yakaladım. Her yeri delik deşikti. Sadece bedeni değil, aklı da aynı haldeydi.
‘Sen burada kalıyorsun, saçmalama.’ Diyerek gözlerimi büyütüp koltuğa bırakılan dosyalar ve bilgisayar çantamı aldım.
‘Ne demek burada kalıyorum. Evini basacak bende burada duracak mıyım?!’ itirazını sempatik bulmam için dikişsiz ve iyileşmiş olman gerekiyor Noyan… Bu halini romantik bulmam için karşıda canavar değil normal bir insan olması şart. Bunu anlaman, bilmen, kavraman gerek.
‘Evimi basacak olsa ne yapacaksın bu halde!’ baştan ayağa bedenini işaret ederek kendi çantamı da omuzuma taktım.
‘Geliyorum bende.’ Demesiyle harelerim Gizay ve Denker abiye döndü. Tutmaları, akıl mantık çerçevesinde bir iki kelime söylemeleri gerekiyordu. Hem de bu hamleyi tam şimdi gerçekleştirmelilerdi. Efelik taslasa da o kolla ve bacakla zaten araba kullanamazdı hepimiz bundan emindik.
‘Ben gidiyorum babacım sen burada dinleniyorsun.’ Gizay harekete geçerken askıdaki ceketini aldığında Noyan sıkkınca nefesini bırakıp göz devirdi.
‘Ben de geliyorum dedim.’ İtiraz istemez haliyle beraber bu kez bir umut Denker abiye baktığımda derince nefes alıp seslice bıraktı.
‘Yürü baş belası, yürü.’ Denker abi de ceketini aldığında ciddi olup olmadıklarını anlamak adına yüzlerine baksam da hepsi hazır ola geçmişlerdi. İnsanlar neden itirazdan anlamazlardı ki? Zeren bey bana birçok şey yapardı, yaralar, paramparça eder, ruhumu öldürürdü fakat bedenimi öldüremezdi. Ne olursa olsun bu onun için bir tabuydu. Ben onun için bir etikettim ve o sözde bir kız çocuğunun babası olan masum Zeren beyden vazgeçmezdi.
Omuzlarımı düşürüp evden çıkarak arabama ilerlediğimde Gizay benden önce davranıp sürücü koltuğuna geçti. Bende elimdekileri arka koltuğa bırakıp yanına oturdum. Noyan, Denker abinin arabasına yerleştiğinde Gizay aracı çıkarmıştı ki dokunduğu tuşla beraber çalan şarkı aracın içerisini doldurdu. Gizay’ın da böyle takıntılı bir huyu vardı anlaşılan. İnsanlar önce emniyet kemeri takar, ayna kontrol ederlerdi, en basiti koltuk ayarını yapardı fakat Gizay önce müziği açıyor ardından kemer takıp ve en son yola çıkarken aynaları ayarlıyordu.
‘Sana şöyle jilet gibi bir jeep mi alsak biz?’ sorusuyla kaşlarımı havalandırdığımda bakışlarım arabanın gövdesinde dolaştı.
‘Arabamı seviyorum.’ Dediğimde bu kez onun kaşları havalandı fakat göz ucuyla bana bakıp tekrar yola döndü.
‘Şimdi siz Noyan’la sevgilisiniz ya, bu herif de hem iş insanı, hem bir miktar ağır abi malumun. Manitası da hanım ağa olmasın mı yani…’ derken amacı beni rahatlatmak, kafamdaki savaşa son vermekti farkındaydım ve bunu başarıyordu da.
‘Hanım ağa mı?’ koca bir kahkaha patlattığımda Gizay’da gülerek başını salladı.
‘Şimdi Noyan sen farkında değilsin sanıyor fakat çocuklar sürekli koruma alanındalar biliyorsun. Zaten hanım ağalığa adım attın korumalarınla beraber. Bir jeep, şöyle kahve tonlarda, bir de küçük ırk bir köpek. Ama boyuna bakmadan car car havlayandan.’ Diyerek parmak uçlarını birleştirip öperek sırıtmıştı ki kahkahamı yenileyip başımı sağa sola salladım.
‘Yalnız Adel’de feci ketum. Biraz eğlenceli bir tip gönderseydiniz yanıma.’ Teessüf eder gibi olan halimle Gizay bu kez dalga geçer gibi baktı.
‘Ulan kreşe palyaço mu gönderiyoruz. Elbet ketum olacak, hayatını koruyor. Çok kaliteli adamdır Adel. Güvenilirdir, sağlamdır, saygılıdır. Noyan normalde yanından ayırmaz onu fakat seni kendinden daha çok önemsiyorsa demek ki…’ dediği sırada sinyal verip öndeki arabayı solladığında anında çalan telefonla beraber Gizay sıkkınca nefesini bırakıp cebinden güç bela çıkararak yanıtladıktan hemen sonra hoparlörü açtı.
‘Gaz pedalıyla alakan tam olarak hangi seviye lan senin! Düşmanın mı o gaz pedalı! Niye o kadar basıyorsun, aklını sikeyim senin! Düzgün kullan şu arabayı Gizay!’ Noyan’ın bağrışı müziğin sesini dahi bastırdığında Gizay gür bir kahkaha atıp daha çok gaza yüklendi. Damarına basmak ister gibi yolda zigzaglar çizmeye başladığında kahkahamı tutmak için dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım.
‘Gizay sikerler senin evveliyatını! Yavaş lan!’ tekrar kükremesi duyulduğunda gaz pedalıyla ciddi sıkıntıda olan halini kesip normal seyrine dönmüştü fakat kendini gülmekten alı koyamıyor ve bu durum Noyan’ı daha çok sinir ediyordu. Sabitlediği hızıyla en başta yapması gerekeni yapıp koltuk ayarını yaptığında yan bir bakışla göz kırpmaktan da kaçınmadı.
‘Sevgilinin gıkı çıkmıyor, sen korkuyorsun be babacım. Olmaz böyle. Ne demişler hızlı yaşa genç öl.’ Dedikten sonra bu kez de dikiz aynasına el attığında Noyan’ın kükremesi tekrar doldurdu arabanın içini.
‘Yaşatmadan öldürürüm seni, kontrollü kullan, yağmur yağıyor!’ ve birden son bulan arama. Bu kez Gizay’a bende katılıp güldüğümde bir süre bu krizimiz devam etti. Bir gün Zeren beyle kafa kafaya gelmeye böylesine gülerek gideceğimi asla hayal etmezdim ama oluyormuş işte. İnsan ummasa da çıkabiliyormuş bazı opsiyonlar önüne.
‘Yalnız şaka bir tarafa Adel kilitlenmiş sana.’ Gülüşümüz son bulurken cümlesiyle ne demek istediğini anlamak adına dikkatle baktım, ‘Kötü anlamda değil, bugün bir ara uğradı yanımıza iş için, elindekileri bıraktı baktım koşar adım gidiyor. Ne olduğunu sordum haliyle, ters bir şey var mı diye, yenge fazla tek başına kalmasın dedi.’ Diyerek devam etti.
‘Anlamadım.’
‘Adel’in tek görevi Noyan’ı korumak. Başladığından beri böyle durum, Noyan onu bir yere gönderse de o işi başkasına aktarır, kendi Noyan’ı korumaya devam ederdi. Senin yanına şirkete gönderdiğimizde de bozuk attı biraz, benim işim Noyan beyi korumak diye. Artık ne yaptın, ne dediysen adamın suratını göremiyoruz. Yenge aşağı, yenge yukarı.’ Açıklamasıyla göz devirdim anında. İnsana insan olarak davranmak gibi bir huyum vardı. Noyan ne kadar robot gibi olmaları gerektiğini düşünse de benim için Adel bir insandı ve her insan gibi normal bir gün geçirirken çalışabilirdi.
Yaklaştığımız evle beraber bu muhabbeti uzatmak istemedim. Gizay arabayı park edince kapımı açan Adel’e gülümseyerek indim. Onu gördüğüm günden beri nadir olan tebessümünü kendisi de gösterdiğinde derince soluklandım. Öyle veya böyle sözde gizli saklı beni takipteyken ancak hemen birkaç adım arkamda takılırken bayağı yol kat etmiştik Adel’le. Mesela artık selam verip, selam alıyor, ofise göz atmak için geldiğinde ben ısrar etmeden koltuğa oturabiliyor, kahve söyleyeceğim zaman hala nasıl içtiğini dile getirmese de önüne bırakılan fincandan kahvesini içiyordu. Normalde bunların hepsini yaptırmak için birkaç kez tekrar etmem gerekirken artık beni yormuyordu bu konuda. Ya Adel benim haleti ruhiyeme alışmıştı ya da kadın kafayı yemek üzere diyerek acıyıp beni ikiletmemeye başlamıştı. Tam nedeni bilmesem de sonuçtan memnundum.
‘Naber Adel?’ sorumla beraber ilerlemeye başladığımda o da bana eşlik etmişti ki ileride görünen araba farlarıyla iç çektim. Durumu kötüleştirmemek adına Gizay arabadan çıkmamış, biraz gerisine de Denker abi park etmişti. Belli ki herhangi bir saçmalık olursa koşa koşa geleceklerdi fakat şu anda ortamın gerginliğini yükseltip daha fazla konuyu alevlendirmek istemiyorlardı. Böylesi de en makul olanıydı fakat ne bitmez çilem vardı da bir türlü dur durak tanımıyordu hayat acaba. Bütün bu kaos içerisinde işin kötü tarafı bende yorgun hissetmiyordum. Üstelik bu yaşantı, koşuşturma benim standartlarımdan çok daha hareketliydi.
‘Sıkıntı yok Belgi hanım, babanız kapıda bekliyor, çocuklar da etraftalar, ben geçen gün şirkete evrak verdiğim için hemen arkanızda olacağım.’ Derken adımlarımı duraksatıp havalandırdığım kaşlarımla yüzüne baktım.
‘Öyle naber değil Adel. Nasılsın anlamında bir soruydu o.’ Bu kez şaşkınlıkla kaşlarını havalandırma sırası ondayken benim tekrar yürümemle çabuk toparlanmayı başardı. Bir şekilde öyle veya böyle hal hatır sormama da alışacaktı.
‘Belgi hanım yaklaşıyor, konum bozmadan takipte kalın. Emir gelmeden herhangi bir hamlede bulunmayın.’ Kulağındaki parmağını çekip yan yan kendine baktığımı fark ederek gülümsedi bu kez, ‘İyiyim çok şükür. Siz nasılsınız?’
‘Çok iyiyim.’ Yüzümdeki gülümsemeyi bozmadan gittikçe yaklaştığım arabanın önündeki Zeren beyde gezdirdim harelerimi. Aramızda beş adımlık mesafe varken duraksadığımda Zeren beyin gözleri benden önce Adel’de dolaşmıştı uzun uzun. Harelerinden küçük görücü bir bakış geçtiğinde bir kez daha farklı bir eve geçmemin en makul karar olduğunu da anlıyordum. Gözleri Adel’i didik didik ettikten sonra bana döndüğünde tek kaşını havalandırdı bu kez.
‘Konuşmamız lazım.’ Derken sesi o kadar düzdü ki ve biz o kadar konuşmayı bilmeyen baba kız ilişkisine sahiptik ki bana söylediğinden emin olmak adına yüzünü dikkatle incelemem gerekti. Eğer bu denli sakinse sebebi dışarıda olmamızdı veya ikimiz dışında birinin, yani Adel’in ortamda bulunuyor oluşuydu. Elimle evin bahçesini işaret edip önden ilerlediğimde açtığım demir kapıdan sonra bahçeye açılan büyük kapıyı da ittim, içeri aydınlık olsa da Zeren bey girmemişti ve mutfak taburesindeki Simay’ın farkında değildi elbette. Oturduğu tabureden ayağa kalkacağı sırada başımı olumsuzca salladığımda tekrar gözlerim Zeren beye çevirirken elleri cebinde bahçeyi incelemesiyle derince soluklandım.
‘Madem medenice konuşmak istedin, kahve içer misin?’ elimle bahçedeki tek başına olan hasır koltuğu ve salıncağı işaret ettiğimde gözleri önce orada gezmiş ardından bana dönmüştü.
‘Sen kahve yapmayı bilmezsin.’ Haklılığına diyecek sözüm yoktu, hatta kahve yapmayı bilmediğimi aklında tuttuğu için bir seviye daha yakın hissedebilirdim babama sanırım. O benim hakkımda çoğu şeyi bilmezdi sonuçta, en azından işine yarayacak özelliklerim dışında.
‘İki oda bir salon eve yardımcı alınmayacağına göre öğrenmem gerektiğini düşündüm.’ Kahve yapmak istemediğimden, belki de onun tekli hasır koltuğa yönelmesiyle ve yüzüme gereksiz gerginlikle bakmaya başladığından bende salıncağa oturup kendimi hafifçe sallayarak baktım yüzüne. Onun gözleri ise direkt olarak Adel’deydi. Başıyla Adel’e ilerlemesi adına bir işaret verdiğinde gülmemek için kendimi tutmam gereken o şey olmuş Adel bakışlarını sadece bana odaklayarak ellerini arkasında bağlamıştı.
‘Uzaklaş.’ Umursanmadığını fark edince sesi de sertleşirken Adel’in gözleri hala bendeydi.
‘Belgi hanımdan herhangi bir emir almadığım sürece olduğum yerden bir adım atmam ben Zeren bey. Güvenliklere benzemem, bireysel korumayım, tek patronum da Belgi hanım.’ Açıklaması da sadece bana bakarak olurken gerçekten gülmemek adına yanağımı ısırıp derin bir nefes alarak babama çevirdim gözlerimi.
‘Öncelikle Adel’le konuşurken sesinin tonuna da, nazik olmaya da dikkat et. Konuşacağımız herhangi bir konuyu onun duymasında sakınca yok. Her şeyi biliyor zaten. Seni dinliyorum.’ Dediğimde kaşları çatıldı. Bu Zeren beyin kurallarından birini daha yıkmaktı. Bir baş kaldırı daha, ona göre bir dik kafalılık daha…
‘Her şeyi mi?’ derken sesinde olan o dalga geçen hale rağmen hala kaşları çatıktı. Bahsettiği tokat falan değildi, bahsettiği psikolojik savaşlar da değildi, şu an gözlerinde bire bir Çelik’in ismi vardı. Kasılan çenemi, gerilen ruhumu hissettirmeyecektim. O alenen Çelik konusuyla beraber tehdit ediyor olsa da yapmayacaktım. Fakat şu an buradan Adel’i uzaklaştırmak eminim ki Adel’de de olan iletişim cihazıyla bizi dinleyen herkesi tereddütte sokardı.
‘Belki senin bildiklerinden dahi fazlasını. Konuşacak mıyız artık? Bu kadar boş zamanın olduğunu yirmi altı yıldır görmedim çünkü.’ Sitemli sesimin arasında artık yirmi beş yaşında olmadığımı da ekleme ihtiyacı hissettim. Belki de bir nebze hatırlamasını umut etmiştim. Tek çocuğunun doğum gününün bundan iki hafta önce olduğunu, annesinin dahi hatırlayıp Gökmen abiyle hediye göndermiş olmasını aklıma getirerek yapmıştım bunu. Çünkü senelerdir hayatımda olmayan insanlar hatırlamıştı, sevdiğim adam hastaneden çıkıp canını tehlikeye atarak gelmişti, yanıma gelemeyen veya bunu istemediğimi düşünenler en kötü kısa mesajlar atarak kutlamışlardı. Hayatta olmama sebep olan adamın da bunu hatırlaması gerekirdi, öyle değil mi?
‘Şirkete istifanı vermeni istiyorum.’ Dediğinde dudaklarım acı bir tebessümle kıvrıldı. Söylediğim cümlede herhangi bir yer ufacık bile kendisine çağrışım yapmadığından, hatta hala içimde ona dair umut taşıdığım için kızdım kendime.
‘Çünkü sen beni kovamıyorsun.’ Cümlesini takip eden yorumlamamla az önce acıyla kıvrılan dudaklarımda gerçek ve damarına basan bir tebessüm oluşurken dudaklarını ıslatıp dikkatle baktı.
‘O herife giden bir kadın daha fazla benim idaremde olan şirkette barınamaz. Senin de pek sevdiğin söylenemez zaten. Şirket içerisinde çalıştığın zamanın ödeneğini hesaplatıp çıkış yapmalarını söylerim korkma. Madem kendine hayat kurup baş kaldırıyorsun başka bir iş bul. Gerçi bu tecrübesizlikle herhangi bir mekana garson bile olamazsın ama…’ dalga geçer gibi olan halinin birazdan yok olacağını biliyordum fakat bir süre bu anın tadını sürmesi gerektiğini düşünerek bekledim.
Şirkette yeniydim, plaza kurallarından bir haberdim, bunun hukuki aşamalarını da ezbere bilmiyordum ancak Zeren İmerler’i tanıyordum. Hem de çok iyi tanıyordum. O evden çıktığım dakika ona ait olan hiçbir kartı kullanmamıştım fakat belli ki onun ilk işi iptal ettirmek olmuştu. Bu bakış sürüneceğim, beş parasız kalıp kendine döneceğim anı iple çeken halindendi. Yüzündeki o küçük gören ve dalga geçen gülümseme hala dudaklarımda asılı olan tebessümle duraksadığında derince iç çekip başımı sağa sola salladım.
‘İstifa etmiyorum.’ Dediğimde hasır koltuğun kollarından tutup bedenini hafifçe öne çektiğinde Adel bedenini ona çevirmişti ki omuz silktim, ‘Bana ödemen gereken o kadar çok borcun var ki, hepsini bir bir alana kadar, yirmi dört sene 364 günü senden tahsil edene kadar istifa etmeyeceğim.’ Hala umut ediyordum, lanet olsun ki hala laflarımdan cımbızla kelimeleri çeksin ve doğum günümü anımsasın istiyordum. En kötüsüne dahi hazırdım, biliyorum doğduğun günü ve ona lanet ediyorum demesini bile kabullenirdim ama aklına gelsin diye gösterdiğim çaba hem canımı yakıyor hem de umutlanmamı sağlıyordu.
Umut ile acı aynı anda olur muydu? Olurdu işte. Hayatım boyunca bu ikilemin arasında kaldığım beşinci seferdi bu. İlkinde hem fiziken, hem ruhen acı çekiyordum o ormanın ortasında ve annem geri dönecek sarılacak diye umut ediyordum. İkincisinde bir yatağın yanına çökmüş ve bunu yapmamış olmasını diliyordum. Üçüncüsü Arıkan’ı son gördüğüm hal acı veriyordu fakat yaşama karşı mücadele ederek kazanmasını umut ediyordum. Dördüncüsünde göğsümün ortasına kızgın bir demir saplıyorlar gibi Noyan’ı kaybetme ihtimalinin acısını çekerken verdiği söz yüzünden umut etmeye çalışıyordum. Sonuncusu ise şimdiydi. Tam da şu an kanını, genlerini taşıdığım babam doğum günümü hatırlaması adına kelimeler sarf ediyordum ve bu bana katlanılmaz bir azap içerisinde acı verirken kötü ihtimallerle dahi hatırlamasını umut ediyordum. O dört seferin üçü tamamen umudumun titrek bir mum alevi gibi rüzgarla sönmesiyle bitmişti. O umudu bir tek Noyan söndürmemişti fakat şimdi aynısını babamın da yapmasını istiyordum. Ona uzattığım mumun ateşini bu kez rüzgar değil o söndürecekti ve ben bunu bile bile uzatıyordum.
‘Seni bu yaşa getiren benim, birisinin sana borcu varsa o da kaçıp giden, bir kez seni merak etmeyen kadının.’ O mumu güçlü bir nefesle söndürdü Zeren İmerler. O muma o kadar acımasızca üfledi ki bir an bile düşünmemesi üflemesinden daha çok aldı canımı. Doğru düzgün okşamadığı saçlarım milatlar öncesinde tozlu bir defter olarak kayboldu fakat bu cinayet, zihnimin en olmadık yerine kazındı. İçimde kıyamet koptu ama yüzümdeki tebessüm bir an silinmek için kendini ikna etmedi, damarıma basmaya çalışan haliyle başımı aşağı yukarı sallayarak onayladım onu. Bu onay o fark etmese de içimdeki kıyameti kabullenmekti, yine görmedi.
‘Onun da ödeyecekleri var ama şu an ilk talihli sensin. İstersen beni istifa ettirmeye çabalamak yerine evine dön ve kızının evi terk etmesinin nedeni, nerede olduğu hakkında basın toplantısı hazırlıklarına başla. Çünkü burada yaşamamın magazine düşmesi fazla uzun sürmez. Tabi yönetim kuruluna da tatmin edici birkaç yalan bul.’ Diyerek salıncaktan kalktığımda derin bir nefes alarak ellerimi önümde birleştirip gülümsedim, ‘Dilersen beni reddedebilirsin, bu her şeye ve herkese yanıt olur.’ Diye devam ettiğimde o da ayağa kalkmıştı ki hala birbirine odaklı gözlerimizle birbirimizi öldürmeye çalışıyorduk. Ben ruhani olarak bulunduğumuz yerin en karanlığına çekiliyordum, o ardımdaki siyahlığı dahi görmeden silahı bana doğrultuyordu. Bir süre sonra zifiri siyaha ateş edecekti, bundan sonra hep o karanlığa ateş edecekti fakat hedefi tutturduğuna bile şahit olamayacaktı.
‘Sana bir öneri sunmamı ister misin?’ ufacık bir mimiği kıpırdamasa da kaşlarımı havalandırıp olan tebessümümle bakmaya devam ettim, ‘Onlara artık evde dinlenmek istediğini söyle. İnziva istediğin için biricik kızının sana saygı duyduğunu ve sadece evde sürekli bir çalışma devam ettirmemek adına taşındığımı dile getir. Böylece ikimiz de mutlu aile tablosunu bozmayız. O tablo çoktan duvardan düşmüş olsa da.’ Son cümlemle beraber tebessümümü silip kaşlarımla omuzlarımı aynı anda kaldırıp indirmiştim.
‘Pişman olacaksın…’ dedikten sonra çıkışa ilerlemeye başladığında gözlerim hareleri üzerimde olan Adel’e kaydı. Babam anlamamıştı ama Adel cümlelerim içinde beni hatırlaması için gösterdiğim çabayı fark etmişti. Herkesin iyi diye görüp, öyle baktığı Zeren beye, Adel büyük bir kin ve hayal kırıklığıyla bakıyordu. Adel’in farkındalıklarından kaçmak istercesine tekrar Zeren beyin sırtına çevirdim bakışlarımı.
‘Baba!’ seslenmem duraksamasını kapıdan geçerken sağladığında birbirine bir denli yabancı fakat o kadar da alışkın olan harelerimiz çarpıştı, ‘Teşekkürler.’ Kaşları çatılmıştı. Asla neden teşekkür ettiğimi anlamayacağı şekilde. Şu an iç dünyamdaki yıkımın kapısını kimseye açmadığım için bu teşekkürü de anlayacak kimse yoktu. Aslında o teşekkür bir nedenden değildi. Kocaman iki nedenim vardı teşekkür etmek için Zeren beye. Birisi hatırlamadığı halde dünyaya gelmeme sebep olduğu için, diğeri en büyük canavarla beni çok erken tanıştırdığı içindi.
Benim canavarım asla karanlıkta yatağın altından çıkmamış, kabuslarımda karşımda belirmemişti. Bazı akşamlar onunla aynı masada yemek yemişliğim dahi vardı. Ve ben o canavarla o kadar uzun süre savaşmıştım ki şimdi giyinip kuşanıp bir miğfer veya çelik yelek ardından kendimi korumaya da ihtiyaç duymuyordum. Ben o canavarla çırılçıplak, yaralarla dolu ruhumla karşı karşıya kalıyordum. O canavar ise ne yaralarımı görüyordu, ne de bir yaram olabileceğine inanıyordu.
Zeren beyin aracı yola koyulduktan iki dakika sonra Noyan, Denker abi ve Gizay’da bahçeye girdiğinde Adel ufak bir baş selamı vererek dışarı çıktı. Üçünün gözleri tedirgince üzerimde gezinmeye başladığında bu kadar gergin halin fazla geleceğini düşünerek yeniden gülümsedim. Denker abi ve Gizay bakışlarını kaçırsa da Noyan daha uzun süre takılı kaldı mavilerimde. Beni gördüğünü, anladığını, bildiğini bana da hissettirebilmeye çalışıyordu. Fakat ben onun değil, iki dakika önce bu eve ilk kez ve muhtemelen son kez gelmiş Zeren İmerler’in anlamasını istemiştim.
‘Kahve?’ bakışlarımı Noyan’ın puslu mavilerinden kaçırdım anında. Daha fazla bu girdap içinde kalıp çıkmazımı kendim yaratmak istemiyordum.
‘Her türlü içerim.’ İlk karşılık Denker abiden geldiğinde bakışlarım Noyan ve Gizay’da dolaşmış onların umursamaz omuz silkmeleriyle içeri girmiştim. Simay havalandırdığı kaşlarıyla bana bakarken göz kırpmam ayağa kalkıp bahçeye çıkmasına yetti. Üzerimdeki ceketten kurtulup mutfağa geçerek filtre kahve ve suyu makineye eklediğimde başını kapıdan uzatan Gizay’a da gülerek göz kırptım. Yüz bulmuş gibi şımarıkça içeri girse de anlık bir durağanlığa sürüklenip tezgahın ön tarafındaki taburelerden birine oturdu. Tahmin ettiğim gibi sol taraftan çıkardığı kulaklığın üzerine uzunca bastığında yanan kırmızı ışığı sönmüş bakışlarını da sanki şu an çok gerekli bir meseleymiş gibi etrafta gezdirmeye başlamıştı. Şu dakika ev dekorasyonunu umursadığını zannetmiyordum, hatta biraz Gizay’ı tanıdıysam doğru kelimeleri bulmak için çaba sarf ediyordu. Ki çok geçmeden kıvranışına bir son vermek adına üzerine diktiğim gözlerime döndü.
‘Bahsettiği her şey bana anlattıkların mı?’ Noyan’la tanışmadan önce de dahil olmak üzere Gizay’a yalan söylememiş hatta birçok şeyi onunla paylaşmıştım. Genelde korunaklı bir kale gibi o orada durur ve ben içimden geçen ne varsa veya yaşadığım her neyse hepsini ona anlatırdım. Uzun süredir bildiklerini fakat buna rağmen kimseye anlatmadıklarını düşününce iyi ki o kale orada duruyor diyordum.
‘Sana anlattıklarım ve daha fazlası.’ Dediğimde kararsız bakışları çatık kaşlarıyla harmanlandı.
‘Daha fazlası?’ derken yüzündeki gerginliğe gülümseyerek omuz silktim. Ona olan bitenler hakkında bir seans düzenlemem mümkün değildi çünkü hali hazırda hemen burnumuzun dibinde olan bahçede Noyan ve Denker abi vardı. Aslında mesele onların duymaması için değil de Noyan’ın bu halde çıldırmaması içindi. Dahası yanıma stok yaptığım termosun içindeki votkada yoktu.
‘Sonra.’ İkna etmek için baksam da gözleri kısıldığında kenara ne ara bırakıldığını bilmediğim defteri alarak sayfalarını çevirip takvime baktım, ‘Yarın, saat on iki de, ringde, eskisi gibi...’
‘Ekmek yok, eskisi gibi…’ başımızı onay verircesine sallarken süzülmüş kahveleri fincanlara doldurup tabakların içerisine de Simay’ın muhtemelen bahane olarak kullandığı kekten servis edip Gizay’ın eline tabakların olduğu tepsiyi tutuşturdum, fincanları da bir başka tepsiye yerleştirerek ben aldım. Bahçeye tekrar çıkarken Noyan’dan emir alan Adel’i fark ettiğimde o sadece başını sallayıp onay veriyordu. Az önce Zeren beye değil nasıl bana odaklandıysa şu an da bire bir Noyan’a öyle kilitlenmişti. Gizay ortadaki küçük sehpaya tepsiyi bırakıp bendeki fincanın birini Denker abiye verdiğinde bende Noyan’ın parmaklarının arasına bırakmıştım ki Adel başını son kez onay verircesine sallayıp yeniden bahçeyi terk etti. Kalan bardaklardan ikisini daha alıp Simay’a uzatıp Gizay’da sandalyeye yerleşirken derince soluklanarak son fincanla salıncağa kuruldum.
‘Benim aklıma takılan bir şey var bu Zeren beyle olan muhabbette.’ Denker abinin sesi ona dönmemi sağladığında bir süre düşünüp kahvesinden bir yudum aldı, ‘Her şey ne tam olarak? Ne var ki kimsenin duymaması gereken sizin aranızda olan?’ diyerek devam ettiğinde gözleri şüpheyle kısıldı.
‘Tehditlerini falan karısının gözünün önünde bile yapmaz, o.’ Diyerek omuz silksem de pek geçiştirilmiş gibi değildi bakışları. Noyan’ın gözleri de dikkatle yüzümü incelerken bir anlığına Gizay’ın göz kırptığını ve keyifle gülümsediğini görmüştüm ki gıcık edebilecek kadar sesli şekilde fincandaki kahveyi höpürdettiğinde otomatik olarak ikisi de ona döndü.
‘Ne yapıyorsun lan!’ Noyan buruşturduğu yüzüyle konuşurken Gizay fincanı dudaklarından çekip sırıtmaya başladı.
‘Sizin haberiniz yok tabi, Belgi daha önce evlendiği için, ki bu herkesten gizli-‘
‘Ne!’ Noyan şok olmuş şekilde bakışlarını Gizay’a diktiğinde o gayet doğal bir durumun içinde gibi başını onaylarcasına salladığında bu kez ciddi mi dercesine olan hali beni bulmuştu. Biraz ortam gerginliğini dağıtmaktan zarar gelmezdi.
‘Tabi, üç tanede çocuğum var benim. İlki birinci kocamdan, diğer ikisi ikinciden.’ Derken Denker abinin de gözleri şaşkınlıkla bana döndüğünde göz ucuyla Gizay’a bakarken kendini daha fazla tutamadan kahkahalara boğulduğunda Denker abi ve Noyan devirdikleri gözlerle kaş çattılar.
‘Sende bununla birlik mi oluyorsun Belgi ya.’ Denker abinin teessüf eden haline rağmen usulca omuz silktiğimde ortama tekrar bastıran sakinlikle denizin iyot ve yosun kokusunu derince ciğerlerime doldurdum. Aklıma gelen detay kaşlarımın çatılmasına neden olurken sanırım zihnimden geçeni dilime dökmem uzun sürmedi.
‘Çok garip.’ Diyerek etrafa bakındığımda asıl amacım konuyu daha çok dağıtmak olsa da bir yandan merak ettiğim husus vardı.
‘Ne o garip olan?’ Noyan’da incelemekten vazgeçmiş olacak ki muhabbete dahil oldu.
‘Zeren bey buraya kadar geldi, herhangi bir bağırış çağırış olmadan konuştu ve çıkıp gitti. Asla yapacağı şey değil.’ Havalandırdığım kaşlarım çatıldığında daha önceden anlattıklarımı bildiği için Gizay’ın da kaşları benimle beraber çatılmıştı.
‘Gider ayak pişman olacağını söyledi ya. Hem Adel’in tek başına olduğunu düşünecek kadar ham biri olduğunu zannetmiyorum Zeren beyin.’ Diyen Gizay’a belki dercesine dudak büktüğümde elimdeki fincanı dudaklarıma götürürken öylece kalakaldım.
‘Ya da çok daha farklı planları vardı zaten, bu sadece göstermelikti.’ Noyan’ın yorumuyla bakışlarım onu bulduğunda aşırı diplerde dolaştığının farkındaydım aslında. Bu bakışlarına fazla sık denk gelmiyordum. Bu bakışlar zaten Noyan gibi değildi, onun başka, evrimleşmemişmiş, değişmiş, hatta içinde ufacık bir Noyan’a dair parça dahi taşımayan haliydi. Tamamen ham bir nefretle beraber puslu mavileri kibir ışıltıları sunuyordu. Noyan sesi yükselebilen, sinirlenen, gülen, üzülen bir adamdı ama bu renkleri aynı olsa da ifadesi çok başka olan bakışlarda hiçbir duygu yoktu neredeyse. Zihnine bir bomba düzeneği kuracakmışçasına dikkatliydi bu adam. Ürkütecek kadar soğuktu. Nefes kesecek kadar tehditkardı.
‘Ne gibi plan?’ kahvemden bir yudum içerken Gizay, Noyan’ın nasıl bir hale girdiğini fark ederek kendine gelmesi adına boğazını temizlemiş ardından da mırıldanmıştı ki o asla ama asla girdiği kıskaçtan çıkmak istemedi. Aksine derin bir nefes çekerek etrafa göz attı dikkatlice.
‘İki gün sonra bir derneğin kuruluş yıldönümü partisi var. Davetiye geldi mi sana?’ sorusuna başımı sağa sola sallayarak yanıt verdiğimde bazı şeyleri çözmüş gibi bakmaya başlasa da hala ne demek istediğini anlamamıştım. Hem plandan ne ara derneklerin yıldönümü partisine geçmiştik ki biz.
‘Benimle kız çocuklarının okumasına destek veren bir derneğin yıldönümü kutlamasına katılır mısın?’ sorusuyla beraber bir şey anlayıp anlamadıklarını ölçmek için Denker abi ve Gizay’a baksam da onlar da durumu algılayamamıştı. Gözlerim tekrar Noyan’a döndüğünde dudaklarında ufak fakat epey planlı bir gülümseme vardı. Hala benim cevabımı beklerken eşofmanın cebinden sigara paketini çıkarıp bir dal yaktığında ciğerlerine doldurduğu dumanı havaya bıraktı.
‘Sevmem ki ben o tür organizasyonları. Senin için önemliyse gelirim ama.’ Diyerek omuz silktiğim esnada hala ne düşündüğünü anlamasam da başını onay verircesine salladığı gibi avucunun içinde tuttuğu telefonla uğraşıp kulağına götürdü. Bir süre beklediği esnada bakışları da tekrar gözlerime odaklandı. O an karşımda benim bilip tanıdığım adam duruyordu. Puslu mavileri sıcacık bakıyor, sadece gözleriyle sarılabiliyordu mesela.
‘Kıyafetini falan başka birinin seçmesinde sakınca var mı? O tür organizasyonlar sevmediğin için soruyorum.’ Omuz silkip fark etmez dercesine dudak büktüğümde başını onay verircesine salladı. Normalde alışveriş yapmayı çok severdim fakat şartlar normal değildi ve ben üzerime yıkılan şirketin işlerine odaklanmak için kıyafet seçecek zaman bulamazdım.
‘Bademim, sana tam senin kalemin bir görev vereceğim, hazır mısın abicim?’ Şanze’yle konuştuğunu tahmin etmek zor değildi ama aklından geçenler hakkında fikir yürütmek epey güçtü.
‘Yarın akşam yediye kadar zamanın var. Bana kimsenin görmediği asil, şık, mükemmel bir elbise buluyorsun. Nereyi istersen, Milano, Paris veya Türkiye’de herhangi bir yer.’ Dediğinde kaşlarım daha çok havalanırken iki adamın tepkileri de benden farklı değildi ki Noyan, Şanze’den aldığı cevapla derin bir nefesle tekrar sigarasının zehrini doldurdu ciğerlerine.
‘Atölyeyi de çalıştırabilirsin, tüm imkanlar senin istediğin gibi olacak. Elbiseye dair tek kural var, beraber Norveç’ten seçtiğimiz parçayı hatırlıyor musun?’ başını onay verircesine salladığında gülümsemesi büyüdü, ‘Evet bademim o. Ona uyum sağlayacak bir parça olacak. Eğer planladığım şekilde olursa istediğin moda evi bir sene senin kurallarına göre işleyecek. O bir sene kar zarar marjına göre nasıl ilerlerse devamında tamamen senin olacak.’ Gözlerim büyüdüğü esnada ne olduğunu artık anlamak istediğim için harelerim şaşkınca benim gibi olan ikilide dolaştı. Fakat Noyan’ın sağladığı son imkan ve söz sayesinde onlar da fazlaca dumur olmuş gibilerdi.
‘Ben sana birazdan istediğin tüm bilgileri atacağım, Güney sürekli çevrende olacak. İstediğin her ekipmanı ve malzemeyi bulacak sana. Görüşürüz.’ Telefonu kapattığında ben henüz ağzımı açamamıştım ki Noyan kimseye zaman bırakmadan seslendi, ‘Adel!’ bağrışından on saniye sonra Adel hızlı adımlarla bahçeye girdiğinde yine aynı robot halinde duruyordu.
‘Güney’i, Şanze’nin yanına gönder. Nereye istiyorsa oraya gidecek, Güney peşinden ayrılmayacak. Ne istiyorsa da bulacak. Eğer Şanze’nin istediğini alacağı yerler kapalıysa bize haber versin açtıracağız.’
‘Nasıl isterseniz Noyan bey.’ Dediğinde bahçeden çıkınca ilk söze giren Gizay olmak istemişti.
‘Siz Norveç’te Şanze’yle alışveriş mi yaptınız? Herhangi bir alışveriş merkezinde tüm gününü yok eden kardeşinle…’ kaşları havalanmış şaşkınlıkla baktığında Noyan gülümseyerek başını salladı.
‘Planın ne ise biz de öğrenebilecek miyiz?’ Denker abi bu kez konuya dalarken Noyan’ın gözleri ona dönmüş fakat kısa sürede beni bularak gamzesini gösterecek şekilde gülümsemişti.
‘İtibar sağlamlaştıracağız.’ Derken sigarasından bir nefes daha çekti. Noyan’ın bu gülümsemesine daha önce rastlamamıştım fakat şimdi anlıyordum ki Ager’in ismini ağzından düşürmediği o Ahter vardı karşımızda. Vicdan muhasebesini küçük bir çocukla hafifleten, üzerine sıkılan onlarca kurşuna rağmen Gökmen abiye hala saygı duyabilen fakat her şeyin bir bedeli olduğunu da asla unutmayan. Gözlerindeki mavilerin bakışları karanlığa gömülmüş, yüzündeki gülüş gerçeklikten çok uzaklara savrulmuştu.
Hangi itibar, ne itibarı demek dahi istemeyeceğim haldeydim. Hemen dibimde oturan Noyan, benim tanıdığım Noyan gibi bakmıyordu çünkü. Ruhunu farklı bir adam ele geçirmiş gibiydi. Saniyeler içerisinde aklındaki adam değişebiliyor, değişen o karaktere göre yaşayabiliyordu. Korkutucuydu ama bir o kadar da çekiciydi bu hali. İliklerime kadar tehlikeli diye çığlıklar atsa da vücudum ve ruhum o tehlikeyi göz ardı ettiğimde bir gün bana döneceğini bilsem de aptal olmayı seçiyordum.
‘Gizay.’ Dediğinde gözlerimde olan bakışlarını ona çevirdi, ‘O davette, basın mensupları istediği kişinin görüntüsünü alabilir fakat benim ve Deran’ın beraber görüntüsünü almayacak. Ayrı ayrı alabilirler ama beraber olamayacak. Alırlarsa da gereken ne ise yaparsın.’
‘Hallederim.’ Derken kendinden eminliğiyle beraber az önce olan şaşkınlıkları da kaybolmuştu. Sanırım ben bu Noyan’la ilk kez bu kadar yakından tanışsam da onlar defalarca yüz yüze baktıkları için artık garip gelmiyordu. Asıl enteresan olan şuydu ki gördüğüm, tanıdığım, bildiğim Noyan zaten güvenilirdi, fakat şu an olan ne yapacağı belli olmasa da usulsüz bir güven sağlıyordu. Hareleri adeta soru sormayın, tüm olacaklar benim zihnimde, size gerekeni söyleyeceğim diktesi verir gibiydi.
‘Ayrı ayrı alabiliyorlarsa neden beraber alamıyorlar?’ kaşlarım havalanırken mırıldandığımda Denker abi derin bir nefes çekerek dikkatimi ona yönlendirmemi sağladı.
‘Beraber alırlarsa magazin bülteni kolay bir şekilde ikinizi karalayabilir. Ortak alanlarda çalışıyor şirketler, senin veya Noyan’ın birbirinizin işleri hakkında bilgi almaya çalıştığınızı, ilişkinin temelinin profesyonel hırs olduğunu yazarlar.’
‘Peki bu davete beraber gittiğimizde de içerideki insanların aklında soru olmayacak mı?’ sorumla Denker abinin de gözleri açıklama bekler gibi Noyan’a döndü.
‘Güzel oynarsak olmayacak.’
‘Güzel oynamak?’ mırıldanmam daha da kafamda boşluklar oluşmasını sağlasa da Noyan orada öylece bırakmayı tercih etti. Sonrasında da nasıl yaptı bilmesem de daha normal konulara odağımızı ustalıkla çevirip kahvelerin bitmesini sağladı. Gerçekten bitmesini sağlamıştı çünkü aldığı sık yudumlar Gizay ve Denker abinin de onun gibi aceleci şekilde hareket etmesine neden olmuştu. Ki biz buna tıbbi olarak ayna nöronların sebep olduğunu söyleyebilirdik. Karşındaki aceleci olursa sende olurdun, o panikse sende paniklerdin, üzülürse üzülürdün. Ağıt yakan birini gördüğünde içinin sızlaması, parkta kahkahalarla oynayan ufak bir çocuğu izlediğinde istemsizce dudaklarının tebessümle kıvrılması gibiydi.
Bir insanın bu kadar ustalıkla durumu istediği şekilde yönlendirmesine ilk defa şahit olmuştum. Noyan bunu sık yapmıyordu, hatta benim ilk kez şahit olduğum kadar az tekrar ediyordu fakat istemeden ambale olunuyordu. Öyle ki itiraz edemiyor ve tekrar önceki konuya dönemiyordun.
Tanıştığımız andan beri belki de ilk kez Noyan’ı asla tam anlamıyla tanıyamayacağımı fark ediyordum. Sürekli açık görünen kilitleri olan o kapılarının ardında bir şeyler dönecek fakat hepsini profesyonel şekilde ekarte edecekti. Dahası herhangi birisi onun kapıları kilitlediğinden dahi şüphelenmeyeceği için merak etmeyecekti… Bu bir yetenek sayılmalıydı bence.
‘İtibar ve daveti aynı cümle içinde kullanmak biraz kötü fikir değil mi sizce de?’ kahvelerinden son yudumları alan adamlar ona usulca harelerini çevirse de iç çekip omuz silkti Simay anında.
‘Ortalık durgun değil, sen yeni saldırıya uğradın. Belgi şirketti ayağa kaldırdı. Amcam hala sinirli. Aileniz hakkında fazla fikrim yok ama gördüğüm kadarıyla baban da pek sakin bir insan değil. Yani bu davet fazla açık ve korunaksız değil mi? Ne olursa olsun sana yapılan saldırıya baban karşılık vermek istemez mi?’ benim araştırıp bulamadıklarımı Simay ezberlemişti anlaşılan. Şaşırmazdım. Bu tür meseleler magazinde dönmezdi ancak Simay’ın geniş bir dedikodu ağı vardı ve o ağ genellikle asılsız bilgi vermezdi.
‘Açık davetlerin en büyük sırrı nedir biliyor musun?’ onun cümleleri Noyan’a karşı olsa da Gizay’ın sesiyle bakışlarımız o tarafa döndü. Simay başını bilmem dercesine sallayıp dudak büktüğünde gülümsedi Gizay.
‘Asla korunaksız değildir. Bundan sonra katıldığın davetlerde yüksek binaları iyice kontrol et. Genellikle de pencerelere uzak noktada konumlan.’ Açıklaması ve göz kırpması şaşkınlıkla aralanmış dudaklarımıza neden olduğunda Simay kaşlarını çattı anında.
‘Dernek ve vakıf kutlamaları keskin nişancı gölgesinde mi yapılır demek istiyorsun?’
‘Hem de hepsi…’ Simay’ın sorusuna bu kez bakışlarını fincanında tutan Denker abiden cevap geldi. Hareleri bir an olsun bize dönmese dahi Simay ve benim şaşkın bakışlarımız üçünün üzerinde geziniyordu. Bunca yıldır o davetlere defalarca şahit olmuştuk. Hatta evlerimizin bahçelerinde insanları ağırlamışlığımız dahi vardı. Hiçbirinde üzerimizde korunaklı kıyafetler yoktu. Hiçbirinde insanlar tedirgin değildi. Hiçbirinde korunacak bir durum olduğunu düşünmemiştik.
Şimdi ise artık sıradan olmasını istediğim hayatım adına kiraladığım evin bahçesinde yirmi beş yıl boyunca ruhumun dahi duymadığı gerçeği öğreniyordum. Hayatlarımız yardım ve iyilik için olan davetlerde keskin nişancılar tarafından korunuyordu. Koruma, güvenlik falan değildi bu. Bu basitçe varlar işte denilebilecek bir durum değildi. Noyan, Gizay veya Denker abinin dümdüz olan bakışları kadar hafifleştirilecek bir husus asla ama asla değildi.
Simay’la dumur olmamızdan beş dakika sonra onları yolcu ettiğim esnada davet konusunu kimseye açmama gerek olmadığını, akşam yedide hazır olmam gerektiğini ve Şanze’ye vücut ölçülerimi atmamı eklemekten de kaçınmamıştı Noyan. Simay onları gönderirken dikildiğimiz yerden sadece birkaç kez karşı karşıya geldiği Noyan için, ‘Az önce oturan adam Noyan değildi.’ Gibi bir yorumda dahi bulunmuştu, keza haklıydı da zaten. Dediklerini bir bir yapmak ve bunu isteyerek yapıyor olmakta daha büyük bir şoka sürüklemişti beni.
Simay’ın son yorumunun üzerine ikimizde bahçedeki fincanları alıp eve girerek kapıyı örttükten sonra salondaki koltuğa atmıştık bedenimizi. Sessizlik içinde öylece karşımızda kalan tabloya bakmıştık dakikalarca. İkimizden de ses çıkmıyordu fakat ikimizin de kafasındaki sesler susmuyordu bir yandan da.
‘O masum görünen partilerde…’ diyen Simay’la harelerim sonunda karşımdaki turuncu, mavi, yeşil tonlarının harmanlandığı kanvastan ona döndü. Sanki doğru kelimeleri bulmaya çalışır gibi birkaç kez gözlerini kırpıştırdı, ‘Babam da yapıyor mudur Belgi?’
‘Amcam yapmaz.’ Anında başımı sağa sola salladığımda onun da bakışları beni buldu emin misin dercesine, ‘Yapmaz. Amcam bu yani, hiç desteklemez o tür şeyleri. Zaten babam ona bırakmaz. Merak etme. Bizim tanıdığımız Ferhat İmerler nasıl biriyse öyle o da. Farklı değil. O yüzden saçma sapan şeyler düşünüp karıştırmayalım aklımızı.’ Başını onay verircesine sallayıp tekrar tabloya döndüğünde iç çekişini duydum. Konuşmak istiyordu, Simay hep konuşmak isterdi, genelde de mantıklı konuşurdu fakat söylediklerinin doğru çıkmasından ne vakit korksa o anda iç çekerdi.
‘Annem hastanede yatarken beraber gitmiştik yanına, hatırlıyor musun?’
‘Hatırlıyorum.’ Dedim kısılan sesimle. Kanserle savaşmıştı yengem. Göğüs kanseri. Seneler sürmüştü. Acıyla dolup taşan, tedavilerin önü ardı gelmeyen zamanlardan geçmiştik. Simay’ın en sessiz kaldığı yıllar olmuştu. Beş sene… Tanı konulduğu andan itibaren beş koca yıl ezip geçmişti Simay’ın cümlelerini.
‘Çok kalabalıktı odasının olduğu koridor. Babam bizi beklemiyordu, herkesi atlatıp gitmiştik. Şaşkın şaşkın tüm koridoru inceleyerek yürümüştük seninle el ele. Çok şaşırmıştı, biraz kızmıştı kaçıp geldik diye, sonra o insanların geçmiş olsuna geldiklerini söylemişti incelediğimizi fark edince. Sence onlar sahiden geçmiş olsuna mı gelmişlerdi?’
‘Simay…’ bakışları yeniden bana dönerken tek kolumu kaldırıp göğsüme sığınması için omuzundan çektim. Anında ürkek bir kuş gibi gelip sinerken başına dudaklarımı bastırdım.
‘Geçmiş olsuna gelmemiş olsalar dahi amcam birilerine zarar vermek için getirmedi onları. Hatta belki amcam bile istemedi. O dönemde olanları biliyorsun…’
‘Kaçırılmıştın…’ sesi fısıltıya dönerken başımı onay verircesine salladım. O gün hastaneye herkesten kaça kaça gitmiştik. Amcam bunun doğru olmadığını bize uzun bir nutukla beraber anlatmıştı. O günden bir hafta sonra ise kaçırılmıştım. Babamın almak için yanıp tutuştuğu ihalede olan taraflardan biri kaçırtmıştı beni.
Bir ay boyunca loş, rutubetli, sadece borudan damlayan bir su sesi olan, sesimin yankı yaptığı yerde tutulmuştum. Zeren İmerler beni bugüne kendi azaplarıyla o kadar antrenman yaparak getirmişti ki bir ay boyunca ufacık tepki dahi vermemiştim. Ben on altı, Simay on beş yaşındaydı o dönemde. Bir ay süren o yalnızlığın ardından nasıl olduğunu tamamen bulanık ve varla yok arası hatırladığım şekilde Zeren İmerler’e teslim edilmiştim. Aylarca tek kelime etmemiştim. Dilimden varla yok arası bir cümle dahi dökülmemişti. Bu bir travma oluşturmamıştı bende psikiyatrın düşündüğünün aksine. Ben zaten o soğuk ve tek başına olunan odaları babam sayesinde ezbere biliyordum. Sadece konuşmak istememiştim o kadar. Aylar sonra ben artık on yedi, Simay ise on altı yaşındayken yengemi o canavar gibi olan hastalığa teslim etmiştik. Ve o gün ilk kez konuştuğum kişi Simay olmuştu. Sessizliğim de böylece unutulmuştu.
Sabaha kadar iki büklüm nasıl uyuduğumuzu anlamadığım o koltuktan kalktıktan sonra tutulan boynumu açmak için aldığım duşla hazırlanıp şirkete geçtiğimde kenara bırakılan tabağın sesiyle bakışlarımı laptoptan kaldırıp Adel’e çevirdim. Bakışlarım açma ve Adel arasında dolaşmaya devam ederken gülümsemem yüzüme dağıldı.
‘Teşekkür ederim ama keşke zahmet etmeseydin, ben kahvaltı yapmam genelde.’ Dediğimde bakışları çekinerek tabağa dönse de derin bir nefes alıp bana döndü.
‘Hadsizlik yapmak istemem ama Ebru hanımdan öğrendiğim kadarıyla bugün programınız yoğun Belgi hanım. Ben sizin güvenliğinizi sağlamak adına gelirken Ah-‘ duraksamasıyla kaşlarım havalandığında derin bir nefes çekip devam etti, ‘Yani Noyan beye bir söz verdim. Sözlerimi çiğneyen bir insan da değilim.’ Dediğinde ne sözü dememem için öyle bir bakış atıyordu ki gülümseyerek yanağımın içini ısırıp başımı salladım.
‘Otur hadi.’
‘Belgi hanım-‘
‘Otur, çay söyleyeyim, hem konuşalım, hem kahvaltı yapalım.’ Başımı onay verircesine sallarken kararsız kalsa da baş sallamamı yenilediğimde derince nefeslendi.
‘Ben çayları getireyim.’ İtiraz için ağzımı açacak olsam da hızlı adımlarla dışarı çıktığında arkasından gülüp bilgisayardaki dosyanın kalan kısmını inceledim. Aklıma takılan detayları çizerek atmam gereken maile postaladığımda Adel elindeki iki fincanla geri dönmüştü. Önüme bir kağıt çekip kesilmiş açmanın yarısını aldıktan sonra yarısını da tabakla Adel’e uzatıp yeni demlenmiş çaydan bir yudum aldım.
‘Ne zamandır Noyan’la çalışıyorsun?’ onunla her konuştuğumda şok olduğu için şimdiki garipser halini de önemsememeye çalışıyordum.
’10 senedir yanındayım Noyan beyin.’ Derken başımı onay verircesine salladığımda çaydan bir yudum daha aldım.
‘Nasıl birisi sana göre peki?’ sorum bu kez dumur olan değil gerçekten şaşkınca olan harelerinin bana dönmesini sağladığında gülümsedim, ‘Aramızda kalacak, bana göre size karşı fazla sert, merak ettim sadece.’ Diye devam ederken Adel ufak bir tebessümle başını onay verircesine salladı.
‘Bence çok sert değil Noyan bey. İşe yeni başlasam öyle gelirdi fakat emir komuta zincirini çok iyi yönetiyor. Yapılması gerekeni yaparsak işimize müdahalesi dahi olmaz. Benim elbette işe girerken bir bilgi birikimim söz konusuydu fakat akıl hocalığı çok iyi. Eğer geçirdiğim on sene Noyan beyin yanında değil başka birinin yanında olsaydı bu kadar üzerine ekleyemezdim.’ Dediğinde ısırdığım açmayı uzun uzun çiğnedim. Adel’in yaşı Noyan’dan fark edilebilecek kadar büyüktü fakat bu büyüklüğe rağmen onu bir akıl hocası olarak görmesi de aslında bana sevdiğim adam hakkında birazda olsa fikir verebilirdi. Çünkü hali hazırda olan durumumuzda Noyan’ın gün geçtikçe farklı karakterleriyle karşılaşıyordum ve bana kalırsa o karakterlerin her biri fazlaca zekiydi. Kendini göstermeyip aklındakileri belli etmeden tartacak kadar üstelik.
‘Ailen peki?’ sorumla yüzündeki o dingin fakat mutlu ifade kendini gösterdiğinde çayından çekinerek bir yudum aldı.
‘Annem de babam da rahmetli oldu birkaç sene önce ardı ardına. Altı senedir evliyim, bir tanede kızım var.’ İşte beni asıl şaşırtan nokta buydu. Noyan çevresindeki çalışanlara karşı o kadar diktatördü ve onları öylesine bir robot gibi düşünüyordu ki bende içsel olarak bir aile kurmuş olma ihtimallerine, hatta çocuk sahibi oluşlarını aklıma getirmemiştim. Canlarını birkaç kuruşa sattıklarını, düşünmeleri gereken kimseleri olmadığı, arkalarından ağlayacak eş veya çocuk olmadığı için de böyle bir hayata eyvallah çektiklerini düşünmüştüm.
‘Kaç yaşında kızın?’
’18 aylık.’ Dediğinde fincan dudaklarımda asılı kalırken gözlerim direkt olarak Adel’e odaklıydı. Bir terslik olduğunu düşünmüş gibi gözlerini bana çevirirken düşen omuzlarımla derin bir nefes aldım.
‘Korkmuyor musun?’ sesim fısıltı gibi olsa da Adel havalandırdığı kaşlarıyla hala gülümseyerek bakıyordu.
‘Neden korkayım Belgi hanım?’
‘Kızın küçücük, karın var. Sana bir şey olursa ya? Başka bir iş neden bulmadın?’ ikimiz de elimizdeki fincanları bıraktığımızda Adel ellerini önünde birleştirip gülümsedi.
‘Ben deniz harp mezunuyum Belgi hanım. Suçsuz yere ihraç edilmiş bir subayım.’ Sessizliğimden olsa gerek hafifçe omuz silkti, ‘Hayatım boyunca bana öğretilen hep korumak oldu. Düzen, nizam, intizam… Bildiğim başka bir şey yokken en iyisi olduğum işi yapmam makul geldi. Noyan beyin yanında başlarken eşimle nişanlıydım, deniz harpten yeni ihraç edilmiştim. Bazen bizim seçimlerimiz insanlara kötü görünüyor fakat hep içimden kızımın olmasını geçirdim. Bunu isterken ona iyi bir gelecek hazırlamak için kanımın son damlasına kadar da mücadele edeceğimi biliyordum. İyi geleceği garanti altında, ben olsam da, olmasam da. Ama farz edelim ki bana bir şey oldu… Eminim ki Noyan bey benim kadar iyi bakacaktır aileme.’ Diye devam etti. Son cümlesinde gülümsemesi tekrar yüzünde yer edinirken gözleri de bana dönebildi. Adel, Noyan’ı sadece korumuyordu. Dün gece Noyan’ın bir bakışıyla hissettirdiği o güveni çoktan almıştı ve ona saygı duyup ailesini emanet edebileceğinden emindi.
Adel bir babaydı ve belki de çoğu babanın yapacağı şekilde çocuğuna mükemmel bir hayat kurmayı, bunun da parayla olacağını tasarlamıştı. Fakat bilmediği bir gerçek vardı. Kızı için çok daha farklı görünen bir gerçek.
‘Noyan’la çalışırken ailene nasıl zaman ayırıyorsun peki?’
‘Düzeni kurduğum taktirde Noyan bey sağ olsun nerede olduğumu sorgulamaz. Bende planlı çalışan biriyim, o yüzden epey zamanım oluyor.’ Hafif omuz silkmesiyle tekrar fincanına gözlerini diktiğinde dudaklarımı ıslattım.
‘Kızını onun için kurduğun gelecekten daha mutlu edecek bu.’ Gülümseyerek konuştuğumda Adel parlayan gözlerini anında bana çevirdi. Bunu umut ettiğini çok net görüyordum. Kızının ondan mutlu, umutlu, sevgi dolu bahsetmesini öyle çok istiyordu ki. Adel hem iyi, hem de fedakar bir babaydı. Sadece parayla ilgili değildi üstelik bu.
‘İsmi ne?’ diyerek kalan son lokmamı da ağzıma attığımda içtiği çayını kenara bıraktı.
‘Ecem…’ dediğinde bakışları banyonun kapısına odaklıydı, öyle ki dudaklarındaki tebessüm de her saniye özleyebildiğini açıkça ifade ediyordu, ‘Noyan bey buldu ismini. Bende eşim de kararsız insanlarız biraz bu konularda.’ Hareleri gülümsemeyle bana dönerken sanki kızının isminin ilk Noyan’ın dudaklarından çıktığı anı hatırlıyor gibiydi, ‘Noyan bey ilk başta Ece dedi, kraliçe gibi olsun, bir an başı eğilmesin kızınızın sonra Ecem daha iyi, yine başı eğilmesin fakat kimin kraliçesi olduğu da aklından çıkmasın, siz her ismini söylediğinizde yeniden anımsasın dedi. Sanki aylardır düşündüğümüz zaten buymuş gibi içimize sindi bizim de.’
‘Peki Ecem sana mı benziyor eşine mi?’ adamı ahiret sualine almış gibi olsam da asla rahatsız olmayışıyla takım elbisesinin iç cebinden telefonunu çıkararak açtıktan sonra bana uzattı. Ekranda eşi ve Adel’in ortada boyunlarına sarılmış kızının fotoğrafı varken gülümsemem büyüdü.
‘Gizay bey genelde Fulya’ya, yani eşime benzediğini söyler, ben bana benzediğini iddia etsem de...’ Aslında ikisinden de biraz almıştı Ecem. Mesela Adel gibi sarışındı fakat bal rengi gözleri en ufak detayına kadar annesine benziyordu. Burnunda ufak bir kavis vardı, bu Adel’in burnunda da vardı, dudakları ise annesininki gibi sanki çizilmişçesine belirgindi. Fakat kime benzerse benzesin mutlu bir çocuktu.
‘Bence Gizay seni sinirlendirmek için söylüyor. İkinize de benziyor.’ Telefonu tekrar uzattığımda laptopun saatine bakarak derince soluklandım. Öğlen olmuş ve ben ancak mola verip bu saatte Adel sayesinde bir iki lokma yemiştim. Sandalyemi kaydırıp çekmecede duran termosu aldığımda Adel’de harekete geçerek ayağa kalkmıştı ki soğutuculu olan çekmeceden çıkardığım şişeyi termosa döktüğüm esnada dikkatle baktı hareketime. Muhtemelen spora gideceğimden haberdarken asıl meselenin kalori değil gıybet olduğunu bilmiyordu. Ufak şişeyi tekrar çekmeceye bırakıp termosun kapağını kapatarak çantamı alıp ayağa kalktım.
‘Arabayı benim kullanmamı ister misiniz?’
‘Dönüşte olur.’ Diyerek güldüğümde ikimiz de çıkışa ilerledik. Önce asansör, ardından otopark ve araca yerleşmemizden sonra çıktığımız yolla bugün sakin olan trafikte ulaştık spor salonuna. Bagajdan aldığım spor çantasıyla beraber içeri girdiğimizde Adel danışmadaki koltuğa yerleşmiş bende içeri girerek soyunma odasına ulaşıp üzerimi değiştirmiştim.
Spor yapmayacaktık fakat Gizay’la beraber bir ringde iş kıyafetlerimle yere oturup alkol almam çoğu insanın gözüne batabilirdi. Ondan dolayı defalarca olduğu gibi saçlarımı da toparlayıp elime aldığım termos ve havluyla beraber katta olan çalışma odasına girdiğimde duvarın dibine ayaklarını uzatmış şort ve atletiyle oturmuş Gizay’a yaklaşıp yanına çöktüm. Elindeki termosu tepesine diktiğinde bende derin bir nefes alıp kendi termosumu diktim tepeme. Biz Gizay ile kafa kafaya verip genelde kahve içemezdik, huyumuz değildi fakat antrenman yapar gibi gözükürken alkol aldığımız çok olmuştu.
‘Sendeyiz Belgi Deran İmerler…’ dediğinde dudaklarımdaki termosu çekip bakışlarımı koridor gözüken cama diktim.
‘Noyan Brezilya’dayken bir miktar kilerde kilitli kaldım.’ Dediğimde hızlıca yaslandığı duvardan ayrılıp yüzüme baktı.
‘Bir iş olduğunu biliyordum o olayda!’ çatılan kaşları ve yükselen sesiyle başını bana çevirdiğinde dudaklarımı ıslattım, ‘Neden söylemedin, seni oradan çıkarabilirdim, biliyorsun.’
‘Eğer o gün söylesem Noyan’a kesinlikle haber verirdin ve ben o esnada Noyan’ın hayatıyla tehdit ediliyordum.’ Diyerek derin bir nefes aldığımda bakışları önce sıkıntıyla etrafta gezinmiş ardından gözlerini tekrar harelerime dikerek boynunu büküp gülümsemeye çabalamıştı.
‘Noyan benim kardeşimden de öte biliyorsun…’ başımı onay verircesine sallarken kararsız kalışının farkına varsam da iç çekti, ‘Fakat sende benim için sırdaşsın. Yerin çok farklı.’ Bir kez daha duraksadığında tekrar başımı onaylarcasına sallamıştım ki bu kez dilini yuvarlayıp gerçekten kararsız kaldığı noktada tepesine termosu dikti, ‘Noyan, seni seviyor fakat bu sana zarar veriyor gibi geliyor bazen. En baştan beri senden uzak durmasını istedim, elimden geldiğince çabaladım, yanlıştı belki ama anlattıklarından sonra Zeren beyin sınırları olmadığını, belli bir çizgide kalmadığını biliyorum. Ve eğer bu sana zarar verecekse-‘
‘Saldırıya uğrayan Noyan. Ben değilim.’ Kaşlarımı havalandırdığımda başını onay verircesine sallayan o olmuştu. Bunları söylemek Gizay’ın da hoşuna gitmiyordu biliyordum fakat bir yerde de bunca zamandır tanıdığı iki insana da zarar gelmesi taraftarı değildi. Gizay sevdiği herkesi sırası üzerine kaybetmiş fakat yıkılmak bir yana sarsılmamış bir çocuktu, bir adamdı, bir kişilikti. Çocukluğundan beri kaybettiği, ölümleri gözlerinin önünde yaşanan o kadar çok insan vardı ki muhtemelen ben veya Noyan gözlerinin önünde ölsek o durumda bile sadece bakardı.
‘Kilere kapatmadan önce zarar verdi mi sana peki?’ dediğinde başımı sağa sola sallayarak gözlerimi kaçırdığımda elimin istemsizce düzelttiği saçlarımda gezdirdi bakışlarını. Zaten yanında oturduğum için omuzlarımız birbirine değerken hafifçe bana çevirdiği bedenini tekrar tamamen duvara yaslayıp sol elini kaldırarak yanağıma dokundu. Başım omuzuna düşerken saçlarımın arasında ufak bir kız çocuğunun yaralarını sarar gibi öpücük bıraktığında yanağımı hafifçe sıkıştırmaktan kaçınmadı.
‘Saçlarını… Tutamasın diye kestin ve dün akşamki her şeyi mi sorusu sadece bununla sınırlı değil gibi…’ derken her şey kelimesinin üzerine bastırarak konuştuğunda derince bir nefes aldım. Detayları anlatacak gücüm yoktu, o anı anımsayacakta fakat Gizay benim sırdaşımdı, o benim için Pandora’nın kutusuydu…
‘Yıllar önce olan bir şey aslında…’ hala omuzuna yaslı olduğum için bedeninin kıpırdanmasından başını salladığını anlayabiliyordum, ‘Ben fazla manitacılık meselesine girmem biliyorsun, Çelik diye birisi vardı.’ Zorlukla devam ettim. Bu kadarı bile boğazıma bir düğüm atarken sertçe yutkundum.
‘Anlattığında sinirlenir miyim? Çelik denen herifi bulmaya kalkar mıyım?’ muhtemelen yapardı. Kudurur, ortalığa saldırırdı çünkü Gizay şu an benim spor koçum, Noyan’ın dostu olarak değil, abi şefkatiyle duruyordu.
‘Sen nasılsın?’ konuyu değiştirmem dahi bir cevap olurken iç çekerek bekledi bir dakika. Sindirmeye çalışıyordu, henüz duymasa da kafasında tasarladığı birkaç sahneyi bastırıp susturmaya çalışıyordu benliğini.
‘İçimde çok şey birikti sanırım bu ara, ne sen sor ne de ben açayım bahsini.’ Derin bir nefesle mırıldandığında elimdeki termostan bir yudum alarak omuzundaki kemiğin rahatsız ettiği şakağımı düzene koyup iç çektim.
‘Ne biriktirdin?’ derken sesim fısıltıdan ibaret çıksa da dışarıdaki koridordan başka çalışma odalarına ilerleyen insanlar arada sırada bize bakıyordu.
‘Noyan’dan sakladıklarım yoruyor beni. Gün gelecek ve Noyan ununa tek söz etmem de, eleği astığın duvar yıkılsın diyecek diye öyle korkuyorum ki. Kendimi tanıyamıyorum bazen. Sanki vahşetin içine doğmamışta vahşetin kendisi benmişim gibi…’ dedi Gizay. Konuşurken sesi titriyor, olan nefesi derinleşiyordu. Başını omuzuma yaslı başıma yaslarken hissediyordum yorgunluğunu ve derbederliğini. Zaten bazen yol derbiye ettiği insanı yaşatarak anlatmaz mıydı olanı biteni? Düşünerek anlayamadıklarıyla beraber... Gizay’ı da geçtiği bütün yollar işte öyle yapıyordu. Bir bir, uzun uzun içinde yaşatıyor, acı çektiriyordu.
‘Belki artık anlatman gerek. Ne olduğunu dahi bilmiyorum Gizay, sadece anlatman gerekenler olduğunu biliyorum fakat belki zamanı gelmiştir.’ Desem de, hatta onu yargılamayacağımdan emin olsa da sessiz kalacağını biliyordum bu konuda. Gizay’a dair çoğu şeyden haberim vardı. Öyle ki bu spor salonunda en gıcık olduğu üye kim, ilkokul döneminde disleksinin ona ne denli problemler yaşattığı, çocukken sağ diz kapağının hep yara bere içinde olduğu ve her düşüşünde sağ diz kapağını bu yüzden kullanmaktan çekinmediğini, zaten yara alanın koparılsa da umurunda olmayacağını biliyordum. Daha onlarca şey biliyordum Gizay’a dair. Hatta bazıları o kadar küçüklerdi ki kendine hatırlatsam ne saçmaladığıma dair birkaç soru sorardı. Fakat üzerini örtüp, açmaya korktuğu büyük bir olay vardı. Bu olayın varlığını bilsem de ne olduğuna dair bir fikrim yoktu.
‘Bunun zamanı gelmeyecek Belgi. Hiç ama hiç…’ iç çekerek konuştuğunda hala koridorda olan gözlerim orada öylece çakılıydı, ‘Eee… Alışabildin mi eve?’ diyerek devam ettiğinde başımı omuzundan kaldırıp gülümsedim. Bazen kaçardık Gizay’la. Buna ne ben itirazcı olurdum ne de o. Birinin yargılamayacağını, üzerine gelmeyeceğini bilmek ikimizin arasındaki lükstü.
‘Alıştım. Çok huzurlu geliyor orası bana. Sığınak gibi, sanki kimse beni orada bulamaz gibi hissettiriyor. Oraya aitmişim de bu zamana kadar haberim yokmuş…’ dedikten sonra termostan bir yudum daha aldığımda gülerek başını salladı.
‘Sosyal sınırlarını koruyor o ev. Kendi evime çıktığımda, yani Noyan, Denker abi falan olmadan tamamen kendime bir yaşam alanı kurduğumda bana çok boş gelmişti. Daralmıştım, sıkılmıştım. Noyan odasından çıkıp yeni bir konu üzerinde uzunca düşünerek kızmıyordu, Denker abi etraftaki eşya kalabalığından şikayet etmiyordu, Şanze odamın kapısına dayanıp akşam dışarı çıkalım diye yalvar yakar kırk saat dil dökmüyordu.’ O anları tekrar yaşar gibi tebessüm ettiğinde bacaklarımı kendime çekip bağdaş kurdum. Normalde Gizay ne zaman bu tür şeylerden bahsetse o hikayedeki kişilerin kim olduğunu bilmezdim, fakat şimdi onları tanıyordum, üstelik Gizay artık isimlerini de dile getiriyordu.
‘O kadar çok alışmışım ki kalabalığa, ilk yaptığım filtre kahve iki günde ancak bitti. O da inatlaştım diye.’ Yüzüm istemsizce acımış kahve düşüncesiyle buruştuğunda bu kez gülümsemesini usulca kaybetti, ‘Sonra bir hafta kadar evden dışarı çıkmadım. Düşünmek için o kadar çok zamanım oldu ki. Kendime hesap sordum, kendimden istediğim cevapları aldım, düşünecek müdahalesiz bir alan o bir haftada bana iyi geldi. Huzursuz hissettiğim o ev benim için dört duvardan ibaretken kendimle baş başa olmaktan mutluluk duyduğum için dört duvardan fazlası oldu.’
‘Bir hafta sonra ne oldu da çıktın?’
‘Noyan…’ diyerek göz devirdiğinde gülümsemiştim ki kaşlarını havalandırıp bana döndü, ‘Ne boka tıkıldın lan eve diye kapıya dayandı. Siteyi ayağa kaldırdı.’ İkimizin de gülüşü birbirine karışırken Gizay iç çekerek bağdaş kurup duvarla bağlantısını kesip bana döndü.
‘Sana bir şey soracağım.’ Kaşları derinlemesine çatılsa da bu kızmaktan çok farklı bir şekilde meraktandı. Gözleri öylece bana odaklandığında başımı onaylar gibi salladığımda derin bir nefes aldı, ‘Nasıl dayandın? Nasıl direndin bu yaşına kadar? Veya neden yaptın kendine bunu?’ diye devam ederken artık işin içine kızgınlığı da girmişti. Bir abi gibi karşıma oturmuş, bana bu azap içerisinde olmayı kabul edişimin nedenini soruyordu.
‘Alışılmış çaresizlik.’ Demeden hemen önce termosu kafama diktiğimde devam etmem adına sessizliğini koruyordu, ‘Çok eğitim aldım. Zeren bey o kadar çok eğitim görmemi sağladı ki. Oturup kalkmam, okumam, narin ancak asil bir kadın olmam için fazlaca eğitmenle karşı karşıya bıraktı beni. Fakat bana kendinin öğrettiği bir şey vardı. Kız çocukları babalarından çok şey öğrenir, ben çaresizliği öğrendim. Çünkü en başından beri bana ilmek ilmek kendi olmadığı sürece bir şey yapamayacağım duygusunu işledi. Ve ben bunu Noyan’la tanıştığımda fark ettim.’ Dudaklarım ufak tebessümümle yukarı doğru kıvrılırken hala sessizliğini koruyordu fakat artık kızgın bakmıyordu.
‘O ev, sadece sosyal sınırlarımı koruduğu için beni ait hissettirmiyor Gizay. O ev hayatımda ilk kez tek başıma borçla da olsa kendi çabamla bir şeyler yaptığım için ait hissettiriyor.’ Kaşları anında derinlemesine çatıldığında ruh hali yine kızgın Gizay’a kucak açtı.
‘Kime borçlandın? Madem borçlanacaksın neden söylemedin Belgi? Ben hallederdim.’ Derken bile ses tonu teessüf eder gibiydi. Sanki birazdan kalkıp eşek başı mıyım ben burada diye isyan çıkaracaktı.
‘Amcama borçlandım. Sana borçlanamazdım çünkü sen beni borçlu olarak kabul etmezdin.’
‘Tabi etmezdim, Şanze ne ise sende osun bana göre. Şanze bir ayakkabı için bir tarafıma binlerce lira sokuyorsa sende pek tabi yapabilirsin.’ Dedikten sonra termosu tepesine dikip kalan son birkaç yudumu da tükettiğinde başımı sağ omuzuma düşürüp iç çektim.
‘O durumda da ben kendim yapmış olmazdım.’
‘Ne kadar borçlandın amcana? Borç ne be!’ kaşları derinlemesine çatıldığında gülerek bende termosta kalandan birkaç yudum içtim.
‘Amcamla aramda o. Ayrıca bugün insanlar nasıl ev, araba için borçlanıyorsa bende borçlanabilirim.’ Dediğimde yüzünü ekşitse de camın vurulma sesiyle bakışlarımız koridora dönmüştü ki Can’ın sırıtan haliyle gülümsedim. Gizay’da elini oynatıp içeri girebilmesi adına işaret verdiğinde sadece başını uzattı Can.
‘Noyan bey geldi. Odasında. Bir tık gergin.’ Dediğinde kaşlarım çatılsa da Gizay’a baktığımda onun da benim gibi garipser haliyle ayağa kalkması bir oldu.
‘Ağız tadıyla iki muhabbette ettirmiyor.’ Derken uzattığı eline tutunup bende ayağa kalktığımda termosta artık dibini gördüğüm son yudumları da mideme gönderip Gizay’ı takip etmeye başladım. Özel odalardan çıkıp basamakları tırmandığımızda spor malzemelerinin sakin olduğu alandan sıyrılıp turnikeden geçerek Noyan’ın odasına yöneldik. Gizay paldır küldür kapıyı açtığında geçmem için çekilmişti ki üzerindeki tişört ve şortuyla orta sehpaya ayaklarını uzatmış sigara içerek dizlerindeki laptopa odaklı Noyan harelerini bir an bize çevirmemişti. Sanırım bu odaya destursuz dalan sadece Gizay olduğu için bakma zahmetinde bulunmamıştı.
‘Ne halt yiyorsun sen burada? Evde olup dinlenmen gerekmiyor mu?’ Gizay’ın sesiyle hala bakışlarını bir an laptoptan çevirmediği için varlığımın muhtemelen farkında değildi.
‘Çalışıyorum, ne bekliyordun aylarca yatak döşek kalmamı mı? Siz ne yapıyorsunuz asıl burada?’ sorusuyla beraber bakışları sonunda bize döndüğünde gayet farkıma vardığını da ancak odaklandığı her ne ise o an kopamadığını da anlamıştım. Elimdeki termosu kaldırıp gülümsediğimde bakışları bu kez baştan ayağa Gizay’da dolaştı. Gözleri onunda elindeki termosu bulduğunda başını usul usul salladı.
‘Hoş geldin güzelim. Mütemadiyen spor başlığı altında toplanıp kafayı güzel yapıyorsunuz herhalde siz.’ Derken gözleri tekrar laptop ekranına döndüğünde göz ucuyla Gizay’a baksam da o sırıtarak ilerleyip Noyan’ın tam karşısındaki koltuğun sırtına kollarını yaslayarak tek kaşını kaldırdı.
‘Belgi’yi benden mi kıskanacaksın. O kadar da değil amına koyayım.’ Koca bir kahkaha patlatsa da Noyan havalandırdığı tek kaşıyla bakarak göz devirdi anında.
‘Kelimelerine dikkat et. Ayrıca senden niye kıskanayım lan çapsız.’
‘Bu suratındaki satılan sirkenin nedeni ne o zaman?’
‘Şirketle alakalı.’
‘Millete gidip salça oldun, bir ton laf kaydın, şimdi de geldin kendi kendine derde kaldın değil mi? Motivasyonlarını düşürdüm diye. Hep aynı naneyi yiyorsun.’ konuşurken bana yaslandığı koltuğu işaret ettiğinde usulca ilerleyip oturmuştum ki Noyan köşedeki konsolu parmağıyla gösterdiğinde Gizay bu kez o tarafa ilerledi. Üst tarafı cam olsa da alttaki içi görünmeyen dolabı açarak bir şişe üç kadehi parmaklarına takarak tekrar yanımıza ulaştığında masanın arkasındaki koltuğa ilerleyerek oraya yerleşip kadehleri doldurdu.
‘İyice motive oldunuz mu bari?’
‘Daha konuşurduk da sen geldin işte.’ Diyen Gizay doldurduğu kadehin birini bana uzattığında almıştım ki göz kırpıp diğerini Noyan’a verdi.
‘Sen burada değilsindir kafa dinlerim diye gelmiştim ama...’ Derken sonunda laptopun kapağını indirip göz kırptıktan sonra gülerek bana baktı.
‘Ben sana gölgenim diyorum da dinlemiyorsun ki.’
‘Gölge takip eder Gizay.’
‘Işık arkadan vurursa önünden de gider Noyan.’
‘Sana bir çarparım gideceğin yolu yönü şaşarsın.’ Aralarındaki hızlı atışmayla beraber Noyan kadehe uzanırken yüzünü buruşturduğunda Gizay hızlıca ayağa kalkıp masanın ucundaki bardağı eline tutuşturdu.
‘Bardağı alamıyor bana çarpacak.’ Mırıldanırken tekrar koltuğa yerleştiğinde tek kaşı yine havalanmıştı, ‘Şirkete mirkete niye gidiyorsun? Denker abiyle hallediyoruz orayı, arada buraya da uğruyorum. Diğer şeyler de zaten kontrol altında. Dinlensene evde.’
‘Eğitime gittim, uzun bir işim yoktu. Annem gibi konuşup durmasana lan sen.’ Sesinde sıkıldığını belli eden, hatta evden de aşırı derece bunaldığını ortaya koyan bir tavır vardı fakat gerçekten de bir anne gibi yakında Noyan’ı yatağa bağlayıp tavuk suyuna çorba falan içirebilirdi Gizay. En azından bir adım sonrası buydu çünkü ağzının içinde kelimeler yuvarlayıp tıpkı geleneksel bir anne gibi kendi kendine laf sokuyordu.
‘Bitir bardağını da çocuklardan aylık rapor al sen bir.’ Başıyla dışarıyı işaret ederken konuştuğunda Gizay’da başını sallayıp kadehi bir anda tepesine dikerek odayı terk etmişti. Noyan’ın tebessüm eden yüzü kapanan kapıdan bana döndüğünde gülümseyip bu kez ben tek kaşımı havalandırdım.
‘Kaçmışsın şirketten?’ derken olan hali beni dikkatle süzse de hafifçe omuz silktim.
‘Bitirdim işi gücü, Gizay’la da sözleşmiştik.’ Başını usul usul sallarken derin bir nefes aldığında dizinde duran kapalı laptopu ortadaki sehpaya bırakıp bacaklarını anında aşağı indirdi.
‘Nasıl gidiyor peki plaza hayatı?’ sorusuyla düşündüm. Gittiği konusunda net bir tutum vardı ancak bana göre aşırı derecede sıkıcıydı. Eğer ki her gün aynı şekilde kaçabilme olanağım olsa asla şikayet etmezdim bundan. O dört duvar arasındayken sıkışıp kalmış gibi hissediyordum ve bu pek iç rahatlatıcı değildi.
‘Sıkıcı.’ Diyerek omuz silktiğimde gülümseyerek baktı yüzüme. Uzun bir süre inceledikten sonra dudaklarının üzerinde dilini gezdirip iç çekti.
‘İş dünyası ile, daha doğrusu bu sıkıcı olan plaza hayatı ile ilgili birkaç tüyo almak istersen buradayım.’
‘Her zaman ihtiyacım var bence.’ Çünkü asla ama asla mantığıma uymayan bir sistemde hayat sürüyordum. Belki de benim gözden kaçırdığım fazlaca detay vardı ve şu an yerim sağlam olsa da oturduğum sandalyenin ayaklarının gevşeme ihtimali olabilirdi. Ancak ben detaylardan bir haber olduğum için dikkat dahi edemiyordum.
‘Söyleyeceklerim daha fazla bunalıma girmene neden olabilir, emin misin?’ dediğinde başımı anında onay verircesine salladım. Öyle veya böyle birisi açık verebileceğim yerleri söylemeliydi, bu hoşuma gitmeyecek olsa da. Mesaj sesi duyduğumda Noyan kenarda duran telefonunu alıp göz atarak gülümsedi.
‘O zaman şirkette işlerin bittikten sonra benim evde buluşalım. Şanze elbiseyi bitirmiş, hem denersin, hem yemek yeriz, hem de bu meseleler hakkında konuşuruz.’ Sana uyar mı dercesine baktığında başımı onay verircesine sallayıp bileğimdeki saati kontrol ederek derin bir nefes aldım.
‘Şirkete dönmem gerek.’ Derken ayağa kalktığım esnada Noyan’da harekete geçmişti ki onu durdurup yanağına derin bir öpücük bıraktım.
‘Taksi-‘
‘Arabayı Adel kullanacak.’ Tek kaşımı kaldırıp dalga geçer gibi gülümsediğimde başını anında onay verircesine salladı. Önce odadan soyunma odalarına geçip üzerimi değiştirdim, ardından salondan çıktığımda arabanın başında bekleyen Adel’e anahtarı vererek yanına oturdum. Adel sakince arabayı otoparktan çıkarırken bir anda sakız kutusu uzattığında kaşlarım çatılsa da aldığım alkolü bir şekilde maskelemem gerektiğini hatırlayarak iki tane attım ağzıma.
‘Teşekkür ederim.’ Diyerek tekrar sakız kutusunu verdiğimde başını usulca sallamıştı. İşin sırrını hala çözemediğim bir davet vardı, bir de Şanze’nin hazırladığı elbise. Şanze’nin uçuk kaçık olduğunu bir ben düşünmüyordum inşallah. Çünkü hali hazırda ortaya ne çıkaracağının garantisi yoktu fakat istediğini elde etmek için hırs yapacağını da az çok tahmin edebiliyordum.
Şirkette geçen birkaç saat, bana yıllar sürmüş gibi gelen birkaç toplantı, akabindeki tüm evrakların ardından derin bir nefes aldığımda saatin neredeyse dokuza geldiğini görerek gözlerimi sımsıkı kapatıp tekrar açtım. Kendimden geçmiş gibi hissediyordum ve bir an önce bu duvarlar arasından kaçmazsam eğer şuraya düşüp bayılma ihtimalim vardı. Hala burada olduğum halde Noyan neden aramadı diye düşünecek olsam da Adel’in burnumun ucunda olduğu ve muhtemelen çalıştığımı yetiştirmesi aramaması adına mantıklı bir sebepti.
İnsan zorla zindanda falan tutulurdu, ne bileyim prensesler kuleye hapsedilirdi, peki ben? Ben resmen şirkete hapistim. Gerçi şu dakika istifayı versem Zeren bey asla itiraz etmezdi emindim fakat bunu yapmayacaktım. Bu zamana kadar yaşattıklarının diyetini ödemeliydi o da. E haliyle en sevdiği şey, şirketinden kıracaktım kolunu kanadını. Elinde koca bir koz var gibi o gün bana yönetim kurulu kağıdını imzalatırken başına bunlar geleceğini düşünmemişti muhtemelen. Hatta o kadar ki Noyan’ın orada can vereceğini, benim ağır bir depresyona gireceğimi ve depresyondan çıkmam adına beni istediğini aldığını söyleyerek boyun büktürüp bu şirkete getireceğini düşünmüştü. Fakat hesaplayamadığı bir detay olmuştu, Gökmen abi. Kimseye fark ettirmeden profesyonel bir şekilde Noyan’ın hayatını karartma girişimi esnasında kurtarmayı tercih etmişti. Muhtemelen kendi yaşadığı o şeyi tatmamı asla ama asla istemediğinden olmuştu bu.
Salondan şirkete geldiğim gibi Adel’in arabayı kullanmasıyla Noyan’ın evine ulaştığımda basamakların bitiminde duran araçla derin bir nefes alarak indim aşağı. Merdivenleri tırmanıp kapıya vuracağım esnada sonuna kadar açılmış, daha önce bir kez kahvaltı esnasında gördüğüm Kübra hanım gülümseyerek bakmıştı.
‘İyi akşamlar.’
‘İyi akşamlar Belgi hanım, buyurun.’ Başımı onay verircesine sallayıp içeri girdiğimde adımlarım da direkt olarak verandada gördüğüm Noyan’a yöneldi. Önünde minimum üç kişinin beraber kontrol etmesi gerektiği kadar evrak, bilgisayarı, muhtemelen içmeyi unuttuğu için soğuyan kahvesiyle beraber odağı asla bozulmamıştı. Verandaya adım attığım anda gözleri bana dönerken gülümseyerek ayağa kalktı.
‘Hoş geldin.’
‘Hoş buldum.’ Derken dudakları dudaklarıma kapandığında neden ayaklarımın yerle bağlantısının kesildiğini anlamak istiyordum. Birisi bana nefesimin başka nefes tarafından kesilmesinin nasıl böyle hissettirdiğini anlatmalıydı. Çünkü ne zaman Noyan’ın dudakları tenimi bulsa midemde bir kramp, göğsümde ise haddini bilmez çırpınışlar oluyordu. O an dünyanın yerçekimine itiraz mı ediyordum, yoksa uzayda bir boşlukta savruluyor muydum ayırt edemezdim. Birkaç saniye sürse de Noyan öyle derin ve içten öpüyordu ki dakikalarca orada kalsam itiraz etmezdim fakat nefeslerimiz birbirinden koptuğunda bu içimdeki savruluşa son vermek için gözlerim üzeri siyah bir örtüyle kapatılmış iki uzun şeye döndü.
‘Bunlar ne?’
‘Şanze ve onun sunum severliği. Ben gelmeden asla bakmayın dedi.’ Kaşlarım havalansa da Noyan hafifçe omuz silktiğinde verandaya çıkan Kübra hanıma döndü gözlerimiz.
‘Masa hazır, dilediğiniz bir şey var mı Noyan bey veya Belgi hanım?’ başım anında sağa sola sallanırken Noyan belime sardığı koluyla içeri yönelmemizi sağladı.
‘Çıkarken çocuklara mahzenden şarap getirmelerini söylerseniz yeterli Kübra hanım. Elinize sağlık, iyi akşamlar.’
‘İyi akşamlar. Afiyet olsun.’ Kadın çıkışa doğru ilerlerken biz de kenarda özenle hazırlanmış masaya ilerleyip yerleştik. Herhalde çıt çıkmadan yemek tam olarak bu oluyordu. Çünkü ne Noyan’dan ne de benden ses seda yoktu. Odak noktamız sadece tabağımızdaki menüyken adamlardan biri ilk önce elindeki kapalı şişeyle mutfağa girmiş ardından da açarak masadaki kadehleri doldurup kenara bırakarak sessizlik içinde kaybolmuştu.
‘Nasıl geçti günün? Çok yoğunmuş programın sanırım.’ Noyan’ın sesiyle gözlerim tabağımdan ona dönerken başımı biraz dercesine salladım.
‘Kötü değildi aslını istersen. Kafa yorgunluğu var sadece. Senin nasıldı?’
‘Dosyalarla.’ Verandayı işaret ederken gülümsediğinde bende kıkırdadım. Bu kadar çok evrağı benim önüme dizseler yerlere serilip ağlardım. Fakat Noyan’da asla ama asla öyle bir tepki yoktu. Noyan’da bazı şeylere karşı hiç tepki yoktu gerçi. Fakat işin ilginç yanı ben Gizay ile konuştuklarımızı merak edeceğini düşünsem de ona dair bir konu açılmıyordu.
‘Gizay ile ne konuştuk merak etmiyor musun?’ sorumla eline aldığı kadehten bir yudum içip derince soluklandı.
‘Elbette merak ediyorum.’ Derken başını sallamaktan da kaçınmadığında kadehi masaya bırakıp gülümsedi önce, ‘Fakat bu özel hayat gizliliğine ihlale girer. Eğer benimle de paylaşmak isteseydin sadece Gizay’la konuşuyor olmazdın.’
‘Gizay’da bir şey anlatmadı o halde veya sen sormadın?’ dediğim sırada başını sağa sola salladı.
‘Sordum fakat nasıl ki benimle konuştuklarını sana anlatmıyorsa, seninle konuştuklarını da bana anlatmayacağı hakkında bir vaaz verdi ve hemen akabinde onun için arkadaşlığınızın kıymetli olduğundan, bunca zaman sırlarını güvenle sakladığından, bundan sonra da aynı şekilde birbirimizi tanımazken nasıl tavrı varsa aynı tavırdan yola devam edeceğini anlattı.’ Derken kaşlarını havalandırdığında iç çektim.
‘Sana bu derece sadıkken nasıl anlatmıyor hiç akıl sır erdiremiyorum.’ Gizay ve dostluğu farklıydı, bunu bilirdim fakat Gizay ve Noyan arasındaki ilişkiyi yıllarca dinlemiştim. Ona sadıktı, bu sadakat bir yeminden de öteydi. İkisi arasındaki bağa hep imrenmiştim ve bu denli kuvvetli bağlılıkları olduğu halde bazen Noyan’a karşı nasıl sessiz kalıyor merak ediyordum.
‘Gizay öyledir. Ketumdur biraz. Çokta güvenilirdir bu yüzden. Bilmediğim, üzeri kapalı, sırf yürüdüğüm yolu sağlamlaştırmak için çok şey yapmıştır eminim ki fakat bunları görmemiş, hatta fark dahi etmemişimdir. Kardeşim gibi olduğu için söylemiyorum ama sağlamdır. Yoksa bunca zaman arasında kesin birimizden birimiz cinnet geçirirdik.’ Gülümsemem yüzümde yer edinirken aklıma bugün Gizay’ın söyledikleri tekrar geldi. Noyan’dan sakladıklarım yoruyor beni, derken gözlerindeki umutsuzluk. Bunu Gizay çok sık tekrar ettiği için artık yüzüne bakmama bile gerek yoktu aslında. Çünkü Gizay, şimdi o kişinin Noyan olduğunu öğrensem de, daha önce o diye bahsettiği Noyan’dan bu cümleyle söz ettiğinde omuzlarında koca bir yük varmış ve bu artık canını yakıyormuş gibi bakardı. Gün gelecek ve Noyan ununa tek söz etmem de, eleği astığın duvar yıkılsın diyecek diye öyle korkuyorum ki, daha önce bire bir bunu dememişti fakat Noyan’ın ona çok sinirleneceğini, hatta ondan fazlaca uzaklaşacağını düşündüğünü dile getiriyordu.
Ancak şuan Gizay’dan söz eden Noyan’a bakıyordum da, duvarı yıkılsın demek bir kenarda kalsın, sarsılsın bile diyemez gibiyi. Ne olursa olsun, Gizay bir gün dostunun kendinden nefret etme ihtimalinden deli gibi korkuyordu. Belki de olan biten her ne ise bende bilmediğim için rahatça Noyan ona güvenir diyordum. Belki de gerçekten gizledikleri o kadar sarsıcıydı ki Gizay’ın tahmini doğru olacaktı. Fakat yok, ben baksam da Noyan’ın Gizay’a küsme ihtimali hiç makul gelmiyordu. Herhalde tüm konuştuklarımız içinde beni bugün en çok üzen o cümlesi olmuştu, Sanki vahşetin içine doğmamışta vahşetin kendisi benmişim gibi… Vahşetin içinde doğmak… Vahşeti kendisi gibi hissetmek… Bir adam nasıl vahşetin içinde doğduğunu düşünürdü Allah aşkına. Böyle düşünmesi için neler görmüş, neler yaşamıştı? Neden kendini vahşet gibi hissedip Noyan’dan olanı biteni saklıyordu veya daha makul soru olan, eğer bir gün Noyan, korktuklarını öğrenirse eğer ne yapardı?
‘Gizay senden bir şey gizlese, ne yaparsın?’ sorumla gözleri anlamazca bana döndüğünde gülümsedim, ‘Güvenilir dedin ya, merak ettim.’ Diyerek devam ettim.
‘Muhakkak gizlemiştir. Gizay’ın bana hep açık kartlarla geldiğini zaten düşünmüyorum. Fakat konunun değerine göre tepkim değişir.’ Tabaktaki son lokmayı ağzıma attığımda başımı olumlu anlamda sallasam da aslında istediğim cevabı alamamıştım.
‘Konunun değeri neye göre belirleniyor peki?’ diyerek arkama yaslanıp kadehimi aldım. Noyan’ın gözleri etrafta dolaştığında aklında belki de kategorize etme çabasına girmişti.
‘İş hakkında bir şey saklayabilir mesela, daha önce yaşadık bunu. Bir iki bağırırım kapanır mesele. Kendisi hakkında bir şey saklaması üzer ama beni. Eğer ki çok derin bir mevzuysa kötü de olur. Çünkü biz beraber büyüdük, aynı masada yemek yedik, yeri geldik harçlıklarımızı birleştirip birilerine hediye aldık, ağladık güldük. Çok şey saklayabilir, çözülür de ama kendisi hakkında gizlerse tahammül edemem.’ Dediğinde kaşlarım havalandı. Gizay gibi düşünüyordu. Hatta Gizay’ın düşündüğü ihtimaller kadar netti duruşu.
Biten yemeklerle Kübra hanımın da çıktığını düşünerek toparlayalım desem de Noyan beni tekrar verandaya sürükledi. Herhalde tabak çatal ayaklanıp kendi kendine makineye dizilecek diye düşünüyordu. Ne desem de kabul etmediğinde el mecbur verandadaki koltuğa atmıştım bedenimi ki duyduğum topuk sesleriyle gözlerim içeri döndü.
‘Selamlar…’ Şanze yüzündeki büyük gülümsemesiyle akşam karanlığına rağmen taktığı güneş gözlükleriyle yanımıza ulaştığında önce beni ardından Noyan’ı öpüp çantasını kenara fırlattı.
‘Hazır mısınız?’ derken arkasında kalan iki uzun ve üstü kapalı şeyi işaret ettiğinde başımızı sallamıştık ki attığı çantasına uzanıp içinden çıkardığı kutuyu Noyan’ın önündeki dosyaların üzerine bırakıp ellerini birbirine çarptı.
‘Öncelikle, tüm maharetimi konuşturdum. İki tane görüp görebileceğiniz mükemmel elbise çıkardım ortaya.’ Derken Noyan yüzünü işaret ettiğinde Şanze sırıtıp güneş gözlüklerini saçlarının arasına çıkardı. Makyajsız duru ve temiz yüzüyle gülümsese de gözlerindeki uykusuzluğun verdiği morarma ve çökme net şekilde belli oluyordu, ‘Emeksiz ekmek olmuyor.’ Diye devam edip göz kırptığında cansız mankenlerin omuzlarına ellerini atıp dudaklarını ıslattı.
‘Birisi tamamen üzerinde görmek için benim can atacağım ama sevgili abimin canımı alacağı parça, diğeri ise Türk aile standartlarımıza uygun şekilde modernize edilmiş ve sana aşırı derece yakışacağını düşündüğüm. Hangisinden başlayalım?’ dedikten sonra başını sağ omuzuna düşürüp şirin şirin gülümserken kahkahamı tutmaya çalışsam da Noyan dikkatle kız kardeşini süzüyordu. Şanze bu kez cevap vermemizi beklemeden iki cansız mankenin ortasından çıkıp ellerini birbirine çarptığında gözlerini de kocaman yapacak şekilde açtı.
‘Bence direkt üzerinde görelim. Abicim?’ hala şirin kız çocuğu gülümsemesi yüzündeyken sonunda Noyan’ın hareleri sorarcasına beni bulduğunda tebessüm ederek omuz silktim.
‘Deneyebilirim.’ Dedikten sonra ayağa kalkarken Şanze kendi kendine alkış kopardığında koşar adımlarla içeri girmiş bir yandan da ‘Güney!’ diye bağırmaktan kaçınmamıştı. İçeri gelen Güney ve Adel iki cansız mankenin Şanze’nin defalarca uyarmasıyla örtülerine dikkat ederek üst kata taşıdığında bende peşlerinden ilerledim. Ardımızdan asla yüzün hatırlamadığım bir adam iki ayakkabı kutusuyla geldiğinde Şanze onları alıp benimle beraber odaya girdi. Kutuları kenara bırakıp iki cansız mankenin de üzerini açtığında kaşlarım şaşkınlıkla havalandı.
Şanze’nin kesinlikle bir göz zevki vardı ve modayı kendine yaşam biçimi haline getirmişti. Hazırladığı iki parça da o kadar güzel gözüküyordu ki iştiham bir kenarda beklesin dursun asalet her bir zerresinden akıyordu kumaşların. Birkaç metre kumaş, biraz aksesuar nasıl olur da bu hale gelirdi asla akıl sır erdiremiyordum. Bakışlarım hala iki manken üzerinde şaşkınlıkla dolaşırken aralanmış dudaklarım bir tebessümle taçlandı.
‘Mükemmel görünüyorlar. Sadece bir gece bunu yapabilmen…’
‘Beğendin mi gerçekten?’ sorusuyla sadece başımı sallayabildim çünkü elbiseler beni büyülemişti. O kadar ki hangi kelimeleri birleştirip iltifat etsem az gibi geliyordu. Birisi üzerindeki turuncu ve mavi ombre geçişlere rağmen tüm zarafetini koruyordu. Bu kadar renkli bir parça bu denli asil nasıl gözükebilirdi ki? V yaka çıkışı, kollarındaki volanlar, demonte eteği ve içindeki balık model gibi duran kısımda olan bir ağaç kökünü hatırlatır gibi olan motifler oradan bana bakarken dibimin düşmesini sağlamıştı. Belindeki turuncu çiçeklerin daha küçüğü kol kısmında ve bir miktar da göğüs kenarlarında vardı. Üzerindeki işlemeler için kaç insan uğraşmıştı da bu kadar kısa zamanda bitmişti? Diğeri ise onun hareketliliğine oranla çok daha düz ve sadeydi. Madonna yaka, belinin sağ kısmında bacak dekoltesine kadar inen düğmelerle tasarlanmış, yine demonte bir dış etek eklenmişti ancak o parçaya zerre ihtiyacı yoktu. Cansız mankenin omuzuna atılmış eldivenler tıpkı elbise gibi kırık beyazdı. Bu kadar asil görüntü çizerken bir o kadar da cesur durması kafamı karıştırmıştı resmen.
‘Çok güzeller Şanze ve eğer aranızdaki anlaşmayı ben yönetiyor olsaydım abinin bahsettiği moda evi kesin üzerine geçmiş olurdu.’ Dediğimde gülümseyerek iki elbisede gözlerini gezdirdiğinde turuncu ve mavi olanı işaret etti. Başımı onay verircesine salladığımda belindeki demonteyi çıkarmış, ardından cansız mankenin üzerinden elbiseyi de çıkararak bana uzatmıştı. Aldığımda ayakkabı kutularından birini seçip onu da verdikten sonra odadan çıktı. Üzerimdeki kıyafetlerden kurtulduğum gibi enfes derecede güzel olan elbiseyi giyindim. Bunca zaman katıldığım o dernek toplantılarında hiç bu kadar ben olmamıştım. Hep Zeren beyin kızıydım fakat ilk kez üzerimdeki parça bana kendim gibi hissettiriyordu. Bire bir Belgi Deran İmerler’di bu. Renkleriyle, hareketliliğiyle, duruşuyla fazlasıyla ben gibiydi ve verdiğim ölçüler bire bir dikilmişti. Sanki Şanze cansız bir mankende değil de benimle defalarca prova alarak çalışmış gibiydi.
‘Şanze!’ kapıya seslenirken sonunda aynadaki yansımadan gözlerimi çekerek verdiği ayakkabı kutusunu açtım. Kenarları şeffaf stilettonun sadece ucu ve topuğunda yine turuncu ve mavi yansımalar vardı. Ben onları ayağıma geçirirken Şanze içeri girdiğinde alt dudağını ısırarak gülümsedi. Gözlerinin içi parlıyordu adeta.
‘Resmen hayal ettiğim görüntü gözlerimin önünde duruyor.’ Derken adımlarını hızlıca yaklaştırırken giydiğim ayakkabıyla dikleştiğimde fermuarımı çekip demonte eteği de belime taktı. Etek uçlarını düzeltip tekrar ayağa kalktığında derin bir nefes doldurdum ciğerlerime. Elbisenin göğüs bölgesini düzeltip ardından sırtımdaki kısımlarla uğraşmaya başladığında bir anlığına aynadaki yansımadan göz göze geldik.
‘Çok önce çizmiştim bunu.’ Sırtımdaki parmakları kayıp düşerken dudaklarında ufak bir tebessümle baktı gözlerime. Kaşlarımı öyle mi dercesine havalandırdığımda usulca başını sallayarak onay verdi.
‘Norveç’te abimin bir işi vardı, beraber gitmiştik. Tüm seyahat boyunca şikayet etmediğim, ısrar kıyamet olmadığım için bir gününü bana ayırmıştı. Alışveriş yaptık, gezdik, bir şeyler yedik. Sonra akşam otele geçtik. Ben sessiz sakin çizim yaparken o Viking vadisini izleyip bir şeyler içiyordu. Ve birden konuşmayı pek sevmeyen Noyan beyin dili açıldı.’ Gülerek omuz silktiğinde dudaklarını ıslatıp derin bir nefes aldı Şanze, ‘İlk kez ben hiç konuşmadım, o da hiç susmadı. O gece yatmaya giderken fark ettim ki bilincinde dahi olmadan çizmişim bunu…’
‘Ne anlattı ki?’ sorumla bakışları aynadaki yansımadan bana döndü. Dudaklarındaki tebessüm düşünceli bir ifadeye dönüşürken anında kendini toparlamak için omuz silkip kıkırdamaya çalıştı.
‘Görümcelik yaparak diyorum ki o da bizim aramızda yengecim.’ Bende gülüşüne eşlik ettiğimde başıyla kapıyı işaret etti, ‘Hadi inelim.’
Kalbim yerimden çıkacak desem yeriydi herhalde. Kendimi bu kadar ben gibi hissederken bir de Noyan’ın yorum yapacak olması tümden heyecana sürüklemişti. Bu enfes parçayla ben böyle heyecanlanıyorsam Şanze’nin abisinin yorumunu nasıl merak ettiğini düşünemiyordum. Dahası üzerimdeki bir gecede anlatılmış, bir gecede de hayata geçmiş parçaydı. Ve aynadan gördüğüm detaylarında fark ettiğim gerçek Şanze söylemese bile o akşam Noyan’ın çok ama çok derin şeyler dile döktüğüydü.
Basamakların başına geldiğimizde Şanze koşar adım aşağı inerken, bende herhangi bir takılıp düşme sıkıntısı yaşamamak adına dikkatli adımlarla adımladım merdivenleri. Son basamağa adımımı atar atmaz başımı kaldırdığımda Noyan’ın havalanmış kaşlarıyla, birbirine bastırdığı dudaklarıyla karşı karşıya kalmıştım. Olağan hali bozulmadan gözleri gözlerime kenetliyken ilk önce dudaklarını serbest bırakıp gülümsedi. Şaşkınlığı gözlerinden okunuyordu ve muhtemelen kardeşinin mahareti adına tek kelime bulamıyordu.
‘Olağanüstü.’ Gözlerindeki kadar sesindeki şaşkınlıkta döküldü ortaya. O kadar saf bir tebessüm asılı kalmıştı ki dudaklarında başım omuzuma düştü usulca.
Bazen birini izlemek, çok değerli bir tabloya dakikalarca boş boş bakıyormuşçasına görünmekle aynı olabiliyordu. Dışarıdan herhangi birisi tek bir noktaya daldığınızı, aklınızdan çok farklı düşünceler geçtiğini, tabloyu zerre önemsemediğinizi düşünebilirdi. Fakat siz en ince çizgisine kadar incelerdiniz, ondandır ki tek bir fırça darbesinde dahi saniyeler boyunca bakabilirdiniz. Bazen bir tabloyu yorumlamak değil, onu izlemek uçurumun kenarından alırdı sizi. İçinizdeki intiharlara baş kaldırmanıza sebebiyet verir, görmediğiniz bir umut ışığının size donmuş renklerden parlamasına gülümserdiniz.
Hayır…
Konu asla tablolar ve renkler değildi. Konu intihardan vazgeçiren bir umut ışığıydı. Konu içinizdeki cellada dahi gülümsemek ve onunla el sıkışarak dostça ayrılmaktı. Zaten tüm buna sebebiyet veren tablonun içinde yaşananlar ve renkler de olamazdı. Konu tam olarak ressamdı.
Ressamın içinde yaşanan savaş meydanıydı.
Ressamın kendi savaşına karşı gülümseyen yüzüydü.

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |