15. Bölüm

Bölüm 14

Ceren Öztürk
biceruvar

Selamlaaar... Yine ben ve bu kez Mart ayı bölümüyle. Bu ay iki bölüm daha kaldı yayınlayacağımız. Bu kurgudaki karakterler o kadar içime sindi ki bir bölümü dahi elli kez okumuş olabilirim. Öyle bir detay çalışması, öyle bir özenmek. Nasıl üzerine düştüğümü upuzun bir bölüm oluşundan anlayın. Bu emeği de lütfen beğenisiz yorumsuz bırakmayın, artık kalbimin çıt dediği yerdeyiz çünkü. Sizleri şaşkınlık anlarında aklı duran Belgi Deran ve delirdiği zaman kafası duraksamadan çalışan Noyan Cenker ile baş başa bırakıyorum.

İletişim için ve yeni bölüm haberi için instagram kullanıyorum beybiler... (BiCeruVar)

🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘🌑

Sual sorulmaz bir vazgeçişti bu,

Önü alınmaz, inkar edilmez…

Bir çocuk vardı, karar verdi,

Adı, niyas oldu…

Kırık bir kalp, kırık bir koldan daha çok can yakıyordu. Bunu on beş yaşımdayken öğrenmiştim. Basına tekrar tekrar yansıyan haberler yüzünden herkesten kaçmak adına okuldaki basamakları öyle hızlı çıkmaya, oradan o kadar çabuk uzaklaşmaya çalışmıştım ki birbirine dolaşan ayaklarımla çıktığım basamakları paldır küldür geri indirmişti hayat bana. O an, düştüğüm zeminde ardımdaki yüzme havuzunda olan yaşıtlarımın fısıldaşmaları değildi canımı acıtan. Çıkamadığım basamakların en üstünde şaşkın bakışlarla yüzümü inceleyen Arıkan’dı.

Arıkan, çocukluğumun vefalı bakışı…

Henüz durumu kavrayamamış halde bakarken kanayan sağ siz kapağımı, sol dirseğimi ben değil o fark etmişti. Benim çıkamadığım basamakları o koşarak inmiş, canım düştüğüm için acıyor zannederek sarılmıştı. Düşüncesi doğru değildi fakat sarılmıştı. Ve ben on beş yaşımda hıçkıra hıçkıra okul revirinde ağlarken herkes düştüğümde kanayan dizim veya kolumun acısından zannetmeye devam etmişti. Sevk edildiğim hastane de çalışanlar da canım yanıyor diye sanmıştı zaten. Herkes umursamadığım yaralarım ve kırık sol kolumun canımı çok acıttığını sanmıştı. Oysa kalbim o kadar yanıyordu ki ben kırık kolumu da, yaralarımı da hissetmiyordum.

O hastanede Gökmen abi kapıda belirirken sessiz tutmaya çalıştığım hıçkırıklarım bir isyana dönüşmüştü. Çevremde canhıraş çabalayan herkesi durdurup sıkıca sarılmış, geçecek demişti. Geçti değil, geçecek… Çünkü geçmiş olan düşüşümün çığlığı değildi, o da biliyordu.

Beni, on beş yaşında çıkmaya çalıştığım basamaklardan yuvarlandıktan sonra sadece Gökmen abi anlamış, Arıkan vefa göstermişti... Bir de bugün sualsiz halde kanayan kalbime sarılan Noyan…

O gün ağlıyordum, bugün susuyordum. O gün yanaklarım gözyaşlarım yüzünden sağanak yağış altındaydı, bugün bir çöl kadar kurak. O gün yalnız hissediyordum, bugün ise tamamlanmış…

‘Çıkın dışarı.’ Sesi büyük alanda yankılanırken duyduğum kapı seslerinden sonra bedenimi sıkıca kavrayan kollarla derince soluklandım tekrar. Bir kadın sevgilisine dönüp babam birisine ilgi göstermemi istiyor haberin olsun diye bilir miydi? Ben demek zorundaydım. Bir kadın buna mecbur bırakılır mıydı? Ben bırakıldığım evredeydim. Fakat sırtımı sıkıca saran kollar o kadar güç veriyordu ki oradan kopmak istemiyordum. Adeta kaburgalarının içine saklamak niyetindeydi Noyan beni. Sonsuza kadar böylece, hiçbir soru sorulmadan, yanıt bulmak zorunda kalmadan devam edebilirdim hayatıma.

‘Neden sinirlendin bu kadar?’ fısıltılı sesini boynuma çarpan nefesi yüzünde hissettiğimde iç çektim. Bu gözyaşını durdurmak için değildi fakat her iç çekme de dışarı vuran duygu durumu sayılmazdı zaten öyle değil mi? Boynuma çarpan nefesini sıcak dudaklarının teması durdurduğunda yeniden iç çektim.

‘Sana söylemem gereken şeye.’ Az önce kendi kendime köpüren halime rağmen bir anda süt liman olduğumdan kelimeler dudaklarımdan mırıldar gibi çıkmıştı. Hala kollarım Noyan’ın boynuna sarılıyken bu kez omuzumda hissettiğim dudakları ve derince kokumu içine çekmesiyle ufak bir tebessümle ayrıldım bedeninden. Daha doğrusu gözlerime bakmak için kendisi uzaklaşmak istediğinden mecbur kaldım. Ellerinin arasına sıkıştırdığı başım ve havalandırdığı kaşlarıyla harelerimi dip köşe kolaçan etti.

‘Bana bir şey söyleyeceksin ve buna sinirleniyorsun…’ başımı onay verircesine salladığımda bakışları ayağıma döndükten sonra tekrar yüzüme baktı.

‘İyi alıştın çıplak ayaklarla gezmeye.’ Sanki o içimi sıkan hal umurunda değilmiş, onu bir şekilde halledecekmiş de en büyük problemimiz çıplak ayaklarımın zemini ezmesiymiş gibi olan haline dudak bükmekle yetindim. Sağ omuzum hafifçe kalkıp indiğinde zorlukla yutkundum.

‘Topuğum kırıldı.’ Derken tıpkı onun gibi gözlerine odaklıydım. O kadar derin ve anlayışlı bakıyordu ki tek ama tek odak noktam o puslu mavileriydi. Üzerine sis çökmüş okyanusmuşçasına bakıyor ve gülümsüyordu. Gülümsemesi yüzünde dağılırken gözlerinin parladığına şahitlik ediyordum fakat daha önemlisi hala yerli yerinde, başımın iki yanında duran parmakları sıkılaştığında o içime attığım nefesi de bu anı bekler gibi bıraktım. Başımı kendine çekip saçlarımın arasına uzun bir öpücük bıraktı. Saçlarımın arasına gömdüğü dudakları bir süre sonra tenimden uzaklaşırken dudakları bir kez de dudaklarımın üzerini örttü ve güveni hissettiğim o kolları ayaklarımın da yerle bağlantısı kesti. Ringe kadar yaklaştırırken basamaklara bıraktı tuttuğu bedenimi. Kendi de yanıma oturduğunda tekrar ayaklarıma baktı.

‘Hangisi?’ gözleri gözlerime dönmese de dizlerimde gezinmeye başlarken havalandırdım kaşlarımı.

‘Ne hangisi?’ şaşkınlıkla baktığımda işaret parmağı ayaklarımı gösterdi bu kez.

‘Hangi ayağındakinin topuğu kırıldı?’

‘Sağ.’ Umursamazca konuşsam da nazikçe bacağımı tutup dizine çıkardığında kaşlarım çatılsa bile bunu önemsememiş ayağımı hafifçe oynatarak incelemeye devam etmişti. Bileğimi tutan parmakları o kadar naif davranıyordu ki varla yok arası bir hissiyat dolaşıyordu tenimde ve o bileğimi, ben ise onu izlerken kuşkulu gözleri gülümseyerek bana döndüğünde duruma bir kanaati olduğunu fark ederek iç çektim.

‘İncinmemiş.’ Sanki en önemli mesele buymuş gibi takındığı tavır daha çok dumur etse de silktim omuzlarımı.

‘Sorsan bende söylerdim.’ Daha önce o kadar incinmiştim ki burkulan bileğim önem taşımıyordu. Daha önceleri öyle hırpalanmıştım ki altıma dinamit döşeseler ve bununla tehdit etseler mental sağlığıma etki edemezlerdi. Fakat Noyan bunların hiçbirini bilmiyordu. Noyan yanında olduğum tüm süreçler boyunca fiziken zede alıp almadığıma odaklanıyordu. Bugün kalbim kadar bileğim ağrısa ortalığı birbirine katardı fakat ben sanırım bunu gizlemekte ustalaşmış birisi olarak belli edemiyordum.

‘Garantici adamım ben. Anlat bakalım şimdi, ne oldu?’ bacağım hala dizlerinin üzerindeyken dirseklerini ringe yasladığında derin bir nefes alarak alt dudağımı dişledim.

‘Hafta sonunda İzmir’e sempozyuma gideceğim, tıp sempozyumu…’ ne zaman kararsız kalsam o zaman uzardı benim cümlelerim. Ne vakit emin olamasam detaylardan daha çok düşünecek süre bulmaya çalışırdım kendime. Ve zaman, konum fark etmeden hangi zaman diliminde olursak olalım, ne zaman kalbim sızlasa susardım…

‘Ve baban arıza çıkardı?’ kaşları havalandığında başımı sağa sola sallamıştım ki gözlerini kısarak süzdü beni. Noyan bile bunun içinde bir iş olacağının farkına varabiliyordu. Ben bunun bilincinde olabilirdim ama babamla sadece bir kez adam akıllı yüz yüze kalmış Noyan dahi işin içinde iş arıyorsa sıkıntı sadece benim bildiklerim dahilinde değildi.

‘Bugün haber vermek adına odasına gittim. Misafiri vardı, Mithat bey.’ Başını devam etmem adına salladığında aldığım nefesler sebebiyle artık derisi kavlamış dudağımla daha çok uğraştım.

‘Kendisini hatırlamıyorum ama ben çocukken falan görüşmüşüz. Tolga isminde bir oğlu varmış, onunla da İzmir’deyken oynarmışız, öyle bir şeymiş herhalde, tam şey yapamadım.’ Elimi odaklanmasını istemeyerek rast gele salladığımda dudaklarında usul bir tebessüm oluşmaya başladı.

‘EEE….’ Bu eee, o malum su kaynamaya başladı eeesiydi muhtemelen. Sertçe yutkunduğumda bakışları da hala merakla bende olan Noyan’a gülümsemeye çabaladım.

‘Bu Tolga denen vatandaşta o sempozyumda olacakmış.’

‘Bak sen şu işe. Sonra?’

‘Zeren beyler de hafta sonu vakit geçir diyerek tehditlerinden birkaçını savurdu, işte Tolga orada bugünden git diye emir verdi. Ve bende düşündüm ki bu birazcık oyun, ben o esnada tanıdığım herkesle kahvaltı yapsam bile Tolga denen vatandaşla bir şekilde fotoğrafım çekilecek ve basına verilecek, sen de bunu göreceksin.’ Yara bandı stratejisi hep işe yaradı öyle değil mi? Yaramalıydı. Bir anda çekince acısı çok daha kısa sürede bitmeliydi.

‘Soyadı ne bu Tolga denen herifin?’ buz kesmeye başlayan sesiyle bilmiyorum dercesine dudak büktüğümde tek kaşını havalandırdı. Bakışları değişiyordu Noyan’ın. Babamın veya babasının karşısında olan adama dönüşüyordu. Benim dışımda herkese bu garip bakışları atıyordu ve şu an bulunduğumuz ortamda kimse olmasa da aynı hissiyatı boşluğa fırlatıyordu.

‘Bakma öyle vallahi bilmiyorum, ne Tolga, ne babası, hatırlamıyorum.’ Hafifçe omuz silksem de dilini dişleri üzerinde gezdirerek gülümsemeye başladı.

‘Bu herifin sevgilisi olup olmadığını nereden biliyor baban da senden vakit geçirmeni istedi?’ sağ elinin parmakları usulca sol omuzuna doğru uzanırken hala gözleri bende değildi Noyan’ın. Zaten şu dakika itibariyle yanımda oturan adam Noyan mı, değil mi bende pek emin değildim…

‘Benden hoşlandığını söylemiş sanırım.’ Sesim fısıltıyla çıkarken bacağımın altındaki dizler hızlıca çekilse de ayaklarımın yumuşakça zemine temas etmesini sağlamış, arka kapıya doğru ilerlemeye başlamıştı.

‘Noyan! Nereye?’ bana cevap vermeden kapıyı açıp birkaç şey söylediği gibi tekrar kapatıp yanıma yaklaşmaya başladığında önümde iki kez volta atsa da kaşlarımı havalandırdım.

‘Senden hoşlanmış öyle mi?!’ sesi tüm sahayı esir alırken irkildiğimde bile bakışları bana dönmemişti. İki volta daha attığında önüne denk gelen kum torbasına yumruğunu geçirirken çatık kaşlarla izlemeye devam ettim. Bunu benim yapmam gerekmiyor muydu sahiden? Şu an oturmuş dışarıdan bir seyirciymişçesine sadece tepkilerini izliyordum. Halbuki benim çıldırarak o kum torbasına yumruk atmam lazımdı.

‘Noyan…’ tuttuğu kum torbasıyla bakışmalarını kesmek için mırıldandığımda bir kez daha yumruğunu savurup yeniden yakaladı.

‘Herifle senin fotoğraflarını çektirip basına verecek, sonra üzerinde baskı kuracak, yeni bir tehdit birkaç farklı yerde fotoğraf, sonra tehdit-‘ bir yumruk daha savursa da öncekilere oranla sert olduğu için yerimden sıçradığımda diliyle dudaklarını ıslattı, ‘O YOL SENİ O HERİFLE EVLENDİRMEYE KADAR GİDECEK!’ büyümüş gözlerle baksam da aslında durumun alt yapısında bunun olduğunu sanırım bende biliyordum. En azından bilinç altım Noyan’ın dillendirdiği konunun farkındaydı. İtiraz etmek istedim. Yapmaz demek istedim. Öyle birisi değil babam demek istedim. Fakat yapamadım. O bilinç altım beni yerle yeksan ederken ringden destek alarak hızlıca ayağa kalktım.

‘Saçmalama!’ diye bağırdım, artık bir manyak olmadığımın farkındaydım. Çünkü bu planlamayı yapan Noyan manyaktı. Bir fotoğraf karesiyle evliliğe nasıl uzanan bir plan vardı ki aklında. Lanet olsun ki biliyordum. Bilsem de kendime itiraf edemiyordum ancak biliyordum!

‘Ne saçmalama! Görmüyor musun!’ derken sanki önünde bir tiyatro sahnesi var gibi iki elini de havaya kaldırdığında sertçe yutkunmam gerekti.

‘Bağırma bana be! Neyi görmüyor muyum?!’ hadi Belgi. Kendinle savaşma artık. Bu senaryonun devamını çoktan bilinç altında belirledin sen. Yoksa en rahat hissettiğin yer karşında çığırından çıkmış adamın kolları olur mu sahi? Eğer sen bu fikri zihninde tamamlamasan buraya mı gelirdin sahiden?

‘Hadi sen doktor adayısın, bu herif ne! Cerrah mı! Ne halt yiyecek sempozyumda!’

‘Bana bağırma diyorum sana! Hem ilgisi varmış herhalde!’ derken benim de sesim Noyan kadar yüksekti. Fakat tek fark vardı aramızda. O sinirlerini nasıl kontrol altında tutabiliyorsa titremiyordu, benim ise ellerim çoktan bir deprem haline gelmişti.

‘Deran!’ ciddi misin dercesine gözleri bana inanamaz şekilde dönerken bende çatık kaşlarımla kendisini süzmeye devam ettim.

‘Tıp okuyacak kadar zekisin ama mevzuyu göremiyor musun?!’ daha çok iyimser olmaya çalışıyorum Noyan! Hep yaptığım gibi bu fikirden de kaçmak istiyorum! Zeren bey şaşırtmıyor ama ben onun beni şaşırtmasını istiyorum!

‘Kafanda ne kurduğunu aşırı merak ediyorum.’ Dedim. Dedim ama bir kabulleniş gibi sıkıntıyla nefesimi verirken basamaklara tekrar oturduğumda Noyan tüm asabiyetine rağmen önüme çökerek diz kapaklarıma dudaklarını bastırdı.

‘Sence o magazin sempozyum için orada olduğunuzu yazacak mı sevgilim?’ az önce kendini kaybetmiş sesi artık dalgasız bir deniz misali çarşaf kadar düz ve yumuşaktı. Gözleri de tıpkı deniz kadar uzun uzun bakmamı ister gibi. Kaçmak istiyordum. Bu fikirden de, plandan da fakat biliyordum ki kaçmam sadece kendimden olurdu.

Geçsin istiyordum, tüm bunlar bitsin, Noyan sarılsın, mesleğimle denk düşen bir çıkmaz olmasın ama olmuyordu. Ne geçiyordu, ne bitiyordu, ne Noyan sarılıyordu, ne de ben mesleğime olan aşkımla bu çıkmazdan çıkabiliyordum. Gerçi hep böyle değil miydi? İnsanlar ikilemde kalırdı. Çoğu olan biten tüm planlar dışında önüne serilen iki seçeneğe cevap bulmak istercesine odaklanırdı. Peki ben? Benim seçmek adına tercihim olan ihtimaller bile sunulmamıştı. Her zaman Zeren bey ne istiyorsa onu yapmış, kendimi yok saymış, ezildikçe ezilmiştim.

‘E ama…’ kaşlarım daha çok çatılırken Noyan başını usul usul salladı. Sanki anla artık der gibi bakarken ben çoktan içimdeki jeton seslerini işitiyordum. Kabullenmek istemediğim o şeyi kabulleniyordum. Bunca zaman yalnız başıma savaştığım her detayı Noyan’ın bir tek anla bakışıyla içselleştiriyordum.

‘Beraber tatile çıkmışız gibi gösterecekler… Ben bu haberi görünce çıldıracağım. Seninle kavga edeceğim. Çünkü ben o kadar gergin bir tipim ki sen bunu bana anlatmaya çekineceksin ve benim magazin bültenlerinden haberim olacak.’ birinin beni o şirkette söylediğim gibi öldürmesine gerek yoktu, sıksaydım kafama kurtulsaydım canım. Neydi bu böyle. Hayır neden hiç ama hiç düşünsem de konduramamıştım bunu ben. Yani gelip Noyan’a anlatmasam dümdüz bir şekilde asla ama asla hatırlamadığım bir adamla tatile çıkmışım, berabermişim gibi gösterilecekti. Firdevs Yöreoğlu gibi, Aptallık etme sen Belgi Deran İmerler’sin, demek istiyordum kendime veya bir yerlerden Firdevs hanım çıkıp suratıma suratıma direkt söylesindi çünkü kendi içimde aptala yatıyordum.

‘Gitmeyeceksin o yüzden.’ Cümlesiyle anında başımı sağa sola salladım. Kaşları çatılırken ben oturduğum yerden çoktan kalkmıştım bile.

‘Gitmem gerek, yani mecburum.’ Dediğimde artık Noyan laf anlatmaya çalışır gibi değil, aptala bakar gibi bakıyordu. Hakkıydı.

‘Ne mecburiyeti! Ben sana yurt dışında ayarlayayım başka sempozyum!’

‘Sempozyumdan değil Noyan!’ tehdit edilişim için, onlarca insanın ekmek yediği bir bahçe, çocukluğumun iyi diye nitelendireceğim zamanlarına sarılmış bir ev için. Hatta senin sağlığın için…

‘Zeytin bahçesi, ev…’ sıkıntıyla mırıldanıp etrafa baktığımda çatık kaşlarıyla süzdü beni. Daha fazlası olduğunu bilir gibi baksa da sessiz kalmayı tercih edecekti sanırım o konuda.

‘Ya istediğin zeytin bahçesi olsun, ev olsun. Onun üzerine mi? Sokayım araya birini alayım.’

‘Benim üzerimde zaten.’

‘Deran, ne anlatıyorsun sen? Adam akıllı söyle yoksa kafayı yiyeceğim.’

‘Yakmakla tehdit etti! Evi bahçeyi, ikisini de yakmakla tehdit etti! Çocukluğum var benim onlarda! Babaannemin hatıraları var! Sen varsın!’ titreyen elim rast gele bir noktayı işaret ederken ilk kez aklımın zehir gibi çalışmasını istiyordum. Ya bir oyuna düşecektim ya da tüm iyi günlerim yakılacaktı. Veya sevdiğim adamın hayatıyla tekrar sınanacaktım. O topraklara ait bağlılığım, sadece oraya duyduğum maneviyat o kadar fazlaydı ki bunu bir pislik gibi kullanmasına rağmen babam da biliyordu. Üstelik artık Noyan’da benim açık hedeflerimdendi.

‘Saçmalama! Dediğini yapmadığın için bahçe mi yakacak herif! Hem ben ne alaka, benimle mi tehdit etti?’ kaşları çatılsa da bunun yapılacağına ihtimal vermez gibiydi. Fakat o henüz Zeren İmerler’le tanışmamıştı. ‘Bu nasıl iş lan! Herif canı sıkıldıkça üzerime kurşun yağdırabileceğini mi zannediyor?!’ diye devam ederken aslında bu varsayımı bana değil de tamamen ortayaydı. Fakat Noyan henüz ben içsel olarak nasıl yok edildim farkında değildi. Hiç olmak, hiç gibi hissetmek benim iliklerime işlemiş, korku her daim burnumun ucunda olmuştu. Zeren bey bir kez denemiş ve öldürememişti Noyan’ı ancak bunu elli kere daha tekrarlaması gerekse dahi işin ucunu bırakmazdı.

‘Yapar! Niye anlamak istemiyorsun!’ sinirle gözlerine baktığımda Noyan bir an duraksayıp ciddiyetimi ölçmek istercesine süzdü beni. Sonunda ikna olmuş olacak ki yanıma yaklaştığında ben hala ne yapacağımı çözümlemek adına karışan aklımla dudağımı yemekle meşguldüm.

‘Daha önce istediğini yapmadığında ne yaptı bu herif sana?’ elimi tutmaya çalışsa da sorduğu soruyla irkilip geriye çekildiğimde kaşları çatıldı. Noyan genel olarak görürdü ama bu kez daha fazlasını gördü. Öyle ki çenemin titreyişini dahi tutsam da tek odaklandığın nokta olan harelerimle kısıldı hareleri. Olmasın diye belki de dua etti veya lanet, bilmiyorum fakat az önce benim kabullenmek istemeyişimi şu dakika o yaşıyordu.

‘O tokattan, saçlarına zarar vermede, fazlası var mı Deran?’ hala tepki vermediğimden olsa gerek aldığı nefeslerin derinliğini çıplak göğsünün hareketlerinden anlayabiliyordum. Bir adım daha atıp beni kendine çektiğinde çenemi omuzuna yerleştirerek kapattım gözlerimi. Gördü. Sadece gözlerime bakarak gördü. Belki şahit olmadı, detayları tahmin edemedi fakat o kıyameti bire bir gördü.

‘Tamam… Gideceksin. Bende bir yolunu bulacağım.’ İnsan bazen ailesinden de utanabiliyordu işte. Hayata geliş sebebi olan babasından bile utanabiliyordu. Planlarıyla, istediği yola yönlendirmesi ve acımasızlığıyla. Zeren beyin yıllarca tek amacı şirketini yönetebilecek birini yetiştirmekti, kızının sağlam bir yönetici olması ve dilden dile bunun büyümesiydi. Şimdi ise bu planı değişmekten çok daha da büyümüştü. Artık sadece şirketini yönetecek güçlü Zeren beyin kızını değil, onun yanında tanındık bir simayla evli olmasını istiyordu. Bu zamana kadar hiç ama hiç aklıma bunun düşüneceğine dair kuşkuya sahip olmamışken şimdi durumun tam da merkezinde yer alıyordum.

Duyduğum sesle Noyan’ın bedeni bedenimden ayrıldığında Gizay çatık kaşlarla ve elindeki dosyayla yaklaştı bize. Hala şüpheyle bakarak dosyayı Noyan’ın eline verdiğinde hızlıca açıp bir iki sayfasına bakmıştı ki Gizay’ın çıkmayan sesi de sonunda duyuldu.

‘Ne işin var bu adamla da soruştursunlar istedin?’

‘Kendisi Deran için ideal damat adayı olarak seçilmiş.’ Dudaklarından küfür edercesine çıkan sesle Gizay’ın çatık kaşları havalanarak düzeldiğinde bakışları direkt olarak bana döndü.

‘Allah rahmet eylesin.’ Derken gülümsese de dudaklarını ıslatıp elinin biriyle beni işaret etti, ‘Helvasını yapmak ister misin ben birilerini ayarlayayım mı?’ gerçekten esprinin zamanı mı acaba Gizay?

‘Amin kardeşim.’ İkisinin arasındaki iletişime şu an karışma niyetinde değildim, çünkü hali hazırda olan derdim için bir şeyleri çözüme kavuşturmak zorundaydım. Mesela sempozyum için tutulan otelde kalma mecburiyetim vardı, en azından Tolga’dan gün içerisinde kaçar, gece de odaya girdiğim gibi kapımı kilitlerdim. Tüm öğünleri ya odada yapardım ya da babaannemin evine geçerdim. Eğer ki toplanma saatleri çok erken olduğu ve kimsenin nazına oynamamak adına otel dışında kalınmayacağı bildirilmiş olmasaydı çok daha kolay olurdu işim. Kalan boş zamanların çoğunda zeytin toplamayı şimdi öyle çok istiyordum ki Mart veya Nisan havaları yerine Ekim’de olsak koşarak gider çözümü buldum diye sevinirdim.

‘Bende peşine birini takayım Tolga denilenin o zaman.’ Gizay’ın cümlesiyle Noyan başını sallayıp dosyayı kapattı. O uzaklaşıp salonun arka kapısından çıkarken Noyan derin bir nefes alarak elindeki dosyayı kenara fırlatıp beni yeniden kendine çekti.

‘Ben ayar vereceğim. Sen bir şey yok gibi git.’

‘Ben şimdi düşündüm, otelde kalmak mecburi ya, tüm öğünleri odada halletsem, sadece konferans saatlerinde çıksam odadan. Geri kalanında kapıyı kilitlerim, biri seslenirse ararsa yokmuşum gibi davranırım.’ Çocuk gibi olduğumun farkındaydım ancak aklıma bu kadarı gelebiliyordu. Daha mantıklısı var ise birilerinin yardımcı olmasına minnettar kalırdım.

‘Düşünme sen bunları, dediğim gibi halledeceğim.’ Derken bir eli belimi sarmış diğeriyle önüme düşen saçlarımı okşayıp kulağımın arkasına sıkıştırmıştı.

‘Nasıl?’ diyerek düşürdüğüm omuzlarımla baktım puslu mavilerine. Az önce sinirden çıldırmış gibi olan, kilitlenen Noyan değilmişçesine gülümsedi, sol yanağındaki çukur bir gösteri festivaline çevirdi içimi.

‘Benimde kendime göre yöntemlerim var diyelim… Yemek yedin mi sen?’ göz kırpıp gülümsediğinde başımı sağa sola sallayarak baktım Noyan’a. O ise az önce sinirden tepinecek hale gelmemiş gibi kolunu belimden çekip ringin halatlarındaki tişörtünü alarak üzerine geçirmiş ardından tekrar kolunu belime dolayarak ilerlemem için yönlendirmişti. Gizay’ın ardından koridorda ilerleyip otoparka çıkarken yaylım ateşi sonrasında değişmiş arabaya yaklaşarak kapısını açtı. Tebessüm ederek koltuğa yerleştiğimde kapatıp kendi de diğer tarafa dolaştı.

‘Yaraların nasıl?’ kafamı dağıtmam bir yana daha birkaç hafta öncesine kadar hastane koridorunda kalbi çırpınarak beklemeye çalışan Belgi Deran aklıma gelince insan istemsizce merak ediyordu. Kendisini demirden bir adam zanneden Noyan’a karşı onun da insan olduğunu açıklamak hatta bu konuda ikna etmek epey sıkıntılıydı fakat tekrar hatırlaması gereken ayrıntı olduğundan ben ve iç sesim hemfikirdik.

‘Günde bunu elli kez soruyorlar, şimdi de söylüyorum. İyiyim, çok ama çok iyiyim.’ Büyüttüğü gözleriyle konuşsa da göz devirerek başımı omuzuma doğru eğdiğimde dikkatle incelemeye başladım. Sol eliyle kavradığı direksiyona verdiği hareketlerde mimikleri oynamıyordu, ona sarıldığımda vücudu gerilmiyor, hatta ben tepesine atlamadan önce kum torbasına sekerek yaklaşırken bacağı sargılı olmasına rağmen acı da hissetmiyor gibiydi. Acaba gerçekten ağrısı sızısı mı olmuyordu yoksa vücudu mu alışmıştı anlam veremiyordum.

‘Her gün vuruluyorsun gibi bahsetmen komik gibi görünse de, değil.’

‘Her gün olmasa da çoğunlukla yapmaya çabalıyorlar. Fazla beceriksizler.’ Sıkıntıyla yüzünü buruşturduğunda burun kıvırıp bakışlarımı yola çevirdim.

Geçmiş ile gelecek arasında uzun bir yol olurdu. Yıllar alan bir yol kadar uzundu hatta. Şimdimiz ise bir nokta gibi iz bırakırdı hayatımızda. Zaman ilerler, acılar o noktalarda kurumuş kan şeklinde kalır, kahkahalar ise sönüp giderdi. Bazıları kurumuş kanı temizleyip bir daha acılarını hatırlamaz, bazıları ise o kurumuş kanın altındaki yaranın kabuğunu soyup iz bırakmasını sağlardı. Ben kabuğu soyanlardandım. Belki de bu yüzden çoğunlukla acılarımı hatırlar ve daima ona göre karar vererek neden sonuç ilişkisi kurardım.

Kaldı ki mutlu zamanlarım iki elimin parmaklarını geçmeyecek kadar az olmasına rağmen ben sadece bir tanesini hatırlıyordum. Bugün yakılmakla tehdit edilen zeytin bahçesindeki küçük Belgi’yi. Güneşin tüm merhametiyle tutam tutam açtığı saçlarımla koşturduğum o yüzyıllardır olan zeytin ağaçları arasında ne kadar kahkaha attığımı ve hiçbirinin kulağımdan silinmeyişini.

Hatice teyzenin kilosuna rağmen kendinden yirmi yıl küçüklere taş çıkaracak şekilde çalışmasını, Ragıp abinin beni omuzlarına çıkarıp toplamama yardımcı olduğu zeytin tanelerini, Banu ve Ferhat’la o zeytinlerin ham acılıklarını ısırıp yüzümüzü buruştursak da kahkahalara boğulduğumuzu. Babaannemin elindeki kocaman mavi eski termosla gelip herkese onun beyaz musluğundan doldurduğu taze naneli ayranı içerken içimin ferahlamasını…

En güzeli olan akşam güneşini. İnsanın altında uyusam ve uyandığımda yıldızları görsem diyerek düşünüp seyrettiği o akşam güneşi… Oysa o yaşlarda ne zaman yüzüme çarpan turuncu ve kızıl ışıkla uyumaya çabalasam babaannem kötü rüyalar görürsünüz der kaldırırdı. Üzerinden yıllar geçmişken o kötü rüyaları keşke görseydim de şimdiye şahit olmasaydım diyesim geliyordu. O küçük Belgi’yi ve bahçede torununu gördüğü için mutlu olan babaannesinin gözlerindeki ışıltıyı özlüyordum. Fazlasıyla hasrettim onlara.

Arabanın durmasıyla aklıma gelen anılardan sıyrılıp gülümseyerek etrafa bakındığımda Noyan’ın evinde olduğumuzu fark edip indim aşağı. Birkaç adım sonra parmaklarıma kenetlenen parmaklarla basamakları çıkıp içeri girdiğimizde Kübra hanımın verandaya masa hazırlayışı çekti dikkatimi.

‘Abicim!’ Şanze’nin mutlu çığlığını duyduğumda bu kez o sabaha karşı Gizay’ın oturduğu şezlongdan kalkıp çıplak ayaklarla ve üzerindeki tenine çok yakışmış turuncu bikinisiyle yaklaşmasını izledim.

‘Yengecim…’ Noyan’ı öptükten sonra benim de yanaklarımı sulu sulu öptüğünde yana yatırdığı başıyla gülümseyip gözlüğünü çıkardı.

‘Bir karış şeyle kaç kere çıkma ortaya dedim sana.’ bir karış diye tabir ettiği bikiniden çok daha garip olan o şey soğuk havaydı. Evet güneş vardı ancak hava soğuktu ve birisinin bunu Şanze’ye anlatması gerekiyordu yoksa zatürre olabilirdi.

‘Bikini bu abi, kaç karış olması gerekiyor? Ayrıca evin içindeyim.’ Üzerindeki ince tülü düzeltip kaş çatsa da Noyan boştaki kolunun altına Şanze’yi çekip ikimizi de verandaya ilerletti.

‘Bikini giymemen gerekiyor mesela. Bahçede bir ordu adam var, evin içinde olman değişiklik yaratmaz.’

‘Bahçedeki bir ordu adam benim seçimim değil. Eğer seçebilseydim hepsi David Beckham olurdu, bir ordu adam değil.’ Noyan’ın kaşları yeniden çatıldığında Şanze kolunun altından sıyrılarak ellerini havalandırdı.

‘Lütfen, o kadar uzun boylu değil. David’e de bir şey diyemezsin artık. Ancak rüyamda görürüm zaten.’

‘Git üzerini değiştir hadi.’ Başıyla içeriyi işaret ettiğinde Şanze göz kırparak geçti yanımdan. Onun gidişiyle Noyan beni bahçe takımına sürüklediğinde ikimizde oturmuştuk ki kolunun altına çekip derince soluklandı.

‘Sence Şanze’ye karşı olan kıskançlığın biraz üst seviye değil mi?’ desem de bakışlarım çalışan ısıtıcılara kaydığında Şanze’nin neden deli dürtmüş gibi veranda da öyle oturabildiğini anlamıştım. Buz tutmamak için ısıtıcıları çalıştırıp bikini ile kış güneşine karşı uzanmak ne kadar bana hala akıllıca gelmese de en azından hasta olabileceğinin bilincindeydi.

‘Bugün pantolon giymeni taktir ettim fakat bence açma konuyu sen zararlı çıkarsın.’

‘Ben niye zararlı çıkıyorum?’ kaşlarımı havalandırıp elimin birini göğsüne yaslayıp omuzundaki başımı kaldırarak bakmaya başladığımda başını sağa sola salladı.

‘Senin de eteğini gördük, Gizay gelip çaktırmadan düzeltmese- tövbe tövbe…’ sıkıntılıyla konuşurken başımı sağa sola sallayıp tekrar omuzuna yaslandım. Bahsettiği barda karşılaştığımız, Denker abiyle tanışıp daha sonra kriz geçirdiğim gece olandı. O seçim bana ait olmasa da aynı kısalığa yakın etek giydiğim için elbiseyi reddetmeyecektim elbette.

‘Şu mevzular geçsin bir ben o etek elbise konusunda sıkıntı çıkaracağım, sen dur. Şimdi gündem kalabalık.’

‘Hı hı sensin…’

‘Ne demek o?’

‘Dinlemem, tutup eteğime elbiseme ne diye karışacaksın ya. Hayırdır yani…’ omuz silkip bahçede gözlerimi gezdirmeye devam ettiğimde göğsündeki parmaklarımı yakalayıp üzerini okşadı. Kendi kendine bir şeyler mırıldandığının farkındaydım ama sabır dilendiğini tahmin etmek çokta zor değildi.

Benim kısıtlı hayat yaşadığım yeter, hatta artardı. Bu saatten sonra Noyan istediği sabrı dilesin bir kez daha köşeye sıkışıp ne yapmam gerektiğini söyleyenleri dinleyemezdim. Başımda bir tane Zeren bey varken hayatım boyunca emir alma kotamı da doldurmuştum ve en sonunda isyan bayrağını çekmiştim. Şimdiden sonra da isyan bayrağımı gökten indirip katladıktan sonra tarihin tozlu rafları arasına bırakamazdım.

Bir süre sonra sabır dilenme kotasını doldurarak sessizliğe gömüldüğünde derince soluklanarak baktım çevreye. Akşam güneşi arka bahçeden usulca çekilmeye başlamıştı. Etrafı ufak bir kızıllık esir alırken normal mevsim şartlarına göre havanın daha ılıman olduğunun da bilincindeydim. Ancak belki mevsiminin çoğunu depresyonda geçirdiğim için, belki de Noyan’a sarıldığım zaman yerçekimi gibi hava durumu da etkisini yitirdiği için kışı fazla görmüş gibi hissetmiyordum. Ve bence bu depresyonla alakalı değildi. Mesele tamamen Noyan’dı.

Onun hava sahası içerisine girdiğimde henüz dalları kuru olan ağaçlar dahi yeşil gibi geliyordu gözüme. Ne zaman nefesi nefesime yaklaşsa yüzüme yaz mevsiminde hafif bir meltem dokunup geçiyor gibiydi. Şimdiye kadar sevmek zannettiklerime ihanet gibi olacaktı belki ama Noyan’a duyduğum o hissiyat başka bir sevmekti. Aşk gibi gözün önüne perde çeken, sevgi gibi nahif, vicdan gibi merhametli olan bir şeydi bu. Bir de kalbimin kafatasımda atması gibi bir şey. Sırtımı dolaşan parmakları usulca belimi okşarken de vardı bu, sadece gözlerime bakarken de…

Halbuki ne zaman kızlarla bir araya gelsek, ki bu kızlar dediklerim Gamze, Simay ve bendim, biriyle beraber olmayı çok daha başka tanımlardık. Bu tanımı ise sadece ben ve Simay yapardık. Gamze ise öylece susup dudaklarında ufak bir tebessümle bizi dinlerdi. Her seferinde bu konuda bizden daha tecrübeli olduğunu dile getirsek de bize sadece omuz silkip gülümsemeye devam ederdi. Şimdi anlıyordum Gamze’yi. Bu öyle kelimelere sığacak bir durum değildi. Bire bir aşk diyemezdim mesela ben şimdi ve o zamanlar Gamze’de eminim ki açıklayacak bir tanımı içine sindiremiyordu. Ne amcamdan, ne de Gökmen abiden böyle bir duruma dair açıklama bulamamıştım. Sadece bir kez olsun Levent dile getirmeye çalışmıştı. Çalışmıştı diyorum çünkü o sırada yine yayın yasağı getirilir gibi Gamze ve Levent’e görüşme yasağı getirilmiş, ben ise onların vpn görevini görmekteydim. Yani Levent’in hem kafası karışık, hem içi allak bullaktı.

Oturduğumuz arabanın içinde yaklaşık kırk beş dakika bekledikten sonra nefesimi sıkıntılıca savurup, ‘Gamze’yi sevmek nasıl bir şey Levent?’, demiştim. O ise dakikalardır yaptığı şeyi tekrar etmiş, bir sigara daha yakıp derince ciğerlerine çekmiş ardından Gamze’yi beş dakika görmek uğruna savaş verdiği o pencereye yine gözlerini dikip gülümseyerek, ‘Herkesin kör ve sağır olması gibi…’, demişti. Herkesin kör ve sağır olması ne demek asla yer edinememişti zihnimde, ki bu aptallığımı fark edince sigara tutan eli usulca gölgeliğe ulaşıp açmış, kenara sıkıştırdığı Gamze’yle olan bir fotoğrafını parmaklarının arasına alarak bana verip, ‘Kendini yerden yere vurup derdini anlatmak adına ağıtlar yakarken ne hissettiğini göremeyecek kadar kör ve sağır olmuş insanlarla yaşamak gibi, göğsünde büyüyen tenha sokaklar herkese göre mezara çıkarken yolun sonunda okyanus olduğunu bilir gibi, içinin tüm kapıları kilitliyken anahtarın tek kişide olduğundan emin olman gibi…’, demişti.

O zaman Çelik vardı, ben ise Levent’in dile döktüğü kelimeleri fazla anlamsız ve edebi olduğunu düşünmüştüm. Sessiz kalmış ve bu kadar yüksek perdede olan cümlelerin benim için bir anlam ifade etmeyişini umursamamıştım. Üzerine beklediğimiz bir otuz dakika sonunda ise Levent’in söylediği cümle benim sorgusuz sualsiz bir şekilde kendi gerçeklerimin üzerini örtmeme sebebiyet vermişti. Çünkü, ‘Herkes benimle boşuna savaşıyor, bak burası kalbim.’ Diyerek işaret parmağını bastırdığı sol göğsünden sonra elini o dakikalardır baktığı pencereye çevirerek işaret etti, ‘Onun sonsuz kere kabul edildiği yer.’ Demişti. O gün benim için abartan, edebileşen ve yüksek perdeden konuşuyormuş gibi gelen Levent’i bugün anlıyordum. Noyan’ın bedenine yaslanmış başımla, tenime dokunan parmak uçlarıyla, seneler sonra ancak şimdi… Ve tıpkı dediği gibi herkes boşuna savaşmıştı Levent’le, bizimle şimdi savaştıkları gibi…

‘Oooo… Gönül işlerinden sorumlu bakanlarımız da buradaymış.’ Denker abinin sesiyle o güvende ve ait hissettiğim bedenden panikle doğrulup başım kapıya döndüğünde Noyan’ın kıskacından kurtulmaya çabalasam da pek imkan sağlamadı. Olduğum noktadan kopamazken Denker abi başını gülerek sağa sola salladı anında.

‘Bozma rahatını.’ tek kişilik koltuğa kendini atıp cebinden çıkardığı sigarasından yaktığında ters bakışlarımı Noyan’a çevirmiştim ki sıkıntıyla kolunu gevşetip derin bir nefes aldı.

‘Ben taşınacağım, bak abi dikkatini çekerim kendi evimden taşınacağım. Size de yeni ev adresini vermeyeceğim.’

‘Üç yıl daha buradasın yani?’ Denker abi dalga geçercesine baktığında yine donuk bakışlarıyla takım elbiseli bir adam çantamı kenara bırakıp içeri döndü. İletişimsizlik gerçekten büyük sıkıntılar yaratabiliyordu, kimse için bu bir problem olmasa da benim için öyleydi. Ruh gibi gelip ruh gibi giden insanlara nasıl alışabilirdim ki. Adel en azından artık tepki verebiliyor, ufacıkta olsa tebessüm edip arada başını falan sallayarak göz teması kuruyor, hatta bir iki cümleyle cevap dahi veriyordu ama bunlar tam bir heykel gibilerdi. Çantama uzanıp sigaramı çıkardığımda Noyan’ın Denker abiye cevabı da gecikmedi.

‘Bu sefer hazır eve gidip yerleşeceğim.’ Dediğinde tam olarak hangi konudan bahsettiklerini anlamak adına ikisinde de dolaştı bakışlarım. Noyan’a dair bilmediğim bir bilgi daha gelip kurulacaktı zihnime sanırım.

‘Hadi lan oradan. Her evini kendin yaptırdın, gidip hazır eve yerleşecekmiş. Dalavereci.’ Birbirlerini irdelemeleri sürerken Şanze üzerini değişmiş şekilde yanımıza döndüğünde Denker abinin yanağını sıkıca öpüp boynuna sarıldı.

‘Abilerin en karizmatiği.’

‘Yalaka prenses.’

‘Aşk olsun ya!’ küsmüş gibi omuzlarına vurup geri çekilerek koltuğun koluna oturduğunda Denker abi anında belini sararak kolunu öptü. Aralarındaki samimiyet ciddi anlamda çözülmesi çok güçtü. Birbirlerini laf sokarken sevecek kadar tutkuyla bağlılardı hatta. Bu belki de kardeş kavramını bilmeyen bana garip geliyordu. Çünkü hali hazırda onları birçok kez Gizay varken de bir arada görmüştüm ve onun benim kadar şaşırmadığını veya garipsemediğini biliyordum.

‘Abin taşınıyormuş, duydun mu?’ diyen Denker abi Şanze’ye göz kırptığında bire bir mimiklerini incelemek için gözlerimi Noyan’a çevirdim bir anlığına.

‘Bizden mi sıkıldı yine?’ Denker abi gülerek başını salladığında sigaramdan derin bir nefes alıp umursamadan gözlerini kapatmış, sanki ona laf atılmıyor gibi davranan adama yeniden odaklandım.

‘Onun bugün taşınıyorum demesi aylar sürer. Birkaç sene daha yeriz başının etini.’

‘Hazır eve taşınacakmış.’ Denker abi tekrar mırıldandığında Şanze’nin dudaklarından gür bir kahkaha çıktığında onlara döndüm bu kez ancak kaybettiği dengesiyle düşmek üzere olsa da abisinin sıkı sıkıya yakalamasıyla gülüşüne devam etti. Noyan hala belimdeki elini sıkılaştırıp kendine çektiğinde bir anda göğsüne düşerken Şanze bir kahkaha daha patlattı.

‘Kovdu evden farkında mısın abi?’

‘Kendi kalksın gitsin, biz kardeşimizin evindeyiz.’

‘Yalnız karizmatik şovum, keşke evi bize bırakıp gitse, çok güzel parti verilir burada.’ Olay tamamen Denker abi ve Şanze arasında döner gibi dursa da Noyan kendine dokunan hiçbir detayı umursamıyordu. Adam resmen gelmiş beni çekmiş ve muhatap olmadan bahçe koltuğunda uyumakla meşguldü.

‘Biri bitmeden birini yapardık partinin.’

‘Abi! Duyuyor musun bizi?! Huuuu…’ Şanze sonunda tepkisizliğine dayanamamış olacak ki seslendiğinde Noyan derin bir nefes alarak sessizliğini korumaya devam etti. Beyni çorba gibi olmuştu, ona da hak vermek gerekiyordu fakat Denker abi ve Şanze’nin kaşları usulca havalandığında onlarında bir terslik olduğunu fark ettiklerini anladım. Olaylardan bir haber oldukları için kafasında dönen tilkilerden de haberdar değillerdi haliyle. Fakat kardeşlerdi ve bence onların da telepatik bir bağları vardı.

‘Yenge ne oldu bu vatandaşa? Kırk kere azarlayıp kovması gerekiyordu şimdiye.’

‘Beni kumpasla evlendirmeye çalışanlar var, onu düşünüyor.’ Kaşlarımı havalandırıp aklımdakini dillendirerek kahkaha attığımda belimdeki parmaklar karnıma doğru dolaştı. Gerildiğinin bende farkında olsam bile dile gelince komikti bu. Denker abinin kaşları benim kahkahama rağmen çatılırken Şanze gülmesini bir anda kestiğinde ikisi de bana bakıyor olsa bile omuz silktim. Olan bu iken ben daha mantıklı cümle kuramıyordum varsa yapabilen buyursun söylesindi. Zaten hali hazırda Zeren beyin evi dahi ayırmışken tüm bu planı nasıl o sonuca bağlanacağını asla ama asla bilmiyordum, en azından detaylı olarak.

‘Yalnız bu gidişle çocukta yaptırırlar bana. Genç yaşımda istenmeyen evliliğe giden yolumu izleyeceğiz hep beraber.’ Hepsi sessizliğini korurken tekrar konuşup omuz silktim. Mesele uzun vadede Emir’in Yolu gibi bir yapım halini alacaktı.

‘Ben dışında birinden nah çocuk yaparsın sen!’ Noyan aklındakilere bir de benim cümlelerim eklenince anında doğrulduğunda bozulan rahatıyla ters ters bakmaya başladı. Başını koltuğa ilk attığında normal olan mavilerinin çevresi artık kırmızıydı. Bu özelliğe de tik at zihnim, Noyan düşününce gözleri kızarıyor ve fazla mesai yapan beyni durmak yerine her yere yetişebilir hale getiriyordu onu.

Cebinden çıkardığı telefonla birine mesaj gönderdiğinde bende derince soluklanma ihtiyacı hissettim. Dilimin kemiği artık yoktu, bende deliye vurmak zorundaydım ne yazık ki. Sanki şu an yanından alıp kaçıracaklar gibi karnıma sardığı elini daha da sıkılaştırdığında bakışlarını çekip yan yana durumu kavramaya çalışan ikiliye döndürdü. Denker abi sakallarını kaşıyıp bir süre daha süzdüğünde o buz gibi bakan haline dönüştüğünü de görebiliyordum.

‘Ne evlendirmesi Belgi abla?’ Şanze anında abisinin yanından kalkıp bizim yanımızdaki boş alana bedenini attığında giydiği eteğe dikkat ederek tek bacağını katladı.

‘Bayağı, babam iş yapacağı bir adamın oğluyla baş göz edecekmiş beni. Yani alenen söylemedi ama Noyan anla artık der gibi açıklayınca bende böyle algıladım.’ Yaslandığım beden rahatsızca kıpırdanırken Denker abi az önceden beri olan durağan haline rağmen diken batmış gibi koltuktan kalktı.

‘Beklemeyelim lan. Kalk.’ Bizde durum my heves stay my kursak again Denker abi ama yine de sen bilirsin. Yani Noyan ayağa kalksa ilk hedefimiz Akdeniz diyerek adamı yanlış yönlendirmenden çekiniyorum çünkü benim konum bilgisi Ege’ye ulaşıyor ama kararlı fakat anlamsız çıkışını desteklemiyor değilim. Başıyla dışarıyı Noyan’a işaret ettiğinde üçümüz de onu süzüyor olsak bile Noyan yerinden kıpırdamadı.

‘Otur abi oturduğun yere Allah aşkına.’

‘Ne oturacağım. İndirelim şirketleri başlarına. Hiçbirinin tozu kalmasın.’ Diyen Denker abiye biraz fazla tepki vermiyor musun sence de demek istesem de ikisi arasında olan diyalogdan beni duyacağını pek zannetmiyordum.

‘Ben bilmiyor muyum abi ortalığı alt üst etmeyi, olmaz.’ Derken Noyan karnıma kadar sardığı elini çekip sigarasından derin bir nefes alarak koltuğu tekrar işaret etti Denker abiye.

‘Lan yirmi altı yaşında kadını alengirli işlerle evliliğe itiyorlar, sende benim kardeşimsin ama tutup sevdiğin kadına bunu yapanlara karşı bir tepki vermeyecek misin? Noyan Allah yarattı demem şurada, kendi adamlarının önünde döverim seni!’

‘Abi! Biraz sabır ve sükûnete ihtiyacım var! Otur oraya ve lütfen sus!’ ikisi arasındaki zıtlaşmaya göz attığımda dudaklarımı aralasam da Şanze’nin elini kolumda hissettiğimde ona döndüm. Başını sağa sola sallarken tekrar ağzımı açmıştım ki kaşlarını havalandırdı. Oysa bıraksa alnımı açıp, şuraya ne yazıldıysa o kral diyecektim ama Şanze engeli bir süre daha sabretmeme neden olmuştu. Yok yok, ben iyice balataları sıyırmıştım artık. Şu an gözleriyle ateş eden Denker abiye bunu dersem bütün oklarını bana atardı. Şahsi kanaatime göre Eros’un oku sayesinde Noyan’ı bulmuştum, daha fazlasını da bünyem kaldırmazdı. Ah be Denker abi, ünlü bir kimdir bilmediğim düşünürün dediği gibi bence de, fuck the system ama prenses duruşumdan ödün verip şu cümleyle beraber seninle aksiyon filmi çekemeyeceğim kusura bakma.

‘Karışma sen, onlar öyle atarlanırlar bazen birbirlerine.’ Sanki her gün aynı manzarayı izler gibi hafifçe omuz silkse de bu bana enteresan geliyordu. Çünkü ben Denker abi ve Noyan’ın şimdiye kadar ufak bir tartışmaya girdiğine dahi şahit olmamıştım. Fakat olan hallerine eğer yaşları daha küçükken denk gelsem eminim ki kahkahalara boğulacağım sahnelere şahitlik ederdim. Çünkü olaysız şekilde normal bir gün geçiren iki kardeş yan yana düşmüşte sanki birisi diğerine sırf canı istedi diye sağlamından yapıştırmış gibiydi. Öyle anlamsız dikleşme ve o kadar nedensiz bir vurma eylemi yani…

‘Saçmalama lütfen, kavga ediyorlar.’

‘Standart abi kardeş kavgası, tahminlerimde yanılmıyorsam Denker abim beş yaşına ayak bastığından beri ediyorlar.’ Yeniden omuz silktiğinde göz devirip birbirleriyle kavga eder gibi bakışan iki bedene tekrar döndüm.

‘Acaba tartışmasanız mı? Çok gereksiz bir konu çünkü.’

‘Sen karışma!’

‘Sen karışma!’ ikisinden de aldığım tepkiyle gözlerim tekrar Şanze’ye dönerken o usulca ellerini iki yana açtı. Sanki ben de karışma demiştim der gibi.

‘Aklında bir plan yoksa kalk camı çerçeveyi indirelim Noyan! Böyle oturamayız!’ sanki ülke falan devrilecek gibi tepki vermesi yetmiyor gibi eğer Noyan tamam dese gerçekten de şirketin altına dinamit yerleştirme potansiyeli bulunuyordu Denker abinin. Hatta öyle ki bıraksalar kimseye ihtiyaç duymadan tek başına yapabilirdi bunu, gözlerinde öyle bir öfke vardı.

‘Ya bir şey bulmaya çalışıyorum işte! Ne damar var sende! Otur bekle abi!’

‘Ulan sende bu mevzuya çözüm bulamayıp sevdiğin kadına yazık edersen benim kardeşim değilsin! Al bunu da buraya yazdım!’ parmağıyla sehpaya görünmez bir çizgi çekip içeri yöneldiğinde Şanze’de buruşturduğu yüzüyle yanımdan kalktı. Fakat ikisi de birbirinden beter olan abi kardeşin duru durağı yok gibiydi. En azından hala giden abisinin bağıran Noyan’a baktığımda öyleydi...

‘Karakterim mi bozuk benim lan! İzin verir miyim!’ Denker abinin arkasından bağırsa da o gözden kaybolduğunda basbariton tonunu kapı çarpma sesinden hemen önce duymuştum.

‘Afkurma lan bana!’ Noyan az önce yaktığı ve öylece unuttuğu sigarasını kül tablasına basıp paketten yeni bir tane çıkararak anında ateşledi.

‘Su getireyim mi sana?’ gerçekten de kardeşler arasına girilmemesi gerektiğini anladığım ilk evre burası olabilirdi herhalde. Biri arkasını dönüp gidiyor, diğeri de hızını kesmeden bağırıyordu ancak muhtemelen yarım saat sonra hiçbir durum olmamış gibi aynı masada yemek yiyeceklerdi.

En azından Gizay’ın anlattığı kadarıyla olay gidişatı böyleydi. Ki hatırladığım kadarıyla Gizay bir ara üçünün de, yani Noyan, Denker abi ve Gizay’ın birbirine bir hafta küstüğünü, sonra bir aile yemeği sırasında hiçbir şey olmamışçasına gülüp eğlendiklerini anlatmıştı. Şanze ise bu yemek esnasında bir haftalık gerginlik yüzünden hepsine aptal olduklarını söylemekten de kaçınmamıştı ancak asla alınmamışlardı. Şimdi şahit olduğum manzara Gizay’ın tüm anlattıklarını aklıma getirdiğim zaman mantıklı geliyordu. Çünkü ona göre bu kavgalarda değişen genelde insanlar olurdu veya insanlar bile değişmez bazen dördü birbirine girerdi. Tabi bunun aşırı derecede yorucu olduğunu da anlatmıştı. Dördü kavga ediyorsa her biri kalan üç kişiye laf yetiştirmek zorunda kalıyordu ve bu hem kavga şiddetini arttırıyor, hem de sürecin uzamasına neden oluyordu.

‘Gerek yok güzelim, sen yorma kendini. Kübra hanım!’ beklemediğim anda seslenişiyle sıçrasam da az önce masayı hazırlayan kadın koşarak yaklaştı yanımıza.

‘Buyurun Noyan bey.’ elleriyle yüzünü sıvazladığında derin bir nefes alarak beni süzüp bakışlarını tekrar kadına çevirdi.

‘Bize bir bardak su, iki kadehte viski getirir misiniz.’ Soru cümlesinden ziyade koşarak giden Kübra hanıma bakınca emirdi bu. Fakat ben an itibariyle Noyan’ın bu gergin halinin nasıl geçeceğini bilmiyordum. Elim usulca omuzuna gittiğinde hafifçe parmaklarımı sıkılaştırıp bırakmıştım ki sanki bunu bekler gibi omuzlarını açmak için uğraştığında tebessüm ederek arkaya çekilip diğer elimi de omuzuna yerleştirdim.

‘Zaten gerginim zıvanadan çıkardı! Sanki abim değil düşmanım!’ kendi kendine kükrerken dudaklarımı bana çevirdiği sırtına bastırdığımda sıkkın bir nefes alıp bıraktı.

‘Niye o kadar büyük tepki gösterdi ki Denker abi?’

‘Kendinin yarım kalan gönül davası var, hırsını benden çıkarıyor.’ Duyduğum cümleyle benim omuzlarım da düştüğünde, parmaklarımın hareketini kesmeden dudak büktüm. Denker abinin yarım kalan gönül davasının gelişme ve sonucunu bilmesem de o gözlerindeki siniri, Noyan’ı sadece bu yüzden bile silebilecek olma ihtimalini anlamıştım.

‘Çok mu sevdi?’

‘Çok…’ o harfini uzatarak derin bir nefes aldığında dudaklarında acı bir tebessüm oluştu, ‘Güzel de sever şimdi dengesiz falan ama.’ Bedenini düzeltirken parmaklarım omuzlarından koptuğunda kırgın gülümsemesiyle yüzümü uzun uzun incelediğinde bende tebessüm ettim. İçlenerek çok demesine mi, yoksa güzel sevdiği için abisinden gurur duymasına mı dikkat kesilmeliydim bilmiyordum ama sehpaya bırakılan bardaklarla sigarasından derin bir nefes daha çekip su bardağını tepesine dikti.

‘Sen bakma bizim aramızdaki kavgaya. Şurada kedi köpek oluruz, iki adım ötede can ciğer. Hep öyleydik, Şanze bile girmez aramıza.’

‘Uyardı da çok boş bir nedenden kavga ediyordunuz tutamadım kendimi.’

‘Boş mu?’ teessüf eder gibi olan bakışıyla başını sağa sola salladı, ‘Konu sendin…’ diye devam ederken omuz silkip kadehi elime aldım. Bir yudum içerken Noyan usulca ayağa kalkıp verandanın kapısına doğru yaklaştı. Bu ani hareketlenmesine anlam veremesem de dudaklarından dökülen kelimeler bozguna uğramama yetmiş hatta artmıştı.

‘Şanze! Çantanı hazırla tatile götürüyorum seni!’ cümlesi dumur olmamı sağlasa da bakışları gülümseyerek bana döndüğünde havalandırdım kaşlarımı. Mahalle yanarken deodorantım nerede diye dolaşma potansiyeli vardı şu an gözümde Noyan’ın. Ne tatilinden bahsettiğini bilmiyordum ancak dudaklarındaki o ufak tebessüm bana hiç masum gibi gelmiyor ve bakışları da nedense bu tatilin altından başka şeyler çıkacakmışçasına çağrışım yapıyordu.

Kiminin kaçma taktiği savaşma yöntemiyle aynı olabilirdi. Kimi kendi için yapamadıklarını kanının son damlasına kadar başkası için mücadele vererek çözerdi. Kan revan içinde kalmış bir geçmiş, çiçek bahçesi gibi anlatılırken dışarının gördüğü asla topraktaki koca yarıklar olmazdı. Biz de öyle bir andaydık.

Bir çatışmanın ortasında… Noyan’a güvendiğim kadar, aynı zamanda güvenemiyordum da. Bu ikilem arasında kalmamın sebebi de Noyan’dan başkası değildi. Onda daha görmediğim onlarca şey vardı. Tanıyalı çok uzun zaman olmamıştı fakat sorgusuz bir kabulleniş olduğu kadar isyan dolu çığlıkta çıkabilirdi. Bunu biliyordum. Bunu o kadar iyi biliyordum ki anı anını tutmazken yine de ona güvenmeyi seçiyordum. Korkmam gerekirken belki de en çok ona koşuyordum. Çıkılması zor bir labirentin içinde diğer kapıyı bulma derdim yoktu, orası ne kadar karışık olursa olsun ben Noyan’ı bulmaya çabalayacaktım. Yanlış olsa dahi. Ve bu yanlış tüm zamanlar boyunca benim hür irademle karar verdiğim en büyük doğrum olacaktı. Çünkü seçim bana aitti. Çünkü bunu ben istemiştim. Çünkü bu benim tek başıma, kendim için verdiğim ilk karardı…

Seslenişini tekrar etmek adına yeniden içeri yöneleceği sırada merdivenlerden gelen gürültülü sesle bakışlarım o tarafa dönse de Şanze ayakları kaydıktan sonra kendini zorlukla sabitlediği ve oturduğu basamakların arasındaki boşluktan bize dönerek büyümüş gözlerle bakıyordu.

‘Dalga geçmiyorsun değil mi!’

‘Geçmiyorum! Hızlı ol! Abime de söyle gelsin! Çocuk gibi küsmesin!’

‘Sensin lan çocuk!’ bakışlarım içeriden verandanın üzerine doğru Denker abinin kükremesiyle dönerken kıkırdadım. Noyan’da başını sağa sola sallayıp gülerek bahçeye indiğinde bakışları üst kata yöneldi.

‘Planımı dinleyecek misin yoksa oyuncak araba falan buldurayım mı çocuklara.’

‘Şanze’nin dediği kadar varsın. Aruzeli! Daha abinle nasıl konuşacağını bilmiyorsun.’ Denker abi bir kere daha laf yetiştirirken Noyan’da gülerek bahçeden verandaya tekrar çıkıp yanıma yaklaştı. Üzerime eğilip dudaklarını sıkıca dudaklarıma bastırıp geri çekilerek bedenini çuval gibi bıraktığında bir de omuzumdan öpüp derin bir nefes aldı. Bu haliyle o gergin adamdan sıyrılıp ufak bir çocuğa dönüşüyordu fakat tekrar eski halini alması fazla zaman almıyordu. Az önce birbirine bağıran abi kardeş değillermiş, bir gerginlik yaşanmamış gibi Denker abi ve Şanze sarmaş dolaş aşağı indiğinde son kale gibi Gizay gelmişti ki yemek masasına yerleştik. Kimseden çıt çıkmazken Şanze dikkat çekecek şekilde elindeki bıçak çatalı bıraktığında hepimizin gözleri ona döndü.

‘Nereye gidiyoruz?’

‘Önce İzmir’e, sonra başka planlarım var.’ bakışlarını konuşurken kısa bir anlığına üzerimde gezdirdiğinde dudaklarını ıslatıp kendisi de çatalını tabağa yasladı. Sanırım bu Şanze’nin sorularının ardı arkası kesilmeyecek diye yemeğe ufak bir mola vermekti. Parmaklarını birbirine kenetleyip gönder gelsin der gibi kardeşine usulca başını salladığında tüm sevimliliğiyle gülümsedi Şanze.

‘Oteli ben seçebilir miyim?’

‘İzmir’de olanı hayır seçemezsin.’ Başını sağa sola sallarken gözleri Gizay’ı bulduğunda o mesajı almış gibi cüzdanını çıkararak aradan bir kağıt bulup uzattı Noyan’a.

‘Katılman gereken bir sempozyum var.’ Kağıdı Gizay’dan alıp Şanze’ye uzattığında usulca katlarını açıp kaş çatarak tekrar döndürdü bakışlarını abisine.

‘Tıp ile ne alakam var benim? Lise de biyolojim çok kötüydü, onun cezası mı bu?’

‘Belgi’yle gideceksin. Bir dakika bile yalnız bırakmayacaksınız birbirinizi. Farklı biri yanınıza gelip otursa dahi ayrılmayacaksınız. Rica etse bile.’ Kaşlarını havalandırıp kesin kararını bildirircesine Şanze’ye bakmaya başladığında o usulca başını salladı. Normal şartlarda Deran diyen Noyan şimdi ilk ismimi mi kullanmıştı? Ayrıca ben o sempozyuma katılmak için nice sunumlardan geçmiş, onlarca makale hazırlamış, referans olmaları adına canım çıkarcasına hocaları ikna etmeye çalışmıştım! Henüz üç saat geçmemişken Şanze’ye nasıl oluyordu da davetiye buluyordu! Madem bulunuyordu ben neden yapmamıştım! İç kavgam kendi kendine ortalığı aleve vermek istese de ruhumun omuzları çöktü. Çünkü o sırada kavga eden Belgi’ye mantıklı olan Belgi cevap veriyordu. Zeren İmerler’e veya başka birine ricacı olmak istemedin Belgi! Kes sesini o yüzden! Teşekkürler mantıklı Belgi… Teşekkürler…

‘Etrafta dikkatinizi çeken bir durum olursa, herhangi bir fotoğraf çeken, ne bileyim gelip konuşmaya çalışan falan haber verin.’ Ne olduğunu anlamasam da kendi kavgamdan sıyrılıp Noyan’ın bir bana bir Şanze’ye bakarak söylediklerine başımı onaylarcasına salladığımda Şanze hepimize kahkaha attıracak cümleyi kurDu.

‘Rüşvet isterim. Rüşvet verirsen böyle sarılır bir an bırakmam İzmir sıcağına rağmen.’ Kolları boynuma dolandığında hepimiz gülmeye devam etsek de Noyan dalga geçen bir tebessümle başını salladı.

‘Rüşvetin…’ diyerek bir süre düşünse de sanki Şanze’nin ne tür bir rüşvetle görevi sonuna kadar sağlamca tutacağını bilir gibi tebessüm ederek baktı kardeşine. ‘Adaya gideriz, mevzuyu atlattıktan sonra.’ Kaşlarını havalandırıp tepkisini beklemeye başladığında Şanze zeytinden hallice gözlerini abisinde dolaştırdıktan sonra ciddi olduğunu fark ederek belertti bakışlarını.

‘Şaka…’ kolları sanki hayatı boyunca sunulmayacak bir fırsat yakalamış gibi şaşkınlıkla çözülürken boynunu bükerek baktığında sadece o değil Denker abi ve Gizay’da şaşkındı. Hepsi bunu imkansız gibi görürken bahsedilen adanın meselesini merak ettim. Sahi bu ara neden bu kadar şey merak ederken buluyordum ki ben kendimi? Noyan yüzündendi. Şu masada onu gerçekten tanıyan üç kişi olabilecekleri, imkansız olanları ve olabilme ihtimali olan şeyleri tespit edebilirdi ancak ben Noyan direkt gözlerimin içine baksa dahi göstermediği sürece ne düşündüğünü anlamıyordum. Bu gizem falan değildi. Noyan zaten gizemli bir adam gibi davranacak tiplerden de değildi bana kalırsa. Sadece nedendir bilmem bu anlık değişen ruh halleri veya imkansız olduğu düşünülen şeyleri bir anda onaylaması herkesi bozguna uğratırken ben, Ne oldu şimdi!, ruh halinde dolaşıyordum. Fakat Noyan onların şaşkınlıklarına rağmen çok basit bir durumdan bahseder gibi hafifçe omuz silkti.

‘Değil, İzmir’den hemen sonra.’ Derken bakışları ne kadar Şanze’de olsa da kısa bir anlığına beni buldu. Puslu mavileri ufak bir ışıldamayla dudaklarındaki tebessüme eşlik ettiğinde iç çekip yeniden kardeşine döndü. O az önce saniyeler içinde gerçekleşen bakış ise bana yetiyordu enteresandır ki. Bu adam niye bana güven aşılayan bir karaktere sahipti ki? Hayır en kötüsü şu an annem hayatımda ve sanki yıllar önce terk etmemiş gibi devam ediyor olsaydık tam olarak, ‘Noyan balkondan atlasa sende mi atlayacaksın Belgi!’ diyeceği yerdeydim. İşin en kötü yanı da anneme, evet derdim. O atlasa kesin bende atlardım. Öyle bir büyüydü bu…

‘Allah’ım… Aşk insana neler yaptırıyor…’ ellerini bir anda havaya açıp gözlerini kapattığında tepkisi sayesinde kafamın içindeki senaryodan çıkarak diğerleriyle beraber kahkaha attım. Şanze fazla heyecanlıydı, yaşadığı ve içinde olduğu hayatı önemsemeden yaşayıp hayatın tadını her an çıkarabilecek potansiyeli vardı. Milyarlar harcayabileceği bir kredi kartıyla mutlu olduğu gibi emindim ki bir taş parçasıyla da olabilirdi. Bunu düşünmemin tek nedeni ise ne zaman Noyan veya Denker abiye sarılırsa o vakit parlayan gözleriydi. Ki aynı durum Gizay’la dişe diş kana kan dercesine irdeleştiklerinde de oluyordu. Kartı Noyan’dan alırken veya az önce rüşvetini duyduğunda dahi gözleri onlara sarılırken öperken olduğu kadar parlamıyordu.

Yemeğin ardından toparlanıp tekrar salona döndüğümüz gibi eve gelmiş küçük bir çanta hazırlamıştım. Kapıda dikilen Gökmen abiye gülümsediğimde göz kırptı. Muhtemelen tek gittiğimden emin olmak adına onu göndermişti Zeren bey fakat Gökmen abi Adel’le muhabbete dalmış haldeydi. Elimdeki ufak valize Adel uzansa da Gökmen abi ondan devraldığında bagaja yerleştirirken çalan telefonuma göz devirerek cevap verdim.

‘Efendim.’ Sesim buz soğukluğundaydı çünkü Zeren bey benim hatırımı sormaya değil, direktiflerini vermek için aramıştı.

‘Tolga’yla aranı iyi tut, dediklerimi unutma.’ Görmeyeceğini bilsem de sıkıntıyla başımı sağa sola salladım.

‘Aramı iyi tutarım ama zannettiğin gibi bir durumu aklından bile geçirme.’

‘Seninle beraber davet alan bir arkadaşın var mı?’ dediğinde aklıma Şanze geldi. Cemiyet hayatında hayalet oluşu açık hedef olmasına engeldi, ben her davette olurdum ve Zeren bey ile sadece bir davette dikkatimi çekmişti Şanze, o zamanda Atakan kendisini darladığı için kimseye odaklanamamıştı, biliyordum çünkü bende ikisinin sessiz savaşlarını izliyordum. Sadece bu yüzden bile simasını hatırlamayacağı, hatta aklında dahi tutmayacağı için standart bir arkadaş olarak tanıyabilirdi.

‘Var. Havaalanında buluşacağız, Handan ismi. Sempozyumdan sonra birkaç gün beraber tatil yapacağız.’ Göz devirip mırıldandığımda içten içe hesap kitap yaptığının bilincindeydim.

‘Tanımıyorum Handan’ı?’ Hadi ya! Halbuki arkadaşlarımı tanımak için de can atardı! Şu bahtsızlığa da şahit olmak üzdü dersem yalan söylemiş olurum doğrusu. Göz devirirken sıkıntıyla nefesimi bırakmaktan da kaçınmadım.

‘Normal, burada değildi uzun zamandır, burada olsa da sen zaten Simay dışında çevremden kimseyi tanımazdın. Detay vermem gerekirse İtalya’da dil eğitimi aldığım sırada tanıştık kendisiyle, erkek arkadaşıyla ayrılmış, biraz dertleşeceğiz konferanslardan kalan zaman diliminde, sonra kafası dağılsın diye iki üç gün dolaşırız. Sicil numarasını falan ister misin?’ yalan parayla olsa yine söylerdim ben herhalde. Üç saniye sessizliğini koruduktan sonra konuşmanın aslında burada son bulduğunu anlamıştım fakat birkaç saniye sonra telefon yüzüme kapatılınca göz devirerek çektim kulağımdan.

Handan bire bir Şanze olsa da medyatik kişiliğinin yokluğu işime yarayacaktı. Bu iki üç günlük ekstra tatil avantajını da babaannemin evinde ve tamamen kafa dinleyerek geçirme taraftarıydım. Babama söylesem net bir şekilde Tolga’yı da oraya yönlendireceği için bahsini açma zahmetine girmemiştim. Gözlerim araba başında bekleyen Gökmen abiyi bulduğunda gülümsememi büyüterek yaklaşıp ön koltuğa oturdum. O da sürücü koltuğuna yerleştiğinde derin bir nefes almıştım ki yan aynadan Adel’in da başka bir araçla takip ettiğini fark ettim.

‘Belgi, kendini ne tür tehlikeye attığının farkındasın değil mi? Bak o çocuk o an için masumdu, korudum ama mevzunuz ne kadar derin kızım?’ kaşlarımı havalandırıp şaşkınca Gökmen abinin babacan haline baktığımda itiraz için ağzımı açacaktım ki başını sağa sola salladı.

‘Bari bana yalan söyleme. Tamam baban seni tanımıyor da ben halinden hareketinden anlıyorum. Seviyor musun o adamı sen?’ çocukluğumun diğer güzel ayrıntısı Gökmen abi… Kavgalardan kurtaran, benimle evin önündeki kamelyada resim çizen, kağıttan kayıklar yapmayı öğreten Gökmen abi... Haklıydı, babam ne kadar tanımıyorsa Gökmen abi bir o kadar tanıyordu beni. İçimden geçeni, dilimden dökülecek yalanı, canımın sıkkın olduğu veya çok neşeli olduğum her anı bilirdi. Bilmekle kalmaz tıpkı şimdi olduğu gibi yüzüme yüzüme de vururdu. Çekinmezdi, çünkü bilirdi ki onun söylediği herhangi bir şeye alınganlık yapmam. Veya üzülmemi düşünmezdi, çünkü yıllar önce, ‘Kuracağım bir cümleye üzül, darıl, küs bu mühim değil, yeter ki o cümlenin acısını yaşama bana kafi…’ demişliği vardı. Seneler boyunca gizli bir sırdaştı benim için Gökmen abi.

Oradaydı, anlatsam da anlatmasam da bilirdi veya takip ederdi. Üstelik fiziken bir takip değildi bu. Gözümün içinin gülmesinden, dudaklarımdaki insan kandırmaya çalışan tebessüme kadar ezber etmişti zihninde. Sanki Zeren beyin değil de onun kızıydım. Seneler bizi işte böyle bir konuma getirmişti.

‘Kızım, ben senin mutlu olmanı isterim ama o adam tehlikeli. Yazık günah değil mi sana, ya bir yerine bir şey olursa? Hiç mi canının kıymeti yok.’

‘O evde olduğundan daha mı kötü olur ölmem.’ Omuz silkip mırıldanarak arka tarafı başımla işaret ettiğimde kısaca cık cıkladı. Bu cık cık ifadesi de baba onaylamamasıydı zaten. Hatta onaylamama değil de, ne biçim konuşuyorsun sen, der gibiydi. Fakat Gökmen abi bir noktayı atlıyordu. Ben Noyan’a bir anlık boşlukta, ihtiyaç duyduğum veya muhtaç olduğum için kilitlenip kalmamıştım. Mesela hayatımda ilk kez ona diklenmiş, sesimi yükseltmiş ve olağan Belgi’den daha çirkef bir kadınla peşine düşmüştüm. Şirazem kaymış, bir de üzerine yumruğumu indirmiştim adamın suratına. Bütün bunlar bir anlık duygu boşluğu ile olacak şeyler değildi.

‘Ağzından yel alsın. Tamam o evde de iyi değilsin ama can bu kızım. Hem baksana kendi evine çıktın, daha rahat burası.’ Derken dikiz aynasında gezdirdiği gözlerini bir an bana çevirip tekrar yola odaklandı. Benim için endişeleniyordu, belki de endişelenecek tek gerçek insandı Gökmen abi. Ailem olmuştu yıllarca ve hala kalbimin bir yerinde varlığını koruyordu.

Herkesin bir hatası vardı hayatımda, herkes bir şekilde veya bir yerden sonra yalnız kalmama razı gelmişti fakat Gökmen abi göz yumar gibi görünürken dahi yanımda olmuştu. Amcama hak vermiştim Simay’ı korumak için durmak zorunda kalmıştı. Babaanneme hak vermiştim oğlunu daha fazla yerden yere vurmak istememişti. En kötü anımda yanımda olan ve tüm çilekeş tavrıma dahi destek veren Levent’i anlamıştım, zaten en çok da şu an ona hak veriyordum çünkü sevdiği bir kadın vardı. Fakat Gökmen abi eski kurt dedikleri o adamlardandı. Şimdiye kadar babamın karşısına hiç dikilmemiş, ona itiraz etmemiş, beni alıp o cehennemden çekip çıkartmaya çalışmamıştı. Ancak tüm bunlara rağmen cehennem cennet olsun diye elinden gelen tüm imkanları kullanmıştı.

‘Seviyorum.’ Sesim fısıldama gibi olsa da iç çekti anında.

‘Sana bir şey olacak diye korkuyorum.’ Bir insana babasından daha çok baba gibi hissettiren birisi olabiliyorsa o tam anlamıyla Gökmen abiydi benim için. Gülümseyerek bakmaya başladığımda derin bir nefes alıp göz ucuyla tekrar süzdü.

‘Bu Tolga denilen velet var ya, ondan kaç elinden geldiğince.’

‘Niye?’ bilsem bile bilmemezlikten gelecek şekilde merakla baktığımda sıkkın soluğunu havaya bıraktı.

‘Velet dilinden düşürmüyormuş adını, Zeren beyde aklına taktı seninkini, istenilmeyen yerlere gitti daha da gidecek sonu. Hayır o değil nikah masasına oturtur diye korkuyorum.’

‘Gökmen abi, sen bu Tolga denileni hatırlıyor musun veya babası Mithat beyi? Hayır bana çocukken oynardınız falan dediler ama zerre anımsamıyorum.’ Yüzüm buruşurken Gökmen abi göz devirip yeniden dikiz aynasını kontrol etti.

‘Tanıyorum tabi de seninle öyle çok karşı karşıya gelmedi o velet. Toplasan üç keredir. Annesiyle yurt dışında olurdu hep. Isın diye öyle yapmışlardır, seni de yanlış bilmiyorsam Simay ile kahvaltı yaptığın sırada görmüş.’ Dediğinde bakışlarımı tekrar yan aynaya dikip hala takip eden Adel’e bakarak iç çektim.

‘Ben isminin baş harfini hatırlamıyorum adam beni görünce tanımış mı?’ kaşlarımı çatıp yüzümü buruşturduğumda geldiğimiz havaalanıyla durdurdu arabayı Gökmen abi. Gözleri tıpkı benim az önce yaptığım gibi arkamıza park eden siyah arabaya odaklıyken yüzünü memnuniyetsizce buruşturmaktan da kaçınmadı. Bu memnuniyetsiz hali Adel yüzünden miydi yoksa Tolga denen asalaktan mıydı bilmiyordum ama Gökmen abinin bazı şeyler hiç ama hiç hoşuna gitmiyordu.

‘Fotoğraflardan biliyor muhtemelen, magazinden veya ekonomi dergilerinden veya baban sık ismini geçirdiği için.’ Başımı onaylarcasına salladığımda Gökmen abi arabadan inmek üzereyken kolunu yakaladım.

‘Uçakta takip eden var mı beni?’ dediğimde tebessüm eden yüzüme dikkatle baktı. Ruhundaki abi, baba veya ne sıfat yerleştirilirse bir merhamet barındırsa da içine sinmiyordu Noyan ve ben. Babamdan daha çok babalık yapmış bu adamın olağan tavrını çok iyi anlıyordum.

‘O da geliyor İzmir’e değil mi?’ yüzü sıkıntılı olsa da kıvranırcasına gülümsediğimde benimle tebessüm etti. Durumu sevmese de mutlu olmamı seviyordu. Tıpkı bir baba figürü gibi Noyan’ı desteklemese de sevincime ortak oluyor benim için en az zararlı olacağı seçmem için yol göstermeye çabalıyordu.

‘Yok kimse uçakta ama İzmir’de epey paparazzi olacak.’

‘Bir tanesin sen abicim…’ ikimizde indiğimizde bagajdaki valizi alarak göz kırpmasına sırıtıp iç hatlara doğru ilerledim bir adım arkamdaki Adel’le. Ardımda bıraktığım Gökmen abinin dakikalarca izlediğini ve çıktığım bu yolculuğun bana neler getireceğini bilmediğim halde dönüp kısaca göz attım. Benim yanımda Zeren İmerler’in baş koruması değildi o. Yıllardır yanında çalışan emekçi de değildi. Bir para karşılığı İmerler’in hayatını koruyan kişi hiç değildi. Dümdüz Gökmen abiydi ve ne vakit ardımda bıraksam o zaman göğsümün ortasına yerleşen ağırlık yine yerli yerindeydi.

İlerlediğim kontrol bandına rağmen Adel tek hücresinin dahi temasını sağlamadan beni başka tarafa yönlendirdi. O dakikalarca beklenen yerden uzaklaşıp güvenlik bandını elindeki bir evrakla açtırdığında yine gösterdiği tarafa ilerledim. Bakışlarım etrafta gezerken akşam vakti havaalanında gözlük takan Şanze’yi bulduğunda gülümsemem daha da büyüyerek yaklaştım yanına.

‘Bu kadar kostümle uğraşacağına yapay bitki gibi takılsaydın Şanze.’ Gülüp yanına yerleştiğimde önüne kaldırdığı dergiyle gözlüğünü burnunun ucuna indirerek göz kırptı.

‘Görevimiz tehlike yenge. Hemen arkamızda da fedailer var.’ Başımı hafifçe çevirip oturduğumuz koltuklara yaslı diğer koltuklara baktığımda sırasıyla Noyan, Denker abi ve Gizay’a gülüp kahkaha atmamak için dudaklarımı ısırdım. Koskoca adamları ne hale düşürmüştü Tolga denen insan tanesi. Hayır dalga geçesim olsa bile yapamıyordum çünkü adamların bu hale düşmesinin sebebi bizzat bendim.

‘Fedailer sağlammış ama.’ Diyerek koluna hafifçe dirseğimle dokunup göz kırptığımda yüzündeki bilmiş ve gururlu gülümseme büyüdü.

‘Taş gibiler.’ Elini kulağına götürüp çektikten sonra koltuğun ahşap kısmına vurduğunda kıkırdadım, ‘Maşallah, nazar değmesin benim pandalarıma.’

‘Amin… Değmesin.’ Derken gözlerim uçuş için kapıların durumunda gezindiğinde arkamdan gelen sesle kaşlarımı çattım.

‘Hadi.’ Diyen Noyan’a yorum yapamıyordum fakat Şanze mesajı almış, koluma girerek harekete geçmeme neden olmuştu. Kapı henüz açık değilken nereye gittiğimiz hakkında bir fikrim olmasa da önden ilerleyen iki adamı, Denker abi ve Gizay’ı takip etsem de ortadan kaybolan Noyan’ı gözlerim ararken alakası olmayan bir noktaya ilerleyişimizle göz ucuyla Şanze’yi süzdüm tekrar.

‘Takıntılı Noyan olan abim. Öldürsen normal yolcu uçağına binmez o.’ Sanırım kendince bir açıklama yapmıştı ancak bana göre bir açıklama bile değildi bu. Madem özel uçağa binecektik neden bilet almıştık? Veya yolcu uçağında ne olabilirdi de Noyan kullanmıyordu? VİP kapıdan geçtikten sonra ilerlemeye bir süre daha devam ettiğimizde yanımıza hızlı adımlarla yaklaşan ve gerçekten siyah giyen adamlar dördümüzün sürüklediği valizleri aldıkları gibi aceleci adımlarla önümüzde duran diğer kapıdan geçtiler. Sanki her şey bir film sahnesinden ibaretmiş gibiydi.

İnsanların daha az, hatta hiç olmadığı, az önce siyah takım elbiseleriyle valizlerimizi alıp ortadan kaybolanların yanı sıra bir de gayet normal yolcu gibi görünen fakat kulaklarındaki kulaklıktan asla düşünüldüğü gibi olmayan onlarca adamla yolculuk edecektik. Onların nereye kadar gideceğini bilmiyordum ancak hizalanmaları tıpkı Noyan’ın evinin bahçesindeki kadar düzenliydi. Pist ışıklarını otomatik kapıdan fark ettiğimde gözlerimi onlarca adamdan çekip karşıya diktim.

Bu kadar güvenliğe sahiden gerek var mıydı? Sonuçta koca havalimanı bir şekilde devletin uygun gördüğü şekilde korunuyordu. Yüzüme çarpan serin havayla derin bir nefes aldığımda önümüzde duran siyah araca yerleştik. Bizimle beraber diğer adamlar da arkamızdan gelirken aracın iki önünde, iki de arkasında duran minibüslere de onlar geçmeye başlamıştı ki harelerim ortadan kaybolan Noyan’ı ardında beş tane korumayla gelirken buldu. Arabaya binene kadar beş koruma adımını sapıtmadığında yanımdaki koltuğa bedenini atarken şaşkınlıkla hepsini süzdüm. Adel aracın kapısının kapanması için düğmeye basıp sürücünün yanındaki koltuğa yerleştiğinde ise önümüzdeki iki aracın harekete geçmesiyle bizim arabamız da yola çıktı.

‘Siz her gün aynı sahneyi mi çeviriyorsunuz?’ elimde olmadan mırıldanıp bir bir bedenleri süzmeye devam etsem de Gizay kafasındaki şapkayı ters çevirerek takıp diğer tarafımdaki Şanze’yi işaret etti.

‘Her uçağa bineceğimizde kendini gerilim filminde gibi hissetmek istiyor. Hepimize de kılık değiştirttiği için bünyemiz alıştı.’ Açıklamasıyla Noyan üzerindeki spor ceketi çıkardığında sıkıntıyla gömleğini düzeltip rahat bir nefes aldı.

‘Ben niye her seferinde kara kış gibi giyiniyorum? Girdiğimiz çıktığımız her yer klimalı, kurdeşen dökeceğim.’ İsyan ederek kolunu omuzuma atıp Şanze’ye baktığında o hala çıkarmadığı gözlükleriyle gülümsemesini büyüttü.

‘Rahatsız olmanı seviyorum abicim.’ Derken bundan gerçekten zevk aldığını gülüşünden anlayabiliyordum. Şanze onların parmağı kesilse kendini kaybederdi fakat böyle nazına oynatmayı veya onları kız kardeşlik dürtüsüyle çıldırtmayı gerçekten seviyordu.

‘Bundan sonra ben yazlık giyerim, büyük abini rahatsız et.’

‘Ulan üzerimde trençkot var.’ Denker abi oflayıp üstündekini işaret ettiğinde yeni fark etmişçesine kaş çatarak bir çırpıda çıkardı, ‘Yapışmış resmen.’ Çıkardığı parçayı savururcasına Gizay’ın kucağına attığında o iki kardeşin isyanına kahkaha atmıştı. Ciddi anlamda problemleri olan bir grup insandık. Durumun sıkıntısı için üzerlerinin çok farklı olmasını anlardım fakat her seferinde bunu yapıyor olmaları çok ama çok problemliydi. Arabanın durduğunu hissettiğimde açılan kapıyla birer birer inmeye başladığımızda Noyan elimi yakalayıp herkesin çıkmasını bekledikten sonra bizim de uçağa çıkan merdivenleri adımlamamıza müsaade etti.

‘Daha üç saat önce etek meselesini söylemiş olmama rağmen istikrarlı duruşunu taktir ediyorum.’ Elimi bırakmadan basamaklarda arkama geçse de diğer eli eteğimin bittiği noktadayken göz devirerek girdim içeri. Bende bir nebze damarına basmak istemiş olabilirdim. En nihayetinde bu durumlara müdahale etme hakkı olmadığını öğrenmeliydi. Kim olursa olsun giydiğime çıkardığıma el atamazdı çünkü hali hazırda ben birçok kez oturup kalkma konusunda dahi eğitim almıştım. Şaka falan değil, bunun eğitimini gerçekten almıştım. Ki zarafet eğitimi başlığında sadece bu konuya değinilmemiş bardağın nasıl tutulacağına kadar konu sündürülmüştü ve on sekizime kadar her yaz tekrar etmişti bunlar. O barda otururken Gizay gelip eteğimi tutsa da aslında neyin ne kadar yukarı kıvrılacağının da farkındaydım, tüm bunlar zihnime bir kemirgen gibi yerleşmiş kurallardı. O gece sadece karşımdaki Atakan yüzünden tüm ayarlarım bozulmuş ve bildiklerim bir süreliğine zihnimin dipsiz köşelerine koşarak saklanmışlardı.

Koltuklara yerleştiğimizde derin bir nefes alsam da kapanan kapı sesi ve ikaz ışığıyla kemerimi taktığımda Noyan’ın parmakları bu kez karnımı buldu.

‘Ben sana takıntılı demiştim.’ Şanze karşımda omuz silkip gülümseyerek sonunda büyük gözlüklerinden kurtulduğunda bakışlarım puslu mavilere döndü.

‘Dalga geçiyor benimle, değil mi?’ derken gözlerim Noyan’a lütfen dalga geçsin dercesine baksa da aklı neredeyse boş boş bakışlar atmaya başladı.

‘Ne konuda?’ Noyan bir bana bir de Şanze’ye bakarak kaşlarını havalandırdığında kardeşinin gülmesinden bir anlam çıkaramamış olacak ki tekrar bana baktı.

‘Takıntılı olduğunu söylüyor.’

‘Öyleyim zaten.’ Başını sallayarak da kendisine destek verip tamamen koltuğa yerleşmek istercesine kıpırdandığında şaşkınca havalanmış olan kaşlarımı düzelttim. Harekete henüz geçen uçakta bir süre sonra ikaz ışıkları sönerken rahatlayıp çıkarmıştım ki eli bir an olsun elimden ayrılmayan Noyan’a çevirdim gözlerimi.

‘Ben uyuyacağım, bir saat bile sürmeyeceği için ortalığı ayağa kaldıramazsınız diye tahmin ediyorum ve lütfen beni bu defa haklı çıkarın.’ Derken gözleri uyarırcasına Şanze’nin üzerinde olsa da kısa bir anlığına Gizay’a da ciddi bakışından attı.

‘Havadayken ne yapabiliriz?’ Şanze şaşkınca mırıldandığında Noyan çözdüğü kemeriyle ayağa kalkmış beni de bırakmadığı elim yüzünden zorla kaldırmıştı. Onun yüzünde olan uyarır ifadeye rağmen Şanze o kadar şaşkındı ki sanki hayatı boyunca onu bıraktıkları yerde oturmuşta abisi bu ikazda bulunurken çok başka birinin yaptıkları yüzünden kendini suçlarmışcasınaydı.

‘Geçen sefer şampanya yüzünden olanları unutmadım Şanze.’ Uyarırcasına çıkan ses tonuyla az önce ciddi anlamda profesyonel şekilde aptala yatan Şanze kahkaha atmamak için dudaklarını sıkıca birbirine bastırdığında Noyan’ın çekiştirmesiyle uçağın arka tarafına doğru ilerledik. Sürgülü kapıyı açıp beni de içeri çektikten sonra tekrar kapattığında nefesini sıkıntılıca bırakıp o derin gözlerini yine gözlerime dikti.

‘Tolga denen herifi dövsem, hiç gelemese yine baban başına bela olur mu?’ tek kaşını sorgularcasına kaldırdığında göz devirip yatağın ucuna oturduğumda beyaz gömleğinin düğmelerini birer birer çözüp uzandı yatağa. Tenindeki esmerlik loş alana göre epey gözüme çarparken, hatta gözüme gözüme girmek isterken elimi yakalayıp yanına çektiğinde yan yatsa da başımı yasladığı göğsünden sonra saçlarımın arasında dudaklarını hissettim.

‘Direkt ipini çekeyim hatta, daha sonra da önümüze çıkamaz.’ Bu bana bir öneri değildi, kendi kendine yaptığı durum muhakemesiydi. Hali hazırda fazlaca sakin gibi görünse de öyle olmadığını biliyordum. Bulunduğumuz hava sahası içinde, ki bu ortalama otuz bin fite tekabül ediyordu sanırım, Tolga’nın olmayışı yüzünden uyumak istemesini makul karşılıyordum. Çünkü İzmir’e indiğimizde bulunduğumuz şehirde onun nefes alıyor olması bile Noyan’ı rahatsız edecek ve muhtemelen uyku uyuyamayacaktı. Dışarıdan asla böyle görünmeyen bir adamın bunu yapabileceğini ise kaldırmaya çalıştığım fakat çenesinin altında olduğum için zorlandığım halde kapalı gözlerini fark edebildiğim tavrından anlıyordum.

‘Noyan…’

‘Noyan deme boşuna. Şu an kendi elimle seni o otele götürüyorum. Sırf senin için bir şey yapmadım bak herife, yoksa var ya…’ neler neler yapardı tahmin etmek zor değildi herhalde. Gerçi, sahiden, neler yapardı? Benim gördüğüm, tanıdığım, baktığım veya bildiğim Noyan oldukça nazik bir adamdı. Dokunuşundan cümlelerine kadar nahif, kendini bilen bir adam Tolga’ya ne yapardı? Başımı hafifçe çekmeye çalışırken bedenimi saran kolları gevşedi. Yüzünü incelediğimde kapalı olan gözlerini aralayarak dikkatle baktı. Oyuncak bebek gibi kollarının arasına çekip bir de ufacık çocukmuşum gibi yüzümün her milimini izlerken sertçe yutkunup gülümsedim.

‘Uyu hadi.’

‘Uykum yok ki benim.’ Omuz silkip bedenimi biraz daha üst tarafa çektiğimde sırtımı yatak başlığına yaslayarak derin bir nefes aldım. Başını yastıktan çekerek karnıma yaslarken kenarda duran elimi avucuna alıp parmaklarımın ucuna dudaklarını bastırırken tebessümüm yüzüme dağıldı. Tek tek parmak uçlarıma dokunan nefesini hissederken içim gidiyordu bu adama karşı, üstelik az önce birinin canına okuma ihtimalini dillendirmiş olsa dahi. Fakat o sözde kükreyen adam şimdi tam da olduğumuz yatakta bir kedi gibiydi, serçe parmağıma da dudaklarını bastırdıktan sonra saçları arasına yerleştirdi elimi.

Sabahtan akşama kadar olduğu gibi duran ve kafasında bir kutu sprey olduğunu düşündüğüm fakat dokununca ipek gibi yumuşacık olduğunu anladığım saçlarını okşamaya başladığımda tenimin arasından kayan koyu kahve her tutamda tebessümüm gülümsemeye doğru ilerliyordu. Nefesi sakinleşip durgunlaşmaya başlarken belime yerleştirdiği parmakları da sanki komut almış gibi usul usul okşadı tenimi. Uykuya dalmak istediğinin hatta derin nefeslerinden daldığının farkındaydım fakat o parmakları neden durmaksızın belimi okşuyordu veya bu yüzden uyanık olduğunu mu düşünmeliydim emin değildim.

Gözlerim ufak pencerelerden dışarı döndüğünde ışıl ışıl olan yeryüzüne baktım. Bazen tüm yüksekliklerin yere çakılmak için mükemmel şartlar yarattığını düşünürdüm. Paraşütsüz kilometrelerce yukarıdan bir anda bıraktığın bedenin henüz acısını dahi hissedemezken toprakla buluştuğunda büyük olasılıkla parçan bile kalmazdı. Fakat ya o son dakikalarda hissettiğin özgürlük, rahatlamışlık, tüm vücudunu saran ferahlık… Onların bir anlamı olmaz mıydı acaba? Gerçi olsa bile partiküllere ayrıldığım için bir önemi kalmazdı. Hoş illa ki bir uçaktan atlamam şart değildi, Zeren beyin hayatıma kastı da eşit sayılabilirdi bu durumla.

Kızının hayatıyla oynama çabasındayken neler hissediyordu acaba? Yıllardır aklıma bu soru hiç gelmese bile şimdi merak ediyordum. Beni daha iyi standartlara sahip olmam, mutlu bir evim olsun, sağlam bir iş kadını olayım diye yetiştirmiyordu. Beni tamamen Zeren beyin kızı diyerek anılmam için esir ediyordu. Acaba aklında dönüp duranlar neydi de bunları yapmak mantıklı geliyordu? Belki de sadece terk edip giden annemden çıkaramadığı kızgınlıkları benim üzerime döküyordu. Aklıma en mantıklı gelen şey buydu. Peki bir yandan da onun çocuğu olmam düşüncesi… Bu da rahatsız etmiyor muydu vicdanını?

‘Ne düşünüyorsun?’ boğuk çıkan sesiyle bakışlarımı pencereden çekerek Noyan’a yönlendirdiğimde başını kaldırmasa da gözlerini çevirerek dikkatle baktı. Parmaklarım sakallarına doğru indiğinde tebessüm ederek süzdüm puslu mavilerini.

‘Hiç…’ derken omuz silksem de inanmadığını belli edercesine havalandırdı kaşlarını. Fakat ben şu an Zeren beyin psikolojisini Noyan’la konuşmak istemiyordum. Özellikle de aramıza kilometreler girecekken adı dahi geçmesin ve hiç var olmamış olsun istiyordum.

‘İstanbul yaşadığın şehir ve semalarını uzun uzun izliyorsun. Defalarca görmüşsündür, bence hiç değil.’ Derken belimin iki yanına yasladığı dirsekleriyle başını karnımdan kaldırıp derince soluklandı.

‘Ben uçarken dışarı bakmam genelde.’ Gülümsediğimde kaşlarının çatılma sırası ondaydı.

‘Ne yaparsın?’ sesindeki şaşkın tınıyı daha önce duymuştum. Ben eğitim için İtalya’da iken ve Arıkan onun söylediği kadarıyla bir proje adına ama bence benim başımın etini yemek için yanıma geldiğinde Zeren beyin acil talimatıyla dönmek zorunda kalmıştık ve o zaman gömüldüğüm kitabı elimden çekerek şaşkınlıkla ne yaptığımı sormuştu. Atakan yeryüzünü severdi fakat Arıkan gökyüzüne aşıktı. Ruhu, benliği, tüm enerjisi göklere, bulutlara, güneşe tutkundu. Onun için öyle bir gündüz manzarasını bırakıp kitap okuyor olmam saçmalık ve hayatı kaçırmaktı. Fazla dile getirmese de özgürlüğümü kısıtlamaktan ibaretti olan halim fakat zaten ikimizde büyük çoğunlukla biliyorduk ki kısıtlayacağım bir özgürlüğüm yoktu.

‘Kitap okurum, çoğunlukla tıp ile ilgili.’

‘Aşıksın bölümüne değil mi?’ başımı onaylarcasına salladığımda kaşları düzelmiş dudakları memnuniyetle kıvrılmıştı.

‘Neden tıp peki, yüzlerce meslek var ama sen en zorunu seçiyorsun.’

‘Kolay tabiri pek hayatımda olmadığından sanırım ama ben zor kolay diye bakmıyorum.’ Omuz silktiğimde o da uzandığı yerden tamamen kalkıp benim gibi sırtını yatak başlığına yasladı.

‘Nasıl bakıyorsun?’ gözleri bana bakmasa da, hatta dönüp mimiklerini kontrol etmesem de harelerim tekrar pencereden dışarıyı bulduğunda artık iyice kaybolan şehir ışıklarına gülümsedim. Bilmek, tanımak istiyordu fakat bu tür şeylerin kendimi anlatabilecek cevapları bende yoktu. Çünkü Belgi Deran İmerler herkes tarafından hobi olarak tıp okuyor diye bilinmeliydi ve aşkla bağlı olduğu işi kimseye anlatamazdı.

‘Bir hastanede çalışmak istemiyorum mesela.’ Dediğimde başımı da Noyan’a doğru çevirdim. Yeterli açıklama olmadığını göstermek istercesine kaşlarını havalandırıp baktı yüzüme.

‘Özel klinik mi düşünüyorsun?’ başımı anında sağa sola sallarken gözleri kısılsa da dudaklarımı birbirine sıkıca bastırıp gülümsedim.

‘Médecins Sans Frontières.’ Dediğimde az önce sorgulayan bakışları gülümsemişti. Şaka değil, insanın bakışı gülümseyebiliyordu. Gecesinde kapkara olan gökyüzünün gündüz haline bürünmüş hareleri parlıyor, göz çevresi memnuniyetle gerilip çizgileniyordu. Dudaklarını birbirine bastırıp iç çektiğinde başını usul usul salladı.

‘Ölmeyi alışkanlık haline getirecek kadar tanıyan insanların hayatına dokunacaksın yani.’ Şaşkınlıkla bakmaya başladığımda dudaklarım da aralandı. Daha önce sınır tanımayan doktorlara dair böyle bir benzetme hiç duymamıştım. Evet, bunu istiyordum. O keşmekeş içerisinde tükenen ruhlarını canlandırmak, olabilecek ve o insanlara fazladan bir tane daha cenaze gönderilmesine baş kaldırmak, ölümü alışkanlık haline getirmelerinin şart olmadığını kanıtlamak istiyordum.

‘Bunu daha önce kimse böyle açıklamamıştı.’ Yüzüne muhtemelen aşkla bakıyordum, çünkü içimde ciddi anlamda bir aşk depreşmişti. Hatta öyle depreşmişti ki her an göz bebeklerimden kalpler falan çıkabilirdi ve ben bunu yadırgamazdım. Dudakları büyük bir tebessümle kıvrılırken elini cebine atıp sigara paketini çıkararak bir dal ateşlediğinde yatakta biraz daha aşağı kayıp sırt üstü dönerek derince dumanı ciğerlerine çekti.

‘Bende isterdim lisedeyken.’ Gözlerini benden çekip karşıdaki ufak pencerelere diktiğinde bu kez merak esir aldı bedenimi. Elini sağ tarafa uzatıp bir düğmeye dokunduğunda fan sesinden havalandırma olduğunu düşünerek aramıza bıraktığı sigaradan bende bir tane alıp yaktım.

‘Doktor mu olmak istiyordun?’ dediğimde başını sağa sola salladı usulca. Şu an kendinden emin, ne yaptığını bilen Noyan’ın hayallerini dinliyordum ve bu anlatılmaz bir şeydi. Yaptığı işten dahi o kadar emindi ki Noyan’ın bu iş dışında bir meslek hayali olduğunu düşünmezdim. Sanki bir şirket yönetmek için vardı, bunun için dünyaya gözlerini açmış gibi geliyordu bana. Dahası Noyan’a baktığım zaman hayalleri olan bir çocuk değil, ideallerine erişmiş adam dışında pek bir şey ayırt edemiyordum bu noktada. Halbuki Noyan’da çocuktu yıllar önce. Ufak, kahkahalar atıp oyun oynayan, heyecanlı, belki biraz ketum ama öyle veya böyle çocuktu. Sahiden, nasıl bir çocuktu acaba? Şimdi olduğu gibi fazla aklından geçenleri belli etmez miydi, yoksa ayan beyan ne varsa ortaya mı dökerdi? Veya çok yaramazlık yapar mıydı? Yapmazdı herhalde, çünkü şu halini göz önüne alınca acayip derecede gıcık olunacak o çok bilmiş ve hizalı çocuklardanmış gibi görünüyordu gözüme.

‘Tam olarak değil, ben daha çok alanım ne olursa olsun insanların hayatına dokunmak istiyordum. Sonra-‘ duraksayıp sertçe yutkunduğunda dikkatle bakmaya devam ettim.

‘Sonra?’

‘Farklı şekilde dokunmam gerekti, epey pis bir şekilde.’ Başını usulca bana çevirdiğinde gözlerindeki kırgın çocuğu görmemem imkansızdı, çok geçmeden gülümsemeye çabaladığında derin bir nefes daha aldı sigarasından, ‘Neyse… Bu günlerdeyiz sonuçta.’ Diye devam ederken o zorla kondurduğu gülümsemesinin acı içinde oluşunun bilincindeydim.

Kendi kırgınlıklarım içinde kendimi kaybetmişken bu zamana kadar görememiştim ama Noyan benden daha küskün bakıyordu hayata. Sanki yaşasam da faydam yok, ölsem de der gibi, hatta niye varım ki ben kıvamındaydı. Kendinden değil belki ama hayattan bıkmıştı. En sevdiği oyuncağı elinden alınmış, boynu bükük, gözleri dolu dolu da olsa istediği gibi ağlayamamış çocuk gibiydi. İstediği gibi ağlayamama hissi çok ağırdı sonuçta. Boğazına gelip oturan o acı hissiyat yutkunsan da geçmez, bir damla yaş akmasın diye sürekli kırpıştırdığın gözlerin yanardı. Bu buz dağı gibi görünen Noyan için dahi fazla acımasızcaydı.

‘Sana hiç söylemedim ama…’ derken iç çekip dilini dudaklarının üzerinde gezdirdi, ‘Annem…’ kapattığı gözlerine rağmen mırıldandığında bende elimdeki sigarayı küllüğe söndürüp yatakta kayarak başımı göğsüne yasladım. Hakkında belki de hiçbir detay bilmediğim adamı severken onda kaybolmak istiyordum. Koca bir kara delik içerisinde savrulmak ve o kara delikten asla çıkmamak. Bir de o iç çekmesine neden olan ailesi... İşte en çok merak ettiklerimden birisi buydu…

‘Çok güzel kadındı.’ Birisi gırtlağına basar gibi mırıldandığında sertçe yutkunmayı da eksik etmedi. Fakat derin bir nefes aldığında tüm anlatacaklarının içinde patladığını fark ettim. Tüm konuşma bu kadardı ve Noyan’ın annesi, çok güzel bir kadındı. Küçük oğluna iç çektirecek kadar güzel bir kadın.

‘Noyan, inişe geçiyoruz.’ Gizay’ın sesiyle beraber kapıya vurması da eşlik ettiğinde derin bir nefes alarak doğruldum.

‘Geliyoruz.’ Kendisi de kalkarken yatağın diğer tarafına dönüp avuçlarıyla başını iki yanından sıkıştırıp boynunu gerginliğini almak istercesine sağa ve sola yatırdı iki kez. İçindeki gizli saklı tuttuğu koca bir sandık varken sadece o sandığı gizli tutarak yaşıyordu. Parmakları sertçe ensesini sıktığı gibi yataktan da kalktığında gülümseyişiyle beraber döndü bana.

‘Hadi bakalım. Daha kopacak kıyamet, dövülmesi şart olacak Tolga falan var.’ Yatağın çevresini dolaşarak bana elini uzattığında ayağa kalkıp boynuna sarılırken parmakları belimi sıkıca sardı. Dudakları boynumda iz bıraktığında daha da sıkılaştırdığı kollarıyla kendini çekmeden konuştu.

‘O herif sana dokunmaya kalkarsa ağzının üzerine gelişine çak Deran. Çak ve olduğu yerde bırakıp uzaklaş.’ Derken gülsem de bende kollarımı bedeninden çekmemiştim.

‘Gerisini sana bırakayım yani?’ Belimdeki elinin birini saçlarımın arasına daldırıp boynumdaki dudaklarını saçlarımın arasına bastırıp kokumu derince çekti.

‘Bana bırak.’ Sesinin tınısı benim ürkeceğim halde olsa da Noyan’dan korkmamak garip bir hissiyattı benim için. Daha fazla dramanın içinde kalmanın makul olmayacağını bilerek bende dudaklarımı boynuna bastırdım. Kokusu ciğerlerimi tarumar etsin diye derin bir nefes çekerken çıraya has o çam kokusu gözlerimin kapanmasına neden oldu.

‘En heyecanlı yerini kaçıramam ki…’ gülerek başımı omuzundan çektiğimde yüzüme değen saçlarımı okşayarak kulağımın arkasında itekledi.

‘Sen uzaklaş ben heyecanı da içinde patlatırım o denyonun. Çünkü kulağıma kendisi hakkında üzücü bilgiler ulaştı.’ Derken kaşları çatılmış, az önce olan durgun hali ortadan tamamen kaybolmuştu.

‘Ne gibi?’ dediğimde gözüme takılan ve odaya girdiği anda açtığı düğmelerini iliklemeye başladım. Olaya ilgisiz kalmak istiyordum fakat merakta ediyordum. En azından benim ismimin geçtiği olayları ben sormadan anlatmalıydı.

‘Mesela sana akşam yemeği teklif edeceği gibi… Şimdiden millete seninle çok samimi olduğunu anlatması gibi… O yüzden cümle alem sabrımı taktir etmeli.’ Parmakları saçlarımı okşamaya devam ederken son düğmeyi de iliğinden geçirip göğsüne yasladığım ellerimle yüzüne yaklaşıp bu kez ben birleştirdim nefeslerimizi. Derin öpücüğüyle usulca geriye çekildiğimde aklından geçenlere yine kilit vurarak açtı kapıyı. Fakat engelledim. Atmadığım adımım sayesinde belki de mecbur kaldı durmaya. Bakışları usulca bana dönerken belki korktuğum, belki de gerçekten merak etmediğim o soru döküldü dudaklarımdan.

‘Kimsin sen?’ sesim fısıltının bir seviye üstündeyken puslu maviler önce yüzümde gezindi ardından dip köşe harelerimde. Baktı, sessiz kalacak sandım. Öylece durdu, cevap dahi vermeyecek diye düşündüm. Tüm bu zannetmelerimin aksine avucunda olan elimin üzerini okşadı baş parmağı.

‘Bilmeni istemeyeceğim kadar kötü biriyim.’ Dedi. Bir cümle seni nereden alıp nereye kadar sürükler bilemem ancak kabul etmen gereken kötü olan yanım der gibi söyledi bunu. Belki de ilk tanıştığımız andan beri gözlerini kaçırmayan Noyan gözlerini kaçırdı. İçinde kalan gizli saklıları daha derinlere taşıyabilmek adına. Zaten sonrasında da açtığı o kapıdan beni de peşinde sürükleyerek çıktı.

Noyan adına fark ettiğim bir detay varsa o da yanımda bulunduğu her saniye birisi beni kaçıracakmışçasına elimi bırakmamasıydı. Koridordan koltuklara doğru ilerlerken sımsıkı kenetlediği ellerimiz aynı kalmış, köşede kalan koltuğa geçecekken bırakacağı sırada diğer elinin hemen boşluğu doldurmasını sağlamıştı. Hani kırk yıl el ele, göz göze derlerdi ya, öyle bir lafın içerisinde kalmış gibiydi. Kemerimi takarken parmaklarını yeniden karnımda hissettiğimde bacaklarını yukarı çekmiş Şanze kıkırdayarak baktı abisinin haline. Noyan ise bu duruma alışkın olacak ki başını geriye atıp yine derin bir nefes aldı.

‘Niye arabayla gelmedik ki biz. Bir saat yolculuk mu olur lan.’ Denker abi sıkıntıyla mırıldandığında inmiş uçağın açılan kapısıyla gülümsedim. ‘Şehir değil semt değiştiriyoruz sanki. Çok mantıksız.’ Şikayet etmeye devam ederek kapıya kadar ulaşıp basamakları inmeye başladığında yüzünü buruşturup asfalt zemine ayak bastı.

‘Bünyem adapte olmuyor, bir anda nem yedik işte.’ Üzerindeki tişörtü sıkılmışçasına salladığında hazırda bekleyen arabaya ilerlemeye de devam etmişti. Neden bu derece gergin olduğunu anlamamıştım, halbuki İstanbul’da da vardı nem. Dahası saatlerce bir arabada oturmak yerine en makul olan uçmaktı.

‘Yükseklik korkusu var.’ Yanımdaki Şanze’nin açıklamasıyla beraber kaşlarım havalanırken o umutsuz bir vakaya bakar gibi abisini inceleyerek başını salladı.

‘Koltuğa yerleşir yerleşmez uyudu ilaç aldığı için. Az önce Gizay abi uyandırdı.’ Son açıklamasından sonra göz devirerek siyah minibüse yerleştiğinde bende arkasından geçip yanına oturmuştum ki Noyan’ın koca bir hasbin Allah çektiğini duydum. Bakışlarım ona dönse de kendisi sessiz bir dilde eteğimle kavga ediyordu.

‘Ben çektim Allah arttırsın, kıskançlık sofrasını kuran kaldırsın. Abi, salsana bir yengemi.’ Noyan’ın gözleri hala eteğimdeyken Şanze seslendiğinde ters bakışlar atarak gözlerini dışarı çevirdi. Resmen çıldırıyordu, çıldırıyordu fakat elinden de herhangi bir şey gelmiyordu.

Tüm yol boyunca Noyan’ın eteğim ve ben, arada da sekerek Şanze’ye dönen ters bakışlarıyla nihayet otelin önüne ulaştığımızda bende ve Şanze’de olan iki davetiyeyi de vererek kapı kartlarını almıştık ki sıkıntıyla bekleyen üç adama göz attım. Noyan bir anda kartı elimden alıp tekrar verdiğinde aynı şeyi Şanze’ye de yapmıştı ki ne yapacağını anlamasam da resepsiyondaki kadına çevirdi gözlerini.

‘5002, 5005 bir de tam karşısındaki odayı istiyorum.’ Diyerek beni işaret ettiği sırada resepsiyondaki çok güzel şekilde bronzlaşmış kadın şaşkınlıkla kaşlarını havalandırıp mahcup bir gülümsemeyle baktı Noyan’a.

‘Maalesef… O kat tamamen dolu beyefendi.’ Dediğinde açıklamak adına dudaklarını aralasa da durdurdu Noyan.

‘Misafirler yerleşti mi?’ gözlerini kısıp süzdüğünde kadın başını sağa sola sallamıştı fakat hepimiz o katın sempozyum için kapatıldığının bilincindeydik. Ama buradan bakılınca Noyan bununla pek ikna olacak gibi değildi ki gülümseyerek onaylayıp tekrar elimizdeki kartları aldığı gibi kadına uzattı.

‘O halde hanımefendileri de bizimle aynı kata alın.’

‘Yalnız kendileri özel misafirlerimiz olduğu için o kat rezerve edildi.’ Tek kaşını kaldırıp sıkıntıyla tekrar kadını süzdüğünde aralarında kalan deskin üzerine bıraktığı kartları bize uzatıp cebinden telefonu çıkardığında on saniye uğraş göstermiş ardından tekrar cebine atarak beklemeye başlamıştı.

‘Bir üst katta 6002’den başlamak üzere üç oda boş dilerseniz sizlere onları vereyim?’ Kadıncağız orta yolu bulmaya çabalasa da Noyan kollarını göğsüne bağlamış halde sessizliğini koruyordu. Yüzünde ufacık bir onaylayan veya reddeden mimik yokken resepsiyonda çalmaya başlayan telefonla kaşlarım çatıldığında Noyan’ın az önce olan ifadesiz hali de gülümsemeye dönüştü.

‘Telefona cevap verin, lütfen.’ Ortamda sanırım ne olduğunu anlamayan bir ben bir de resepsiyondaki kadın vardı. Gözlerim geri kalanlarda dolaşırken onların sıkıldıklarını gösteren yüz hatları hiç şaşırmış veya garipser durmuyordu çünkü. Kadın telefonu kapatıp yanımıza tekrar yaklaştığında az önceye oranla hem mahcup hem de daha büyük bir gülümseme sundu.

‘Kusura bakmayın Noyan bey. Ben hemen ayarlama sağlıyorum. Sizleri biraz bekleteceğim, dilerseniz lobide ağırlayalım?’

‘Zevkle bekleriz.’ Şanze ve benim elimdeki kartları alarak ortaya bıraktığında hala elimin avucunun içinde olduğunu da yeni fark ediyordum. Resmen bende de bağımlılık olmuştu. Bir an kendimi büyük bir alana gelmişte annesi kaybetmekten korkar gibi elini sıkı sıkıya tuttuğu bir kız çocuğu gibi hissetmiştim. Daha önce birkaç kez babaannemle pazara gitmiştim ve onun da üzerindeki cekete böyle sıkı sıkıya tutunmuştum. Noyan’la adım attığımız her anda parmaklarıma kenetli parmakları bana bunu anımsatıyordu. Kaybolmamak adına sımsıkı tutunduğum, beni bir zırh gibi çevreleyen o güven duygusu. Lobiye ilerlemememiz kadıncağızın hareketlerini daha da panikletse de kısa sürede deskin üzerine kartları bıraktığında Noyan gülümseyerek derin bir nefes aldı.

‘Protokol ve kurallardan bahsetmeme gerek yoktur umarım.’ Diyerek kaşlarını kadına karşı buyurganca havalandırdığında onun derin bir nefes almasını seyrettim. Noyan’a karşı sadece saygı yoktu, ondan ürküyor, çekiniyor fakat aynı zamanda büyük bir hayranlık duyuyordu. Fakat bunların hepsi kim olduğunu öğrendikten sonra kendini göstermişti.

Muhtemelen sabahın köründen beri çalışıyordu yaka kartından ismini öğrendiğim İrem hanım ve artık ufacık bir direnci kalmadığından tanıyamamıştı Noyan’ı. Gerçi tanıması gerekiyor muydu ondan da emin değildim. En nihayetinde epey boş zamanı olan bende başta tanımıyordum onu. Ki karşımızdaki çalışanın yoğun bir iş hayatı, belki aile hayatı vardı. Güçlükle hayati standartlarını idare ediyor dahi olabilirdi, haliyle ondan televizyon izlemesini, gazete veya dergi okumasını bekleyemezdik. Bize göre basit olan hayat şartlarında bugün istediğimiz konumdan bir başka konuma saatler içinde ulaşabiliyor ve buna rağmen şikayet ediyorduk. Ancak onlar? Hayatlarını idame ettirebilmek uğruna iş yükümlülüklerinden fazlasını sadece kovulmamak için üstlenenler? İşte onları tahmin edemiyordum. Ki bunu düşünmeye de yıllar önce lise sonda dersten kaçıp gittiğimiz bir sokak köftecisinden sonra başlamıştım.

Aklımızın asla başımızda olmadığı o dönem ufak bir Vosvos minibüsle köfte ekmek yapan adam vardı ve biz burnu havada zengin züppeleri olarak aşırı merak ederek sırf orada yemek için dersi kırmıştık. Tabi o ilk gidişimiz asla tek olmamış, devamı da gelmişti. Ki bizim lise kendi yemekhanesi ve kantini dışında asla tüketim yaptırmayan bir yerdi. Okul yönetimi bu kuralı özellikle koymuş, hepimiz varlıklı ailelerin çocuklarıyız diye zehirlenme ihtimalimizin önüne set çekmişti sözde. Durumu olmayan öğrenciler için ise okul aile birliği bir toplantı düzenlemiş, oylama açılmış ve bütün veliler kuralın mantıklı olduğunu bu yüzden de durumu olmayan öğrencilerin ödemelerini kendilerinin yapacağını söylemişlerdi. Yani bu bir tabu ve kural haline gelmişti. Ancak yine de bir şekilde o okuldan kaçıp defalarca köfte yemeye gittiğimiz bir seferde ismini asla anımsayamadığım ancak bir zamanlar halkla ilişkiler müdürlüğü yapan adamla muhabbet etmiştik. O yüzden de resepsiyondaki gözünün feri sönmüş İrem hanımı anlıyordum. O köfteci, biz parayı yaşayabilmek için kazanıyoruz, harcamak için değil. Kurumsal bir kimlikteyken televizyon izleyemiyor, ailemle zaman geçiremiyor, hatta tatile çıkmak için on iki ay boyunca borç ödüyorum, tatil yapmama rağmen stresimiz azalmıyordu, şimdi ise yiyebileceğim parayı stressiz kazanıyorum, demişti. Ve şu an eminim ki İrem hanıma sorsam o da aynı şartlara sahip olsa direkt istifa ederdi.

Sanırım ben o beyaz yaka meselesine biraz da bu yüzden uzaktım. Varlardı, hayatın her yerinde ve emeklerinin son damlasına kadar ancak stressiz bir günleri dahi olmadığı için yaşamak için kazanıyorlardı, zaten kazandıkları da güç bela yemek, kira, giyim gibi temel ihtiyaçlara gidiyordu.

‘Magazin ekibini kesinlikle almayacağız Noyan bey, restoranımızın balkonundan görüntü almamaları adına da önlemler alınmasını sağlayacağımdan emin olabilirsiniz. Burada olduğunuzdan kimsenin bilgisi olmayacak.’ Kadın açıklamasını yaparken az önce burnu havada davranan Noyan bu kez gerçek ve samimi şekilde gülümsedi.

‘Kolay gelsin İrem hanım.’ Diyerek baş selamı verip bana döndü.

‘Kim aradı kadını?’ asansöre doğru ilerlemeye başladığımda tuttuğu elimi bırakmadan kolunu üstümden geçirip omuzumu sardığında tebessümü de iyice büyüdü.

‘Otelin sahibi.’ Sesi o kadar umursamaz çıkıyordu ki bir oda için gerçekten bu kadar olay yükseltmeye gerek olup olmadığını sorgulamak istemiştim.

‘Otelin sahibine mesaj mı attın, sadece oda için?’ kaşlarım havalandığında asansörün kapısını tutan Adel’le kabine geçtik.

‘Oda için değil, yapması gereken şeyi hatırlattım o kadar. Daha önce resepsiyondakiler tanırdı, çok uzaklaşmışım buralardan.’ Derken bir miktar modunun düşük olmasına şaşırmamam gerekiyordu sanırım. Fakat tanınmaya bu kadar takık olamazdın Noyan. Böylesine seni şıp diye tanıyıp önüne kırmızı halılar sermelerini bekleyemezdin. Hayır, benim tanıdığım Noyan bu kadar egoist değildi.

‘Ne yapmaları gerekiyordu?’

‘Beni tanımaları.’ Şaşırmak bence hakkımdı. En azından Noyan’la tanıştıktan sonra onu araştırdığım, hatta bunu pek önemsemediğim, nerede ne kadar ismi var diye araştırmadığım için bana dahi bozulabileceğini fark ediyordum. Resepsiyonda çalışan ve karşısındakinin Noyan olduğunu tahmin edemeyen İrem hanıma sonuna kadar hak verirdim. Çünkü insan canı sıkılınca ekonomi dergisi incelemezdi ve İrem hanım muhtemelen yeni açılacak sezon yüzünden çalışma yoğunluğu sayesinde bitap düşmüştü. Hepsini bir yana bırakmam gerekirse İrem hanım, Noyan Cenker Visam’ı tanıma mecburiyetinde değildi. Fakat Noyan aklımdan geçen her ego göstergesine cümlesiyle sert bir tekme attığında hala havada olan kaşlarımla gözlerim kat tuşlarında gezindi. Altıncı kata basılmıştı fakat daha önce defalarca gözüme çarpan ve gerçekten de güzel bir mimariye sahip bu otele dışarıdan bakıldığı durumda sadece sekiz katı görünüyordu. Peki asansör kabininde neden onuncu kata ulaşan sistem vardı? Çok uzaktan dahi bakılsa son iki katını neden hiç saymamıştım?

‘Egoist misin sen biraz?’ derken gözlerimi tuşlardan çekip Noyan’a çevirdim. Biraz mı? Şaka mı yapıyorsun Belgi? Adam kendini tanımadığı için gecenin bir vakti işletme sahibine tek bir mesaj atmış ve o herifte hazırda bekliyor gibi dakikalar içinde resepsiyona bilgi geçilmesini sağlamıştı. Sence değil miydi yani egoist?

‘Benim arazim üzerine yapılmış oteldeki çalışanların tanıması lazım, bu ego değil.’

‘Gizli müteahhit seni…’ Gizay’ın arkadan kahkaha atmamaya çabalayarak konuşmasıyla Noyan’da yandan gülüşüyle onu desteklemekten geri kalmadı. Geldiğimiz kattan sonra odalara yöneldiğimizde Şanze Noyan’a göstermemeye çalışarak göz kırptı kapıyı açarken.

‘Yengecim, çantamı bırakıp üzerimi değiştirdikten hemen sonra yanındayım.’ Noyan’ın gözleri usulca kardeşine döndüğünde tek kaşı havalanmış olsa da durumu zevkle izleyen Denker abi ve Gizay’ı süzüp bakışlarıyla kardeşine odayı işaret etti.

‘Ne var abicim?’ onu bunu bilmem ama Şanze kesinlikle güzel salağa yatıyordu. Büyüttüğü gözleri, anlamadığını belli eden dudak bükmesi ve sanki kendisi bir hata yapmış gibi şaşkınca bir Denker abilere bir de bize bakmasıyla oyunculuğu mükemmeldi.

‘Gir odana, yat uyu.’ Dediğinde sesindeki emir veren tınıya rağmen Şanze anında başını sağa sola sallayıp kapının kulpunda olan elini havalandırdı.

‘Olmaz… Sen ne dedin bana, bir dakika ayrılmayacağım yengemin yanından.’ Hepimiz gülmemek için zor duruyorduk fakat Şanze bu konuda profesyonel bir şekilde tavrını sabit tutuyordu.

‘Şanze!’ uyarırcasına dişleri arasından tıslar gibi konuştuğunda Şanze açtığı kapıyla gülümsemesini büyüttü.

‘Ne var canım Şanze, Şanze. Adımı ezberler gibi… Sözünü tutuyorum işte.’ Derken omuz silktiğinde şeytani tebessümü de dudaklarında yerini aldı.

‘Sözümü tuta tuta öldün bu zamana kadar değil mi?’ dedikten sonra tekrar çenesiyle odayı işaret ettiğinde ‘Git, uyu.’ Diye devam ederek baskın tonunu sürdürmeye devam etti. Durumun Noyan için daha fazla sinir teşkil edeceğini fark ederek Denker abi ve Gizay odalarına girdiğinde bende arkamda kalan kapıya kartı okutup açtım. Kızcağızın üzerine atlaması taraftarı olmadığım için kendimle beraber Noyan’ı da çekiştirerek içeri girdiğimde dışarıdan gelen üç kahkahayla bende kıkırdayarak baktım.

‘Sırf damarıma basmak için yapıyor.’

‘Ama sen söyledin, haklı o da.’

‘Her söylediğimi yapsaydı da bu kusur kalsaydı.’ Kapının vurulmasıyla kaşlarımı havalandırıp Noyan’ı geriye ittiğimde araladığım kapıdaki adama baktım. İki valizi kapının hemen yanına bıraktığında yanına dönüp bir kutuyu bana uzatırken anlamaz halime rağmen elinden aldığımda beklemeden uzaklaşmıştı. Kapıyı örtüp gözlerimi Noyan’a çevirsem de o da durumun ne olduğunu anlamıyordu tıpkı benim gibi. Muhtemelen organizasyon yüzünden diye düşünerek pembe yuvarlak kutunun üzerindeki kurdeleyi açtıktan sonra kapağını kaldırdığımda bir dal gül ve yığınla çikolataya göz gezdirdim.

‘Tıp camiası çikolata forever diyerek gezmiyor değil mi?’ dibimden gelen Noyan’ın sesiyle irkilsem de ikimizin de kaşları çatıktı. Hali hazırda bunun sempozyum için olduğunu hiç ama hiç zannetmiyordum. Çünkü az önce gözüme çarpan makyaj masasının üzerindeki bitki çayları gibi birçok sağlıklı şeyden olan paket bu davetteki ikramdı. Ki o Noyan’ın da dikkatinden kaçmamış olacak ki başını usulca çevirip makyaj masasına baktığında dilimle dudaklarımı ıslattım.

‘Bence gezmiyorlardır.’ Dudak büküp kapağın içine yapıştırılmış ancak benim yeni fark ettiğim notu alarak kutuyu kenara bıraktığım gibi derin bir nefes alıp yazıda göz gezdirdim.

Hoş geldin güzel kadın

-Tolga Külbasan

Bir bana mı çok saçma geliyordu not? Ufaktan bir midem bulanmış, yüzüm ekşimişti hatta. Kaçıncı yüzyıldaydık? Çikolatayla kadın mı tavlanırdı? Böyle şeyler saçma değil miydi? Ayrıca tıp sempozyumuna katılan bir insan pek tabi bu kadar çikolatanın insanı hem krize sokacağını, hem sağlının bozulacağını nasıl bilmezdi? Bakışlarım benimle beraber kartı okuyan Noyan’a döndüğünde sinirden kendini belli eden çenesindeki damarla kartı aldığı gibi yırtıp kutunun tekrar içine atmış ardından kutuyu da kapatarak beni kenara çekip kapıyı açtığı gibi yere atmıştı. Dudakları arasından küfürler savrulurken kapıyı da sertçe örttüğünde bakışları bir an benim gözlerime dönse de bekleme yapmadan ilerleyerek balkona çıkan kapıyı açtı.

‘Gel ağzımı yüzümü dağıt, benim canım dayak çekiyor, ne olur döv beni Noyan, diyor.’ ellerini Fransız balkonun demirlerine yaslayarak başını sağa sola salladığında bu haline gülmek istesem de şu an yeri ve zamanı değildi. Ayakkabılarımı çıkarıp arkasından yaklaştığımda kollarımı karnına doğru sararak sırtına dudaklarımı bastırdım.

‘Azmettiriliyor bence, yoksa kendisi de dayak istemez sanırım.’ Derken sesim sakinleştirmeye yönelik çıksa da Noyan hala burnundan soluyordu.

‘Savunulacak hiçbir yanı yok onun.’ Konuşmasındaki baskın ve sinirli hal dahası bu siniri tamamen Tolga’ya yönelik olsa da üzerini kapatmadan ortaya savuruyor olmasıyla derince soluklandım. Tolga’yı savunmamıştım, ortada onu savunmak adına bir nedenimde yoktu, hatta o kadar ki umurumda dahi değildi fakat sakinleşmesi için birkaç kelimeyi yan yana getirmem Noyan’ın zihninde dönüp duran tilkilerin kuyruğuna basmama neden oluyordu.

‘Savunmuyorum, tanımıyorum ki savunayım zaten.’ Omuz silkip tekrar sırtına dudaklarımı bastırdığımda bedenini bana çevirerek başını salladı.

‘İşte bundan bahsediyorum. Tanımıyor.’ Deyip duraksadığında başını yeniden olumsuzca salladı, ‘Sende, o da birbirinizi tanımıyorsunuz ve dengesiz herif tutup odana çiçek çikolata gönderebiliyor. Şuursuz.’ Diye devam etti. Bir anlığına yatışan sinirleri tekrar havai fişek gibi patladığında başımı omuzuma düşürdüm.

‘Noyan, belki seni bilse yapmayacak.’ Sinirden çakmak çakmak olan gözleri daha da büyüdüğünde geriye doğru bir adım atmamı sağlayarak içeri girdi.

‘Ya herif seninle görüşmeden orada burada samimiyiz ayağı yapıyor. Seninle ya, ayak yaptığı olayın ikinci failiyle görüşmeden, tanışmadan. Biz tam boy, sen kucağımdayken habere düştük Deran. Hadi onu geçelim davet var, o davette basın beraber fotoğrafımızı yayınlayamasa da konuşulduk, benim kulağıma ulaşacak kadar konuşulduk üstelik. Ki dikkatini çekmek istiyorum benim kulağıma bire bir benimle ilgili olsa da kolay kolay magazin gündemi gelmez. Ulan bir insana ne denmiştir de bu kadar emin konuşuyordur?’ kaşlarını çattığında cebinden çıkardığı sigarayı ateşleyip derin bir nefes aldıktan sonra benim dudaklarıma yerleştirip bir dal daha yaktı. Kollarım hala beline sarılıyken sinirden kuruduğunu düşündüğüm dudaklarını ıslattı.

‘Seni bu herifle evlendirmiş olabilirler mi? Ben bu genişliği başka türlü açıklayamıyorum. Hayır yani bu gevşekliğin nedeni ancak bu olabilir.’

‘Yuh o kadar da değil!’ şaşkınlıkla kollarımı çekip düşmek üzere olan sigaramın külünü kenardaki kül tablasına çırptığımda Noyan yatağa oturup derin bir nefes aldı. Adam sırf kıskançlık stresinden şurada kalpten giderse şaşırmazdım herhalde.

‘Bu gece sinirlerimi bozmayacağım. Tüm öfkemi yarın ve sonraki iki güne saklayacağım.’ Gözlerini sıkıca kapatıp kendini ikna çabasına girdiğinde tekrar vurulan kapıyla göz kapaklarını bir anda açıp alt dudağını ısırdı.

‘İnşallah o dalkavuktur da üç güne yaymayız sinirimi.’ Yataktan kalktığında hızlıca bileğini yakaladım. Ben ne kadar çaba göstersem de uçar gibi kapıya yaklaştığında son anda duvara doğru iteklediğim gibi göğsüne elimi yerleştirip aralanan kapıyı açtım.

‘Gizay.’ Gülümseyerek Noyan’ın hala tuttuğum göğsünü serbest bıraktığımda şaşkınca bana baksa da kapının arkasından başını uzatan bedenle gülümsedi.

‘Denker abinin odasına geçiyorum, terasta oturacağız diyecektim ama gelmeseniz de olur siz, sanırım, muhtemelen. Siktir edin ya.’ Elini rast gele sallayarak geriye gittiğinde göz devirsem de odanın içerisindeki cinayet havasını azaltmamın şart olduğunun farkındaydım.

‘Geliriz, sen geç.’ Dediğimde Noyan’da benimle aynı fikirde olacak, başını onaylarcasına sallarken kapıyı örtüp puslu mavilerine baktım. O kadar gerilmişti ki gözlerinden alevler fışkırsa şaşırmayacaktım. Üstelik ihtimaller üzerine konuşurken bu denli geriliyorsa Tolga’yla karşı karşıya kalırsa olacakları da asla hesap edemiyordum.

‘Stres sağlığa zararlı, tıp camiası no stress diyor.’ Kasveti dağıtmak isteyerek güldüğümde Noyan’ın da dudakları zoraki bir tebessümle kıvrıldı.

‘No Tolga desinler bende akımlarına kucak açayım. Herif bir günde düzenimin ayarını bozdu.’ Kenardaki valizini çekip ortaya açtığında kahkaha atmaya başladım. Sinirlerini kıyafetlerinden çıkarırken ne kadar saçma sapan bir gerginlik içinde olduğunun farkında mıydı acaba? Veya bu haliyle annesine kızmış ufak bir çocuk kadar tatlı olduğunu biliyor muydu? Çünkü ben ne kadar gergin olursa olsun onun kaş çatmasını aşırı şirin buluyordum diğer insanlara zıt halde. Noyan ise rast gele eline geçenleri yatağın üzerine bıraktığında sırtımı kapıya yaslayıp daha çok güldüm.

‘Gülme Deran, ya ben kız kardeşimi kıskanıyorum tamam eyvallah ama bu öyle bir şey değil. Bak samimi söylüyorum bu kıskançlıkta değil.’ Dudaklarımı dişleyerek açıklamasına gülümsemeye devam ettiğimde sertçe yutkunup bende kenarda duran valizimi aldım.

‘Ben duşa gireyim, sonra geçeriz yanlarına.’ Gülmemek için zorlandığımı fark etmiş olacak ki usulca başını salladığında aldığım birkaç parça eşyayla beraber banyoya attım bedenimi. İlk salonda gördüğümde alabildiğine sakin, olgun duran adamın bir tek yere oturup tepinmediği kalmıştı. Ki ona göre üç gün fakat aslında bir hafta olan bu sürecin sonuna kadar onu da yapardı Noyan. Yine de hak vermeden edemiyordum bu haline. Gerçekten de Tolga denen adamın yaptığı hadsiz bir tavırdı. Çünkü bir iki kez oyun oynadığım insanla tekrar yüz yüze gelmeden ona çikolata göndermezdim. Bu hemcinsim bile olsa arkadaş niyetiyle dahi yapmazdım. Zaten konu hakkında fikrim alınmamıştı, insan önce bir karşıma çıkar benim tepkime bakarak hareket ederdi. Sahiden bu herifteki rahatlık nedendi? Tabi ki Zeren İmerler rahatlığıydı bu. O eşek kadar fotoğrafa veya davette olan fısıldaşmalara ne bahaneler sunmuştu sevgili babam bilmiyordum ama Tolga kendine anlatılan bütün hikayelere inanmış veya inanmak istemişti.

Fakat ne olursa olsun üzerimdekilerden kurtulup bedenimi ılık suyun altına attığımda hala içimden yükselen kahkahayı bastırma çabasındaydım. Derdim aslında duş almak değil Noyan’ın gözü önünde kahkaha atıp daha çok sinirlerini zıplatmamaktı. Ciddi anlamda gerginliği her hücresinde bir yılan gibi sinsice dolaşıyor ve asla garipseyip silmeye çalışmıyordu. Bana ringde arkadaşım öfke dediği o öfke tüm benliğinin içindeydi ancak anlattığını uygulayamamış kendisi kontrol altında tutamamıştı. Eğer ki şu dakikalarda Noyan yanımda olmasa, bu desteğini hissetmesem emindim ki bende de aynı tepkiler olurdu. Hatta o kutuyu kapıya değil, gidip Tolga denen adamın kafasına atardım, doğrusu kafasında parçalamayı hayal ederdim.

İzmir’in nemine rağmen sonunda serinliğe kavuştuğumu hissedecek olsam da bir Ege gerçeğiyle daha yüzleştim. Henüz üzerimi giyeli on saniye olmamışken tekrar nemle sarılmak gibi mesela. Evet hava delicesine sıcak değildi ve biz Nisan ayına girmek üzereydik fakat ne olursa olsun nem vardı nem…

Saçlarımı taradıktan sonra elimden geldiğince toplayıp banyodan çıktığımda odanın boşluğuyla kaşlarımı havalandırsam da kapı sesiyle gözlerimi o tarafa çevirdiğimde Noyan’da nemli saçlarıyla karşımda belirdi. Biraz olsun sakin görünüyordu ya da öyle görünmeye çalışıyordu. Yüzünde oluşmaya başlayan ufak tebessümle girdikten sonra kapıyı örttüğünde kolunu belime sararak beni kendisine çekti. Dudakları anında boynumda yerini alırken derince kokumu çekerken bende gülümsedim.

İnsan sevmeliydi, iliklerine kadar sevmeli, sonunu bilmese de deli divane olmalıydı. Benim de tutumum o sevme ve sevilme konusuna Noyan’dan sonra değişim göstermişti. Normal şartlarda sevgiden bir haber olsam da Noyan ne zaman sarıp sarmalasa tüm varlığımla çekiliyordum ona. Ve bu duygu asla bitmeyecek gibi hissettiriyordu. Sanki hayatımın son dönemine kadar Noyan’a çekilmeye devam edecek, kalbim ona sarıldığım her seferde olduğu gibi sürekli hızlanacak ve duyduğum o güven hissiyatı dört tarafımı çevreleyecek gibiydi.

‘İzmir kokuyorsun sen.’ Bir kez daha dudaklarını boynuma basıp geri çekilirken konuştuğunda havalandırdım kaşlarımı.

‘Nasıl yani?’

‘İzmir kokuyorsun işte. Tuzlu… Hafif esintili… Sıcak… Samimi… Tam anlamıyla İzmir gibi.’ Puslu mavileri bir saniye gözlerimden ayrılmazken başımı hafifçe eğip gülümsedim. Birileri onun böyle güzel iltifat edebildiğine şahit olmuş muydu acaba? Çünkü normalde öyle bir adam gibi görünmüyordu. Fakat bazı yerlerde, öyle cümleler kuruyordu ki sol tarafımdaki çarpıntının şiddetlenmesine neden oluyordu.

‘Sever misin İzmir’i?’

‘Annem İzmir’li. Ve burayı sevmeyi hiçbir zaman seçenek olarak görmedim.’ Hafifçe omuz silktiğinde yüzündeki gülümseme büyüdüğü gibi gözlerindeki derinlikte arttı. Özlemle bezeli, hasret kalmış bir bakıştı bu. ‘Alaçatı’da doğup büyümüş… Bana da hep çocukluğumu hatırlatır orası. Abimle kavgalarımızı, yüzmeyi öğrenme çabamı, kızartma kokusunu, güneşten kapkara oluşumu, sahile giderken Şanze’nin bende geleceğim diye ortalığı ayağa kaldırmasını…’ diye devam ettiğinde sertçe yutkundu. Noyan kadar sert görünen bir adam kızartma kokusunu, kardeş kavgasını, bilmediği bir şeyi öğrenmeyi, çok daha doğrusu olacaksa çocuk olmayı özlemişti. Başını sallayarak konuşurken parmaklarımı yüzüne uzatıp usulca okşadım. Sakalları arasında gezinmeye başlayan parmaklarımla derin bir nefes aldı.

‘Sen sevmez misin?’ derken çıktı o geçmişe dalan halinden. Gözleri merakla üzerimdeyken başımı onaylarcasına salladım, ‘Sahi zeytinlik, babaannenin evi nerede?’

‘Bornova’da.’ Belimi okşayan başparmağıyla başını da onaylarcasına sallarken yeniden iç çekti.

‘Neden senin için bu kadar önemli zeytinlik veya ev, babaannen mi tek nedeni?’

‘Çocukluğum… Ben annemle babamın mutlu olduğu zamana çok az denk geldim. O yüzden de annemle babam ne zaman kavga etseler, babaannemin de kulağına gitse gelip beni İstanbul’dan kaçırırdı. Emek olmadan yemek olmaz kızım der zeytin toplatırdı. Çok güzeldi.’ Hala hafızamda gezinen geçmişle başta kırgın olan gülümsemem gerçek bir hal aldığında Noyan usulca başını salladı.

‘Çok haklıymış… Keşke tanışma fırsatımız olsaydı.’ Dediğinde kıkırdadım. Belli ki sevgili babaannemin öldüğünü düşünüyordu veya ben öyleymiş gibi kendimi açıklamış olabilirdim. Gerçi ortalarda o kadar uzun zaman görünmemişti ki bende bir ara düşünmüştüm bu ihtimali.

‘Tanışırsınız belki.’ Usulca omuz silktiğimde Noyan’ın kaşları çatıldı. Anlamamış halde yüzüme bakarken dudaklarının üzerini kapatıp geri çekildim.

‘Babaannem ölmedi, yani nerede olduğunu bilmiyorum ama o isterse bulur.’ Derken başımı kendimi desteklercesine salladığımda bakışları kafayı yiyip yemediğimi anlamak istercesine gözlerimde gezindi bir süre.

‘Ben öldüğünü zannetmiştim.’

‘Babamla en son büyük bir kavga etti, sonra da ortadan kayboldu. Doğum günümde falan hediye gönderir. Birkaç kez evine gittim ama her şeyin üzeri kapalıydı. Kavga edince dönmüş İzmir’e belli ki, eşyaların üzerini kapatmak ondan başka kimsenin aklına gelmez çünkü. Gerçi o İzmir’i bırakmaz, hala buralardadır.’ Diyerek harelerimi açık kapıdan dışarıya çevirdiğimde gördüğüm Karşıyaka ışıklarıyla gülümsedim. Kesin buralardaydı, o denizsiz yaşayamazdı. Türkiye’nin dörtte üçü denizdi fakat o Ege olmadan, İzmir’de nefes almadan hayattan tat almazdı.

‘Hiç aramadı mı seni?’

‘Aramadı, zaten babamla en son kavgaları beni tehdit ettiği içindi. Giderken hep yanındayım ama sana yerimi söylersem elindeki herhangi bir şeyle canını sıkar o yüzden görmesen de ben hep arkandayım dedi. On yedi yaşımdaydım. Gerçi sağlam arkamda duruyor hakkını yiyemem.’ Kıkırdadığımda soran gözleriyle bakmaya başladı.

‘Valla nasıl beceriyor bilmesem de doğum günümde neredeysem oraya gönderiyor hediyemi, insanların fark ettiği çok büyük bir şey olursa babama uyarı konuşması için telefon açar. Hatta bir defa acaba babam bir şey mi yaptı diye paranoya yaptım, ona da haber vermeden tüm gün sahilde oturdum. Kurye getirdi verdi hediyeyi yine.’ Diyerek omuz silktim. Sadece bununla da sınırlı kalmamıştım elbette. Bir ara İzmir’de tanıdığım bildiğim kim varsa hepsine haber göndermiştim ulaşamıyorum diye ama babaannemin iyi olduğunu ve eninde sonunda bana ulaşacağını söylemişti her biri. Daha sonra amcamla konuşmuştum, o ise, ‘Bizim ailede herhangi birisi bulunmak istemezse bulunmaz, bu annemden geçen bir yetenektir, o yüzden öğreticiyi bulmakta imkansızdır.’ Diyerek dönüş yapmıştı. Yani babaannem saklanmıştı ve herkes onun istediği zaman ortaya çıkacağından da emindi. Aldığım yanıtlar sonucunda bende pes etmiştim nihayet. Artık onu aramıyordum, sürekli dibinde duran yakın korumasını da. Bir İzmir kasabasında tarımcı hayatı süren babaannem tim komutanı kadar da güvenilir ve gizlilikle doluydu. Bunu benimsemek zamanımı alsa da kabullenmek en doğru seçenek olmuştu.

‘Enteresan bir kadınmış.’ Başımı onaylarcasına salladığımda iç çekip göğsüne yasladığım elimi indirip parmaklarımızın kenetlenmesini sağladım. Daha fazla bu konunun detaylarına girmek istemiyordum ve şu an bizi bekleyen abisi ile kardeşleri vardı.

‘Hadi artık, bekliyorlardır.’ Kolları arasından çıkıp kapıya ilerlediğim gibi tuttuğum eliyle onu da peşimde sürüklerken tam karşıdaki odanın kapısına vurdum. İçerideki kahkahalarla açılmasını beklerken, Şanze kapıyı ardına kadar açıp yeniden terasa yöneldi. Biz de arkasından takip ettiğimizde alkol şişeleriyle kadehleri ortaya saçmış ve parmak güreşi yaparken gülme krizlerine giren iki adamla karşılaşmıştık.

Dışarıdan birisi bu sahneyi görse gözlerine inanmazdı herhalde. Çünkü Gizay ile henüz fazla muhabbetim olmadığı zamanlarda fazlaca soğuk, hatta ruhsuz olduğunu düşünmüştüm. Zaman içerisinde samimiyet kurduktan sonra bana artık öyle görünmemeye başlamıştı ancak ne zaman spor salonundayken muhabbet ediyor olsak kadın veya erkek fark etmeksizin Gizay’la ufacık bir an göz göze gelseler kaçar gibi ortamdan uzaklaşırlardı. Bende öyle anlardım zaten Gizay’ın hala soğuk gözüktüğünü fakat benim artık onu tanıdığım için alıştığımı.

Denker abi ise bu konu ele alınacak olduğunda ürkütücüydü. Şu an buna kahkahalarla gülmek istesem de aşırı derecede ağır başlı, gülümseyen ancak gülümsemesi dahi buz gibi olan, tanımadığı insanlara karşı bir buz dağı gibi tavır takınan adamlardandı. Ben içlerine kolay sızmış, gerçek hallerini hızlıca görmüştüm fakat Denker abinin bir yabancıya olan bakışlarına denk gelen herhangi birisi bir daha asla ama asla onunla karşılaşmak istemezdi.

‘Ooo… Şeref verdiniz efendim. Biz sizleri birkaç gün sonra bekliyorduk.’ Birbirlerine kenetledikleri parmaklarını ayırarak Denker abi bize döndüğünde Şanze’nin koluna dokundu.

‘Bardak getirir misin güzelim?’

‘Ay bu adamın şu mavi boncuklarıyla güzelim demesine dibim düşüyor benim.’ Şanze, Denker abinin yanağına sıkıca dudaklarını bastırıp içeri yöneldiğinde ardından kahkaha attık. Tekrar gelip kadehleri önümüze bırakınca koltuğa yerleştiğimizde derin bir nefes aldım anında.

‘E neyin goygoyunu yapıyordunuz?’ Noyan’ın da az önceki gürültülü gülüşmeler dikkatini çekmişti anlaşılan. Parmak güreşi ile bu kadar kahkaha atıyor olmaları bana da makul gelmiyordu fakat akıl sır erdirmekte mümkün değildi onlara.

‘Senin yeni kankan Tolga’nın çikolatalarının.’ Diyen Denker abi kaldırdığı tek kaşı ve dudaklarındaki sinsi tebessümle Noyan’a baktı.

‘Abi açma o mevzuyu ya.’ Noyan sinirle geriye çekilirken Denker abi gür bir kahkaha attı.

‘Oğlum germe lan kendini. Kadın yanında oturuyor.’ Dediğinde işaret ettiği noktada olsam da harelerim Noyan’a döndü, ‘Boş ver…’ diye devam ederken elini boş vermesi adına hafifçe havayı döver gibi salladığında koltuğun kolundaki kadehi aldığı gibi tepesine dikmişti.

‘Ne boş vermesi abi, söylediklerini bilmiyor musun sanki şuursuzun.’ Yaşaması değil söylemesi dahi geriyordu Noyan’ı ve bu bana artık anlamsız geliyordu. Tanımadığımız birisi için bu kadar gerilmesi, ki Denker abinin de söylediği gibi yanında olmam üzerine bunca siniri aslında boştu. Bu akşam otelin içerisinde o Tolga denen adamda vardı ve ben burada, bu odada onlarla oturuyordum, önemli olan da tam olarak buydu zaten. Tolga, onun yaptığı herhangi bir eylem neden Noyan’ın damarına böyle basıyor bilmesem de fikir yürütecek kadar potansiyelim vardı. Ve en makul gelen daha benim bilmediğim ama Tolga’nın yediği çok nane olduğuydu.

‘Ya söylesin paşam. Koy ver… İti ürür kervan yürür diye boşuna demediler. Sen seviyor musun gelin hanımı?’ elindeki kadehle beni işaret ettiğinde Noyan tek kaşını kaldırarak baktı abisine.

‘Seviyorum tabi o nasıl soru abi.’

‘Belgi sen seviyor musun benim bu dengesi bozuk kardeşimi?’ Denker abinin bakışları bana döndüğünde usulca başımı sallasam da yetmiyordu ona, ‘Kızım adam akıllı cevap versene.’ Diye devam ettiğinde çatıldı kaşlarım.

‘Seviyorum abi.’ Sinirle mırıldandığımdan olsa gerek bir kahkaha daha attı.

‘O zaman sıfır sıkıntı. Bu saatten sonra. Bırakın yansınlar yıkılsınlar. Keyfinize bakın. Üç günlük dünya. Siz birbirinizi sevdikten sonra, yan yana olmayı kafanıza aldıktan sonra feriştahı gelse bir halt yapamaz. O yüzden gece gece benim de sinirlerimi zıplatmayın bu mevzuya.’ Umursamazca arkasına yaslansa da Denker abinin nedense tüm kelimeleri aslında kendine söylediğini hissetmiştim. Bakışları konuşmaya başladıktan sonra o umursamaz halinden ayrışırken cümleleri tükenir tükenmez hafifçe kıvrılan dudağıyla sanki içindeki tüm umutları söküp atmıştı ancak başkalarının atmasını istemiyor gibiydi. Yarım kalan o gönül davası, aslında sadece bir gönül davasından ibaret değil de yarım kalmış bir Denker Visam gibi oracıkta koca cüssesiyle duruyordu. Derince çektiği sigarasından sonra Noyan abisinin dizine hafifçe vurduğunda tebessümü gülümsemeye dönüşürken oturuşunu dikleştirdi.

‘Neyse iki gram keyfimiz var zaten. Tavla buldursana Gizay çocuklara, iki el atalım.’ Anında kendini toparlamaya çalışarak bakışlarını Gizay’a çevirirken o ikiletmeden ayaklanarak ayrıldı terastan.

Bu kadar hızlı ruh değişimleri cümleten Visam ailesine has bir özellikti herhalde. Sert bir virajı dönerken arabaya olan hakimiyetleri sapasağlam, kılları dahi kıpırdamadan hareket ediyorlardı. Sanki dümdüz bir yolda gider gibi görünseler de emindim ki hayatları defalarca virajlara denk gelmişti. Belki de bu durumda mevzu bahis olan o virajların hemen dibindeki uçurumlardan daha farklıydı. Birbirleri için uçurumları takip etmişlerdi de yukarıdan kopup tepelerine düşebilecek koca kayaları görmemişlerdi. Birbirlerini o kadar sağlam korumuşlardı ki ufak bir çocuk düştüğünde kanayan dizine rağmen abisi nasıl ‘Bir şey yok, bir şey yok!’ diyerek sakinleştirmeye çalışırsa öyle az hasarla atlatmış gibi hissediyorlardı. Fakat buradan Noyan’a, Denker abiye, Şanze’ye ve Gizay’a baktığımda içlerinde enkazlar olduğunu görebiliyordum. O enkazları en güzel gizleyen en küçükleri olmasına rağmen Şanze’ydi. Gözlerindeki ışıl ışıl halle, dudaklarından asla eksilmeyen gülümsemeyle üç koca adamdan daha iyi kuşanmıştı zırhlarını. Veya ona böylesi öğretilmişti… O da öğrendiğini uygulamak zorunda kalmıştı.

Aşağıdan gelen yüksek müzik ve insan sesleri birbirine karışırken ortaya açılan tavlayla beraber önce bir tur Gizay ve Denker abi mücadeleye tutuşmuş ardından tavlanın karşı tarafı Noyan’a dönmüştü. Arada abisinin zar tuttuğuna dair isyanları olsa da bu eğlenceyi kaçırmak istemediği her halinden belliydi Noyan’ın. Mars olsa da büyük bir inançla birlikte o maça devam ettiğinde saatin neredeyse ikiye geldiğini fark ederek ayrıldık yanlarından. Biz odadan çıkarken Şanze, Denker abiyle mücadeleye tutuşmuştu fakat Denker abiye kalırsa kendisini ezip geçebilecek tek insan Şanze’ydi çünkü ona tavla oynamayı kendisi öğretmişti ve çoğu zaman boynuz kulağı geçiyordu.

Girdiğimiz odayla beraber üzerimizi değişip yatağa uzandık. Yatağın iki yanındaki loş gizli aydınlatmalarla gözlerim Noyan’ın gözlerini bulurken gülümsedim. Bu karanlıkta bile öyle bir parlıyorlardı ki sanki ortaya koca bir kamp ateşi yakılmıştı ve asla atılan odunlar bitip tükenmek bilmiyordu. İşaret parmağı usulca saçlarımı okşarken o da gülümsemeye başladığında uyuyabildiğim nadir pozisyon olan cenin halini alırken alnımı göğsüne yaslandım.

‘Gecen güzel olsun canımın yangını.’ Başımın üzerindeki dudaklar mırıldanırken yüzümün altına yerleştirdiğim elin bir tanesini çekip Noyan’ın beline sardım. Uzun zamandır kullanmaktan kaçındığım ilaçlar sayesinde kendi evimde dahi bazen uyku tutmazken Noyan’ın sıcaklığı, teninden genzime dolan çıra kokusu ve sırtıma kadar uzanmış parmaklarının usul okşaması beni derin bir karanlığa çekiyordu.

‘Senin de gecen güzel olsun.’ Gün boyunca asabiyetin verdiği yorgunluk gözlerimi esir alırken o çıra kokusuna bıraktım kendimi. Normalde oturup düşünmeye kalksam yüzlerce soru belirirdi zihnimde. Kimseye güvenmeyen, kalbinden ağır bir darbe almış Belgi bu gece burada ne arıyor, derdim mesela. Veya bu adamın kolları bu denli tehlikeliyken, bile bile nasıl sarıp sarmalamasına izin verirsin seni, diye hesap sorardım kendime. Çünkü kaçmaya çalıştığım, görmezden geldiğim o şeyi biliyordum, hem de adım kadar iyi biliyordum.

Tehlikeli değil, tehlikenin kendisiydi Noyan ve canhıraş bir savaştı onunla olmak. Levent’ten bilirdim bu dünyayı. İçine girmemiştim, bir kez olsun onunla başıma sıkıntılı şeyler gelmemişti ancak ne zaman ortalıktan kaybolsa Gamze’nin sık sık iç çekişlerine de şahit olmuştum, üstelik bu iç çekmelerin hiçbiri gözyaşlarıyla olmazdı. Çünkü Levent her seferinde Gamze’ye dilediği zaman istiyorsa ağlayabileceğini ancak kendisi dışında kimseye bunu göstermemesini söylemişti. Güçsüz insanları avlamayı severdi o dünya. Çiğ çiğ bir lokmada hayatlar yutmayı, zaaflardan faydalanmayı, duyguları kullanılacak bir seçenek gibi görmeyi, insanın içi yansa dahi o düştüğü anda bir hamlede bulunup dünya karartmayı severdi. Yakardı, yıkardı, hatta enkazı bile dört bir yana saçardı. Bulunduğum bu göğüs hayatım boyunca belki tahmin edemeyeceğim, belki de içine asla dalamayacağım koca bir okyanus kadar tehlikeliydi. Fakat bu çıranın benim yangınım olacağını bilerek, o alevler arasında kalmaya can atacağımdan emin şekilde yine de buradaydım, Noyan’ın göğsünün ortasında alnım ve bedenimle beraber ruhumu da sarmalayan kolları arasında...

Karnımı saran kolun ağırlığıyla gözlerimi zorlukla aralayıp etrafa baktığımda yeni yeni kendine gelmeye başlayan bilincimle sırt üzeri döndüm. Aydınlık gözümü yakmıyordu çünkü herhangi bir şekilde güneş dahi kendini göstermemişti. Sadece ilerideki şafak çizgisinde yeni oluşan bir turunculuk, bir de gökyüzünün usul berraklaşması vardı. Hareketimle Noyan’da kıpırdansa bile gözünü açmadığında inceledim yüzünü.

Yanı başımda ufak bir çocuk gibi olağan dinginliğiyle uykusuna devam ediyordu. Kirpikleri birbirine geçmek isteyen doğru orantılı oklar gibi sanki havada donup kalmış, kirli sakalı dahi simetrikmişçesine tam dibimde duruyordu. İkinci kez onunla güne gözümü açıyordum ve ikinci kez sabahın ilk ışıklarıyla inceliyordum yüzünü. Şimdiye kadar ondan çekinen, saygı duyan veya herhangi bir şekilde çevresinde olan insanlar doğru dürüst yüzüne bakmış mıydı bilmiyorum ama ben ne zaman uyurken görsem duru bir varoluşa rastlıyordum.

Hayata karşı çıkacağım yerdeki en güzel örnek olabilirdi kendisi muhtemelen. Anlık olarak çıldırmış, şimdiye kadar açma zahmetine girmediğim kalbimin bütün pencerelerini kapılarını sonuna kadar dayamıştım. İçeri sert rüzgarlar girip birbirlerine çarparken o kapıların kendine açıldığını bilircesine girdiği gibi geri çekip kapatmıştı. Biz ise yüreğimizdeki ateşle bir evin ortasında öyle sarılmış duruyorduk. Çevremizdeki ateş çemberini veya o açık pencerelerden giren rüzgarla harlanmasını, bizi cayır cayır yakmasını önemsemeden sadece daha çok harman oluyorduk birbirimize.

Dirseklerimden destek alıp doğrulduktan sonra yanağına dudaklarımı usulca bastırdığım gibi çekilip indim yataktan. Açık valizden elime geçen kıyafetleri ve makyaj çantasını zorlukla seçebildiğimde Noyan kıpırdanıp sırt üstü dönerek kolunu başına yasladı. Benim geleli daha bir gün dahi olmamışken Çarşamba pazarına dönen valizim ve onun gelir gelmez dolaba astığı kıyafetlerinin arasında bakışlarım gezindiğinde sıkıntıyla bıraktım nefesimi. Bu dağınıklık huyumu kendi evimde bırakmayı ummuştum ama nafileydi. İlk fırsatta yine ters yüz olmuştu bütün eşyalarım, ki buna giyinme dolabımda dahildi. Ancak ben artık bunun için çözüm falan bulmaya kalkamazdım. Çoğu insanın da savunacağı gibi, benimki kirli bir dağınıklık değildi ve kendime göre bir düzenim vardı. Normal bir bireye harp alanını andıracak olsa da istediğim eşyamı istediğim zaman bulurdum.

Valizle olan mücadelemle kıpırdanmış Noyan’ı daha fazla rahatsız etmemek için parmak uçlarımda ilerleyerek girdim banyoya. Bedenimi direkt olarak suyun altına bırakarak kısa bir duş aldıktan sonra hazırlanıp saçlarımı da elimden geldiğinde topladım. Eğer ki bir insan isilik dökme niyetinde değilse İzmir’de yaz aylarında kısa dahi olsa açık saçlarla dolaşmamalıydı, bundan oldukça emindim. Fakat hem bahar aylarında hem de İzmir’de ise o hafif ürperti, her an yağabilecek yağmur ve bir anda bastırabilecek sıcağa karşı garantici olması gerekirdi. Bu da demek oluyordu ki daima askılı giyinilmeli fakat aynı zamanda sürekli ceket taşımalıydı insan.

Banyodan çıktığımda çalan telefonumla komodine yaklaştığımda Noyan’da araladığı tek gözüyle beni süzüp gülümseyerek tekrar kapattı gözlerini. Alarmı kapatıp tek dizimi yatağa yaslayarak ona yaklaştığımda bedenini sürükleyerek kolunu bana doladıktan sonra belime dudaklarını bastırdığı gibi tekrar kısıkça araladı harelerini.

‘Çok erken değil mi?’ boğuk sesine rağmen mırıldanmasıyla gülümseyip saçlarını okşadım.

‘Erken olduğu için burada kalma mecburiyetimiz var ya zaten.’ Dediğimde çattığı kaşları ve buruşturduğu yüzüyle beraber gözlerini kapatıp belimi saran elini usulca bacağıma doğru kaydırdı.

‘Tahminimce altında kısa bir şort veya etek var, üzerindeki askılının belini hesaba dahi katmıyorum. Bence…’ tek gözünü tekrar araladığı gibi gördüklerinden memnuniyetsizce kapattı, ‘Ben tam uyanmadan çık sen.’ Haline tebessüm etmeye başladığımda eğilip saçlarının arasına ufak bir öpücük bıraktım.

‘Dinlen.’ sardığı kolundan da kurtularak kenardaki çantamı ve ince ceketi alıp çıktım odadan. Kapının hemen sağında duran Adel’le irkilsem de kendime gelmem çok zamanımı almamıştı. Onun beni burada yalnız bırakacağını düşünmemi sağlayan neydi tam olarak acaba? Noyan mı? Değildi. Belki Şanze? O da olamazdı. Çünkü Adel sanki sabahın altısında uyanmak gerçekten mükemmelmiş gibi burnumun ucunda bitmişti ve asla mahmur da durmuyordu. Üstelik elinde bana doğru uzattığı fincanla da epey hızlı bir mesai başlangıcı yaptığını anlayabiliyordum.

‘Günaydın… Teşekkürler ve burada da mı Adel…’ derken isyanım dile getirsem de fincanı alıp kahveden bir yudum içtim.

‘Günaydın Belgi hanım.’ artık bu yakarışa alışmış halde sadece ufak bir tebessüm ve baş sallamayla karşılık verdi. Diğerlerine oranla daha çok iletişim kurulduğu için bekleyen kişinin Adel olmasından şikâyetçi değildim ama öğrendiklerim göz önüne alınınca karısı ve kızıyla olması gerekmiyor muydu? En azından şehir dışındayken onlara gitseydi. En nihayetinde evinde bekleyen var kişilerindendi o.

Dudaklarımı aralayıp bunu dile getirmek istesem de sol taraftan gelen kapı sesiyle gözlerim kendine gelememesine rağmen uyuklar haliyle odadan çıkan Şanze’ye döndüğünde o da yarım gülümsemesiyle yaklaşıp koluma girerek başını da omuzuma yaslayıp saçlarının arasındaki güneş gözlüğünü aşağı indirdi.

‘Tüm konferans boyunca omuzunda uyuyacağım, acil bir durumda dürtükle yengecim.’ Dediğinde omuzumda olan başına rağmen gözlüğünü yeniden kaldırıp kısık gözleriyle Adel’i süzdü, ‘Günaydın Adel abi. Ne güzel bir sabaha karşı öyle değil mi?’ diye devam ettiğinde gözlüğünü tekrar burnunun üzerine yerleştirerek ilerleyen adımlarıma uyum sağladı.

‘Keşke dinlenseydin, sabahın köründe kimsenin dirayet göstereceğine inancım yok.’

‘Cinayetle öldürülmek için çok genç ve güzelim. Hem bir tane yengemiz var, katlanacağız artık iki üç gün uykusuzluğa.’ Önünde durduğumuz asansörün gelmesini beklerken kıkırdadığımda Şanze omuzumdan başını kaldırıp bir kez daha hafifçe yükselttiği gözlükleriyle süzdü beni.

‘Nesin sen? Son uyku bükücü mü? Sabah sabah insan böyle enerjik olamaz.’

‘Ben alışkınım, sen devam et uyumaya hadi.’ Çocukluğumdan beri belirli bir plana göre hareket ediyor olmamdan kaynaklı sabahın altısında uyanabilen bir insandım. Zaten ben uyanmasam o hayatımı programlayan insanlar uyandırırlardı. Bu yüzdendir ki gece çok geç vakitlerde yatsam, hatta sabaha karşı uyusam dahi sabahın köründe ayağa kalkardım. Fakat herkesten bunu bekleyemezdim ki tıpkı Şanze gibi Simay’da uykuya aşık bir kadındı. Onun nasıl ki yatağına olan aşkıyla arasına giremiyorsam bugün Şanze’ye sevgilisini terk ettirmiştim resmen.

Gelen kabine binip konferans salonlarının olduğu kata bastığımda bakışlarım da dışarıda dolaştı. Dediğim gibi adam akıllı bir insan bile yoktu, ki bu çok doğal bir durumdu. İnsanların bu saatte özellikle tatilde uyanmaları mantıksızdı zaten. Havuz başında dolaşan birkaç personel, muhtemelen onların da alışkanlığı olduğu için sabah kahvelerini içen iki üç tatilci bir de kahvaltı yapabilmek adına konferanstan önce yerlerini almış kişiler. Dün gece çığlık çığlığa eğlenen insanlarla dolu olan bu alanda sadece bu kadar yaşam belirtisi vardı işte. Kalanlar da yüksek olasılıkla öğlene ancak odalarından çıkabileceklerdi.

Şanze’nin benimle mecburen sürüklendiği salonda koltuklara yerleşmiştik ki kısa zamanda dolmaya başlamasıyla derin bir nefes aldım. Bakışlarım çevrede dolaşırken arka tarafta bize en kolay ulaşılabilir koltuğa yerleşmiş Adel’in güven vermeye çalışan gülümsemesiyle tebessüm edip önüme döndüm. Burada güvensiz bir ortam olacağını zannetmiyordum ama şimdiye kadar hala Tolga beylerle karşılaşmamış olmam büyük şans diye düşüneceğim sırada gözlerim büyük bir gülümsemeyle yaklaşan esmer adamı bulduğunda güvensizlikten çok bahtsızlığın olduğu o bayrak salınmaya başladı. Maşallah dediğimin kaç saniye yaşadığı konusunda genel bir bilimsel tartışma istiyordum mümkünse. Epey geniş çaplı araştırmalıydı çünkü adam tepemde dikildiğinde o meşhur ve bela olacak Tolga beyler elini uzatmıştı. Ve ben adamı bir kez dahi görmemiş olsam da o olduğunu gevşek şekilde gülümsemesinden anlayabiliyordum.

‘Belgi…’ sesindeki nahif tınıya rağmen oturduğum yerden kıpırdamadım, baktım, baktım ve istemsizce adamı inceledim, uzattığı eli sıkma zahmetine girmeden üstelik. Esmer bir adamdı, ela renkteki gözleri, dudaklarındaki hafif tebessüm ve esmerliğine yakışacak kadar koyu kahve saçları mevcuttu. Fakat benim asıl odak noktam Tolga benden çok daha iyi kadınlar bulabilirdi, onlarla beraber takılıp gezebilir, hatta evlenebilirdi. Şimdi neden hiç alanı olmayan bir herif tıp sempozyumuna geliyordu ki? Hayır hobisi falan olduğunu düşünmüyordum. Eğer Tolga için birisi dışarıdan bakan kişiye tıp ile alakasını yorumlayın dese hepsi eminim ki plastik cerrahi derdi. Çünkü Tolga’da karısı kendini plastik cerrahiye adamış koca tipi vardı.

‘Handan!’ az önce uyuyan kadının bir anda nasıl kendine geldiğini anlamasam da Şanze sırıtarak Tolga’nın havadaki elini yakaladığında benim gibi adamcağızın gözleri de şaşkınca ona döndü. Dün gece olamayan Handan hakkında Şanze’ye sunduğum tüm ipuçları, bilgiler an itibariyle işimize yarıyordu fakat daha önemlisi öylesine itici bakıyordu ki Tolga çok muhakeme kurmadan kendinden nefret ettiğini kanısına varabilirdi. Ancak kader bu ya ayıp olmasın diye hala elini sıktığından da emindim.

‘Tolga bende.’

‘Sormamıştım ama… Canın sağ olsun diyelim.’ Gülümseyip yanıma tekrar yerleşirken, ‘İnşallah sağ olur umuduyla…’ fısıldadığında kahkaha atmak istesem bile anın gafletinden kurtulmaya çalışıp yeniden bana uzatılan eli sıktım.

‘Babam burada olacağını söylemişti ama inanmamıştım.’

‘Tıp okuyan benim, niye inanmadın ki?’ kaşlarımı çatıp şaşkınlıkla mırıldandığımda olabilecek en gereksiz şekilde güldü Tolga. Bu söylediğimde gülünecek bir nokta olduğunu asla ama asla düşünmüyordum. Dahası Tolga yakışıklı olmasına rağmen aptal olduğu için babası tarafından yönlendiren bir adamdı bunu da anlamış oluyordum.

‘Senin gibi zevk için tıp okuyana ilk kez rastlıyorum herhalde.’ Kaşlarım daha çok çatıldığında bakışlarım da tamamen yanımdaki bedene döndü. Hayır Tolga aptal değildi, benim babam hayalperest bir dengesizdi.

‘Zevk için okumak…’ bu mırıldanma tamamen isyan dolu olsa da Tolga kendine soru sorduğumu düşünmüş olacak ki tebessümüne devam ederek başını onaylarcasına salladı.

‘Zeren amca keyfi okuduğunu söyledi, şirketle ilgilenmek istiyormuşsun esasında sanırım.’ Zeren amcana da, sana da, babana da diye başlamak istesem de yüzümdeki itici gülümsemeyle döndüm önüme. Bu konuyu Tolga’yla değil bire bir babamla konuşmam şarttı. Çünkü ben şirketle ilgilenmek istemiyordum, ki babamın bunu bilmemesi hatta bir an aklından çıkarması dahi ihtimaller dahilinde değildi. Kaldı ki şirketi bir masal kulesi gibi düşünerek beni içine hapis eden babamın fikri ve isteğiydi bu. Eğer bu diretmeye susuyorsam ayaklarımı yere adam akıllı basarak sağlam şekilde yükselmek ve daha sonra da bu fikri babamın zihninde patlatmak içindi. Neyse ki başlayan konferansla Tolga sustuğunda başımı omuzumdaki Şanze’nin başına yaslayarak gözlerimi sahneye çevirdim.

Sahneye dalan bakışlarım dirseğimdeki temasla kesildiğinde kaşlarım çatılsa da derin bir nefes alarak kollarımı göğsümde birleştirdim. Adam resmen Noyan’ın dediği kadar vardı. Şuursuz… Ancak kolumu çekmemden mesajı yeterince net almamış olacak ki bu kez bana doğru eğildiğinde dışarı çıkıp kendimi tütüne verme konusunda epey istekliydim. Evet söz konusu sağlık olan konferansta bunu yapmamalıydım ama nikotine ihtiyaç duyuyordum.

‘Arkadaşlarla konferans sonrasında açılmayı planlıyoruz, sende gelsene.’ İçime Seda Sayan’ı kaçırıp ‘Açılın anam açılın!’, diyerek susturmayı çok istesem de sessizliğimi duymamış gibi korumaya çalışırken Şanze’nin harekete geçtiğini fark ettim.

‘Belgi, tatlım, ben o tarafa geçeyim mi?’ radarı yüksek olan Şanze anında bakışlarını bana çevirdiğinde Tolga’nın kıstığı gözlerinin farkındaydı fakat Ahu Şanze Visam o kısık gözlerden korkar mı? Asla! Hatta meydan okur gibi gözlüklerini tepesine çıkarıp kaşlarını havalandırır.

‘Boyum kısa benim, net göremiyorum.’ Diyerek hafifçe ayağa kalktığında Tolga’da çenesini tutma yanlısı değildi anladığım kadarıyla.

‘Ön sıralara geçseydiniz keşke Handan hanım.’

‘Boyum kısa demem size tam açıklama olmadı sanırım. Sinirlerim boyum kısa olduğu için tepeme çabuk ulaşıyor. Sana mı soracağım? Canım istedi burada oturdum.’ Belki benim tepkilerim yüzünden babam tehditlerini hayata geçirirdi ancak Şanze’nin tepkileri beni zerre alakadar etmezdi sonuçta öyle değil mi? Gülmemek için kendimi tutarken başımı da onaylarcasına sallamayı ihmal etmedim.

‘Tabi canım, gel sen.’ Anında ayağa kalkıp yer değiştirmesini beklediğimde bende kalktığı boş koltuğa geçtim. Şanze tekrar koluma sarılıp başını omuzuma yasladığında başını da hafifçe kaldırıp kulağıma yaklaştı.

‘Hatırlat millet alkışlarken şu herifin yüzüne karşı yav diyeceğim.’ Dediğinde anlamaz halde sahneye dönüp morali yerle bir olmuş Tolga’ya baktıktan sonra kaşlarımı havalandırarak tekrar Şanze’ye göz attım.

‘Niye?’

‘Alkışla birleşince yavşak oluyor ve benim küfür etmem iki abim tarafından yasaklandı. Sansürle hallediyorum o işleri.’ Elimde olmadan açıklamasına kıkırdadığımda başımı onaylarcasına salladım. Şanze başını yeniden omuzuma tam anlamıyla yasladığında rahat bir nefes ve tebessümümle odaklandım sahneye. Fakat Tolga bu kez yanımdaki boş alana geçmeye çabalamıştı ki Şanze başını kaldırıp çattığı kaşlarıyla bakması yetersiz gibi ayağını da ön koltuğa değecek kadar uzatarak sırıtmaktan kaçınmadı. Şanze bana görümcelik yapmıyordu fakat istediği zaman nasıl şirret bir kaynana olacağını ben bu salonda geçen birkaç saatte yeterince anlayacak gibiydim.

Son konuşma bitip ikinci saate girmeye dakikalar kalmışken konuşmacının kapanış cümlesiyle beraber bir alkış senfonisi başladığında Şanze dediğini yapmaktan asla kaçınmadı. Kaşlarını havalandırıp ellerini birbirine çarparak bir de tabi direkt olarak Tolga’ya bakarak yav dedi, bunu resmen yaptı ve yaparken dudaklarındaki o irite edici tebessüm bir an kaybolmadı. Bütün karışık alanda benimle Tolga arasına set kurarak önden beni çıkmam için iteklediğinde kaçar gibi Şanze’yle ortamdan uzaklaşırken bir yandan da ufak çantamdan sigara çıkarıyordum ki belimde hissettiğim el ve tam karşımda çatık kaşlarla beni izleyen Noyan’la adımlarım yere saplanırcasına duraksadı.

Noyan, karşımda. Belimde, bir el. Noyan’ın kaşları çatık ve o el hala belimde. Tolga muhtemelen yoğun bakımda. Tolga’nın muhtemelen ruhuna Fatihalar okunuyor. Tolga artık kaşık mamasıyla beslenmek zorunda kalabilir. Bu hal saniyeler içinde olsa da bana dakikalar gibi geliyordu ve Noyan’ın gözlerindeki o parlamanın beni çok sevdiği için olduğunu asla düşünmüyordum.

Hesaplamaları severdim. Havuz problemlerini, trigonometriyi, türev veya integrali, doğrusal denklem sistemlerini, matrisleri… Hepsini severdim fakat şu an kombinasyon hesaplamalarıyla arama mesafe bırakmak istiyordum. A noktasındaki Noyan’ın, B noktasındaki Tolga’ya kaç farklı şekilde yaklaşacağını bilmek istemiyordum. Bu durum matematik konularından çok daha tehlikeli görünüyordu gözüme. Hatta o kadar ki Noyan, Tolga’yı çarpanlarına ayırabilirdi ve ben buna an be an şahit olabilirdim. A ve B noktasını boş vermemiz gerekiyordu. Noyan öldürmek istercesine bakan harelerini güzel bir durgunlukla bana çevirmeliydi. Gözlerimin önünde katil olmasını, birinin gırtlağını sıkmasını falan istemiyordum. Üstelik otelin önü hayli kalabalıktı, cinayet için uygun bir hava sahası değildi. Evet ben bir profesör olamayabilirdim ancak içerideki gerçekten başarılı profesörlerle röportaj yapmak isteyen basın mensupları dışında magazin kovalayanlarda vardı.

Bu bir rüya olmalıydı, rüyaları sevmezdim evet ama bu illa ki rüya olmalıydı. Ben sevmesem de geceleri beni rahatsız etmek için an kollayan, hepsi çok masummuş gibi gözüken fakat aslında kalbimi eşeleyen o kabuslardan birisi bu olmalı ve hemen şimdi uyanmalıydım. Ama sanırım değildi ve benim bu dileğim kabul olmayacaktı. Sanırım birazdan bir arbede yaşanacak ve ben buna tepki dahi veremeyecektim.

Olduğu yerden buraya uçması hakkında matematiğe dönerek a ve b noktası hesaplaması yapacak olsam da Noyan bir adım attı. Noyan o bir adımı enteresandır çok yavaş attı veya benim beynim olanları yavaşlatılmış şekilde izlemeye kararlıydı. Fakat kurtarıcı! Müthiş bir kurtarıcım vardı ve boyu benden kısa, minyon, beyaz tenli ve kızıl saçlı kurtarıcım bir kadın olmasına rağmen şövalyem olmaya ant içmişti. Bir anda elimi tutup beni diğer tarafa doğru attığında gözlerim şaşkınlıkla açıldı.

Tolga’ya karşı öyle asi şekilde dans ediyordu ki bu ailenin korkulması gereken kişisinin aslında ailenin en küçüğü ve tek kızı Şanze olduğuna karar kılabilirdim. Kendinden yaklaşık yarım metre uzun adama bakışları tek hareketle onu öldürecek kadar ciddiyken bunu sadece saniyeler içinde yapıp ardından gülmeye başlayabiliyordu. Tolga onu ciddiye almıyor gibi görünse de ürktüğünün farkındaydım. Ki bence de ürkmeliydi. Benimle sürekli esprili bir dille konuşup, aklı havada bir kız kardeş portresi çizen Şanze’den ben dahi ürkmüştüm. Bir zahmet Tolga bey de ürksündü canım!

‘Şu konuşmaya senin hatırın için katıldım, şimdi sen benim hatırım için belirlediğim rotalarda gezeceksin tatlım. Hadi bakalım.’ Daha ağzımı açmama fırsat bırakmadan nasıl diğer tarafa geçtiğimi anlamadan arkamda kalan Noyan’ı da hesaba katamadan gülümsediğimde Şanze bakışlarını Tolga’ya yeniden çevirip büyük bir gülümsemeyle baktı.

‘Tolga bey, sizin arkadaşlarınızla organizasyonunuz vardı, biz sizi tutmayalım.’ Dedikten sonra alt dudağını dişleriyle ezdiğinde Tolga’nın gömleğinde toz varmış gibi elinin tersiyle süpürür gibi yaptıktan sonra tekrar büyük bir gülümseme sundu, ‘Arkadaşım nazik bir kadın olduğu için bazı şeyleri tasvip etmez fakat benim yılanlarla samimiyetimi ve yapacaklarımı tahmin dahi edemezsiniz. Hadi hepimize iyi eğlenceler.’ Elini havalandırıp sallayarak beni çekiştirmeye başladığında kendimi otelin çıkışına doğru ilerlerken buldum. Düşüncem odaya çıkacağımız yönünde olsa da kapının önündeki kırmızı spor arabaya doğru beni çekmeye devam ettiğinde sormama fırsat bırakmadan kendisi sürücü koltuğuna yerleşti.

‘Sen nasıl bir şeysin ya…’ kahkahamı arabaya binip serbest bıraktığımda Şanze omuz silktiği gibi gülümsedi.

‘Denker’in Ahu’su ve Noyan’ın bademiyim, Visam kardeşler yetiştirdi beni yengecim. Yanlarında da bonus olarak Gizay abi vardı, kendisi genelde terminatör olduğumu iddia eder. Babam analitik düşünme yetisi ileri derecede gelişmiş Kubilay Visam, annem kocasının dahi korkulu rüyası olabilen Yıldız Keskin Visam’dı.’ Arabayı harekete geçirip radyoya da ses verdiğinde bağırarak şarkıyı söylemeye başladığında bakışlarım bir süre Şanze’nin üzerinde gezindi.

Sıfır stresle hayatına devam ediyordu, resmen ufacık bile morali bozulmuyordu. Deliydi, çılgındı ve yaşının el verdiğinin de fazlasında bir şekilde kafasını sürekli çalıştırıyordu. Fakat bu kadar masum ve tatlı görünen bir kadının Tolga’ya saniyelikte olsa öldürmek ister gibi bakışlar atmış olmasını göz ardı edemezdim. Evet orada Noyan vardı ve Şanze eğer Tolga’ya dalacak olsa abisi kendine bırakmazdı ama aynı bakışlarına salonda da rastlamıştım. Dahası Tolga’ya karşı son cümlelerini kurarken hiçte abisini arkasına almış bir kız kardeş gibi değildi. Tek başına dünyayı yıkabilecek, bir fırtınaın öncesindeki sessizlikle yarışacak ürkütücülüğe sahip kadındı. Adel en arka sırada bize ulaşmak için insan ezecek haldeyken ve Noyan yukarıda odada uyurken de arkasında herhangi bir destek olmamasına rağmen o kadar cesur davranıyordu ki bunun ailenin verdiği bir cesaret mi yoksa gerçekten yapabileceği şeyleri bildiğinde mi olduğunu ayırt edememiştim.

‘Ne kaçırdığını bilsen ölürdün! Ateşe yalın ayak yürürdün! Gözün hiçbir şeyi görmezdi! Rengime bürünürdün! Ah bi’ bilsen ölürdün!’ açtığı pencereden kolunu çıkardığında bende bacaklarımı gövdenin üzerine çıkarmıştım ki Şanze çoktan müziğin ritminde kendini kaybetmiş haliyle gülümseyip yoldan ayrılan sapağa girerek bir deponun önüne çekti arabayı.

‘Bak şimdi bir dakika sonra gelip benim kullandığım araba hakkında yorum yapacaklar.’ Müziğin sesini kısarak el freninin klipsini de kaldırdığında girdiğimizde arkadaki uçuşan toz zerreciklerini işaret etti.

‘Kendinden yarım metre büyük bir adama kafa tuttun farkında mısın?’ bunu sadece sözlerle yapmamıştı, şirin gözükmüştü ama gözlerinde o meydan okumayı görmüştüm. Şanze bu konuda herkesi kandırabilirdi ama beni değil. Omuz silkip başını onay verircesine salladığında kaşlarımı havalandırdım. İtiraz etmiyordu.

‘Üzerine yürüse ne yapacaktın?’ dedim bu kez sessiz yanıtına. Sanki beklediği an gelmiş gibi emniyet kemerini açıp kayışın çekilmesi için bıraktığında yüzünde de kocaman bir gülümseme oluştu. Bir de Şanze’den asla ama asla beklemediğim bir hareket gerçekleşti. Üzerindeki onu çok sempatik gösterdiğini düşündüğüm diz kapağından dört parmak yukarıdaki eteğini hafifçe sıyırıp sağ iç bacağındaki siyah bantta olan silahı ve sol iç bacağındaki aynı bantta olan bıçağı işaret etti.

‘Önce acil sağlık ekiplerini çağırır sonra da onu pataklamak zorunda kalırdım. Bende boş değilim en nihayetinde.’ Göz kırptığı anda tekrar ağzımı açmak daha doğrusu toplamak istesem de toprak alana bizden daha hızlı giren arabayla kaşlarımı havalandırdım. Siyah jeep sert frenle dururken bizim yüzümüzden havalanıp tekrar sakinleşen toprak yine harekete geçmişti. Fakat bu hiçbirinin umurunda değil gibi üç kapı açılıp Noyan, Denler abi ve Gizay indiğinde hepsi çatık kaşlarla yaklaşıyorlardı. Ortam tamamen bir aksiyon filmi gibiydi. Tozun toprağın arasından bize yaklaşan üç tane cüsseli adam ve onları daha önce kullandığını düşünmeyeceğim şirinlikte, silah ve bıçak taşıyan sempatik bir genç kadın, bir de şaşkın ben.

‘Gaz pedalına basan ayağının ayarına tüküreyim Şanze!’ ilk tepki Şanze’nin kapısını açan Denker abiden geldiğinde o usulca omuz silkti. Ne zaman tekrar düzelttiğini bilmediğim eteğiyle dışarı bir adım attı.

‘Gördün mü… Tanıyorum pandalarımı.’ Şanze gülerek ben ise şokumu silmeye çabalayarak ikimiz de arabadan indiğimizde Noyan çatık kaşlarıyla bana bakmaya başladı.

‘Hadi bunda kuş kadar akıl yok, sen niye yavaşla demiyorsun!’ az önce Tolga’yı dövmediği için olsa gerek normale oranla daha sinirliydi Noyan fakat Şanze’nin enerjisini alınca onun bu gerginliğinden ürkmek pek mümkün değildi. Ben şu an daha çok Şanze ve onun masum yüzünden ürküyordum, bir de yapabileceklerinden.

‘Diyeceğim kadar hızlı değildi.’ Salak mıydım da sevgili görümceme suç atayım. ‘Kadın hem sevimli, hem tehlikeli, o kadar aklımı kaybetmedim Noyan!’, demek vardı ama neyse ki demedim.

‘Şu üçlüden sonra yanıma bir destekçi bulmak müthiş!’ Şanze ellerini havalandırıp kahkaha atarak Denker abinin boynuna sarıldığında üç adamın da teessüf eden halleri tam karşımızdaydı.

‘Ay tamam çıkın transtan artık. Ne yapacağız tüm gün?’ Şanze kollarını abisinden çekerken elinde salladığı anahtarla bakmaya başladığında Noyan elimden tuttuğu gibi arabanın çevresini dolaşıp hala havada sallanan anahtarı alarak başını sağa sola salladı bu kez.

‘Arabayı depoya çekin.’ Şanze’nin açık kapısını kapatıp geriye çekildiğimde nereden çıktığını bilmediğim Adel anahtarı alarak koltuğa yerleşmişti ki ilerleyen araçla bakışlarım Gizay’la çakıştı. Kaşlarımı havalandırıp indirdikten sonra gülümsesem de o başını sağa sola salladı anında. Sessiz bir dost konuşması ve irdelemesi de ancak bu kadar olabilirdi.

‘Hatunu otelden kaçırdım, bana bir plan yok demeyeceksiniz değil mi!’ Şanze’nin isyan dolu sesiyle bakışlarımı Gizay’ın kızan ifadesinden sonunda kaçırıp ona döndüm.

‘Olmaz mı Şanze’cim plan. Sen plan iste, bizde gırla var.’ Denker abi kardeşini kendine çektiğinde belimi saran kolla Noyan’a gülümsedim. Bu derece gergin iki adamın Şanze gibi hayat dolu bir kardeşe sahip olmaları aşırı derecede enteresandı. Denker abi ve Noyan tüm gün çatık kaşlarla gezerlerdi muhtemelen ama Şanze bu durumdan asla rahatsız değilmiş gibiydi. Hatta umursadığın da söyleyemezdim. Öyle takmayan bir tavırdaydı ki Denker abiyi en önde duran araca ilerlettiğinde Noyan’ın yönlendirmesiyle biz de ortada duran az önce tozdan fark dahi edemediğim ikinci siyah arabaya yerleştik, hala akıllarındakini bilmesek de yola koyulmuştuk çoktan.

Geldiğimiz Çeşme marinayla arabadan birer birer indiğimizde hala parmaklarıma kenetli elle diğer elimi de Noyan’ın koluna sardım. Üzerindeki beyaz ince gömlek, gözündeki gözlük, hafif kavruk teniyle tam anlamıyla bir tatilci gibi görünüyordu. Zaten hava durumu da buna müsaade eder gibi pırıl pırıl bir güneş göstermişti bize. Nisan ayından beklenmeyecek bir şekilde sıcaklık etrafı esir alıyor, hafif esse de üşütmüyordu. Fakat ne olursa olsun üzerindeki yazlıkçı modu açık kalmış bol kıyafetlere rağmen spor salonunda aklıma kazıdığım kasları es geçemezdim. İlerlemeye başladığında önümüzden yürüyenlere kısa bir anlığına göz atsam da derince nefeslendim.

‘Planlı mıydı bunlar?’

‘Kısmi olarak. Yani herhangi bir davette Şanze seni otelden kaçıracaktı, sonrası spontane, bu da birkaç plandan biri.’ Kaşlarımı havalandırıp çalan telefonumla kolundaki elimi çekerek çantadan çıkardığımda babamın aradığını görünce göz devirdim. Beş dakika huzur konusunda tartışmaya dahi gerek yoktu fakat benimde kendisine soracaklarım vardı en nihayetinde.

‘Efendim.’ Aramayı yanıtlarken Noyan yata adım atıp diğer elini de bana uzattığında telefonu omuzum ve kulağım arasında sıkıştırıp parmaklarını tutarak çıktım yukarı.

‘Neredesin sen?’ tabi, ne gerek vardı hal hatır sormaya. Muhtemelen Tolga’yı bırakıp kaçışımdan, dolayısıyla halimden hatırımdan da haberi vardı.

‘Handan’la gezeceğiz biraz.’

‘Ben sana Tolga’yla ilgilen demedim mi! Çocuğu bırakıp gitmişsin!’ deve gibi boyu olan bir adamdan çocuk gibi bahsedilmesi de ayrı konuydu.

‘Kayıp mı olur baba? Etrafı falan mı tanıtsaydım. Koca adam hem arkadaşlarıyla programı varmış, bir şey olmaz ona merak etme.’

‘Belgi!’ kükremesine göz devirerek yatın ön tarafına doğru ilerlediğimde derin bir nefes alarak oturdum koltuk takımına.

‘Belgi yok baba! Bu arada sadece hobi olarak tıp okuyormuşum haberin vardır herhalde.’ Kinayeli sesimle hepsinin gözleri bana döndüğünde Şanze koca bir kahkaha patlattı. Noyan’ın sessiz ol dercesine irdeleyen bakışları ona dönse de durmadı. Durmasına da gerek yoktu zaten.

‘Senin bundan sonra olabileceğin tek yer şirket, buna bir an önce alış istersen. Veya istifa da edebilirsin, tercih senin.’ Dediğinde sessizliğimi korusam da derin soluklanışına göz devirmeden edemedim, ‘Otele döner dönmez de Tolga’nın odasını ara yemeğe davet et. En azından gönlünü alırsın. Yoksa Belgi, yapacaklarımı tahmin bile edemezsin.’ Diye devam ettiğinde dudaklarımda kendini bilmez bir tebessüm oluşmaya başladı. O Zeren beydi, kolay pes etmezdi fakat bende Belgi Deran’dım, onun yetiştirdiği, sindirdiği kadın, kızı, tek çocuğu…

‘Zeytinliği mi yakarsın? Zor olmaz bunu tahmin etmek çünkü bu konuda tehdit ettin zaten.’ Göz devirip önüme bırakılan bardağı aldığım gibi tepeme diktim. Denker abinin o cesaret iksiri an itibariyle midemdeydi. İşte şimdi konuşan Zeren İmerler’in kızı olmayacaktı. Açılan yat veya manzara şu an babam sayesinde odaklanamadığım bir noktaydı. Önümde koca bir cennet duruyordu ve ben burada öylece kalıp o cenneti göz hapsine almak yerine Zeren İmerler’e karşı üstün çıkmaya çalışıyordum.

‘Beni oraya gönderdiğim için pişman etme! Söylediklerimi yap!’ bağırmıyordu fakat sesindeki beni ilk kez bu denli rahatsız eden emredici tınıyla çattım kaşlarımı. Genel olarak ondan korkmazdım, daha doğrusu ona karşı bir tepkim olmazdı. Korku, ürkeklik, mutluluk, sinme, hatta iğrenme dahi yaşamazken bu emir veren ifadesi rahatsız ediyordu beni. Üstelik daha önce defalarca kullanmış ve bende bu emirlere uyum sağlamış olmama rağmen.

‘Yapmayacağım.’ Muhtemelen az önce mideme yolcu ettiğim kadeh kafama vurmuştu ancak ben bunu önemsemiyordum. Bilincim gayet yerindeydi. Yanımda oturan Noyan’ın bacağına dokunup ayağa kalkarak yatın ucuna kadar ilerlediğimde kısık gözlerle uçsuz bucaksız maviliğe baktım. Manzarayı daha net görmek istiyordum. Bu uçsuz bucaksız mavilikleri, tenimi sıcacık yapan gün ışığını, çaprazımızda olan uzak ve ufak adaların yemyeşil doğasını, hepsini tam anlamıyla görmem gerekiyordu.

‘Yak! Yık! Yapmayacağım!’ kendimden beklemediğim şekilde kükrediğimde arkamda olan insanların seslerinin kesildiğinin farkındaydım ancak aynı zamanda Zeren beyin de sesi kesilmişti.

‘Neye güveniyorsun sen!’

‘Kendime! Yeter artık!’

‘Neredeysen konum at Belgi! Birazdan gelip alacaklar seni!’

‘Çok beklersin!’ telefonu bir anda kapatıp arkamı döndüğümde gözlerim, havalanmış kaşlarla ve şaşkın bakışlarla beni izleyenleri bulduğunda babamın hava atmak adına zehir gibi diye tabir ettiği kafamı kullanmaya çalıştım. Aklıma gelen şeyle gülümsemem büyüdüğünde telefon rehberimden istediğim numarayı bularak anında aradım ki henüz ikinci çalmasında yanıt almıştım.

‘Belgi, nasılsın kızım.’ Sesindeki babacan tını gülümsememe yetse de sinirime ve anlık harekete geçişimi durdurmaya yetmiyordu.

‘Çok iyiyim Evren amca. Sen nasılsın? Ha bir de unutmadan söyleyeyim sana şikayette bulunmak istiyorum.’ Dediğimde Noyan çatılan kaşlarıyla oturduğu koltukta bedenini dikleştirdi.

‘Hayırdır… Biri bir şey mi yaptı?’ sesindeki tedirginlikle acaba direkt olarak Zeren beyin ismini mi vermeliyim diye düşünsem de vazgeçtim.

‘Yapmadı, tehdit telefonları alıyorum. Babaannemin zeytinliğini, evini yakacaklarına dair.’

‘Senin tehditle ne işin olur kızım?’ adamcağız o kadar normal bir hayatım olduğunu düşünüyordu ki şaşırması elbette doğaldı.

‘Şirketin başına geçeceğimi duyanlardan muhtemelen. Sen babaannemin emeklerine arkanı dönmezsin. Yardımcı olabilir misin Evren amca?’ hepsi hala şaşkınca bana bakıyor olsa da Şanze’nin bir ara delirdiğime dair cümleler kurduğunu fark etmiştim. Evet delirmiştim ve artık kimse bu ruh hastalığımın önüne geçemezdi. Bu şikayeti henüz İstanbul’dan çıkmadan önce yapmalıydım, geç kalmıştım.

‘Tabi, ben sizin bahçelerin oraya devriye araçlarını yoğunlaştırırım fakat soruşturma için karakola gelmen gerekiyor.’

‘Geleceğim ben, İzmir’deyim zaten ama biraz işim var. Bu hattan aramam seni, daha fazla tehdit dinlemek istemiyorum atacağım bunu.’

‘Tamam ama bana mutlaka ulaş, aklım kalmasın kızım. Allah korusun sana zarar verirler falan, babaannene ne derim ben.’ Dediğinde bakışlarım Noyan’la çarpıştı. Benden gözlerini kısa bir anlığına telefona çevirirken girdiği uğraşa son verip tekrar dönmüştü. Evren amca babaannemin ve büyükbabamın yıllardır ahbabıydı. Daha doğrusu İzmir’de yaşamaya başladıkları ilk zamanlarda pazardaki bir kapkaç olayı sayesinde tanışmışlardı.

Büyükbabam Evren amcaya sürekli babamın çok gergin, sinirli biri olmasından yakınır, Evren amcada delikanlı o diyerek büyükbabamın sakinleşmesini sağlarmış. Evren amca olan biteni bilmediği için bana da çocukken ne zaman rastlasak kahkahalarla babamın evlendikten sonra durulduğundan bahsederdi, hem de neler olup bittiğinden bir haber halde. O zaman dahi yaşananları içime atıp onunla kahkaha atardım duruma. O zaman anlattığı aklı başında olmayan, deli cesaretini üzerinde taşıyan, sinirli ancak fazlaca da muhabbeti sevilen babama şimdi bakıyordum da… Hiçte Evren amcanın söz ettiği gibi kalmamıştı hali tavrı. Fakat benim de artık sabrım kalmamıştı.

‘Merak etme Evren amca, bana bir şey olmaz. Çok teşekkürler.’ Diyerek derin bir nefes aldım. İçimde derin bir umutsuzluk hissiyatı olsa da aklıma ufacık bir anıda olsa annemin anlattıkları geldi. Mutlu Zeren İmerler…

‘Ne demek görevim, görüşürüz kızım.’

‘Görüşürüz.’ Konuşmayı sonlandırıp bakışlarımı ne yapacağımı izleyenlerden çekip etrafta gezdirdiğimde uçta duran ağırlığa yönelmeden önce çantamdaki diğer telefonu çıkarıp Gökmen abi ve Evren amcanın numaralarını kaydedip o tarafa ilerledim. Aklımda hala annemin anlattığı babam vardı. O adam, yani annemin anlattığı Zeren İmerler değildi, sadece Zeren’di ve mükemmel bir adamdı.

Annem ben sanırım yedi yaşındayken anlatmıştı ilk tanıştıkları zamanlarda olan Zeren’i. Hatta anlattığı akşam, yemekte tartışmışlar, babam her tartışmada olduğu gibi arabasına binip şirkete gitmişti muhtemelen. Enteresandır ama annem tartışmadan sonra babamın başka bir kadına gideceğini hiç düşünmemişti. Nerede olduğunu sorduğum her seferde kendini dosyalara gömmüştür o derdi. Fakat o gece babam hakkında çok daha fazlasını öğrenmiştim.

Beş belki on dakikalık o anıdan anımsadığım kadarıyla ikisi bir kafede tanışmışlardı. Annemin o gün doğum günüydü ve hiçbir doğum gününü sevmezdi, bunun da nedeni kendini doğururken ölen ananemdi. Annemi kimse böyle bir sorumluluk altında bırakmamıştı fakat teyzelerinden biri ufak bir tartışma esnasında başkasına, ‘Kız kardeşimi kaybettim onun yüzünden!’ dediğinden beri annem doğum gününü kutlamamış, kendinden özellikle o günde nefret etmiş ve bir daha doğum günü pastasıyla mumlarına dair tek bir detay görmek istememişti.

İşte yine senenin öyle bir zamanını kapsayan gününde, sekiz aralıkta gömüldüğü karakalem çalışmasından kahve içmek için başını kaldırdığında babamın gür kahkahası ilişmişti kulaklarına. O zaman anlatırken, ‘Kulaklarımdaki kulaklıkta öyle yüksekti ki müzik sesi onu dahi bastırmıştı gülüşü.’ demişti. Bir de çok güzel güldüğünü söylemiş, en ince detayına kadar anlatmıştı.

Mesela o zaman yirmili yaşlarındaki anneme göre Zeren gözlerinin koyuluğuna inat gökyüzü gibi bakıyordu, koyu renkteki saçları özenle şekillendirilip arkaya taranmıştı, gri bir tişörtün üzerine siyah spor bir gömlek giymişti ve anneme göre babama en çok gri ile siyah yakışırdı, görüntüsü asiydi fakat bakışları aşırı derecede samimi, sandalyesinin sırtında da deri bir mont vardı. Fakat en önemlisi babam çok güzel gülüyordu ve annem bunu çok kötü tartışsalar dahi unutmuyordu. Ben babamın kahkahalarla güldüğüne çok az denk gelmiştim yedi yaşına kadar, belki de on defa bile değildi fakat hepsi annemleydi, ondan emindim.

O kafede kendisi tek otursa da babamın masasında iki kadın ve iki erkeğin daha olduğunu, babamın sol elinin yanının kurşun kalem isi olduğunu fakat onu kirli diye düşünmememi açıklamıştı. Çok yakışıklıydı demişti iç çekerken. Babam annemin bakışlarını fark edene kadar defalarca kahkaha atmıştı fakat göz göze geldikleri anda dudaklarında usul bir tebessüm dışında bir şey kalmamıştı. ‘Bana dakikalarca baktı o küçük tebessümüyle.’ Demişti. Nerdeyse yirmi dakikaya yakın bakışmalarının sonrasında hepsi ayaklanıp çıkmıştı kafeden, babam da dahil.

O zaman şimdinin şartlarında olmayan Zeren motor aşığı bir genç adamdı. Annem bunu garipsememiş, hatta İzmir’li olduğunu öğrenince çok doğal demişti kendi kendine. Normalde herkes babamı asiliği için motor kullanır diye değerlendirirken annem bunun asilik değil alışkanlık olduğunu kurmuştu kafasında. Tabi onca dakika bakışma ardından gidince tekrar kağıdına dönmüştü annem.

Ta ki babam o fark dahi etmeden gelip arkasında kalan masaya oturana ve kenardaki kurşun kalemlerden birini alıp zorlukla uzansa dahi kağıttaki ince detayları düzeltene kadar. O dakikadan sonra babam kalkıp onun karşısındaki sandalyeye oturmamıştı. Olduğu yerden, arka masadan sohbetine devam etmiş, birbirlerini tanımışlardı. Annemin söylediğine göre ilk günden doğum gününü de, en sevdiği yemeği de öğrenmişti, bunun için çaba harcamıştı ve yıllar sonra ilk kez o gün doğum gününü kutlamıştı. Üstelik bir pastayla değil. Bir tabak salçalı makarnada güçlükle duran mumla beraber…

Bunu anlattığı akşam babama küs olmasına rağmen o kadar duygu yüklü bakıyordu ki hala aklımdaydı. Hatta tüm o hikayenin ardından, ‘Çok nazik, nahif ve beyefendiydi, tam bir centilmendi.’ demişti. Bana bunları yapan ve anlattığı anıdan bir sene sonra bırakıp gideceği adamı nasıl olur da öyle aşık ve romantik anlatabilirdi bu yaşıma gelmiş, hala akıl erdirememiştim.

‘Deran ne yapıyorsun?’ Noyan’ın bir miktar tırsan sesiyle beraber telefonu yere bırakıp başımı ona doğru çevirdim. Annemden kalan o anı gözlerimin dolmasına neden olmuştu. Canımı acıtan ise ikisinin tanışmaları falan değil o zaman olan Zeren’di. Şimdi olmayışı, öyle gülmeyişi, hatta hiç gülmeyişi…

‘Baş kaldırıp isyan çıkarıyorum.’ Kenardaki demir ağırlığı alarak telefona vurmaya başladığımda iki güçlü el kollarımdan yakalayarak kaldırdı. Paramparça olduğuna emin olduğum cihazda gözlerimi gezdirsem de bedenimi tutan Noyan’a döndüğümde gülümsememi büyüttüm nemli gözlerimle.

‘Hadi şimdi eğlenelim.’ Yüzüme ekleyebileceğim en sevimli gülümsemeyle Noyan’ın puslu mavilerine bakmaya başladığımda Denker abinin sesini duydum.

‘İyi olduğuna emin misin?’ tek kaşı havalanmış şekilde kuşkuyla mırıldandığında hızlıca salladım başımı.

‘Çok iyiyim, mükemmelim hatta.’ Hala kollarımın iki yanından tutan Noyan’a gözlerimi çevirdiğimde normalde olsa utanacağım halde abisinin karşısında dudaklarına kapanıp geri çekildikten sonra kollarının arasından sıyrılıp Şanze’ye yöneldim.

‘Bikinin falan var mı burada?’

‘Abim atmadıysa var…’ onun bakışları Denker abiye dönerken usulca başını salladı.

‘Odanda eşyaların.’ Şu saatten sonra hiçbiri beni tutamayacağını anlamış olacak ki Şanze sırıtarak kalkıp elimi tuttuğu gibi kamaralara inen basamaklara çekti. Arkamızdan isyan dolu bir sesle denizin henüz ısınmadığını söyleyen Noyan’ı dahi es geçmiş, dinlememiştim. İtiraz etmeden onunla hareket ederken girdiğimiz alanla dolabı açıp kısaca göz atsa da parlayan hareleriyle uzandığı ufak çantayı alıp yatağın üzerine ters çevirdi.

‘Seç beğen al yengecim. Güncellemen çok hoşuma gitti bu arada.’ Benim de hoşuma gitmişti. Hatta bir ferahlamıştım herhalde, neme ve Nisan sıcağına rağmen püfür püfür esiyordu ortalık bana kalırsa. Gerçi normalde de esiyor olabilirdi de ben sinirden farkına dahi varmamış olabilirdim. Elime geçen bikiniye göz atıp Şanze’nin gösterdiği banyoya girerek bir çırpıda giyindiğimde aynanın karşısında geçerek firar etmiş birkaç saç tutamını düzelttim. O hatırlamadığım kısımda babama ne olduğunu, neden annemin anlattığı gibi bir adam olmaktan kaçtığını bilmiyordum fakat o artık böyleydi.

Aynadaki yansımamda görünen yüzüm anneme çok benzerdi, hatta o kadar benzerdi ki annemi tanıyan birisi beni yıllarca görmesin ve herhangi bir yerde denk gelelim onun kızı olduğumu tahmin edebilirdi fakat ruhum tamamen babamdı. Hatırladığım kadarıyla annem daima gece insanıydı, daha sanatsaldı, birazcık vurdumduymaz ve hırsları olan bir kadın değildi. Babam ise tamamen gündüz insanı, otoriter, işleri ciddiye alan ve hırsları yüzünden dağları aşabilecek biriydi. Ben babamdım. Hırslanır ve o hırslandığım şeyi almak için ya türlü türlü oyunlar çevirir ya da ortalığı karıştırırdım, gece problemler yüzünden uyuyamıyordum fakat bu zamana kadar en geç sabah saat sekizde uyanmıştım, eğer bir konuyu bitirmem, bir test çözmem veya o sevmediğim şirket dahi söz konusu olsa bile benim için ciddiyet gerektirirdi.

Babam sanırım sadece olaya yüzeysel baktığı için kendine ne kadar benzediğimi görmekten ziyade annemi anımsıyordu. Derin bir nefes alıp kenardaki peçete ile hala nemli gözlerimi temizleyip derin bir solukla çıktım banyodan. Şanze elindeki beyaz tül pareoyu bana uzattığında kararsız bakışlarla süzse de anında aldığım gibi onu da üzerime geçirdim.

‘Abimin sana bu bikiniyi verdiğim için beni öldürme payı yüzde kaç acaba.’ Bu soru bana değildi çünkü kısılan gözleriyle kendi içinde muhasebeye oturduğunu gösteriyordu. Büktüğü dudağıyla yanaklarını sıkıp göz kırptım.

‘O da bir şey yapamaz. Artık kimse tek kelime edemez çünkü zıvanadan çıktım. Kavga mı? Onu da ederiz.’

‘Sen yine de çok şey yapma da.’ Odadan çıkarken arkamdan seslenerek geldiğinin farkında olsam da çıktığımız basamaklarla beraber karşıma bir anda dikilen Noyan’a baktım. Baş işaretiyle arkamdan gelen Şanze’yi uzaklaştırdığında baştan ayağa göz atıp derince soluklandı.

‘Ağzını açıp üzerimdekiler hakkında tek kelime edersen yüzerek marinaya dönerim. Emin ol yaparım.’ Dedim başımı ciddiyetle sallarken.

‘Üzerinde olmayanlar hakkında konuşursam?’ tek kaşını kaldırıp dikkatle baktığında göz devirdim.

‘Aynı yere çıkıyor o kapı da.’ Anında belimi sarıp bedenimi bedenine yasladığında dudakları sinirle de olsa kıvrılırken boynunu öpüp gülümsedim.

‘Seninle de kavga ederim, inan ki şakam yok Noyan. Sabrım selamet sınırlarını geçti.’

‘Benim de geçti de… Fakat hala ya sabır ya selamet diyorum.’ Dudaklarıma yaklaşırken yüzündeki arsız gülümsemeyle omuz silktim hafifçe. Akıllı uslu evinde oturan bir kadınken çığırımdan çıkmama sebep olanlar düşünsündü. Beni bu hale getiren Zeren bey oturup dertlere kalsındı. Şu an tüm benliğim ve özgürlüğümle doya doya gülmek istiyordum. Bir de gözlerimin içine derin derin bakan Noyan’ı öpmek. Uzun uzun ve hesapsızca dudaklarının tadını dudaklarımda hissetmek istiyordum. Alnını alnıma yaslarken burunlarımızın birbirine hafifçe sürtünmesini sağladığında omuzundaki parmaklarım ensesine doğru bir yol oluşturdu.

‘Boğuluyorum.’ Dediğinde fısıltı gibi olan sesiyle hemen dibimdeki gözlerine baktım, ruhumu bedenimden çekercesine bakarken derin bir nefes alarak gülümsedi, ‘Seni öyle delicesine öpmek istiyorum ki her seferinde…’ diye devam etti, doğru kelimeleri bulmak adına bekler, kendini açıklamakta çok zorluk çeker gibiydi, ‘Fakat kıyamıyorum.’ Dedi bu kez.

Az önce belimde olan eli çenemin altına doğru yerleşirken baş parmağını dudaklarımın üzerinde gezdirdi, ‘Aklımı kaybetmişçesine seni kıskanıyorum…’ dudaklarımdaki parmağı çene çizgimi okşadı bu kez, ‘Ancak sana zarar verecek diye korkuyorum…’ alınlarımızın ayrılmasını sağlarken burnumun ucuna nazik bir öpücük bıraktığında biraz daha yukarı taşıyıp bu kez alnıma yasladı sıcak dudaklarını, ‘Sana bakarken sende boğuluyorum.’ Derken derin bir nefes çekti, bu oksijenle o kadar alakasızdı ki o an saçlarıma gömdüğü burnundan nefes alma ihtimali bile aklıma gelmedi, ‘En güzeli de bu, bu boğulma haz veriyor, nefesimi kesen kokun böyle bir ölümden zevk almamı sağlıyor.’ Fısıltılı sesi son bulurken alnıma değen dudakları tenimden uzaklaştığında onun kıyamadığını ben yaptım. Hafifçe yükseldiğim parmak uçlarımdan sonra dudaklarımızın denk gelmesini sağladığımda tuttuğu nefesiyle duruyordu fakat belimdeki eli bedenlerimizin birbirine iyice yaslanmasını sağlamıştı. Alt dudağım dudakları arasında ezilirken az önce çenemde olan eli de usulca enseme, saçlarımın arasına kaydı.

İnsanın bazen hissedebildiği tek şey kalbi olabiliyordu. Bir adam dudaklarına dokunduğunda hayatında daha önce hiçbir tat almamış, hiçbir tenle bu derece sen olmamış gibi hissediyordun. İşte ben ne zaman Noyan’ın dudaklarının tadını alsam o vakit başka bir tenle bu derece ben olamam diyordum. Ne zaman dudaklarım esiri olsa dudaklarının o dakika bir direniş başlatmak istiyor, anlam veremediğim, açıklayamadığım şekilde güçlü hissediyordum. Şimdi olduğu gibi…

Çoğu zaman korkak ve sindirilmiş olan varlığım devleşebiliyordu. Ve ben Noyan’ın teni tenimdeyken, gözleri gözlerime bakarken tüm dünyayı kaplayan dev bir ruhla tanışıyordum. Bu Belgi Deran kimsenin tanımadığı bir kadındı. Bu Belgi Deran dahi değildi, bu Belgi’de değildi. Bu sadece ve sadece Noyan’ın seslendiği, bulup bir giysi dolabından çıkardığı Deran’dı. Küçücüktü, dışarıdaki gök gürültüsünden korkmuştu, kıyafetlerin arasında kendini güvende hissetmek istiyordu ama Noyan o dolabın kapağını aralayıp kollarını açmıştı. Artık o ufacık Deran, kendinden beş kat büyük şeylere kafa tutabilirdi. Çünkü tenime dokunan ten, hücrelerime harman olan, DNA’ma karışan bu adam beni olmadığım hatta benim dahi tanımadığım bir kadınla tanıştırıyordu.

Bölüm : 18.03.2025 04:32 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...