13. Bölüm

Bölüm 12

Ceren Öztürk
biceruvar

Yine ben, yine ben, yine ben! Diyerek girmek istiyorum yeni bölüme. Eksik kalan her anımızı hızlı bölümlerle tamamlamaya çalışıyorum o yüzden açıklama ve giriş kısmını çok uzun tutmayacağım fakat bu kadar emeğe de lütfen yorumlarınızı eksik bırakmayın. Çünkü ummadığınız şekilde şevk verebiliyor kendileri...

İletişim için ve yeni bölüm haberi için instagram kullanıyorum beybiler... (BiCeruVar)

 

 

🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘🌑

 

 

Dizlerim yaralı kız çocuğu,

 

 

Ruhum perdesi çekilmiş zindan bir oda,

 

 

Kendimden kaçtığım noktada sayıyorum adımlarımı.

 

 

Fakat sen sevgilim…

 

 

Sen, duymaktan bıkmayacağım bir şiirsin.

Ruhefza… Koca bir ruhefza duruyordu karşımda. Ruhumu okşayan, cana can katan duruyordu. Koca bir tebessüm duruyordu öylece, gerçek, saf, manidar ve bir o kadar da iç ısıtan. Bitmeyecek gibi hissettiren o anın ne zaman içinde olsam, hangi vakit rastlaşsam o duyguyla tek bildiğim kaçıp saklanmak olurdu. Buna ait olmadığımı, hatta hak etmediğimi düşünürdüm. Ruhuna dokunulup, onun sarmalanmasını hak etmediğini düşünmek ne kadar acıydı oysa ki. Fakat acıyla yoğrulan her kız çocuğu kendini o şefkate ait değilmiş gibi hissetmez miydi? Peki şimdi, tam da şu dakika nasıl o duygunun her metrekaresi benimmiş, bana aitmiş, beni sarmalaması gerekiyormuş gibi hissediyordum? Sonunda yine o ait olmayan, enteresan ve korkunç gelen şey düşecek miydi peşime? Yine ondan kaçıp saklanacak mıydım?

Oysa Noyan’ın gözleri kaçmamı değil sarılmamı ister gibiydi. Dudaklarından tek kelime döküldüğünde, o kelimenin bana sarıldığını hissetmiştim. Kelime bir insana sarılır mıydı? Sarılıyordu işte! Titreyen ellerimi tutuyor, çekinen gözlerimin içine bakıyor, yanaklarımın kızarmasına sebebiyet veriyordu ama alışkın değildim. O kadar alışkın değildim ki üzerimdeki gözleri de dağıtmayı profesyonel şekilde biliyordum. Belki de sadece bu yüzden Noyan’dan kaçacak delik arayan gözlerimi Şanze’ye çevirip gülümsedim.

‘Bence de olağanüstü bir tasarım.’ Derken göz kırpmayı eksik etmediğimde o tebessüm etse de Noyan’ın cevabı koca bir kahkaha patlatmasına neden oldu.

‘Ben senin için demiştim, elbise güzel ama hakkını yemeyeyim.’ tüm kanın yanaklarıma doğru tekrar harekete geçtiğini hissederek gözlerimi kaçırdığımda Şanze olan kahkahasına yenisini ekledi. Adım seslerinden Noyan’ın yaklaştığını fark etsem de gözlerim asla ona dönmüyordu fakat uzattığı eline titreyerek ulaşan parmaklarımla derin bir nefes alma ihtiyacı daha hissettim. Salona adım atmam için kalan tek basamağı tuttuğum eliyle inerken harekete geçen Şanze’ye kayan gözlerimle başımı anında sağa sola salladım ama hiç umursayacak gibi değildi. Çünkü telefonunu anında ses sistemine bağlamış ve usulca sağ omuzunu silkip Evgeny Grinko’dan Valse parçasını açarak koşar adım yanıma gelip demonte eteği çıkarmıştı. Olduğumuz ortamda o bize etki etmezdi fakat Noyan’ın belimi saran kolu bedenine iyice yaklaşmamı sağladığından olsa gerek aramızdan eteğin çıkması çok iyi olmuştu.

Bedenim bir ateşin içinde kalmışçasına yanıyordu. Noyan’ın puslu mavileri içimde hep var olan o Belgi’nin kocaman gülümsemesine neden oluyordu. O an yirmi beş yılda Zeren beyin aldırdığı tüm eğitimleri düşündüm. Kocaman bir hiç olmuştu hepsi kalbim böylesine ukala halde atarken. Ufacık bir ayrıntı dahi önemini yitirmişti. Sadece biz vardık. Sadece Noyan ve ben. Belgi Deran İmerler… Bire bir oynayan değil, kendisi olan bir ben ve dipsiz kuyu gibi derince bakan Noyan Cenker Visam…

Uzaktan bakan, Noyan’ı tanımayan, onun gülümseyen yanını görmemiş herkes, ki buna bende dahildim, bu denli ustalıkla vals yapabileceğini düşünmezdi. Fakat göğsümün sol tarafını zorlayan kalbimin atışına rağmen o kadar işi teslim almıştı ki benim ne yapmam gerektiğini hatırlamama gerek kalmıyordu. Sadece onun attığı her adıma ayak uydurmak, ki bunu da bilinçsizce yapmam yetiyordu.

Baş parmağını tutan parmaklarım avucunun içinde kayboluyor, utanan gözlerim kaçıp odaklanacak yer arıyordu fakat Noyan bir an olsun duruşundan vazgeçmiyordu. Sanırım olan müziğe ve o müziğin ritmine ayak uydurmakta ufacık problem yaşamayan Noyan’a öyle mest olmuştum ki bakışlarım parlayan mavi harelerine sonunda tekrar değebildiğinde gözlerindeki ifade içime işledi.

Kirpiklerini dahi kırpmadan olan bakışları sadece gözlerime değil ruhuma kadar elini uzatıyordu. Noyan yine tanımadığım bir benliği ile bakıyor, içimin erimesine sebebiyet veriyordu. Nefesim kesilmişti sanki, hatta öyle kesilmişti ki alıp almadığımı ayırt edemiyordum. Öylesine dipsiz bir kuyuda gibiydim ki Şanze’nin ortamda bulunan bedeni bile sanki fiziken bulunduğumuz yerden kaybolmuştu. Tek ayırt edebildiğim ruhuma dokunan o bakışlardı. Bir de ruhumla dans eden ruhu.

Yine kaybolmuştu yerçekimi. Yine bedenimi bir gram dahi olsa ağır hissetmiyordum. Belimi açık şekilde parmaklarıyla kavramış avuç içinin sıcaklığı tüm hücrelerimde dolaşıp duruyordu. Daha önce asla dikkat etmediğim ancak şu an iliklerime kadar gövdesine yaslı bedenimin ufacık gibi olması beni benden alıyordu. Elim avucunun içinde kaybolmuştu. Ben ise Noyan’ın puslu mavilerinde.

Parçanın bittiğini Noyan’ın yavaşlayan adımlarından anlarken hala birbirine yapışık bedenlerimizle tebessüm ettim. Sanırım bu dans ilk başladığından beri tebessüm ediyordum ve ancak şimdi ayırt edebilmiştim. Tamamen duran adımlarımızla nasıl kapıldığımızı bilmesem de nefeslerimiz birbirini buldu. Noyan’ın dudaklarındaki kekremsi şarap tadı içime işledi belki de. Nefesini usulca nefesimden koparırken gülümsediğinde aynı tadı almak için olsa gerek dudaklarının üzerinde dilini usulca dolaştırdı.

‘Olağanüstüsün…’ bu kez avucunda kaybolan elimi baş parmağıyla açıp içine dudaklarını bastırdığında titreyerek kapandı uzun kirpikleri. Avuç içimde oyalandı dudakları birkaç saniye, ardından derince nefeslendi. Usulca çekilirken sanki kopmak istemez gibi yanağını yerleştirdi elime. Dudaklarındaki usul tebessümle yerinde hazır bekleyen ufak çöküntüyü okşadı baş parmağım. Güzeldi, Noyan’ın derin bakan mavileri benim hayatım boyunca şahit olduğum en güzel bakışlardan biriydi.

Daha fazla bu kalp bozukluğunun içinde durmam beni acil servise kaldırırdı. Akıl fikir bırakmamıştı bende. Kız kardeşinin gözünün önünde kur yapar gibiydik ki gibisi fazla az önce dudak dudağaydık. Acilen bu sınırlar içerisinden çıkmazsam acil servis değil morg paklardı kalbimi.

Sonunda çekim alanından kopmak adına hamle yapıp bir adım geriye atmıştım ki Şanze’nin havalanmış kaşlarla bize bakıp bu da olabiliyormuş demek ki der gibi dudak bükerek baş salladığını fark ettim. O fark ediş bir kere daha kanın yanaklarımda, hatta tüm vücudumda hızla hareket etmesine neden oldu. Kaçar gibi geldiğim basamakları çıktığımda ardımda kalan sessizlikte bir kahkaha bekledim doğrusu. Çünkü ben fazla utanan bir tip değildim. Bu halim bana bile komik gelirken Şanze veya Noyan aşağıda kahkahalara boğulurlarsa alınmazdım.

Girdiğim odayla hipodrom koşmuş gibi mücadele içinde olan kalbimin üzerine elimi yerleştirdiğimde hiçbir şey olmamış gibi ardımdan gelen Şanze sessizliğini koruyup diğer elbiseyi çıkardı mankenden. Allak bullak olan zihnim sağ olsun asla umursamadan açtığı fermuarımdan sonra elbiseden anında kurtulup diğerini öylece üzerime giyindiğim esnada odada olan Şanze’yi dahi önemsemeden yaptım bunu. Olan sessizliğiyle o tekrar fermuarı çekmiş, uzun eldivenler için yardımcı olmuş, sonunda demonte kuyruğa baksa da takmaktan vazgeçip gözlerini üzerime dikmişti ki daha fazla bu sessizliğe katlanamadı.

‘Aşıksın abime.’ Derken kaşları çatılsa da bu yadırgamaktan öteydi, çünkü aynı zamanda gülümsüyordu, ‘Abimi tanıyorum, o da sana aşık.’ Diye devam edip başını onay verircesine salladığı gibi kapıya yöneldi. Çıkmadan bakışlarımız karşılaştığında dudaklarındaki yarım tebessümle ikilemde kaldığının farkındaydım. Bir cümle, belki bir kelime dile getirecekti ama emin değildi fakat çokta sabredemedi, ‘O da seni üzmesin elbette ama onu üzme olur mu?’ başı omuzuna ufak bir kız çocuğu gibi düşerken gözlerindeki masum ricaya gülümseyerek başımı sallayabildim.

Şanze buna karışacak bir genç kadın değildi fakat Noyan’dan çok daha yakın olduğu Denker abi veya Gizay için değil, bire bir zıtlaştığı küçük abisi için konuşuyordu. Onu öyle seviyordu ki, kendi ile muhatap olmasa Noyan, Şanze yine onu sevmeye devam ederdi, o kadar karşılıksızdı abisine olan tutkusu, bunu vurdumduymaz gibi olan halinden tahmin edebiliyordum. Çünkü Noyan’la konuşurken genelde tartışır gibi olan Şanze’nin hastane koridorunda ne halde olduğunu görmüş, gözlerindeki yıkıma şahitlik etmiştim.

Ardından çektiği kapıya üç saniye daha bakıp derince nefeslenerek yatakta duran diğer kutuyu aldığım gibi gümüş taşlarla süslü başka bir stilettoyu ayağıma geçirdiğimde az önce yaşananlar yüzünden kararsız kalsam ve hala utansam dahi çıktım odadan. Basamakları sanki yara bandı çekmek gibi hızlı ve acısız olsun dercesine serice indiğimde koltuğun sırtına kalçasını yaslamış kollarını göğsünde bağlamış Noyan tebessüm ederek bakıyordu. Baştan ayağa süzerken derin olan bacak dekoltemde çatılı kaşlarıyla dört saniye kaldıktan sonra iç çekerek gülümsemeye çabaladı.

‘Bademim.’ Bakışları gülümseyerek benden arkasında kalan Şanze’ye döndüğünde orta sehpanın üzerinde duran dosyayı işaret ettiğinde o da dibindeki klasörü alarak abisine ulaştı. Noyan sanki duruma hazırlıklı gibi klasörün kapağını açıp arada beklettiği kalemle imzasını atarak tekrar teslim ettiğinde derin bir nefes alıp bu kez sıkması adına elini uzattı.

‘Hayırlı olsun, başarılarının devamını dilerim.’ Olaya adapte olamamış Şanze bir Noyan’ın eline bir de elindeki kapalı klasöre baktığında kaşları çatılsa da emin olmak adına klasörün kapağını açıp büyümüş gözlerle anında Noyan’ın boynuna kollarını dolamıştı.

‘Teşekkür ederim abi!’

‘Okulu aksatma, bozuşmayalım.’

‘Asla! Asla pişman olmayacaksın.’ Kollarını çözüp abisinden ayrıldığında bu kez hızlı adımlarla bana yaklaşıp sıkıca sarıldı.

‘Mükemmel bir mankensin, sana ayrıca teşekkür ederim Belgi abla.’

‘Ellerine sağlık, tebrik ederim.’ Derken benden de uzaklaştığında alacağı bir şey kalmadığı için koşarak çıkış kapısına ulaştı. Gözlerim gürültüyle kapanan kapıdan Noyan’a döndüğünde gülümseyen haline rağmen derin bir nefes aldım.

‘Hangisi?’ dediğinde sorusuyla tekrar üzerimdeki elbisede gezindi bakışlarım. Diğerine oranla bu elbise daha ağırdı. Ve bana kalırsa bir davete uygun olmayacak kadar beyazdı. Mükemmeldi fakat diğer elbisede daha çok ben gibi hissederken gerçekçi olmam gerekirdi.

‘Diğeri ama bu da mükemmel. Sence?’

‘Dekolteyi hesaba katarak diğeri…’ beni onaylarcasına başını da sallarken dudaklarımı ıslatıp gülümsedim.

‘Üzerimi değişeyim.’

‘Dans etseydik?’ derken gülmemek için dudaklarını ısırsa da az önce olanları düşününce yine koşarak kaçmak istemiştim. Fakat Noyan sanki bunu engellemek istercesine cebindeki telefonunu çıkarıp kısa bir uğraşa girdiğinde salonun loşlaşan aydınlatmalarıyla adımlarını bana yöneltti. Telefonu hala elindeyken ortamı müzik sesi de esir aldığında uzattığı parmaklarını yakaladım.

Bu adama dokununca etrafın tümden kararması ve sadece Noyan’ın gözlerinin parlaması akıl işi değildi. Üzerimizde koca bir spot ışığı var gibi hissediyordum. Neden her seferinde böyle oluyordu ki? Aklım almıyordu, resmen adam çevre şartlarını sıfırlıyordu. Koca bir karanlığın ortasında sadece ikimiz varmışta, dünyada kimse kalmamış gibi hissettiriyordu. Az önce sırtımı ve elimi kaybeden parmakları bu kez belimde yerini almadan hemen önce sağ omuzuma dökülen saçlarımı arkaya doğru nazikçe itmiş, ardından dudaklarını omuzuma bastırarak olduğumuz yerde hafifçe sallanmamızı sağlamıştı.

Keane’nin Somewhere Only We Know parçasını ağzının içinde yuvarlayarak tekrar eden Noyan’ın nefesi omuzuma çarparken ürperiyordu tenim. Kollarımı sardığım boynuyla bende ona eşlik ederken belimdeki parmakları usulca sırtıma kayarken sıkıca sarıldı. Nefesini artık omuzumda tenimde hissedemezken gözleri yeniden gözlerimi bulduğunda onun gelmesini bekleyecek durumdan çıkmış bu defa ben dudaklarımın onun nefesiyle buluşmasını sağlamıştım. Narin öpüşü başımı döndürürken sırtımdaki elinin biri yüzüme kadar ulaştı. Baş parmağı yanağımı okşadığı sırada dudaklarımdan çekilen dudaklarıyla araladım gözlerimi.

Kayboluyordum, Noyan’ın nefesinde, teninde, bakışlarında kendimi bulmak adına yok oluyordum. Bu çoğuna göre üzücü bir eylem olabilirdi fakat dünyaya birini sevmek için geldiysem o Noyan’dı ve ben bundan sonuna kadar emindim. İki dakika boyunca baktığı gözlerimden sonra tekrar nefeslerimizin birbirini tamamlamasını sağladığında karşılık verdim.

Hızla inip kalkan göğsüme rağmen bedenlerimizi birbirine daha fazla yasladı. Yanağımı okşayan eli usulca boynuma oradan omuzuma ve koluma doğru kaydığında başım dönüyordu. Başım haddini bilmez yaramaz bir çocuk gibi anı durdurmak istercesine dönüp, sarhoşlaşmış hissetmeme neden oluyordu. Dudaklarımdaki nefes içimin alev almasına sebepti. Noyan bir ateşti ancak anlatılıp tasvir edilemeyecek bir ateş. Bütün benliğimi sadece dudaklarıyla çepeçevre sarıyordu. Noyan suydu, buz gibi ve daima orada olacağından emin olduğum bir su. Yangını durdurabilecek kadar kuvvetli bir su. Fakat Noyan ateş olsa da bir yangın çıkarmaktan ziyade, ‘Birlikte halledeceğiz…’ cümlesinin sevgi dilinde açılımıydı.

Ellerime kadar ulaşan parmakları yönünü değiştirip belimi okşarken dudakları dudaklarımdan ayrıldığında usulca boynuma bir buse bıraktı. Kokumu ciğerlerine çeken bir öpücük ancak bu kadar tepe taklak edebilirdi beni. Kollarında olan bedenimin irkildiğini hissetmeme ihtimali yoktu fakat usulca çekilecekken dudakları bu kez başıma yaklaştı. Şakağıma derin bir öpücük bırakırken belimdeki elinin biri de usulca saçlarımı okşadı. Bu kadar şefkatin arasında bu denli tutku hissetmem akıl alır bir iş miydi acaba sahiden? Saçlarımdaki parmakları usulca tutamlarımı kulağımın arkasına sıkıştırırken olabilecek en sakin şekilde omuzuma, oradan koluma, kolumdan elime süzüldüğünde nahifçe okşadı parmak uçlarımı. Her bir zerremde dokunduğu noktalarda ufak kor parçaları bıraktı.

Açtım. Noyan’ın nefesi sanki yaşadığımı hissettiğim her anda açlık da hissedeceğim bir şeydi. Öpüşünü, nefesini, varlığını dudaklarımda daha çok istedim. Nefesini nefesimle bu kez ben çarpıştırdım. Parmak uçlarımdaki varlığı alaşağı ediyordu ruhumu ki belimdeki eli daha çok yasladı bedenine bedenimi. Az önce nahif ve kırılgan bir şeye dokunurcasına olan parmakları derin yırtmacımdan içeri sızdı, bacağımdan kalçama doğru dolaştı. Dudaklarımın üzerindeki dudakları, belimi sıkıca kavramış kendine çeken eli, kalçamı ve bacağımı okşayan avuç içi şaraptan daha çok sarhoş ediyordu. Öyle ki parmakları bacağımı sıkıca kavrayıp çektiğinde kendimi Noyan’ın beline sarılı bacaklarımla buldum.

Rahatsız hissetmedim. Edemezdim. Bu öyle bir şey değildi. Onun bana göre kocaman gövdesi yuvadan farksızdı. Teslimiyet, rahatlama veya huzurdu. Bedenimdeki ufak sarsıntıdan anlayabildim harekete geçtiğini, bir de çok kısa süre sonra sırtım sert ve soğuk bir yüzeyle bütünleştiğinde ayırt edebildim. Dişleri alt dudağımda izler bırakmak istercesine sert hamleler yaparken bacağımda hala dolaşmaya devam eden eli kalçama doğru süzüldü, tenimde dolaşan parmakları mengene gibi sıkılaştı.

O an kafamın içinde unutulmaya yüz tutmuş şimşekler çaktı. Tüm vücudum sanki sert bir darbe almış gibi kaskatı oldu. O gerginliği hissetti, o korkumu iliklerime kadar gördü fakat herhangi bir yanıt beklemedi sormadığı soruya rağmen. Dudakları dudaklarımdan koptu öncelikle fakat yine de çok uzaklaşmadı. Alnını alnıma yasladı, birkaç saniye durdu, nefesi dudaklarıma çarptı. Yer çekimi varlığını anımsatırken hala bacaklarım beline dolanmış, öylece olduğum yerde bekliyordum.

‘Ben…’ derken sesimin titremesiyle sımsıkı kapattım gözlerimi. Alnını alnımdan çektikten sonra şakağıma henüz yaklaşmış dudakları kendini hissettirdiğinde nefes almaya çabaladım. Böyle bir laneti şu an istemesem de içinde yaşıyordum. İsmi çok sık geçmese de yaşattıkları acıtan Çelik’in kirli yüzüyle karşı karşıya kalıyordum.

‘Problem yok Deran…’ derken şakağımdaki dudakları yanağıma olabilecek en masum öpücüğü bıraktığında hala sıkıca bedenimi kavrayan kolları gevşedi ve ayaklarımın yere basmasını sağladı. Bir problem olmadığını belirtmek ve alan açmak ister gibi bir adım geri çekildiğinde dudaklarındaki tebessüme göz attım. Noyan beni görüyordu ve benim bu görülmeye ihtiyacım vardı. Yüzü tam karşımda dursa da gözlerimi kaçırdığımda çenemin altındaki desteği ve alt dudağımı usulca okşayan baş parmağı ona bakmamı ister gibiydi. Zorlukla çevirdiğim gözlerimle dudaklarındaki o ufak tebessüme rağmen kendini gösteren sol yanağında, sakalları arasına gizlenmiş gamzesini fark ettim.

‘Her ne ise…’ derken havalandırdı kaşlarını, ‘Seni inciten her ne ise hepsinin karşısında duracağım.’ Boğazıma sert bir yumru oturdu, yutkunsam parçalayacak, ağlasam yakacak bir yumru, ‘Tam da bu yüzden problem yok.’ Başını dediğinin gerçekliğine inandırmak ister gibi usulca salladığında bende aşağı yukarı salladım. İnandırmak istemesine gerek yoktu, inanmıştım. Beni gördüğü, hissedebildiği için ona zaten inanmıştım. Ona karşı olacak bir sorguya kapatmıştım kendimi.

Duvarla arasında kalan bedenimi usulca kurtarıp merdivenlere yönelerek çıktım basamakları. Girdiğim odayla sırtım anında kapattığım kapıya yaslanırken elim göğsümün orta yerine yuva gibi yerleşti. Noyan’ı daha çok öpmek istemek, onunla daha çok bütünleşme dürtümü bütün vücudum ekarte etmişti.

Her hücrem ona karşı bir doyumsuzluk taşırken, daha da fazlasına ihtiyaç duyarken zihnimin içinde benimle oyun oynayan bir canavar vardı. Ondan kurtulmalıydım. Şimdiye kadar hiç istemediğim kadar istiyordum bunu. Çünkü daha önceleri zannederdim ki o travmalarla yaşamayı öğrenmiştim. Ama hayır. O travmalar beni yönetmeyi öğrenmiş, ben ise buna boyun eğmiştim. Ve bu gece bir kez daha yüzüme karşı kahkaha atmıştı geçmiş. Kötü huylu bir hücreymişçesine tüm bedenimin yönetimini ele geçirmiş, dokunurken camdan bir bibloya davranır gibi tavır takınan Noyan’a karşı kendini kilitlemişti. Kabuslarımı da kahkahalarıyla geri getirerek.

Normal giyimime döndüğümde rahatlamış hissediyordum. Kalbim daha sakin atıyor, tansiyonum normal seyrine dönüyordu. Böylesine etkisi altına girdiğim adama akıl sır erdiremiyordum fakat bundan hazda alıyordum.

Aklımı kaçırmak üzereydim Noyan söz konusu olduğunda. Bir öpüşme böyle derinlemesine yenebilir miydi insanı bilmem ama beni yeniyordu. Herhalde bir nebze iradem kaybolmuştu. En azından Noyan’a karşı. Çünkü eğer aşağıda kendisi bu duruma nokta koymasa olay çok daha farklı yerlere gidebilirdi. Ben bundan deli gibi korkarken içimdeki kalabalığın çığlıklarını bile duymuştu Noyan... Bu izahı güç bir durumdu. Bu izah edilirse kaybolacağı düşünülecek kadar yüksekteydi. O yüksekliği tanıyordum. Ben o yükseklikte hep tek başımaydım, en ucundaydım, inmeme de düşmeme de fırsat sunulmamıştı fakat şimdi yaşayamadığım da ölemediğim de o uçurumda tek başıma hissetmiyordum.

Çeki düzen verdiğim nefesim ve kıyafetlerimle tekrar verandaya döndüğümde Noyan’ın yeniden dosyalara gömüldüğünü fark ederek oturdum yanına. Laptoptan bir maile daha karşılık verip sonunda ekranı kapattığında kenardaki kadehini alarak sağ bacağını yukarı çekip bana çevirdi bedenini.

‘İş konusuna gelelim mi biraz?’ dediğinde kaşlarımı havalandırsam da benim unutmama rağmen kendisinin harici diskinin epey geniş kapasiteli olduğunun da farkına varabilmiştim. Başımı onay verircesine sallarken bende hala sehpada olan kadehimi aldım parmaklarıma.

‘Söyleyeceklerim sevmediğin o plaza hayatına dair önerilerim. O yüzden ciddiye alıp almamak sana kalmış.’ Dediğinde başımı tekrar sallarken karşımda bir öğretmen edasıyla duruşu tebessüm etmeme neden oldu. Gözlüklerini çıkarıp sehpaya bırakarak şaraptan bir yudum daha aldığında alt dudağını ısırıp derince soluklandı. Az önce hiç yaşanmamış gibiydi, az önceye dair merak ettiği bir durum yokmuş, neler olduğu asla aklında dönmemiş gibi…

‘Bugün olduğu gibi şirkete alkollü gitmen olan vasfını, güvenilirliğini ve saygınlığını da bozar. Standart sebeplerden işten çıkarılabilecek bir beyaz yakalı değilsin fakat unutma ki bir beyaz yakalı için de alkollü işe gelme düzen bozmaya girer. Ki olduğun yönetim kurulu için bu çok daha önemli bir meseledir.’ Derken anladın mı dercesine kaşlarını havalandırdığında bugün Adel’in verdiği sakız daha çok anlam kazanmıştı. Hele ki mentolü yüzünden gözlerimi dahi yaşartması kesinlikle ama kesinlikle gerekliydi. Başımı anladım dercesine sallarken uslu bir öğrenci gibi Noyan’ı dinlemeye devam ettiğimde yandan bir gülüş gönderdi.

‘Senin için sıkıcı toplantılar başkaları için değerlidir. Yönetim kurulunda olan bir insanın bu toplantılara katılımı daha mühimdir. Şirketin başında değilsen, yani kurucusu veya direkt olarak söz sahibi olan ceo su değilsen toplantı odasında daha önceden olmaya dikkat et. Beş dakika yeterli bir süre bunun için.’ Diyerek şaraptan bir yudum aldığında yine başımı salladım.

‘Katılım gücü güzeldir. Eğer aklında bazı planlar varsa, ki kendi evine çıktığın halde hala o şirkete gidiyorsan muhakkak vardır, var oluşunu göstermen mühim. Çünkü birisi altındaki sandalyeyi çekmeyi kafaya koyduysa dahi eğer ki sen ses getirecek bir adaysan bir kalemde varlığından vazgeçemezler.’ Bu kez benim kaşlarım şaşkınlıkla havalandığında gülümsemesi daha profesyonel hale büründü. Karşısında artık sevgilisi olan kadın ben değil de, işi öğrettiği bir öğrencisi var gibi gülümsüyordu.

‘Kendimi gösterdiğim taktirde babamın istifa etmemden vazgeçeceğini mi düşünüyorsun?’ dediğimde gözlerim kısılsa da Noyan bir dal sigarayı eklemleri arasına sıkıştırıp ucunu yakarak derin bir nefesle baş sallaması bir oldu.

‘Kalifiye eleman her zaman değerlidir. Mükemmel eğitimler almış ve sadece o sevmediğin plaza için yetiştirilmiş bir kadınsın. Bu işi senden daha güzel kıvırabilecek kimse yok fakat potansiyelini Zeren bey görmediği sürece anlamı yok. Gelelim davet konularına.’ Tekrar sessizliğe gömülürken Noyan kenarda duran siyah defterini alarak arasına sıkıştırdığı kalemin olduğu sayfayı açıp bana uzattı. Tarih 29 Şubat’ı gösterirken sadece bir gün içerisinde olan biten her detay kalemlendirilmişti. Üstelik nerede ne kadar zaman duracağını dahi yazmıştı saati saatine. Benim mıymıntı gibi davrandığım yoğun dediğim gün aklıma geliyordu da önümdeki sayfada çok ama çok daha ağırı vardı. Bir sayfa daha çevirip 1 Mart’a geçtiğimde oranın da aynı şekilde kalabalıkta kalmışlığıyla gözlerimi Noyan’a çevirdim.

‘Planını, programını kimsenin eline bırakamazsın. Bu yüzden gündemi iyi takip etmelisin. Yarın olacak davete mutlaka çağırılmışsındır. Bunu itibarını zedelemek için kullanmak adına gizlediler muhtemelen. Davetler protokoldür, önemsiz görünür fakat iş dünyası için öyle değildir. Her davetin bir anlamı vardır ve her bir davet sana yeni müttefikler kazandırır.’ Dediğinde şaşkınlığım devam etse de Noyan uzattığım defteri alıp kenara bırakmış ardından hala eklemlerinde olan sigaradan bir nefes daha çekmişti.

‘Sen bu zamana kadar süslenip püslenip hava atan kadınlar, birbirlerine yüksek perdeden övgüler yağdıran adamlar gördün muhtemelen…’ sorarcasına olan haliyle başımı onay verircesine sallamıştım ki Noyan dilini damağına vurarak cık sesi çıkardı, ‘Öyle değil aslında. Eğer katıldığın davet bir sosyal sorumluluk projesi üzerineyse basın da dahil olmak üzere herkes seni özverili görür, kurumsal bir firma davetiyse ev sahiplerine karşı bir zorun olmadığını gösterirsin.’ Diye devam etti. Kırk yıl düşünsem aklıma böyle yorumlanacağı gelmezken Noyan’ın durumu epey ciddiye almasını Zeren beyle karşılaştırıyordum da dedikleri fazlaca doğru olabilirdi. Noyan’ın tüm anlattıklarından aklıma not ettiğim en önemli şey kendime bir ajanda almak olabilirdi. Çünkü birisi bana hatırlatmazsa ben asla ama asla aklımda tutamazdım. Daha doğrusu aklımda tutacak kadar önemsemezdim.

‘Son olarak…’ dediğinde ne olduğunu daha fazla ne olabileceğini merak ederek gözlerine baktığımda işaret parmağı ile burnumun ucunu hafifçe yukarı kaldırıp göz kırptı, ‘Şu burnun biraz havada dursun. Bu dünya kibri sever.’ Diye devam etse de artık kararlıydım. Beni en çok zorlayacak seçenek kibir meselesiydi. İnsanlara burnu havada bakmak, onları ciddiye almaz gibi davranmak çok ama çok zordu.

Yüzüm nasıl düştüyse Noyan gülümseyerek kolunu omuzuma atıp bedenimi kendine çekerek başımın üzerine dudaklarını bastırdı. Yaraları acısa da bunu fark ettirmemek için çaba içerisinde olacağını bilerek göğsündeki başımı kaydırıp dizine yasladığımda parmakları da saçlarımın arasında dolaşmaya başlamıştı. Gözlerim bahçenin bitimindeki duvardan yansıyan aydınlatmalarda dolaşırken iç çektiğimde hala parmaklarım arasında olan kadehi de sehpaya bıraktım.

Hayat beni istediğimden çok daha farklı bir konuma getirmişti. Hayat beni sevmediğim o duruşun arasında kalmaya, o duruşa sahip bir insan olmaya zorluyordu. İsteklerim çok daha farklıyken ulaştığım nokta mecburiyetlerle çevrili bir çıkmaz sokak gibiydi. Tek çıkış kapısı olan o sokağın başına da bir kamyon dolusu moloz yığmışlardı sanki. Dirayetim, bunca zaman doktor olacağım inadım gittikçe köreliyordu fakat ben o umut ettiğim noktadan vazgeçmek istemiyordum. Ben o ketum, suratsız, oyuncu insanlardan olmak istemiyordum.

‘Bütün bunları istemiyorum.’ Mırıldanırken avuç içlerimi birleştirip Noyan’ın diziyle yanağım arasına yerleştirdiğimde saçlarımdaki okşaması da bir an olsun durmadı.

‘Bütün bunlardan kastın ne?’

‘Şirketi, insanlara yukarıdan bakmayı, kendimi dört duvar arasında kaybetmeyi istemiyorum.’ Derken iç çektiğimde kenarda duran sigara paketimden alıp yattığım konumu bozmadan yakarak derin bir nefes çektim.

‘Peki neden şirketten istifa etmeni istediğinde o an yapmadın?’ dediğinde sertçe yutkundum. Eğitimim, hayatım, bir şekilde gelecek hayallerim için gereken buydu. Finansman sağlama mecburiyetim vardı ve bu ödenecek bir bedelle beraber elime şans olarak geçmişti.

‘Mecburum. Akademik kariyerim için, hayatıma devam edebilmem için.’

‘Maddi olarak mı yoksa aklında farklı şeyler var mı?’ diyen Noyan’ın sesi de gittikçe kısıklaşmıştı ki başımı onay verircesine salladığımda iç çekti.

‘Bu muhtemelen reddedeceğin bir şey ama mecbur değilsin. Ben her anlamda yanındayım.’

‘Kendi ayaklarım üzerinde durmam gerek Noyan.’ Dediğimde sigaramdan bir nefes daha çekerek dizinden kaldırdım başımı, ‘Bazı şeyleri tek başıma çözmem gerek.’ Diye devam ettim. Noyan itiraz etmek için dudaklarını aralasa da aklına ne geldiyse başını onay verircesine salladı.

‘Sadece aklının bir köşesinde bulunsun, ben her türlü destek için hep yanında olacağım. Ne zaman istersen.’ Anladığımı belirtircesine salladığım başımla gülümsemekten de kaçınmadım. Kolay kaçış yolları seçemezdim veya babamdan kaçarken başka bir adamın boyunduruğu altında kalamazdım. Zeren beye söylediğim gibi ödemesi gerekenler vardı, yirmi beş sene kadar borçlu olduğu konular ve ben hakkımı alacaktım. Asla bilmediğim bu dünyayı öğrene öğrene, o dünyada belki de kendi ruhumu çürüte çürüte hakkım olanı çekip alacaktım.

‘Bu gece kalsana bende.’ Dediğinde bakışlarım tekrar Noyan’ın gözlerini buldu, ‘İtiraz etme, Adel’de adam akıllı dinlensin bir gece. Yerine kimi versem itiraz ediyor herif.’ Diye devam ettiğinde gülümseyerek başımı salladım.

‘Herkesi hipnoz ediyorsun. Ve bunu yüreğinle, insanlığınla yapıyorsun ya ayrı bir düşüyorum.’ Derken telefonunu sehpadan alıp birkaç kelime yazıp gönderdiği gibi ayağa kalktı. Uzattığı elini tutup bende harekete geçtiğimde ufak adımlarla takip ettim. Basamakları tırmanırken üç katı bitirdiğimizde daha önce sızıp kaldığım o odanın tam karşısındaki odanın kapısını açarak girmem için çekildi önümden. Ardımdan kendisi de girerken bakışlarım etrafta dolaştığında Noyan direkt olarak sürgülü kapıyı itip giyinme odasına girdi.

Geniş bir alana yayılmış odayı ortalayacak şekilde siyah başlığı olan modern bir yatak konumlandırılmış, iki tarafına tamamen camdan olan komodinler yerleştirilmişti. Yatağın ayak ucunda uzun bir puf varken odada harici kalabalık yapacak bir şey kalmamıştı. Yatağın tam karşısındaki duvarın sağ tarafında giyinme odası, sol tarafında ise içerisi tamamen görünen bir banyo vardı. Adımlarım pencerelere doğru ilerlerken çok geniş olmasa da terasa açıldığını fark ettim büyük boydan boya camların. Dışarıda duran geniş muhtemelen iki kişilik yatak gibi modern bir şezlong onun hemen sağ tarafında camdan sehpa ve sehpanın üzerinde de ufak bir abajur vardı. Terasın korkuluklarındaki aydınlatmalar ormanı göstermek ister gibi en düşük ışıkta yanarken Noyan’ın yaklaştığını camdaki yansımadan fark ederek arkamı döndüm.

‘Şort ve tişört çıkardım.’ Dediği sırada arkasında kalan giyinme odasını işaret ettiğinde ufak ama hızlı adımlarla oraya girip üzerimdekileri değiştirdim. Giyinme odası da tıpkı diğer yerler gibi camdı, sanırım Noyan’da fazlaca cam takıntısı vardı çünkü kıyafetlerinin olduğu dolaplar, içlerindeki çekmeceler dahi şeffaftı. Kendi evime çıkma zevkine erişmişken yaptığım temizliği hatırlıyordum da bu kadar şeffaf olan ortamı nasıl temizliyorlardı Allah aşkına. İnsan temizlik yaparken can verirdi. Üstelik sadece oturma odasına aldığım ufak komodin camken ben onu elli kez silmiştim, yine de iz kalmıştı. Burada ise asla ama asla öyle bir ibare yoktu, parmak izi dahi… İki duvarı boydan boya kaplamış giysi dolaplarının ortasında uzun gri bir yolluk ve ortada siyah bir puf duruyordu. Dışarıya açılan pencerenin hemen önünde ise bir boy aynası vardı. Giydiğim şortun belindeki ipi iyice sıkıp bağlayarak dışarı çıktığımda odadan çıktığını fark etmesem de tekrar dönen Noyan elindeki şişeyi uzattı.

‘Şanze’nin bu, makyajını çıkarmak için kullanıyor diye hatırlıyorum.’ Dediğinde elinden aldığım jelle gülümseyerek başımı salladığımda bu kez de banyoya ilerledim. Yüzümdeki makyajı temizlemem çok zamanımı almamıştı fakat sabah saçım başım birbirine girmiş halde Noyan beni görmeye hazır mıydı? İşte o konudan emin değildim. Gerçi adamın beni akmış makyajım, çalı süpürgesi olmuş saçlarımla görmüşlüğü vardı o kriz sonrası sabahta. Herhalde çok problem etmezdi, yani umarım etmezdi. Daha kötü halimi görmüştü sonuçta.

Banyoda işlerim bittikten sonra çıktığımda bakışlarım etrafta dolaşsa da bomboş odada gözüme çarpan savrulan tülle terasa yöneldim. Noyan kollarını cam korkulukları destekleyen demire yaslamış derince sigarasını ciğerlerine dolduruyordu. Ortamda hafif bir tonda müzik vardı, ki Noyan’ın çoğu alanda müziksiz duramadığını yeni fark ediyordum. Gerçi spora başladığımız günde ilk işi müzik açmak olmuştu. 2001 yılında çıkmış Nilüfer’in eski bir şarkısı kulaklarıma dolarken havalandırdığım kaşlarla ilerledim yanına, onun gibi kollarımı yasladığımda göz ucuyla bana bakıp gülümsedi önce. Yüzünde duru bir sakinlik, arka planda değişen parçalarda eski notalar varken sessizliğini koruyarak sigaranın dumanı arasında kaybolan dudakları ve arada yutkunurken harekete geçen âdem elmasıyla olabileceği en saf haldeydi. Noyan’ın sanırım Türkçe bir parça dinlediğinde ilk kez şahit oluyordum.

Bakışlarım ondan koparken ayaklarımızın dibine serilmiş uzun ormana döndü. Zifiri bir karanlık içinde olsa da ağaçların içerisinden sızan ufak aydınlatmaların parlamaları görünüyordu. Usul bir rüzgar vardı, üşütmese de şiddetleneceğini belli edercesine arada yokluyordu. Evin ilk katı karargahta hissettirse de üçüncü katı kocaman bir cennet gibi tüm dünyayı ayakların altına seriyordu adeta. Fakat burada da cam vardı, bu evde niye bu kadar cam ve şeffaflık söz konusuydu ki? Gerçi manzaraya bakarken cam ve temizlik düşündüğüme göre evin böyle olması değil asıl problem benim düşünme biçimimdeydi. Noyan sigarasının son nefesini derince çektikten sonra elindeki kristal küllüğe izmariti söndürdüğünde bakışları da bedeniyle beraber bana döndü.

‘Ben bir duş alayım.’ Başımı onay verircesine sallarken üzerindeki kapüşonluyu çıkarıp omuzlarıma bıraktığında şakağıma da ufak bir öpücük bırakarak girdi içeri. Gidişini takip ederken şezlongda duran sigaraya uzanıp bir tane yakarak oturduğumda derince iç çektim.

İnsanın huzuru nerede bulacağı belli olmuyordu. İnsanın nerede mutlu olacağı da belli olmuyordu. Aslında bu tamamen insanın nörolojik yapısına bağlıydı. Hislerimiz beynimizin neokortikal bölgelerinden kaynaklanırken, duygularımız aslında vücudumuzda olup bitenlerin zihinsel tasviri oluyordu. Güzel veya kötü tüm duygular beyinde başlayıp yine orada biterken fazla felsefik düşünmek insanı yıpratırdı.

Paul Eckman doğuştan olan temel duyguları tüm kültürlerle altıya ayırabiliyordu ki hepsini bire bir yaşıyorduk. Üzüntü, mutluluk, korku, tiksinti, sürpriz ve öfke... Bire bir hepsini deneyimlerdik ve nörolojik olarak bizi etkileyen durumlar her ne ise vücudumuz buna göre tepki verirdi. Ulusal Bilimler Akademisi Bildiriler Kitabı’nda yayınlanmış bilgiye göre ise insanların yirmi yedi duygusunun interaktif haritasını çıkarılmıştı. Bu haritada ise korku gibi altı temel duyguyla beraber hayranlık, tapınma, estetik beğeni, eğlenme, kaygı, beceriksizlik, can sıkıntısı, sakinlik, karışıklık, özlem, iğrenme, empatik acı, büyülenme, kıskançlık, heyecan, dehşet, ilgi, neşe, özlem, romantizm, hüzün, doyum, cinsel istek, sempati ve zafer vardı. Bazı araştırmacı psikologlar için temel hisler yedi de olurdu, sekiz de fakat ben Noyan’ın gözlerine bakarken büyülenmiş gibi hissediyordum. Olduğum ortam, dokunduğum herhangi bir cismin hissiyatı tamamen kayboluyordu. Ki bu bence zor değil imkansız denilecek bir durumdu fakat zihnim kafamı öyle güzel karıştırıyordu ki söz konusu Noyan olunca duygularımı dahi unutabiliyordum.

İçeriden kesilen su sesi ve sigaramın bitmesiyle beraber izmariti küllüğe basıp ayağa kalktım. İçeri girdikten sonra havanın soğuk olduğunu ancak fark edebilmişken kapının sürgüsünü örttüğümde Noyan omuzuna attığı baş havlusu elinde tuttuğu steril gazlı bezler ve pomad ile odaya döndü. Karnındaki yarayı keşfetme çabasına son verip kaldırdığı başıyla göz göze geldiğimizde yatağın ayak ucundaki pufa oturarak elindekileri de bırakmıştı. Bende Noyan’dan boş kalan alana yerleştiğimde paketli eldiveni alarak açtığım gibi taktım.

‘Hallederdim ben.’ Dediğinde başımı dalga geçercesine salladığımda gülümsemesiyle derin bir nefes doldurdum ciğerlerime. Adamı delik deşik etmiş resmen kevgire çevirmişlerdi. Eğer ki Gökmen abi kurtarma çabasına girmese hali ne olurdu tahmin dahi etmek istemiyordum.

Eldivensiz elimle pomadı çıkardığımda Noyan mücadelemi kesmek için krem kapağını açıp tüpü sıkıştırmıştı ki önce karnındaki yaraya daha sonra sol kolundaki üç ve sol bacağındaki tek yaraya kremi sürerek eldiveni çıkardım. Gazlı bezleri açıp üzerlerine yapıştırdığımda gözlerim de Noyan’a dönebilmişti.

‘Eline sağlık.’ Dediğinde gülümseyerek başımı sallayıp ortalıktaki gazlı bez ambalajlarını eldiveni toparlayarak banyodaki çöpe attım. Geri döndüğümde Noyan yatağın sağ tarafına uzanmış gözlerini de tavana dikmişti. Derin bir nefes alarak bende yanına sızdım usulca. Bakışları tavandan bana dönerken sağ kolunu açıp uzattığında başımı kaldırarak göğsüne sığındım. Genzimi dolduran çıra kokusuyla derin bir nefes alıp gözlerimi örterken aklımdan onlarca şey geçiyordu. Noyan’ın iş hakkında söyledikleri, elbiseleri giydikten sonra aşağı indiğimde öpüşü, gözlerinde gördüğüm ufak parıltılar.

Birinin başka bir insana aşık olup olmadığını kimse bilemezdi kendisinden başka fakat Noyan öyle bir bakıyordu ki bana aşık olmasa da olurdu. O bakışın sebebi her ne ise öylece bakması ve o duygusunun değişmemesi yeterdi benim için. Aldığı nefesleri hissederken sadece ufak bir dokunuşu ruhumun ürpermesini sağlıyordu. Bu durumda saçımda dolaşan parmaklarını hissetmekte yeterdi, bir tebessümüne şahit olmakta.

Sanırım ben sevgiye aç bir kadındım ve Noyan’ın gösterdiği birazcık ilgi dahi yeterdi. Ki bu sevgi yoksunluğu ciddi anlamda insanların başlarına sıkıntılı problemler gelmesine neden oluyordu genellikle. Peki benim Noyan’a karşı duyduğum ama adlandıramadığım bu duygu da o yoksunlukla alakalı mıydı? Bunu kırk gün düşünsem içinden çıkamazdım belki fakat ben öyle olmadığını iddia etmek istiyordum. Eğer ki sadece sevgi yoksunluğu yüzünden Noyan kalbimin böyle çarpmasına neden oluyorsa başka birisi de pek tabi yapabilirdi fakat bunca zaman bu çarpıntıya hiç rastlamamıştım vücudumda. Kalbim hiç boğazımda atmamıştı bir adama bakarken. Arkadaş çevremden herhangi birisi övgü yağmuruna tutsa, iltifatları önüme dizse de böyle utanmamıştım. Hiçbir erkeğe bu kadar bakmak isterken delicesine gözlerimi kaçırmamıştım.

Peki bunun kalpteki dili neydi?

Aşk?

Sevgi?

Veya sadece aksiyon yüzünden salgılanan endokrin hormonu?

Onu öperken dopamin de salgılıyor olabilirdim. Ama bence hiçbiri ile alakası yoktu, sadece oksitosin yüzündendi bunlar. Oksitosin, aşk hormonu… Zaten onun da temel kaynaklarında aşk, sadakat, mutluluk, sevgi veya umut yok muydu? Fakat işte ipler benim için tam bu noktada kopuyordu. Eğer bu gerçekten oksitosinin yaptığı bir şeyse içimdeki melekten çok daha fazlasını uyandıracaktı. Sonuçta o da tek başına değil yaşananlarla şekilleniyordu.

Ben bütün bunların haricinde bir yerde hissediyordum Noyan’ı. Aklımda dönüp dolaşanların her biri vardı ancak sığındığım vücudu evim gibiydi. Bu zamana kadar tadamadığım o yuva hissiyatı Noyan bedenimi sararken içimi ısıtıyordu. Aitmiş gibi hissediyordum. Dünya ayağa kalkıp itiraz etse, hayır nidaları kopsa, yer yerinden oynasa dahi bu aidiyet duygusu daha çok Noyan’a sokulma ihtiyacı hissetmeme sebebiyet veriyordu.

Öyle de yaptım. Başımı yasladığım göğsünden sonra dikkat ederek bedenine sardım kolumu, burnu saçlarıma gömüldü derin bir nefes çekti. Parmakları usulca saç tellerim arasında dolaşmaya devam etti. Karanlık odayı sadece başucu lambalarının loş yansıması aydınlatıyordu ve Noyan o sürekli cevabı havada kalan soruyu sordu.

‘Saçlarını neden kestin?’ sanki kendine yük olmuş gibi çıkan sesine rağmen sertçe yutkundum. Sussam peşini bırakır mıydı? Bırakmazdı. Eğer ki Gizay’ın anlattığı Noyan’ı biraz tanıdıysam veya bu zamana kadar onun diretmesini bir gram bile anlayabildiysem, biliyordum. Peşini bırakmaz, sebebini bulurdu. Tam açıklama için dudaklarımı araladığımda göğsünü şişirecek kadar soluklandı.

‘Saçlarına mı dokundu?’ zorlukla çıkan kelimeler vücudunun buz gibi donmasına neden oldu veya ben öyle hissettim. Elimin altındaki bedeni ve başımı yasladığım göğsü hareket etmeyi tamamen bıraktı. Hatta o kadar ki nefes alıp almadığından bile emin değildim. Benim ise gözlerim yanmaya başladı. Dakikalarca açık tutmuş, bir an kırpmamışım gibi iğneler battı gözlerime. Sonrada ufak bir sıcaklık göz pınarımdan süzülüp burun kemerimden Noyan’ın göğsüne düştü.

‘Tamam…’ az önce kaskatı olan sesi sakinleştirmeye çalışır gibi nezaketle çıkarken bedenini harekete geçirip bana doğru çevirdi. Yüzümü hala göğsüne saklama derdim olsa da çenemi nazikçe yakalayan parmakları başımı kaldırmama neden olduğunda yaklaşıp gözkapağıma ufak bir öpücük bıraktı.

‘Düşünme, sormadım say.’ Diyerek geri çekilirken diğer kolu da sırtımı sardığında bu kez istediğime ulaşıp göğsüne saklandım. Ne diyordu Sezen abla? Başını göğsüme sakla sevgilim, güzel saçlarında dolaşsın elim… Dinledim onu. Ben başımı Noyan’ın göğsüne sakladım, o saçlarımda elini dolaştırdı. Ağırlık çökene, artık hissizleşene kadar defalarca saçlarımın arasına minik öpücükler bıraktı. Tüm acıyı çekmek, o anı unutturma, her bir saç telime yaşanan kabusu yok saydırmak ister gibi.

Bedenimin irkilmesiyle gözlerimi araladığımda simsiyah odayı aydınlatan sadece evin dışındaki lambalardı. Gözlerim yansa da zorlukla kendime gelme çabasına girerken dümdüz uzanan kolumun altında Noyan’ın olmayışıyla kaşlarımı çattım. Saat kaçtı? Hava bile henüz aydınlanmamıştı. Kollarımdan destek alıp bedenimi dikleştirdiğimde banyoda da bir yaşam belirtisi olmadığını fark ettim. Çatık kaşlarla üzerimdeki örtüden sıyrılıp yataktan çıktıktan sonra kapıya yöneldim.

Elimin tersiyle gözümü ovuşturduğum esnada merdivenlere ulaştığımda aşağıdan basamaklara kadar sızan ışığı fark ederek inmeye başladım. İkinci kata ulaşırken Noyan’ın kısık ama bariton tınısını duymaya başladığımda tekrar yukarı çıkma düşüncesi aklıma gelse de vazgeçtim. Biriyle konuşuyordu ve karşısındaki kişi sesinin seviyesini o kadar düşük tutuyordu ki buradan anlaşılmıyordu. Ayrıca susamıştım ve saatin kaç olduğunu da merak ediyordum. Su yatağın başında olsa da Noyan’ın odasında saate dair herhangi bir ibare yoktu ve ben telefonumun nerede olduğunu anımsamayacak kadar uyku sersemiydim. Basamakları inmeye devam ettikçe Noyan’a karşılık veren sesin de Gizay’a ait olduğunu anlamam gecikmedi. Aralarındaki hararetli konuşmanın nedenini bilmesem de aydınlanmamış havaya baktığımda önemli olduğunu es geçemeyecektim.

‘Ben ne diyorsam onu yap, fazlasını değil Gizay.’ Diyen Noyan’dan sonra ayak sesleri duysam da bir süre sonra duraksamasını işittim, ‘Karım çocuğum olsa ben mi mühimim onlar mı? Saldırıdan çıkarım, daha önce defalarca çıktım yine çıkarım. O yüzden lafımı eğip büküp kafana göre hareket etme.’ Diye devam ettiğinde kumaş sesini işittim bu kez. Ne saldırısından bahsediyordu bunlar? Ne oluyordu gece gece Allah aşkına?

‘Yaralısın Noyan. Daha yeni toparlanıyorsun, tek başına bir yere adım atamazsın. O ruh hastası Zeren’in hala gözü üzerinizde. Herif daha yeni ölüm fermanını yazdı.’ Diyen Gizay dişlerini o kadar sıkarak konuşuyordu ki indiğim son basamakla gözlerim ikisini bulduğunda gerilen çene kasının da, büyüttüğü gözlerini de ayırt edebiliyordum buradan. Çatık kaşlarımla merdivenlerin başında durmuş ikisine baktığımda onlarında gözleri beni bulmuştu ki Gizay anında ayağa kalkarak derin bir nefes aldı. Burada karşılarında durmamdan hoşnut değildi, ki biriyle sessiz kalma çabası içinde kavga ediyor olsam ve piyangodan birisi çıksa bende rahatsız olurdum. Fakat konuşulan konu ortamda olmamdan rahatsızlık duyan Gizay’dan daha çok ilgimi çekmişti. Onlara doğru yaklaşırken gözlerim de duvardaki yansımalı saate çarptığında sabaha karşı beş olduğunu görerek iç çektim.

‘Ne saldırısı? Ne oluyor?’ derken koltuğa bedenimi bırakıp tekrar gözümü kaşıdım yumruğumla. İnsanın kafası hala açılmamışken gözlerini başkasının üzerine dikip tehdit ederek konuşturamazdı fakat karşımdaki iki adam da gayet kendilerine gelmiş görünüyorlardı. Kaç saattir bu durumdalardı da böylesine ayılabilmişlerdi ki!

‘Alarm mı taktın adama kızım sende.’ Diyen Gizay’ın şaşkın sesiyle tek kaşımı havalandırıp dediğini anlamak ister gibi yüzüne baktığımda gözlerini devirmekten kaçınmadığı gibi, ‘Beş dakika oldu yanından geleli herif dakikasına pıtı pıtı geldin.’ Devam da etti konuşmaya. Bakışlarım Noyan’a döndüğünde o da garipser gibi olsa da Gizay’ın yorumu hoşuna gitmiş olacak ki gizliden gizliye tebessüm ediyordu. Ortamın ışığı gözlerimi ciddi anlamda alırken oturduğum yerden kalkıp gülümsedim.

‘Siz devam edin.’ Diyerek mutfağa ilerlediğimde neredeyse bütün mutfak dolaplarını karıştırarak bardak bulup tezgah üzerindeki sürahiden su doldurup kana kana içtim. Noyan ve Gizay’ın sesi henüz gelmiyor olsa da kullanmayı nihayet tam anlamıyla öğrendiğim kahve makinesine su ve kahve ekleyip çalıştırdığımda çıkardığım kupalarla beraber sadece aspiratör ışığını yakmış olmama şükür ederek damla damla süzülen kahveyi tezgaha yasladığım kollarımla izlemeye başladım. Gözlerim sabaha karşı daha fazla ışığa tahammül edemezdi. Zaten neden kahve yaptığımı da bilmiyordum. Tamam içilirdi de bu saatte içilmesi şart mıydı yani?

Sanırım Gizay ve Noyan üzerlerindeki garipser hali atmışlardı ki konuşmalarını daha az hararetle devam ettiriyorlardı. Her damlasını izlediğim kahve sonunda demliğe tamamen boşaldığında fincanlara dağıtıp etrafa bakındım. Kenarda aksesuar olduğu çok belli olsa da neden böyle bir şey tasarım olarak piyasaya çıkmış bilmediğim ince kütük parçası vardı ve ben bir de bardak arama faslından sonra tepsi arayamayacak kadar erinen tiplerdendim.

Sunum tahtasının üzerindeki iki şamdan ve bir de bardak mumu tezgaha bırakıp üzerine kahveleri yerleştirdiğim gibi geldiğim sakinlikte salona döndüğümde yine ışık gözümü almaya başlamış, Noyan ve Gizay sessizleşmişti. Fincanlardan birini önce ayakta duran Noyan alırken diğerini de Gizay’a verip değerli sunum tahtasını sehpaya bırakıp bende kendi fincanımı alıp koltuğun köşesine kuruldum. Ayaklarımı yukarı çekerken kısık gözlerle baktığımdan olsa gerek Noyan’ın gözleri birkaç saniye yüzümde gezindikten sonra çıkardığı telefondan salonun ışığını loşlaştırmıştı. Teknolojinin faydaları bu anda devreye giriyordu işte. Garip değildi, şirketteki toplantı odalarında da aynı sistem mevcuttu fakat Noyan’ın rahatına düşkünlüğü evinin de aynı sistemi tüm odalarına döşetmesinden anlayabiliyordum. Ancak ve ancak evinde, yani gerçek alanında bu kadar teknoloji ve konforla içli dışlı olan bey şirketine neler yapmazdı işte onu kestiremiyordum. Bir ara kesinlikle şirketine de gitmeliydim. Uzay üssü falan kurduysa da şaşırmazdım zaten. Yine de olan sakinlikleri ve artık dillerinden dökülmeyen kelimelerle beraber derin bir nefes alarak gülümsedim.

‘Eee… Kim kime saldırıyor?’ sorumla ikisinde de gözlerim dolaşsa da korudukları sessizliğe rağmen ben Noyan’a diktim bakışlarımı. Aptal değildim, bunu anlaması gerekiyordu. Tedirgin ve birçok psikolojik sıkıntısı olan bir bireydim belki de ancak korkakta değildim. Eğer olup biten bir durum var ise bilmeye hakkım vardı.

‘Kimse kimseye saldırmıyor sadece Gizay kuruntu yapıyor.’ Diyen Noyan bakışlarını ona çevirdiğinde kaşlarını havalandırıp, ‘Öyle değil mi Gizay?’ diye devam etmişti. Bende onunla beraber Gizay’a baktığımda o ikimiz arasında dolaştırdığı yeşil gözlerini sıkıntıyla kapatıp derin bir nefes aldı.

‘İkinizde benim dostumsunuz aranızdaki iletişime beni karıştırmayın.’ Diyerek oturduğu ayak ucumdan hızlıca kalktığında adımlarını verandaya yönlendirerek dışarı çıktığı gibi sigarasını yaktı.

‘Babam yeni bir tehdit mi savurdu?’ gözlerimi Gizay’ın sıkıntılı halinden Noyan’a çevirdiğimde başını usulca sağa sola sallayıp az önce Gizay’ın kalktığı alana oturarak kahveden bir yudum içti.

‘Tehdit yok, herhangi bir aksilikte yok. Gizay hep tedirgin, hep panik atak halinde.’

‘Aksilik yoksa neden böyle?’ bedenimi kaydırıp başımı koltuk koluna yaslarken mırıldandığımda Noyan derin bir nefes alarak başını geriye bıraktı.

‘Garantici davranmayı seviyor. Yarın akşam olan davet fazlaca katılıma açık, bu da onu tedirgin ediyor.’ Açıklamasına sadece başımı onay verircesine sallayarak karşılık verdiğimde Gizay sigarasını bitirerek yanımıza dönmüştü. Bedenini sehpaya çaprazlama duran füme pufun üzerine bırakıp fincanını da sehpanın kenarına yerleştirdiğinde derince iç çekerek baktı ikimize. O an aklımdan kırk tilki geçişinden habersiz kendi kendine dipsiz bir kuyuya daldığında gülümseyerek bedenimi toparlayıp ayağa kalkmıştım.

‘Senden daha sonra bir şey isteyeceğim, unutturma bana olur mu?’ diyerek kahvemin son yudumunu da mideme gönderdiğimde ikisi de hangisi için konuştuğumu anlamak adına suratıma bakarken odaklandığım Gizay kaşlarını çattı.

‘Şimdi iste.’

‘Daha sonra. Şimdi gidip uyuyacağım çünkü siz aklınızı kaçırmış olmalısınız. Sabahın beşinde anormal bir durum varsa tartışırsınız ama şu an...’ Omuz silkerek başımı sağa sola sallayıp ikisinin ortasından çıktığımda kaşlarımı havalandırıp gülümsememi büyüttüm, ‘Gerçi benim yanımda konuşmuyorsunuz.’ Diye devam ederek basamaklara yöneldim. Gerçekten akıl sağlıklarının yerinde olduğunu zannetmiyordum. Bu saatte dinlemek yerine uykusundan kalkmış Noyan’ın da , erinmeden gücenmeden kalkıp buraya kadar gelen Gizay’ın da ağır psikolojik problemleri vardı bence. Ulaştığım yatak odasının kapı kolundaki yanıp sönen yeşil ışık dikkatimi çekse de umursamadan basıp içeri girdikten sonra yeniden yatağa ve uykunun kollarına bıraktım bedenimi.

Sabaha karşı uyanmış olmanın etkisinden olsa gerek kafamı vurup tekrar uyumamla gözümü tekrar açmam bir olmuştu. Ne ara gelip yattığını dahi hissetmediğim Noyan’a bakışlarım kayarken ufak bir tebessüm yapıştı dudaklarıma.

Gündelik hayatında mimikleri pek oynayan bir adam değildi. Hatta Gizay’ın anlattığı o kardeşin Noyan olduğunu bilmesem adam akıllı kaş çatıyor bile demezdim. Daima dümdüz, ifadesiz ve tepkisiz hali vardı. Onu bana göre ele verecek tek şey ise bakışlarıydı. Evet, benimle gülüyordu, şaşırıyordu, kaş çatıyordu ancak kalabalık bir ortamda dümdüzdü. Ona baktığımda hiçbir zaman küçük çocuğa benzetebileceğim tepkileri yoktu mesela veya aşırı derecede sinirli diyebileceğim hali de. Sanki Noyan doğduğu andan itibaren hep şimdiki yaşındaymış gibi geliyordu bana.

Uyandırmamaya dikkat edip bedenimi yan çevirerek avuç içlerimi birbirine bastırıp yastıkla yanağımın arasına yerleştirdim. Bir süre daha izledim çehresinin durgunluğunu. Yüz üstü dönmüş bedeni sayesinde yanağı yastıkla birleşmiş, dudakları hafif aralanmış huzurlu bir uykusu vardı, aynı zamanda derin. Belime doğru sarılan kolu sayesinde sol kürek kemiği daha havada olsa da yan dönmemle eş zamanlı kolu belimi sıkıca sarıp kendine çekmişti. Yüzü boynuma gömüldüğünde artık yastıkla arama yerleştiremeyeceğim elimi kaldırıp usulca saçlarını okşadım. Günlük yaşamında nizami bir halde arkaya doğru taranan saçları alnına dökülürken parmak uçlarımla okşadım her bir teli. Solukları da duruşu kadar sakindi. Dakikalarca saçlarıyla oynayabilir, hatta geri çekilirse yüzünü izleyebilirdim fakat gitmem gereken bir iş, dolayısıyla açık cezaevi gibi bir şirket vardı.

Bu derin uykusunu bozmak istemeyerek usulca yataktan çıkıp giyinme odasına geçerek üzerimi değiştirdikten sonra uyandırmama çabasına girerek Noyan’ın yanağına dudaklarımı bastırdım. Kapalı gözleri açılıp açılmamak arasında kalırken kısık haline rağmen parlayan mavileri öncelikle az önce yattığım tarafta dolaştı. Bu haline kendimi tutamayarak kıkırdadığımda mırıldanarak sırt üstü dönüp hala kısık olan gözleriyle beni bulduğunda dudakları ufak bir tebessümle kavislendi.

‘Kaçıyor musun?’ derken uyku mahmurluğu yüzünden daha kalın çıkan sesiyle başımı onay verircesine salladım.

‘Kahvaltı yapsaydık?’ diye devam ederken gülümsemem büyümüş diğer yanağına da dudaklarımı sıkıca bastırmıştım.

‘Makyaj, saç meselem var. Şirkete geçmeden önce de önerilerini dikkate alıp ajanda alacağım.’

‘Şirket ajandası vardır muhakkak o yüzden oradan artan zamanı benimle kahvaltı yaparak harcayabilirsin.’ Derken gülüşü kendini gösterdiğinde elimi kavrayan parmakları avuç içimi okşamaya başladı.

‘O kadar sıkıcı bir ajandaya sahip olamam. Dinlen sen.’ Dediğimde geri çekilecek olsam da Noyan doğrulduğu yataktan çıkmıştı bile. Sanki uyumaya devam etmesini söylememişim gibi kolunu belime sararak benimle odadan çıktığında aşağı kata kadar geldi.

‘Akşam güvenlik amaçlı seni Adel veya Gizay alacak.’ Açtığımız kapının önünde gözlerim ona dönerken itiraz için ağzımı açsam da başını sağa sola salladı, ‘O elbise ile mümkün değil araba kullanamazsın, taksiye de binemezsin.’ Diye devam ettiğinde iç çekip kapının hemen yanında duran Adel’e bakıp omuz silktim.

‘Madem öyle, akşam görüşürüz.’

‘Görüşürüz güzelim, iyi çalışmalar.’ Bu kez onun dudakları yanağımda iz bırakırken sıkıca sarıldığım bedeninden kopup merdivenleri inmeye başladım. Adel benden daha atik davranıp arabamın arka kapısını açtığında havalanmış kaşlarımla yüzüne baksam da etrafını dolaşıp sürücünün yan koltuğundaki kapıyı açarak yerleştim. Duruma itiraz etmemem onun için şükür sebebi olacak ki tek kelime etmeden arka kapıyı kapatıp sürücü koltuğuna yerleştiğinde çıktık yola.

‘Önce ev, sonra kırtasiye, sonra şirket. Uyar mı sana?’ derken çantamdan çıkardığım gözlükleri taktığımda Adel yine göz ucuyla bana baktı.

‘Nasıl isterseniz Belgi hanım.’ Dediğinde sadece başımı salladım. Çünkü Adel’den daha farklı cevaplar alabileceğimi zannetmiyordum. En uzun olan muhabbetimiz ailesini sorduğumda olmuştu. Daha doğrusu nasıl bu işe girdiğini öğrenmek istediğimde. Onun dışında sürekli kısa cevaplar veriyordu ve ben kendimi fazlaca meraklı gibi hissediyordum. Gerçi bu halime alışmış olacak ki artık büyük bir şok içerisinde kalmış gibi bakmıyordu ama yine de garipsemesi de geçmiş sayılmazdı.

Eve uğradığımda aldığım kısa duş, saç makyaj, kıyafet değişimi derken hızlanmam gerektiğine kanaat getirerek arabaya yerleştim. Adel’in en yakında bulduğu kırtasiyeden aldığım üzerinde sonbahar renklerinde çınar yapraklarının bulunduğu ajandamı da göğsüme basarak şirketteki odama ulaştığımda gülümseyerek kapıya vurup içeri giren Ebru’ya tebessüm ettim. Kollarındaki dosyaları masanın kenarına bıraktığında aldığım derin nefes duraksamasını sağlamıştı.

‘Ebru hanım, ayın plan takvimini de alıp gelir misiniz?’ beklemediği talebim yüzünden yüzü allak bullak olsa da anında başını sallarken hızlı adımlarla masasına ulaşmış dizüstü bilgisayarıyla beraber kalın bir defter alarak yanıma dönmüştü. Tepemde zebellah gibi dikilmesin diye oturmasını rica ettiğim Adel’in karşısındaki koltuğu işaret ettiğimde oraya yerleşerek bana baktı.

Sanırım Adel ve ben bundan sonraki hayatımıza siyam ikizleri olarak devam edecektik ve bir şekilde insanlar buna alışmalıydı. Ebru hanım telaşlı haliyle bilgisayarının kapağını açıp, masanın kenarına bıraktığı defteri karıştırmaya başladığında elimi defterin üzerine koyarak bana bakmasını sağladım. Gözleri tedirgince harelerimi bulduğunda yandan baktığım Adel hareketlerimi dikkatle izliyor olsa da anında telefonunu çıkarıp gömülmüştü.

‘Seninle en baştan başlayalım Ebru. Çok ama çok baştan.’ Dediğimde yüzümdeki ciddiyet sanırım fazla gelmişti ki Ebru defterin üzerinde duran parmaklarını çekerek çekingence başını salladı.

‘Bundan sonra bana gelen davetiyeleri başkasına değil bana getiriyorsun. Çünkü çok baştan başlamamız gerekirse sen benim asistanımsın, bu şirkette başka birinin değil. Anlaştık mı?’ dediğimde Ebru panikle gözlerini büyütüp açıklama yapacak olsa da kaşlarımı havalandırmam susmasına yetmişti, ‘Şu getirdiğin dosyalara gelecek olursam, başladığımda kimse sana fotografik hafızam olduğunu söylemedi mi? Çünkü bir haftadır aynı dosyaları getirdiğinin ben farkındayım. Gerçi senin kafan karışık o yüzden bilinçsizce yapıyor da olabilirsin.’ cümlelerim Ebru’yu daha çok dumur ederek tedirgin olmasını sağlasa da Adel bıyık altından gülüyor hatta kahkahasını zor tutuyordu emindim ki.

‘Belgi Deran hanım, ben, şey, genel müdür yardımcımız-‘

‘Ensar beye aptal olmadığımı söyle o zaman.’ Diyerek havalandırdığım kaşlarımla anlık bana dönen harelerini tekrar bilgisayar ekranına çevirdi.

‘Ne zamandır bu şirkette çalışıyorsun ve asistanım olmadan önce konumun neydi?’ sözünü kestiğimde derin bir nefes alarak dudaklarını ıslatmıştı ki artık yüzüme de bakmıyordu. Bir saniye olsun benimle göz göze gelmemek için klavyedeki harfleri ve sayıları inceliyordu. Ebru hanımın kötü birisi olduğunu düşünmüyordum, şu haliyle bana çocukluğumu hatırlatıyordu hatta. Zeren bey ne zaman başka bir olaya sinirlense ve ben ortamda olarak o konunun dönüp dolaşıp benim azabım olacağını tahmin etsem halı desenlerini izler, parmaklarımla oynar, tırnaklarımın kenarındaki derileri koparmaya çalışırdım. Gergin bir bekleyişti bu, bende böyle gergince muhtemel sonu beklerdim.

‘Altı yıldır, sizden önce Zeren beyin yardımcı asistanlığını yapıyordum.’

‘O zaman herkesle bir samimiyetin vardır?’ kaşlarım havalandığında kaçak göçek baksa da başını onaylarcasına salladı, ‘Çok güzel, artık büyük küçük demeden her toplantıdan haberim olacak, katılmam gerekmeyenler dahil. Görüşmelerim için zaman ayarlaması yaparsın ama sana bir talep gelirse bana aktaracaksın. Çok mühim biri olsa ve telefonda bekletmen gerekse dahi...’

‘Ama Belgi Deran hanım, biz asistanlarla görüşme takvimi hazırlıyoruz, hepsini de toplu yaparız.’

‘Toplu yapıyorsanız da artık iki oturumda alırsınız notlarınızı. İlkinde talepleri not edersin, bana söyler ve onayımı alırsın, daha sonra ise sen asistanlara onay verirsin. Ve Ebru, kimi asiste ettiğini unutma olur mu? Karşında yaşı yeni yetme olsa da bu dünyada büyümüş, plaza hayatı için yetiştirilmiş bir kadın oturuyor. Soyadı da İmerler.’

‘Nasıl isterseniz Belgi Deran hanım.’ Mahcup hali beni üzse de az önceki tedirginliklerinden daha onlarca şeyi benden gizli tuttuğunu hala kendini Zeren beyin yardımcı asistanı olarak gördüğünü anlayabilmiştim. Demek ki gerçekten de Noyan’ın dediği gibi bu dünya burnu büyük ve kibirli insanlara itimat ediyordu.

‘Belgi Deran hanım, bu akşam, ben size Zeren bey gerek yok ben söyledim dediği için iletmedim ama-‘ gülümseyerek başımı onay verircesine salladığımda alt dudağını dişleriyle ezip tekrar gözlerini kaçırdı. Bir insan olarak en çok utanacağım şey kişiyi iradesiyle, çabasıyla elde ettiği başarılarından soyutlamak olacaktı muhtemelen ama mecburiyetler bazen beni bile kötü bir insan haline getirebiliyordu demek ki…

‘Her bir kalemden haberim olacak Ebru. Zeren bey kadar bende çıkarabilirim seni işten ve bunu yaparsam sanma ki Zeren bey arkanda durur. O yüzden benimle iyi geçinmekten ziyade, iş tanımını gerçekleştir. Asistanım olarak.’ Dediğimde kadının şaşkınlıktan büyüyen gözleri beni bulduğunda dudaklarımdaki tebessümün derisine bir iğne gibi defalarca battığını fark edebiliyordum. Çünkü artık sadece mahcup bakmıyordu, korkuyordu da. Ne olacağından ne biteceğinden haberimin asla olmayacağını düşünen Ebru karşısında yeni yetme, şımarık Zeren İmerler’in kızı Belgi Deran’ı değil dişlerini gösteren vampiri izliyordu. Onun zannettiği kadarıyla kana susamışlığımla dişlerimi düşünmeden boynuna geçirmek için an kolluyordum fakat asla öyle bir niyetim olmadığını bilmediği içindi bu. En nihayetinde Ebru emek vererek buradaydı ve bende emeğe saygı duyan bir bireydim. Ancak oyun böyle oynanıyorsa mecburen kartlarımı sıkı sıkıya tutmam ve poker face olmam şarttı.

Günün kalanında Ebru şimdiye kadar dillendirmediği kadar çok toplantı, görüşme, ufak çaplı davet anlattı. Hepsini bir bir önce boş kağıtlara not almıştım daha sonra da ajandaya geçirmiştim. Şimdi sayfaları çevirdiğimde akşam Noyan’ın gördüğüm ajandası kadar kalabalık bir takvimim olduğunu fark edebiliyordum. Araya sıkıştırdığım iki küçük toplantı, ki Ebru küçük olarak adlandırsa da ikisi toplam dört saatime mal olmuştu ama atlatmıştım.

Sessiz sedasız kenarda bekleyen ve asla varlığını hissettirmeyen Adel sonunda bedenini dikleştirdiğinde ise gözlerim bilgisayar ekranındaki saati ancak bulabildi. Akşam beşe gelen zaman diliminde çıkmazsam ne saç, ne makyaj, ne de Noyan’la o davete gitmek söz konusu bile olamazdı. Adel’in bir şeyler demek zorunda kalmasına fırsat bırakmadan toparlanıp ayağa kalktığımda o da benim gibi harekete geçti. Beraber önce kalabalık asansöre ardından arabaya yerleştiğimizde sıkkınca nefesimi savurdum. Adel arabayı otoparktan çıkarırken Şanze’nin benim evimde beklediğine dair mesajına geliyorum yanıtını gönderip iç çektim.

‘Saldırı çeşitlerini bilir misiniz?’ Adel’in ben zorlamadan konuşmasıyla bakışlarım şaşkınlıkla onu bulsa da soru daha çok ilgimi çekmişti. Saldırı saldırıydı sonuçta, çeşidi olur muydu ki bunun?

‘Çeşidi mi var bir de?’ şaşkınlığıma sadece başını sallayarak onay verdiğinde sessiz kaldığımı, daha doğrusu onu dinlediğimi fark ederek yarım bir gülümseme sundu.

‘İstila, işgal, abluka, denizde kuvvet gösterisi.’ Dinlemeye devam etmek için daha da sessiz kaldığımda çantamdan sigara paketimi çıkarıp içinden bir tane yaktım, ‘Siz hangisini yapmak istiyorsunuz?’

‘Ne?’ çektiğim dumanı üfler üflemez yüzümü buruşturup bakarak mırıldandım. Saldırı halinde değildim ki çeşitlerinden birini kullanayım. Nereden çıkmıştı bu?

‘Holding ortamı sizlik değil, sadece bir süredir yanınızdayım ama ne zaman şirkete girseniz yüzünüzde kusacak gibi bir ifade oluşuyor. Çalışan insanlara da uzaylılarmış gibi bakıyorsunuz. Bu kadar sizlik olmayan bir yere ya zorla getirilirsiniz ya da saldırmak için. İlk seçenek geçen sefer babanız gelip istifanızı istediğinde yok sayılacak konuma geldi. Bu durumda saldırı için geliyorsunuz ama nasıl bir saldırı?’

‘Bilmem, sence hangi saldırı çeşidi için geliyorum?’

‘Abluka.’ Duraksamadan verdiği cevapla ilerlediğimiz otoyolda gezindi gözlerim. Sahiden neden şirketteydim ben. Evet Zeren beyin bana ödemesi gereken bazı bedelleri mevcuttu ancak bu şirket sınırlarında dururken aldığım kadar veriyordum da, ‘En azından şimdilik abluka…’ diye devam etti Adel.

‘Neden abluka diye düşündün?’

‘Çünkü içeridesiniz. Size belirli kapılar açıyor, inceliyorsunuz ve yavaş yavaş ele geçiriyorsunuz. Fakat tam olarak nereden bağlantıları koparacaksınız karar veremediniz, belki bunu istediğinizi bile bilmiyorsunuz. Şehrin içindesiniz, o yüzden de tanımanız gerekiyor haliyle. Bir sonraki hamleniz istila olacak, en son da işgal. Savaşın takvimi böyle işler.’

‘Abluka böyleyse istila yaptığımı nereden bileceğim? Ne olması gerekiyor?’

‘Siz çıksanız da o şehirde adamlarınız olmalı.’ Dudaklarındaki hain tebessüm havalandırıp indirdiği kaşlarıyla benim suratıma gelip yapışmıştı. Haklıydı. İstila tek başına olmazdı. Benim istediğim bedel ise sadece Zeren bey tarafından ödenmeliydi. Bu halimle tamamen alma verme dengesine dayalı şekilde, onun canını sıkan, benim ise zamanımı alan yöntemin dışına çıkamıyordum. Tebessümüm hala yüzümdeyken yaklaştığımız evle bakışlarım tekrar Adel’e döndü.

‘Önerin var mı peki?’

‘Estağfurullah Belgi hanım, ne haddime.’ Dediğinde kaşlarımı havalandırdım. Beni uyandırmıştı resmen, ne demek ne haddineydi, elbette haddineydi konu, söylemeliydi varsa aklında bir şey.

‘Söyle hadi…’ dediğim esnada arabayı evin önüne yaklaştırdı.

‘Subayken bizim koğuşlara giden bir koridor vardı. Askeriye genelde öyledir zaten, neyse. Bir gün koridorun sonundaki kapının üzerinde bir yazı gördüm. Diyordu ki-‘ arabayı durdurup hızlıca indiğinde şaşkınca çevreyi dolaşmasına baksam da kapımı açtı. Usulca inip inceledim yüzünü, ne diyordu?

‘İnat, inanç, intikam.’

‘Teşekkür ederim.’ Gülümseyerek başımı sallayıp bahçeye girdim direkt. İnat, inanç, intikam, aklımda tutmam gereken muhtemelen en önemli üç şey. Bir de zorlamadan, itelemeden konuşan Adel. Kendi kendine ilk defa konuşmuş, çekinmeden soru sormuştu ve ben henüz bu anlamda ilk girişimi olmasına rağmen, Allah aşkına konuş be Adel! kıvamına çoktan gelmiştim. Demek ki bu adamların konuşması değil konuşmaması yasaklanmalıydı.

Kenara bıraktığım telefonun ekranını aydınlattığımda saatin neredeyse sekize geldiğini görerek derin bir nefes aldım. Şanze son dakika kurtarıcısı gibi kucağına bastığı elbise kılıfı, yanındaki makyöz ve saç tasarımcısıyla gelip eve dalmasa bu kadar hızlı bu hale geleceğimi düşünemezdim. Saçımdaki ve makyajımdaki son ayrıntılar hallolurken çalışanlar kendilerini evden dışarı attığında Şanze asılı elbisenin parçalarını düzelterek gülümsemesini genişletti.

‘Sen gelmeyecek misin?’ derken üzerimdeki askılıdan kurtulduğumda o anında başını sağa sola salladı.

‘Böyle organizasyonlarda olmam genelde. Abim, yani Noyan abim mantıklı bulmuyor. Kendimi sosyeteye göstermem mantıksızmış. Daha duru bir hayat yaşamalıymışım falan filan.’ Omuz silkerken yüzünü buruştursa da gülümsedim. Bana da aynı olay sunulsun isterdim fakat ben çok daha önceden o sosyete tanıtılmış genç kadınlardandım. Cemiyet hayatına girişim için Zeren bey epey geniş çaplı bir organizasyon bile düzenlemişti. Üstelik bütün bunlar henüz on beş yaşımdayken olmuştu. Şanze’ye durum can sıkıcı görünse de beni bu dünyadan soyutlayacak abiyi emin olmalıydı ki bende isterdim. Zaman ilerlediğinde abisine bu konuda çok ama çok teşekkür edecekti.

Elbiseyi giydikten sonra Şanze bir elinde tuttuğu demonte eteğe bir de bana baktığında anında omuz silkip sandalyenin üzerine bıraktı. Kenardan aldığı aydınlatıcıyı da elbiseden açık kalan köprücük kemiklerimde gezdirdiğinde kendiyle gurur duyan o gözlerinin ışıltısına hayran olmamak elde değildi.

Deli doluydu Şanze, hatta bir miktar da ayakları yere basmıyordu fakat söz konusu süslenmek, birini süslemek, mütemadiyen moda olunca o kadar dik bir duruş ve kendinden eminlik sergiliyordu ki bu hali insanın istemsizce gıpta etmesine sebep olurdu.

‘Mükemmelsin fakat…’ derken kapının kolunda asılı bavul gibi olan koca çantasına ilerlediğinde dün akşam Noyan’a verdiği siyah kutuyla yanıma yaklaştı, ‘Bununla kusursuz olacak.’ Diye devam ederek kutuyu makyaj masasına bıraktığı gibi açıp içindeki parçayı parmakları arasına alarak bana yaklaştı. Anında bir adım geri çekilirken büyümüş gözlerimle süzdüm yüzünü.

‘Saçmalama Şanze.’ İtiraz dolu sesim havalanmış kaşlarıma eşlik etse de bir bana bir de elindeki onlarca pırlantayla işlenmiş, tam ortasında da beş tane mavi kesik taşın yıldız oluşturduğu gerdanlığa göz attı.

‘Bunu takamam, bana öyle bakma.’ Büyüttüğüm gözlerim hala aynıyken itirazımı yenilediğimde Şanze anında gözlerini devirdi.

‘Belgi abla, şu parça mütevazi olacağın bir parça değil.’ Dediğinde yeniden bana yaklaştırsa da bir adım daha geriledim. Ellerim de durdurmak istercesine havalandığında sıkıntıyla omuzlarını düşürdü.

‘Maliyeti çok yüksek ve ben bir pırlanta uzmanı olmadığım halde görebiliyorum bunu.’

‘Maliyeti kimin umurunda, ben sadece bu gerdanlık için elbiseleri tasarladım farkında mısın?’ o da artık itiraz için gözlerini büyütüyordu ama kararlıydım. Bu denli pahalı bir mücevheri takmayacaktım. Noyan’dan böyle bir şeyi kabul falan etmeyecektim.

‘Benim umurumda, böyle bir şeyi emanet olarak dahi taşımam.’ Dememle kahkaha patlatması bir olduğunda büyük bir nezaketle tuttuğu gerdanlığı hafifçe bana çevirdi.

‘Noyan Cenker Visam’la berabersin ve emin ol abim diye söylemiyorum ama bunun değeri onun servetinin yanında devede kulak. Ki emanet dedin diye bir alt yazı geçeyim bu hediye.’ Dalga geçer gibi olsa da ben o dalgaya kapılmıyordum. Bu fazlaydı, çok fazlaydı. Şanze üzerime geldikçe ben geriye kaçıyordum ancak duvarla bütünleşmeme az kalmıştı.

‘Böyle bir hediyeyi de kabul edemem.’ Diyerek başımı sağa sola salladığımda Şanze koca bir of çektikten sonra gülümsedi.

‘Bak, bana bunu boynuna takmam için abim görev verdi. Bırak yapayım ve siz bir araya gelince itirazını ona dillendir. Aksi taktirde fazlaca fırçasını yerim.’ Dediğinde hala ikna olmamıştım ama Şanze omuzlarıyla beraber kaşlarını da düşürüp dudak büktü, ‘Lütfen, ben zor durumda kalacağım.’ Cümlesi devam ettiğinde içimden bunun beni biraz bile olsa tanıdığı için bir acındırma olmaması adına dua ediyordum. Gözlerim anında telefonuma döndüğünde atak yapacak olsam da Şanze önüme geçti.

‘Hazırlanıyordur cevap veremez, bak şöyle yapalım ben bunu boynuna takayım, kutuyu da arabaya bırakalım, abimle arabada buluşursun zaten, o sırada siz karar verirsiniz.’ Bakışlarım tekrar makyaj masasına dönse de Noyan’ın fırça atma potansiyelini tahmin ettiğim için anında sıkkınca soluğumu bıraktım.

‘Kutusuna bırak ve kutuyu bana ver.’ Son çıkar yolumu kullanırken Şanze aldığı derin nefesle yanaklarını şişirip çağla yeşili gözlerini devirdi.

‘Sana vermem değil, boynuna takmamla görevlendirildim diyorum. Hem boynuna taktığım dakika kendini kilitlemeyecek, çıkarabilirsin sonuçta.’ Açıklaması can sıkıcı olsa da mecburen başımı sallayıp onay vermiştim. Şanze yüzündeki büyük gülümsemeyle gerdanlığı da taktığında kenarda duran çantamın içine telefonumu atıp elime tutuşturduğu gibi beni bahçe kapısına yönlendirdi. Dışarı çıkar çıkmaz gözüme çarpan gece karanlığından siyah gibi duran ama yansımasından dahi lacivert olduğunu anladığım GMC’yle karşılaştığımda gözlerim önce hazır bekleyen Adel’de ardından da Şanze’de dolaştı.

‘Devede kulak diyorum, kabul edemem diyorsun, al işte.’ Hafifçe omuz silkmesiyle başımı sağa sola salladığımda Adel kapıyı açtığında derin bir nefes alıp arka koltuğa yerleştim. Şanze bir kez daha elbisenin başına bir hal gelmesin diye eteklerini toparladığında kapı kapanmadan önce uzaktan öpücük attı.

‘İyi eğlenin.’ Derken elimi ona doğru uzattığımda arkasında sakladığı kadife kutuyu göz devirerek bıraktı avucuma.

‘Teşekkür ederim tekrar.’ Başını onay verircesine sallarken Adel kapıyı kapatıp sürücü koltuğuna geçtiğinde yanındaki koltuğa yerleşen ve isminin Güney olduğunu dün öğrendiğim adam da yerini almıştı ki duyduğum sesle kaşlarım çatıldı. Az önce sessiz arabanın içinde silah sürgüsü sesi mi duymuştum ben? Bakışlarım direkt olarak dikiz aynasına döndüğünde Adel’in sinirle gözlerini kapattığını fark ettim.

‘Adel?’

‘Tedbir sadece Belgi hanım.’ Gözlerini aralayıp dikiz aynasından bana baktığında gözlerinde de özür diler bir ifade vardı. Çok geçmeden arabayı harekete geçirdiğinde müziği açarak yanındaki oturan Güney’e benim duyamayacağımı düşündüğü kadar kısık seste ayar çekmekten de geri kalmadı.

Bir davete savaşa gider gibi mi hazırlanıyorlardı gerçekten? Aklım almıyordu bunu. Ki eğer Güney o sürgüyü çekmese ruhum da duymazdı. Noyan bu kadar korunaklı bir dünya mecburiyetinde mi diye sormak istemiyordum. Zaten en son sevgili babamın yaşattıkları göz önüne alınınca cevabı da netti. Fakat hep mi böyleydi de Güney bir anlık boşlukla rahatça silahını hazır hale getirmişti işte o merak konumdu. Gerçi öğrenmek isteyip istememek arasında ikilemdeydim. Sahiden o derin tarafı öğrenmek istiyor muydum? Bence hayır. Çünkü yüreğim daha fazlasını kaldırmaz ve yüksek tansiyon hastası falan da olabilirdim stres yüzünden.

Kafamın içinde dolaşmaya devam eden tilkilerle trafiğin en sakin olduğu yollardan geçtik, hatta bir ara kendimi İstanbul’da turist gibi hissettim. Çünkü Adel itina ile yolu uzattıkça uzatmış ve yabancı turisti dolandırmaya çalışan taksici gibi kafasına göre seyahat etmişti. Sonunda ışıkları yanmayan bir yalının bahçesine aracı girdirdiğinde kaşlarım çatılsa da farların yardımıyla siyah Ferrari’ye yaslanmış telefonla uğraşan Noyan’ı buldu gözlerim.

Üzerinde jilet gibi tabirini yaşatan dar takım elbisesi omuzlarından gerilmişti, içindeki beyaz gömlek tüm bedenine oturmuş, açık olan iki düğmesinden parlayan silver bir zincir vardı. Gömleği beyaz olduğu için veya ben bildiğim için karnındaki bandı seçebiliyordum. Saçları özenle taranmış ama yine de Noyan’a has dağınık bir görüntüyle bırakılmıştı. Kirli sakalı düzeltilmiş, yüzü her zaman olan halinden daha duruydu. Duruşu sertti, olabildiğince kararlı, kendinden emin, baş kaldıran şekilde bütün bedeni dik duruyordu. İzlerken kapılıp gittiğimden olsa gerek yaslandığı arabadan ayrıldığında arabanın durduğunu, Adel ve Güney’in ise indiğini yeni fark etmiştim.

Noyan’ın adımları arabaya yaklaşsa da Adel hemen karşı çaprazına geçip benim dudaklarını okuyamayacağım şekilde konuşmaya başladığında bakışları iki saniyede direkt olarak Güney’e ateş etti. Öyle bir hızdı ki Güney anında başını önüne eğerken sanki olay istemiyor ve bunun hesabını ayrıca alacakmış gibi sabır dilenircesine başını sağa sola sallayarak Adel’le ilerlemeye devam etti. Açılan kapıdan yerine yerleşip bana odaklanabildiğinde derin bir nefes alma ihtiyacı da hissetmişti. Az önce sadece araba farıyla seçebildiğim yüzü gülümsemeyle bana dönerken bende tebessüm ettim.

‘Güzelim…’

‘Bunun hakkında konuşmamız lazım.’ Pat diye buradan dalamazdım ama ortamda Adel veya Güney varken konunun bahsini açmak istemiyordum.

‘Bekleyin Adel.’ Diyerek kapıyı çektiğinde havalanmış kaşlarıyla bir boynuma bir de gözlerime baktı.

‘Çok yakışmış tahmin ettiğim gibi, sıkıntı ne?’

‘Şanze bana bunun hediye olduğunu söyledi ve konuyu seninle çözmem konusunda ayak diredi. Noyan, ben bunu kabul edemem.’ Elim boynuma giderken Noyan kaşlarını çatıp anında durmam için bileğimi yakaladı.

‘Ne yani sevgilime hediye alamayacak mıyım?’ sesindeki şaşkın ifadeyi oyuncular bile yapamazdı emindim ki fakat Noyan bunu ustalıkla yapıyordu.

‘Sevgiline hediye alabilirsin ama kırk aileyi geçindirecek şeyler olamaz.’

‘Neden?’ sorusuyla olduğum gibi kalırken dudaklarımı aralasam da mantıklı bir karşılık bulamıyordum.

‘Çünkü bu kabul edemeyeceğim kadar maliyetli bir hediye.’

‘Param var harcıyorum, bahsi yapılacak bir durum değil.’ Egosu için ağzının üzerine çarpmamak için kendimi tutsam da Noyan hafifçe omuz silkti, ‘Hem doğum günü hediyen bu, hediyenin geri çevrilmesi büyük ayıp bilmiyor musun?’ diye devam ederken kırmızı görmüş boğa gibi görünüyordum muhtemelen. İnsan daha birkaç haftalık sevgilisine böyle bir hediye alamazdı. Hayır görgüsüz diyecektim ama değildi, onu da biliyordum.

Ben dumur olmuş halde kalsam da Noyan cama elinin tersiyle vurup Adel ve Güney’in binmesini sağlayarak kendince muhabbete de son noktayı koymuştu. Şu an susmam kabullenmem anlamına gelmiyordu ancak Noyan sanki ufacık bir problem kalmamışçasına hareket ediyordu. Bomboş olan yalının bahçesinden çıkan arabayla derince soluklansam da elimin üzerine yerleşen sıcak parmakları ona dönmemi sağladı. Güven verircesine gülümsemesi veya bu konuyu uzatmayalım gibi olan bakışına kaş çatmam bir anlam ifade etmezken iki dakika sonra davetin olduğu yapının önünde araba duraksamak için yavaşladığında Noyan’ın hareleri tamamen bana döndü.

‘Benim için milyonlardan değerlisin, o yüzden asma yüzünü. İçimden gelen bir hediye hepsi bu.’ Bu durumun beni rahatsız ettiğinin farkındaydı fakat birkaç saniye sonra ineceğimiz için yüzümü düzeltme çabasına girmek zorundaydım. Araba durduğunda Adel Noyan’ın kapısını açmış, o indikten saniyeler sonra da Güney benim kapımı açmıştı ki uzattığı parmakları yakalayıp indim aşağı. Adımlarımız kırmızı uzun halıyı ezerken özenerek hazırlanmış detaylarla süslü alana geçmek adına basamakları çıktığımızda ardımızdan kapanan kapıyla derin bir nefes aldım. Az önce flaşları patlayan bütün fotoğraf makineleri objektiflerini yere çevirmiş, tüm habercilerin bakışları da köşede bir diktatör edasıyla duran Gizay’a odaklanmıştı. Habercilerin yanlış saymadıysam üç tanesi gülümseyerek Noyan’a baş selamı dahi vermişti.

Şimdiye kadar patlayan flaşlar yüzünden kim olduğunu dahi seçemediğim insanlara bakmıştım da bu sadece korku değildi, işin içinde saygı, güven vardı. İşlerini yapmalarına engel koyan Noyan ve Gizay’a karşı saygı duyuyorlardı. Ve benim için bu ciddi anlamda enteresandı. Yine de bu ayrıntılara boğulacak kadar iyi değildi durumum. Henüz girmediğimiz davet salonunu düşündükçe içim sıkılıyor, gerginlik tüm vücudumu esir alıyordu.

‘Baban da, babam da içerideler.’ Dediğinde sertçe yutkunup başımı onay verircesine salladım, ‘Kimsenin sana yanlış tek bir kelime etmesine izin vermeyeceğimden emin ol.’ Diye devam edince yeniden salladım başımı. Daha loş bir alanda kaldığımız için içerideki kalabalığın ve insanların farkındaydım, bu durum beni deli gibi geriyordu, ‘Şirketlerde ismi olan insanlar burada fakat itibarın asla ama asla zarar görmeyecek.’ Başımı yeniden salladım. Kendimi an itibariyle Erkan Yolaç’ın evet hayır programında defalarca çuvallamış gibi hissediyordum. Başımı emme-basma tulumba gibi sallamamalıydım. Artık bir cevap vermeliydim Noyan’a, ‘Hazır mısın?’ dediğinde bir de evet diyerek yeniden çuvallamamak için gözlerine döndüm.

‘Hazırım.’

Değildim. Bununla yüzleşmeye, bu dünyaya Zeren İmerler’in kızı olarak değil de sadece Belgi Deran olarak girmeye hazır değildim. Yanımda dik omuzlarıyla Noyan duruyordu. Benim aksime o kadar tavizsiz ve rahattı ki tüm bedenim ürpertiyle titrese bile onun gözlerindeki kararlı hale bakmak herkesin ürkmesine neden olabilirdi. Fakat korku benim iliklerime kadar işliyordu çünkü Zeren bey bana içeride olan herkesin aslında köpekbalıklarını anımsattıklarını defalarca dile getirmişti.

İçeridekiler köpekbalıklarıydı ve ben bir oltanın ucunda onlara sunulan yemek. Köpekbalıkları olta ucundan yemek yiyerek karınlarını doyurmazlardı. Onlar kanın kokusunu kilometrelerce öteden alırlardı. Köpekbalıkları aldıkları kokuyla gözlerine siyah bir perde çekerlerdi. Köpek balıkları dört yüz milyon yıldır varlardı. Bu okyanusu tanır, o okyanusta istediklerini bir çırpıda midelerine indirebileceklerine dair egolarıyla var olurlardı. Onların yüzgeçlerini kesip yaşayabilecekleri düşünülerek tekrar okyanusa atabilirdiniz fakat yaşayamazlardı. Yüzgeçleri yoksa diğer köpek balıklarına yem olurlardı.

Fakat her canlının korktuğu bir şey olmak zorundaydı. Bunu salona attığımız ilk adımda görebiliyordum. Köpekbalıklarının korktuğu ise Orka’ydı.

Bu hikayenin Orka’sı, katil balinası, Noyan Cenker Visam’dı...

Bölüm : 04.03.2025 00:36 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...