
Selamlar canlarım... Beni bilen bilir bir hak arayışı var ise oradayımdır. Herhangi bir canlıya zarar vermediği ve mantık çerçevesinde doğru olduğuna inandığım her bir anda varım. Yıllardır çıkarırım sesimi ve bunun olduğu yer fark etmez. Çoğu okuyan belki burayı siyasi bir eylem gibi görecek ve politikanın yeri değil burası diyerek kızacaktır ancak mühim değil. Çünkü yaptığım politik bir duruştan ziyade hak ve adalet arayışı, sahada olan tüm arkadaşlar gibi...
Böyle vakitlerde sizlere uzun uzadıya yazmayı seviyorum. Çünkü uzun zaman önce hikayeler paylaştığımız bir site için itiraz nidaları kopardığımızda bizleri yok sayan bir çok insanın yine sessizliklerini korumuşlukları olmuştu. Fakat o zaman da söylemiştik. Bu özgürlüğümüzü kısıtlamak için yapılan eylemlerdendi. Ki en başta okuyan kesimin alabileceği bilgileri kesmek yaralayıcı olacaktı. Bahsettiğim site için onlarca şey söylendi. Şiddete iten, karalayan, özendiren, cinsel içerik barındırıp insanların ahlakını etkileyen maddeler savurulmuş, çok insan da oh çekmişti. O siteden belki de normal zamanda fark edilemeyecek çünkü ulaşma güçlüğü yaşayacak yazarlarımız çıktı, kadınlara yapılan acımasızlığı ortaya serip dikkat çekenler çıktı. Onca gencin kitap okuduğu bir platformun ülkemizde engelleniyor oluşu, ki kitap fiyatlarının hali o zaman da içler acısıyken, ücretsiz bir okuma gerçekleştirdiğimiz yerin bizlerden alınması ses çıkarmayanlar için boş, bizler için başlangıçtı. Dönüp o zaman ses çıkarmaları gerekiyordu demeyeceğim, adalet, hak ve özgürlük arayışı her devirde olması gereken ve mutlak olacak olandır. Er veya geç bir ses çıkacaktı, şuan o sesleri vatanımızın topraklarında görüyoruz. Kimsenin bana dönüp polise saldırıyorlar ibaresinde bulunmasını istemiyorum. Böyle bir ifadeyle geleni de hali hazırda ciddiye almayacağım. Çünkü asıl derdi vatanında özgürlükleriyle, kendilerine verilmiş haklarla ve adaletle yaşamak isteyenlerin kendi vatanımızın yurttaşı, kendi kardeşimiz olan polislere bunu yapmayacaklarından, olan olayların yasal haklarını bilerek bilinçli protesto yapanlar tarafından değil, büyük bir galeyana sebebiyet vermek adına ve direnen arkadaşlarımızı karalamak için provokatörler tarafından yapıldığı, bu tür eylemleri yapan kişilerin de terörist olarak adlandırılması gerektiği düşüncesine sahibim. Bugün hepimizin ailesinde mevcut olduğu gibi elbette benim ailemde de hakkıyla ve emir doğrultusunda işleri yapan güvenlik güçleri var, biliyorum. Aldığı emirlerin dışında hareket edemeyeceklerini bildiğim gibi. Veya gencecik çocuklara saldıran ve bugün gündemde videoları dolaşıp linç yiyen sözde polislerin dışında, o insanların haklarını bilip vicdanen ve olması gerektiği gibi güven içerisinde protestoda ülkemizin vatandaşının yanında duran onurlu polislerimizin olduğunu bildiğim gibi.
Keza mesele siyaset değil bunu da bildiğim gibi... Kendi vatanımızın bekasını, bundan sonraki hayatımızın adaletini, bireysel hak ve özgürlüklerimizi düşünmek, ona göre harekete geçmemiz gerektiğini bildiğim gibi. O yüzden de hepimiz olması gerekeni yapmalıyız bence. Bir veya on bin kişiye ulaşmak fark etmez. Sokakta veya olduğumuz yerde harekete geçmek aslında bizim ve bizden sonraki nesli aydınlık geleceği olacak. Şahsen hem kendimin hem de geleceğimin devamının aydınlık olmasını istiyorum. Gerek yeri değil diyerek beni okumayı bırakanları umursamayarak, gerekse kendi özgürlükleri ve haklarını bilerek benimle aynı aydınlığı isteyenlerle yazmaya devam ederek.
Şimdi hadi bölüme geçelim...
İletişim için ve yeni bölüm haberi için instagram kullanıyorum beybiler... (BiCeruVar)
🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘🌑
Ne güçsüzlüklerle savaştım ben,
Kendi içimde,
Kendimle,
Kendime ait olmayanlarla bile…
Yıllar öncesinden aklımda kalan bir parça var. Ne zaman sahil kenarına gitsem, açılsam veya herhangi bir şekilde denizi görsem aklıma hep o gelir. Deniz mavi, gök yeşil mi?, der parçada fakat öncesi de var işin, ‘Söyle bana güzel kadın, her şey yerli yerinde mi? Bırakıp gittiğin gibi, deniz mavi gök yeşil mi?’ ben parçanın hiç acısına eşlik etmedim hatırladığım vakitlerde. Odak noktam hep ne demek gök yeşil kısmı oldu. Zaten daima absürt noktalara takılır dururum. Huyum böyleydi. Ne zaman böyle şeylerle karşılaşsam hep araştırma dürtüm kurulurdu odanın orta yerine. Belki de kendime olur olmadık sorular bulup onların içinde kaybolmak hoşuma gidiyordu, ondandı bu tavrım.
Fakat o araştırmalar hep bir sonuca bağlanırdı. Bu şarkıda da olduğu gibi benim bildiğim kadarıyla zaten şeffaf olan su gökyüzünün yansımasıyla mavi gözükür, ki bu varsayımla beraber deniz de mavi değildir. Hal böyle iken gök yeşilse neden deniz mavi kalıyor büyük problem arz ederdi bana.
Çoğu insan güzelim şarkıyı bıçaklar gibi olan düşüncelerim yüzünden bana gıcık olabilir fakat ben o kadar uzun süre araştırdım ki, hayır, gök mavi değildi. Gökyüzü tam olarak yeşil de değildi. Gökyüzüne bakınca görünen renk, güneş ışığının geniş bir spektrumda ışık üretmesiyle beraber beyaz olarak görsek de gökkuşağının tüm renklerini barındırarak dağılmış haliydi ve bu durumda gökyüzü dahi bir illüzyonistti. Ah oyunbaz gökyüzü…
Özetlemem gerekirse gökyüzü yeşil, sarı ve kırmızı ışık karışımında, karanlıkta parlayan bir renkti ve gördüğümüz hal tamamen güneş ışığı, sodyum ile oksijenin sayesinde ortaya çıkıyordu. Dolandırıcı, aldatıcı, ne olduğu belli olmayan gökyüzü… Tıpkı hayatta görünen çoğu şeyin asıl gerçekle eşleşmediği gibi. Bu çoğu zaman insana acı verse de dünya üzerinde çoğu detay da görmek istediklerimizle şekil alırdı. Belki de gökyüzü dolandırıcı değil, biz dolandırılmaya müsaittik. Belki de gökyüzü bir renk vermiyordu, bizler ondan görmek istediklerimizi alıyorduk sadece.
Dakikalar önce daldığım derin sulardan irkilen vücudum ve aklımdaki bu düşüncelerle yüzeye çıktığımda yüzüme yapışan saçlarımı ellerimle arkaya doğru taradım. Bakışlarım önce göğe döndü. Bulutsuz, pas parlak, alabildiğine mavi ve güneşli havaya gülümseyip arkada kalan yata doğru dönerken ne kadar gözünü üzerime dikerse diksin bu halimin Noyan’a zevk verdiğini görebiliyordum. Zaten o da genel olarak bakılınca gök gibiydi. Rengarenkti fakat insanlar onu siyah görüyordu veya o öyle görmelerini istiyordu. Bana kalacak olursa ise Noyan kesinlikle griydi. Puslu, dramatik bir hava kadar gri üstelik. Üzerime sıcacık güneş ışığı gibi çarpsa, gözlerimi alsa da tam bir griydi, gözlerine zıt şekilde.
‘Gelmeyecek misin?!’ attığım iki kulaçtan sonra yukarı doğru seslendiğimde gülümseyerek başını sağa sola salladı. Kaşlarım şaşkınlıkla havalansa da anlamak adına başımı omuzuma düşürüp baktım yüzüne. Onun yüzmeyi sevmeyecek bir adam olduğunu düşünmüyordum, hatta aksine deniz üzerinde fazla takılan, denizi görmeyi, onun kokusunu hissetmeyi seven bir yapıya sahip olduğunu düşünmüştüm. Duyduğum su sesleriyle bakışlarım bu kez yanıma gelen Şanze’yi bulduğunda gülümsemesi büyüdü.
‘Tam korunaklı bir ortam olmadığı sürece girmez o.’ Dedi Şanze sanki halini açıklamak istercesine. Burun kıvırsa da bakışları kısa bir anlığına abisine döndüğünde usulca omuz silkti, ‘Aksiyon filmi gibi gözükecek ama daha önce yüzerken saldırıya uğradı.’ Yüzündeki o ufak umutsuz hale rağmen tekrar gülümseyip diğer tarafa yüzmeye başladığında bende birkaç kulaçla iyice yaklaştım yata. Duş alanına çıkıp üzerimdeki tuzlu sudan kurtulduğumda Noyan hala elleri cebinde öylece bakınıyordu. Bu bakışları fazla uzaklara dalmasa da arada bir yüzen Gizay ve Şanze’de, bende veya yakın mesafede olan diğer yatlardaydı. Olduğu alana geçmek için merdivenleri tırmandığımda kenardan aldığı havluyu uzatıp derince soluklandı. Havluyla ilk önce saçlarımın suyunu alıp daha sonra bedenimi kuruladığımda kaşlarımı havalandırmaktan da kaçınmamıştım.
‘Daha önce yüzerken saldırıya uğramışsın…’ sesim fısıltılıydı, ki bunun tek nedeni arkadaki gölge olan alanda duran masada tam odaklı şekilde çalışan Denker abiydi. Noyan başını onaylarcasına sallasa da dudaklarındaki o ufak tebessüm asla silinmiyordu. Kurulanmam son bulurken üzerime tül parçayı geçirip kenarda duran sigaramdan yaktım. Ben ıslak olduğum için sarılmasam da Noyan kolunu sırtıma sarıp kendine çektiğinde derince nefeslendim.
‘Genel olarak çok doğal eylemler içerisindeyken saldırıya uğradığım oldu. Yüzerken de onlardan biriydi.’ Sessizlikten belki de konuşma ihtiyacı hissetmişti ama gözleri az önce olduğu gibi çevrede gezinmeye devam etti.
‘Mesela?’ dediğimde yatın ufak yükseltisindeki kahve fincanını parmakları arasına alarak bir yudum içti.
‘Duştayken, güneşlenirken, kayarken, bir partide eğlenirken, uyurken… Daha birçok şekilde.’ Diyerek usulca omuz silktiğinde alt dudağıma çoktan işkence etmeye başlamıştım bile.
‘Neden peki?’ dedim merakla. Sorum enteresan mıydı bilmiyorum ama Noyan garip bir şey sormuşum gibi anlamaz halde baktığında gülümsedim, ‘Neden saldırıyorlar?’ diye yeniledim tekrar.
‘Güç.’ Tek kelime, tek kelime cevap olabilir miydi? Güç denildiği zaman aklıma onlarca şey gelebilirdi fakat Noyan güç dediğinde manevi açıdan düşünüyordum. Kardeşleri ve kardeşi gibi gördüğü adam dışında aklıma bir şey gelmiyordu. Fakat benim bunu düşünmemin inadına gibi tek nedeninin o manevi güç olmadığını hissediyordum. Kimse sağlam aile bağları var diye saldırıya uğramazdı, öyle değil mi?
‘Neden güç için seni öldürmeye çalışsınlar ki?’ düşündüğüm sistem tıpkı sorum kadar saçmaydı biliyordum fakat Noyan bu saçmalıktan memnun halde güldü. Artık o garipseyen halinden çok bunun hakkında zerre fikrim olmayışının hoşuna gitmesi vardı her mimiğinde. Benim tüm bunların dışında olmam, anlamamam içini rahatlatmıştı muhtemelen fakat eğer onunlaysam bu işlerin hepsinin tam ortasında olduğumu ikimizin de kavraması gerekecekti.
‘Tahtı almak için önce tahtta oturanı itip düşürmek gerekir.’ Onlara hak verir gibi başını salladığında burun kıvırdım.
‘Kendini kral olarak mı adlandırıyorsun? Çok küstahça.’ Bu halim hoşuna gitmiş olacak ki ufak bir kahkaha patlattıktan sonra elindeki fincanı tepesine dikerek kalan son yudumlarını içip başını sağa sola salladı. İtirazdan ziyade ona küstah demem hoşuna gitmiş gibiydi. Bana birisi küstah dese sinirden kudururdum herhalde. Kolları bedenimi sararken beni önüne doğru çektiğinde sırtım göğsüyle buluşmuştu ki önce omuzuma dudaklarını bastırdı ardından boynuma burnunu yaslayıp derince soluklandı.
‘İblis olarak adlandırıyorum.’ Derken göğsümde birleştirdiğim kollarımı okşayıp parmaklarımızın birbirine kenetlenmesini sağladı. Başımı hafifçe geriye atıp gözlerini görmeye çalıştığımda ise bana yardımcı olup çekilerek gülümsedi.
‘Sen iblis falan değilsin.’ Dedim itiraz edercesine. Bunu ona yakıştıramıyordum. Noyan bir insanı incitmekten korkan bir adam gibiydi. Kötü hissettiğim her anı görüyor, hissediyor ve sarılıyordu. Bunu hastanede kalması gerekirken doktorla mücadele edip doğum günümü o halde kutlamasından dahi anlayabilirdim. İblis olamayacak kadar sevgi doluydu. Evet, tamam, biraz soğuk bakıyor, gergin bir tip gibi gözüküyor olabilirdi fakat iblis bu hal ve hareketlerine uygun sıfat değildi.
‘Bazen her masalın kahramanı olamayız, kötü adamı da olabiliriz. Böyle düşün.’ Dedi. Sanki bu ayrıntıyı yıllar önce kabullenmiş gibi. Sanki Noyan bu hale bile isteye gelmiş gibi. Belki de iblis olmayı sever gibi. İnsan sever miydi bunu? Bir şeytan olmayı isteyip kabullenir miydi? Bence mantıklı ve makul değildi. Noyan şu an doğuştan iblismiş gibi benimsiyordu bunu fakat durum hiçte benimsediği gibi değildi bana kalırsa.
Dünyaya kötü olarak doğamazdı insan, kötü yetiştirilirdi fakat buraya gelirken uçakta bahsi geçen, Noyan’ın derin bir iç çekmesine neden olan annesi kötü bir adam yetiştiremezdi, bu ihtimal dahilinde bile olamazdı. Noyan’ın bedenimi saran kolları, sırtımı yasladığım göğsü bana korunaklı bir kale gibi gelirken veya bu kadar güvende hissettirirken o kötü olamazdı. Bunu kabul etmiyordum. Fakat o itirazıma son noktayı kendince koymuş ve daha fazla bu konuya itiraz etmemi istemez gibi kollarını sıkılaştırmıştı. Parmaklarıma kenetlenmiş parmakları da sıkılaşırken bir an kaburgalarının altına sığabileceğimi hissettim. Oraya gömmek, orada yaşamamı istemek gibi düşünceleri varmışçasına hissettim. Bu belki de sadece bir histi fakat güzeldi. Gözlerim yavaş yavaş düşen güneşin gökyüzüne vuran son demlerinde gezinirken Şanze ve Gizay’da denizden çıkmak adına yata yaklaşmaya başladılar.
Olduğum yeri bozmadan derince soluklandım. Öyle derin bir nefes almıştım ki hemen arkamda hala bedenlerimiz bütün gibi olan Noyan’ın isli çıra kokusu doldu genzime. Gülümsediğini başımın arkasına bastırdığı dudakları sayesinde hissedebiliyordum, benim kadar net miydi görüşü bilmesem de güneşin battığı her dakika çok şiirsel ve romantik görünüyordu şu an.
Etrafı çepeçevre saran kızıl bir turunculuk baş göstermeye başlamıştı ve denizden yüzümüze durmaksızın esen ufak bir meltem. Hafızama kaydetmek istediğim her anı bir başlangıç ve bitiş olarak değerlendirmek isterdim. Bana yeten o kısacık anlar kesit olarak kalsın diye belki de kapattım gözlerim, derin bir nefes daha çektim ve araladım kirpiklerimi. Bir daha baktım kızıl yansımalı turuncuya ve beraberinde derin mavi denize. Genzimi alabildiğine deniz kokusuyla beraber Noyan’ın kokusuyla doldurdum. Ciğerlerime tamamen nüfuz etsin istedim.
Akciğerimiz her nefes alışımızda yarım litre temiz havayla dolarken ve toplamda dört litre hava tutmasına rağmen ben her milimin bu kokuyla dolmasını istedim. Bu düşünce beni bu ana göz kırpmadan bakarken yedi kere daha derin nefesler almaya itti. Sekizinci nefesimle tekrar kapattım göz kapaklarımı. Bu an eminim ki hiç olmadık zamanda çıkacaktı kaldırdığım beynimdeki raflardan. Dudaklarımda güzel bir tebessüm olarak can bulacak, yeniden kendini hatırlatacaktı.
‘Açlıktan geberiyorum!’ Gizay’ın isyan edercesine çıkan sesiyle gülümseyerek kirpiklerimin ayrılmasını sağladığımda başımı da onların olduğu tarafa çevirdim. Masanın üzerindeki kek dilimini daha fazla parçalama zahmetine girmeden ağzına tıkıştırdığında Noyan bedenimi sıkıca saran kollarını gevşetip yüzünü sağ omuzumdan yaklaştırmıştı.
‘Aileyle beraberken romantizm zor oluyor.’ Söylediğinde kıkırdayıp hafifçe kaldırdığım başımla ona baktığımda bu kez Denker abinin sesini duydum.
‘Yeme lan şu keki! Sonra üzerine yemekte yiyip gece gece hastane dolaştırıyorsun bize.’ Kek tabağını çekerken konuşsa da Gizay son dakika bir dilimi daha aldığında yanına yaklaşan Şanze’yi kolunun altına çekip keki uzatarak ısırmasını bekledi. Şanze’nin aldığı bir parça ona yeter diye düşünmüş olacak ki ikinci kez kalanı da ağzına tıkıştırdığında Denker abi artık gerçekten göz devirerek bakıyordu Gizay’a.
‘Bende çok acıktım.’ dedi Şanze, Gizay’ın ağzının dolu olduğu için laf yetiştirememesini fırsat bilerek. Denker abi ortaya dağıttığı kağıtları, kalemleri, defterleri ve bilgisayarı toparlarken Noyan cebindeki telefonu çıkarıp yine bir mesaj batağına düşmüştü dibimdeyken.
‘Getirir çocuklar birazdan.’ Dediğinde az önce uğraştığı telefonu da tekrar cebine atıp onlara yaklaşmamızı sağladı. Ne kadar hava sıcakta olsa hala ıslak bikinilerle durduğumuz aklıma geldiğinde, ki benimki güneşe karşı durduğum için kurumuş sayılırdı fakat yine de yemeğe böyle oturamazdım. Noyan’ın kollarının arasından çıkıp Şanze’yle kamaralara indik. Şanze odadan kıyafetlerimi verip beni başka bir odaya tıktığında tamamen tuzlu sudan arınmak için duşa girdim. Ardından tekrar kıyafetlerimi giyinip çıktığımda ise yatağın üzerine yeni bırakılmış tişört ve ceket çarptı gözüme.
‘Belgi abla! Tişörtle ceket bıraktım, çok soğuk değil ama açıkta üşütürsün!’ kapının vurulmasının ardından Şanze’nin sesini duyduğumda gülümseyerek üzerimdeki askılıdan kurtuldum.
‘Teşekkürler!’ seslenip yatağın üzerindeki tişörtü giydikten sonra bende kamaradan çıkıp geldiğim yolu takip ederek yanlarına ulaştım. Şanze ve Noyan mutfak kısmından bardakları, tabakları getirirken bende yanlarına ilerleyip çatal bıçakları aldığımda yaklaşan sürat teknesi duraksamış, Gizay Adel’den çantaları alarak yanımıza dönmüştü.
Bütün işleyişleri planlı sürerken akşama rakı balık yapmayı ne ara düşünmüşlerdi bilmiyorum ama işime geliyordu. Çünkü en son böyle hem muhabbet edilen, hem yemek yenilen, aynı zamanda da ufak çakır keyif olduğum zaman dilimi tamı tamına bir sene önceydi. Tamamen rakı zevki olan insanlarla oturmuştuk o akşam da zaten. Masada Arıkan, Levent, Gamze ve ben vardım. Sergio zaten hızlı sarhoş olan, Simay rakı sevmeyen, Atakan ise bence kokteyl hep bir sıfır öndedir diyerek ortalığı kızıştıracaklardan olduğu için sadece dördümüz kalmayı tercih etmiştik. Tüm akşam bir yandan rakı, diğer yandan muhabbet derken arada üzülüp, arada da kahkahalara boğulmuştuk. Ve ben tam bir yıl sonra burada oturmuş çoktan muhabbete dalmış dört bedeni gülümseyerek izliyordum.
Tüm yemek boyunca en sessiz kaldığım zaman dilimi olabilirdi. Geriye yaslanıp o bir sene önce böyle bir masada oturan Belgi, Arıkan, Levent ve Gamze dörtlüsünü izliyor gibi hissediyordum. Gülüyorlar, bazı konularda ters düşüyorlar, arada sırada iç çekip eskiyi yad ediyorlardı fakat eninde sonunda ufak bir tebessüm dudaklarına oturup kalıyordu. Eğer bizde bir sene önce böyle bir tablo çiziyorduysak kesinlikle imrenilecek bir görüntüydü. Bana dönseler ve nasıl baktığıma denk gelseler belki şaşkınca tepki verebilirlerdi fakat geriden izlemek o kadar güzeldi ki. Bir elimde rakı kadehi varken diğer kolumu da oturduğumuz koltuğun sırtına yaslayıp derince nefeslendim. Şanze lise hayatıyla alakalı bir şeyler anlatıyordu, benim için anlattıklarından ziyade onların gülüşmeleri önemli olduğu için dinlemiyordum dahi. Koltuktan sarkan parmaklarımın üzerinde sıcaklık hissettiğimde bakışlarım gülümseyerek Noyan’a döndü.
‘İyi misin?’ derken sesinde de yüzünde de şüphe olsa bile başımı onay verircesine salladım.
‘Çok iyiyim.’ Dediğim kadar vardı. O kadar iyi hissediyordum ki bu iyi halim çok nadir olurdu ve şu an tam olarak o zamanlardan birindeydim. Huzurluydum hepsinin ötesinde. Koca denizin ortasına açılmış onlarca yattan biriydik, çoğu sessizdi, bazılarından hafif müzik sesleri geliyordu fakat hem müziksiz hem de kahkahalar yüzünden aşırı sesli tek alan bizdik. Sigaralarımızı çekerken kızıllıkları direkt olarak görünecek kadar loş bir alandaydık fakat içimiz ışıldıyordu. En azından benim öyleydi.
Tüm gün boyunca güneşin de denizinde keyfini çıkarmışken, bir de üzerine yemeğin ağırlığı bastırınca tekrar otele döndüğümüzde uzun zamandır böylesine yorulmadığım için bedenimi direkt yatağa attım. Birisinin beni kazıması gerekiyordu, aksi taktirde yarın sabaha kadar uyurdum saat on olmasına rağmen. Gözüm titreşimiyle komodindeki telefona yöneldiğinde Noyan’da bedenini yanıma atıp kolunu karnımın üzerine bıraktı. Zorlukla uzanıp aldığımda ekrandaki Simay’ın ismiyle derince soluklanıp dudaklarımı ıslatıp sırtımı yatak başlığına yaslayacak kadar sürüklendim.
‘Biricik kuzenim benim.’ Sesimdeki neşe kendini korurken istemsizce sırıtmaya başladığımda Simay’ın fısıltılı haliyle çatıldı kaşlarım.
‘En hızlı şekilde televizyonu aç.’ Sesindeki telaşla etrafa bakınsam da bir gariplik olduğunu fark eden Noyan gözlerini üzerime dikmişti.
‘Neden?’
‘Aç kuzi aç, çabuk, anlarsın nedenini. Şimdi kapatmam gerekiyor.’ Bir anda aramayı bitirdiğinde hala yerinden kıpırdamayan Noyan yarım açtığı gözüyle dirseklerinden destek alarak doğruldu.
‘Televizyonu aç dedi.’ Etrafta kumanda arasam da bulamadığımda komodin çekmecesinde gördüğümü anımsayıp eğilip açtım. Kumanda tahmin ettiğim gibi yerli yerinde dururken ben televizyonu açtığım sırada Noyan’da toparlanarak benim gibi oturur hale gelmişti. Açılan ekranda direkt haber bülteni gelirken bir terslik olmayışıyla tekrar tuşa bastım reklam, bir kez daha çizgi film, bir kez daha...
Uzun zamandır gözlük kullanmadığım için yanlış mı görüyordum ben? Kaşlarım yavaş yavaş çatılmaya başlarken üçe bölünmüş televizyon ekranı nutkumun tutulmasına neden oluyordu. Ekranın sağ tarafta kalan kısımda belime sarılan Tolga’yla, ki bu sadece saniyelerde olmuştu, sol tarafında ise dudak dudağa olduğum Noyan’la fotoğraflarım vardı. Tam ortada programın sunucusu kadın misafirleriyle konuşuyordu, ana metnin ne olduğunu anlamak için dinlememe gerek dahi yoktu çünkü gördüğüm şeyler tamamen beni kapsıyordu. Akşamın saat onunda hangi kanal magazin sunardı ki! Çatılı kaşlarımla altında geçen başlığa dikkat ettiğimde dudaklarımdan koca bir hayıflanma döküldü.
‘Oha ama ya! Çifte aşk ne demek!’ Noyan’da hızlıca doğrulduğu yerden oturur pozisyona geçtiğinde çatılan kaşlarıyla yataktan inip kenara attığı telefonunu alsa da bu kez doğru görüp görmediğimi tasdiklemek istercesine işaret parmağımla ekranı gösterdim.
‘Telefonla bağlanan ismi doğru mu görüyorum ben?’ bakışları benim sorumla beraber televizyonu bulurken elimdeki kumandadan sesi yükseltip şok olmuş halimle dinlemeye başladım. Tolga Külbastı ayan beyan ve benim haberim olmadan ilişkimiz olduğunu, Noyan’la olan fotoğrafımızın yıllar öncesine ait bir hata olduğunu zırvalıyordu.
Eğer gaipten sesler duymuyorsam çok mutlu bir birlikteliğimiz varmış meğer ve en kısa sürede işi resmiyete dökecekmişiz. Hatta ben ailemin evinden Tolga ile yaşamak için ayrılmışım ve buna ailelerimizin de sonuna kadar onayı varmış. Üzerine bir de beraber yaşama kararımızı ailelerimiz desteklemiş ancak bir süre gizli kalmasını istediğimiz için kimselere anlatmamışlarmış! Gözlerim yuvalarından fırlayacak kadar açılırken duvardan ayrılan ekranla şok içinde olan bakışlarım Noyan’a döndü.
‘Sikerler artık!’ kükreyip televizyonun güç kablosunu da sertçe çektiğinde duvardaki bağlantılarından dahi kopup aşağı inen ince ekran pert olmuştu ve ben şaşkınlıkla bakmaya devam ediyordum artık boş olan duvara. Elindeki telefonu bırakmadan gözlerini bir an bana çevirmeden çabalarken aklımda tek şey vardı. Ne yapmam gerekiyordu? Hızlıca bir plan yapmalıydım, olağan her durumu geri püskürtecek bir plan. Her halta son verecek bir plan…
‘Murat, dava mı açarsın, yok kanal mı satın alırsın bilmiyorum ama avukatım olarak Belgi Deran İmerler adına her habere engel koyduruyorsun.’ Diyen Noyan’a bakışlarım hızlıca döndüğünde duvara geçirdiği yumrukla irkildim.
‘Sikerler akşam olmasını! Dediğimi yap!’ konuşmasını kendine göre bitirdiğinden olsa gerek telefonu kapattığında bende kalakaldığım yerden inip telefonu aldığım gibi Noyan’a baktım.
‘Ne zaman yasak getirtir?’
‘Maksimum yarım saat.’
‘Tamam, söyle uğraşmasın, gel benimle.’ Elini tutup çekiştirerek odadan çıkardığımda adımlarım Şanze’nin odasına ulaştı. Hızlıca yumruğumu geçirirken açıldığında anlamamış gözleriyle bakmaya başlaması benim için şu an bir şey ifade etmiyordu. Çünkü kendi ateşimi kendim yakacak, çıkardığım yangında kül olanları göz ardı edecektim. Yaptığımın doğruluğu tartışılırdı fakat artık kime göre doğru kime göre yanlış olduğu önem kazanıyordu. Ve yapacaklarım bana göre doğruydu, gerisi ise tamamen teferruat olarak kalacaktı.
‘Fotoğraf çekmen gerek.’
‘Ne fotoğrafı?’ üzerinden atamadığı mahmurlukla gözünü kaşıyarak bakmaya başladığında hala elini tuttuğum Noyan’ı Şanze’yi de yakalayıp beraberinde içeri sürükledim.
‘Abinle fotoğrafımı çekmen gerek.’ Elimdeki telefonu parmakları arasına bıraktığımda şokla bir Noyan’a bir bana baktı.
‘Deran, ne yapıyoruz güzelim biz? Gidip işe el atayım, fotoğrafı ne yapacağız?’ çığırından çıkan sadece Noyan değildi fakat aklını kaybeden sadece bendim. Bu zamana kadar yapılmış en çirkin saldırıydı bu bana karşı ve bu saldırıyı geri püskürtüp rezil rüsva etmeyi iyi bilirdim.
‘Avukatına söyle yayın yasağı getirmesin.’ Ciddiyetle Noyan’a bakmaya başladığımda kaşları çatılsa da Fransız balkonun önüne onu da çekerek bakışlarımı hala olayları algılamaya çalışan Şanze’ye çevirdim.
‘Ne yasağı, ne fotoğrafı ya!? Uyuyordum ben.’
‘Sen çek, anlatırız ayılınca.’ Noyan’ın elimdeki elini belime yerleştirip çenesini tutarak bana dönmesini sağladığımda göz ucuyla Şanze’ye baksam da omuz silkip kaldırdı telefonu. Daha beş saat önce artık kimsenin karışamayacağı bir hayatın bayrağını çekmiştim. Madem seviyordum bu adamı o zaman Denker abinin dediği gibi hem yansın hem de yıkılsındı.
Gerginlikten titreyen elime rağmen bir atılıma geçmiştim fakat Noyan halimi fark ederek sardığı belimle bedenlerimizin birbirine yapışmasını sağladı. Yüzündeki elimi tutup avucumun içine dudaklarını bastırırken hareleri bir an gözlerimden ayrılmıyordu. Bunun işe yaramadığını, beni sakinleştirmediğini söylersem yalancı çıkardım. Bakışları öyle uslandırıcı ve sakinleştiriciydi ki, sanki yanındayım, buradayım demeye çalışır gibi… Sesten birkaç poz çektiğini fark ederek ne kadar kopmak istemesem de Noyan’dan ayrılıp telefonu alarak oturdum yatağa.
‘Fotoğrafı sosyal medyada paylaşmamın senin için sakıncası var mı?’ gözlerim Noyan’a döndüğünde başını sağa sola sallasa da bir anda büyüyen gözleriyle süzmeye başladı beni.
‘Ortaya mı çıkaracaksın ilişkimizi?’ sesindeki şaşkınlığı saklayamıyordu fakat yüzünde allak bullak olan bir ifade vardı. Eğer ki Noyan evli ve bunu benden saklıyor olsa ancak bu ifadeye bürünebilirdi.
‘Evet.’ Başımı sallayıp fotoğrafı ayarlarken kaşları da çatıldı.
‘Bunu istemediğini düşünmüştüm.’
‘Niye istemeyeyim Noyan? Sevgilim değil misin? Her dakika tepemde birileri fotoğrafımı çeksin istemiyorum ama madem isyan başlattım o halde bunu saklamama da gerek yok.’ Omuz silkip fotoğrafı yükleyecekken elimden kapılan telefonla şaşkınca Noyan’a baktım.
‘Kusura bakmayın ama sosyal medyaya o kadar dandik bir fotoğraf yüklemeseniz? Abim çekmiş bugün sizi, onu atın?’ diyen Şanze’ye döndü şaşkın gözlerim bu kez. Gülümseyip omuz silktiğinde Denker abinin bunu yapmış olma ihtimali aklıma yatmasa da Şanze kenardaki telefonuna uzanıp galerisine girerek Denker abinin çektiği fotoğrafları açtı.
‘Siz grubu sessize mi aldınız?’ kaşları çatık olsa da zaten hep bir arada olduğumuz için gruba bakma ihtiyacı hissetmemiştim. Gözlerim tekrar Noyan’a dönerken telefonumu avucuma bıraktığında derin bir nefes alsam da ekrandaki gönderiyi paylaşmak yerine silmişti. Gözleri hala bana dönmezken fotoğrafı birkaç saniye geç halletmenin zararı olmaz diyerek bizim odadaki artık çalışacak halde olmayan televizyonu hatırlayıp yatağın üzerindeki kumandayı alıp az önce izlediğim kanalı açtım. Şanze kendine gelmiş olacak ki anlamsız bakışlarla ekrandaki haberi süzdükten sonra şaşkınlığı beni hedef aldı.
‘Sende bu kanalın bağlantı numarası var mı?’ gözlerim tekrar Noyan’a döndüğünde dudak büktü sadece. Eğer dışarıdan bakan birisi olsam kendimi tıpkı Şanze gibi izlerdim bu yüzden ona odaklanmadan derince soluklandığımda omuz silkti Noyan.
‘Vardır herhalde, kim ki kanal sahibi?’
‘Bilmem ben televizyon izlemiyorum.’ dedim. Eğer Simay haber vermese ben bu gündemi İstanbul’a dönüp nişanlanacağımı sevgili babamdan öğrendikten sonra haberdar olurdum, o kadar alakam yoktu televizyonla. Ki zaten eminim Zeren bey bu huyumu bildiği için sosyal medyadan öne koymuştu geleneksel medyayı.
‘Türkan Faslı.’ Şanze’den gelen cevapla Noyan başını onay verircesine salladığında gülümseyerek derin bir nefes aldım.
‘Bana numarasını verir misin o halde?’ gündemden uzun süre hatta neredeyse tüm yaz düşmeyecek bir işe kalkışıyordum. Şu saatten sonra ben istesem de Zeren bey beni mümkün değil istemezdi. Noyan bulduğu numarayı arayıp hoparlöre alarak bana uzattığında sinyal sesleri arasında iç çektim.
‘Ne yaptığını biliyorsun değil mi?’ şu yaptığıma asla güvenmiyordu fakat batan balığın yan gittiği bir andaydım. Çekineceğim hiçbir şey kalmamıştı çünkü o haberde emindim ki Zeren beyin parmağı vardı hatta o kadar ki direkt olarak Zeren bey atacakları başlığa kadar söylemişti. Çünkü son kalesine bomba atmış, ondan korkmadığımı söylemiş, yakılacağı, yıkılacağı kendim yapacağımın ilk sinyalini vermiştim.
‘Biliyorum, alenen ilişkimizi açıklayacağım.’ Başımı onaylarcasına salladığımda çalan telefon sonunda açıldı.
‘Noyan’cım…’ bakışlarım şaşkınlıkla gözlerine odaklıyken kahkaha atan Şanze’ye rağmen derin bir nefes aldım.
‘Noyan’cığınız yok Türkan hanım, Belgi var. Rica etsem kanalınızdaki pek sevgili magazin programına bağlanmamı sağlayabilir misiniz?’ ateş saçan gözlerim hala Noyan’ın üzerindeyken kadın bir anlığına sessizliğini korudu.
‘Ben sizlere ulaşmalarını sağlayacağım Belgi hanım.’
‘Teşekkürler.’ Aramayı kapatıp hala gözlerimi diktiğim Noyan’dan tanımadığı kanal sahibiyle münasebetini öğrenmek istercesine bakarken kaşlarını havalandırıp indirdi.
‘Samimiyetim yemin ederim ki yok.’
‘Cım eki kadar var belli ki, bir de bilmiyorum kanal sahibini diyorsun.’ Başımı sağa sola sallayarak gözlerimi hala açık televizyon ekranına çevirdiğimde Noyan’ın telefon sesiyle beraber önüme uzatılan cihaz bir oldu. Alıp açtığımda kısaca kanaldan olduğunu, bağlayacaklarını falan anlatılırlarken sabırla bekledim. Gerçekten sabırla bekledim çünkü yeter artık diyerek kükreyebilirdim. Sonunda bağlandığında kumandadan tüm sesi kapatarak dudaklarımı ıslattım.
‘İyi akşamlar Belgi hanım.’
‘İyi akşamlar, iyi yayınlar… Hakkımda dönen haberlere istinaden müsaade ederseniz gerçekleri açıklamak için zamanınızı alacağım.’
‘Elbette sizleri de dinlemek isteriz Belgi’cim...’ Televizyonun sesi kapalı olmasına rağmen benimle hattan konuşan kadının samimiyetsiz samimiyeti iliklerime kadar işliyordu.
‘Funda hanım, öncelikle belirtmek isterim ki kimseye kendimi kanıtlama ihtiyacım yok, eğer ki ilişkimi zedelemeyecek olsa magazin işine hiç girmezdim. Buraya bağlanmamın sebebi sayın Tolga Külbastı’nın alenen üzerimden prim yapmaya çalışması.’ Karşıdan tek kelime karşılık gelmese de şok içinde olduklarını görüyordum.
Noyan, ben ve Tolga Külbastı medyatik kişilerdi. Gözlerden uzak durmaya çalışsak da, en azından Noyan ve ben öyleydim, fakat çoğu insanın haberlerini okuduğu Tolga Külbastı’ya primci demem hepsini dumur edecek kadar ağırdı. Bir karşılık gelmeyeceğini daha doğrusu gelemediğini anladığımda devam ettim ‘Çünkü kendisiyle bulunduğum tıp sempozyumu dışında, ki eklemek isterim sadece bir kere karşılaştım, zerre tanışıp görüşmüşlüğüm yok. Ortaya attığı iddiayı dinlerken kendisi adına ben utandım. Bu kadar usulsüz ve seviyesiz bir tavır olamaz. Dolayısıyla az önce bahsettiği gibi bir ilişkim hiç ama hiç yok. Kendisi neden benimle ilişkisi var gibi lanse etti bilmem, siz çok merak ederseniz kendisine sorarsınız.’
‘Çok şaşkınız Belgi hanım… Peki Noyan Cenker Visam ile olan fotoğrafınız hakkında ne diyeceksiniz?’ şaşkın falan değillerdi, aksine yarattığım sansasyon için mutlulardı bile. Ve emindim ki şu an reyting konusunda en yukarılara tırmanıyorlardı. Çünkü Noyan’ın daha önce söylediği gibi ben magazine ihtiyaç duyan kısımda değildim, dolayısıyla bir yerlerde ismim geçse de pek görüntüm olmazdı. Görüntümün olduğu yerler ise yoğunlukta iş hakkındaydı ve bu da sevgili Zeren beyin marifetiydi. Şimdi ise belki de hiçbir programda sesimi duymamış, hatta bu zamana kadar bir kez selamlaşmadığım insanlara naklen özel hayatım konusunda bilgi veriyordum.
Eğer ki şartlar normal olsa ve Zeren beyin bununla sınırlı kalacağını düşünsem Noyan’ın yaptığını yapar yayın yasağı ister, kanala dava açar ve hızımı alamadan bir de Tolga Külbastı ile mahkemelik olurdum. Fakat şans bu ki şartlar benim için normal olmamıştı ve olmayacaktı.
‘Hiçbir şey demeyeceğim çünkü bire bir göründüğü gibi. Bir kadın sevgilisiyle nasıl yakın olursa o kadar yakınız, doğal olarak, ki fotoğraf eski değil, bugüne ait zaten.’ Arkadan gelen şaşırma nidaları devam ederken derin bir nefes alıp bakışlarımı Noyan’da gezdirdim.
‘Konuşmak isteyecekler seninle de.’ Telefonun mikrofonunu kapatıp mırıldandığımda yüzünü buruşturarak başını sağa sola salladı.
‘Benim adıma da sen konuş.’ Başımı sallayıp mikrofonu tekrar açtığımda derince soluklanmaktan kaçınmadım.
‘Ay Belgi hanım, umarım Noyan beyde sizi yalanlamaz.’ Dediğinde Noyan telefonunu elimden alıp hala hoparlördeki haliyle sosyal medyasına girmişti. Ne yaptığını izlerken bir anda benim paylaşacağım diye atağa kalktığım post için hamlede bulunup Denker abinin gruptan gönderdiği arkamızdan çekilmiş ve manzarası o güzelim turunculukla bezeli bir fotoğrafı seçmiş daha sonra notlarına girerek ufak bir cümleyi kopyalayıp altına yapıştırarak birbirine bağlı bütün hesaplarında da paylaşılması adına bir bir işaretlemeleri yaparak sosyal medya hesabına yüklediğinde tekrar telefonu parmaklarıma bıraktı.
‘Kendisi pek bu durumlarla alakadar olmak istemiyor Funda hanım, onun adına da ben iletişime geçtim sizinle. Fakat sosyal medya hesabından gerekli tavrı gösterdiğini umut ediyorum. Neyse, duruma açıklık getirdiğime göre daha fazla gündeminizi meşgul etmeyeyim.’
‘Açıklamalarınız için çok teşekkürler, iyi akşamlar Belgi hanım.’
‘Sizlere de iyi yayınlar…’ konuşmayı sonlandırıp telefonu Noyan’ın eline verecekken derince nefeslenip sus pus iki kardeşi süzdüm. Birisi şaşkın gözlerle beni süzüyor, diğeri belli ki yine kafasındaki kırk tilkiyle samimiyet kuruyordu. Fakat benim yapacağım hareketi beni desteklemek için kullanması, kaldı ki sadece işi hakkında paylaşımları olan hesabında özel yaşamına dair sadece benim olmam çoğu şeye açıklamaydı. Şanze tüm şaşkınlığı kenara atarak bir anda kahkaha atmaya başlayıp arkaya doğru bedenini bırakarak yattığında hala elinde olan telefonunda neye baktıysa daha çok kahkahalara boğulmuştu ki Noyan aklına bir şey gelmiş gibi telefonuyla yeniden uğraşmaya başladı.
‘Gizli kapaklı mevzumuz bitti yani?’ bakışlarını telefondan çekmeden mırıldandığında yataktan kalkıp gülümsememi büyüttüm.
‘Bitti.’
‘Güzel…’ başını sallayıp sonunda telefonu kilitleyerek cebine attığında uzattığı eli tuttum.
‘Şanze, sabah programı değişmiyor, yat uyu o yüzden.’ Kapıya doğru ilerlemeye başlarken mırıldandığında Şanze’nin kahkahaları devam etse de odadan çıkıp asansöre doğru ilerledik. Odayı es geçmemizle ne olduğunu anlamaya çalışırcasına baktığımda alt dudağını dişleyip hafif bir tebessümle gelen kabine girmemizi sağladı. En üst, o dışarıdan asla görünmeyen onuncu kata basıp bakışlarını aşağıdaki havuzdan bana çevirdiğinde kısık gözlerle süzdüm.
‘Yaptığının gerçekten farkında değilsin ama içimi öyle rahatlattın ki…’
‘Yooo gayet farkındayım.’ Başımı sağa sola sallayıp omuz siktiğimde tebessümü dudaklarında asılı kalmıştı.
‘Değilsin güzelim, hiç değilsin…’ başını sağa sola sallasa da tebessümü hala dudaklarından silinmemişti. Geldiğimiz katla beraber çıkıp koridorda ilerlemeye başlarken etrafa şaşkınlıkla baktım. Burasının aşağıdaki katlarla alakası yoktu. Büyük bir koridor vardı, yaklaşık yan yana on adamın sığacağı kadar ve tam asansörün karşısında siyah çift kanatlı bir kapı. Sağ ve sol tarafta sadece birer oda kapısı. Aşağı katlarda tahmin ettiğim kadarıyla otuza yakın oda varken burada sadece üç oda bulunuyordu. Tıpkı Noyan’ın evi gibi tüm koridor boyunca birer metre arayla adamlar dizilmiş, karşı taraftaki o siyah kapının önünde ise kendinden emin şekilde Adel duruyordu. Noyan beklemeden ilerlerken Adel önünde durduğu kapının hafifçe sağına geçerek kartı okuttuktan sonra aralarken elindeki siyah renkteki kartı da Noyan’a uzattı.
‘Eşyalarımızı getirsinler. Hasar faturasını da şirkete göndersinler.’
‘Nasıl isterseniz Noyan bey.’ Adel’in dahi yüzüne bakmadan içeri girdiğimizde arkamızdan kapıyı çekmişlerdi. Parmaklarımı bıraktığında telefonunu tekrar çıkarıp kulağına götürdü.
‘Odama viski ayarlayın, İstanbul’da kalanlara da haber verin buraya gelsinler, herkes gelene kadar güvenliği sıkı tutun.’ Telefonu tekrar kapattığında kaşlarım da iyice çatıldı. Allah aşkına insanların karşılık vermesini bir an bile beklemeden nasıl telefon görüşmesi yapıyordu. Veya neden bir anda güvenliği sıkılaştırıyordu, hepsini geçiyorum neden özel odalardan birine tangır tungur gelmiştik.
Bakışlarımı etrafta gezdirirken odanın içinde asma bir kat olduğunu fakat girdiğimiz alanın hem ofis hem de dinlenme alanı gibi oluşunu inceledim. Kapının tam karşısına denk gelecek şekilde büyük beyaz bir masa, önüne de yine beyaz iki tane koltuk yerleştirilmişti. Kapıya biraz daha yakın alanda beyaz L koltuk, o koltuğun arkasında da terasa açılan bir kapı duruyordu. Tüm bunların arasında aklıma gelen Noyan’cımla kaşlarım birbirine geçmek istercesine daha çok çatıldı.
‘Hani kanal sahibini tanımıyordun sen?!’ şaşkınlıkla mırıldandığımda üzerindeki gömlekten kurtulup anlamayan bakışlarla göz attı.
‘Kanal sahibi?’ boş bakışlarına anlam kazandırmak için tekrar konuşsam da yine kendiyle alakasız bir mesele açmışım gibi bakmaya devam ediyordu.
‘Türkan’cın…’ sinirle mırıldanırken bedenimi çevrelemeye başlayan o öfke gelip sarıp sarmaladı ruhumu. Elindeki gömleği kenara bırakıp tebessümle bana yaklaştığında dalga geçercesine olan hali daha da gıcık ediyordu. Şu bir kaşık suda boğma meselesini, oluyor mu yoksa olmuyor mu diye Noyan’da denememe ramak kalmıştı resmen.
‘Tanımıyorum zaten.’ Derken hafifçe kaşlarını kaldırıp indirdiğinde elleriyle omuzlarımı yakalayıp okşadı. Fakat bu hamle beni durultacak bir durum falan değildi. Biraz durulabilirdim, çok küçük, yok yok, asla durulamazdım.
‘Kadın sana Noyan’cım diyor!’ büyüttüğüm gözlerim ve yükselen sesimle ellerimi havaya kaldırıp omuzlarımı etkisinden kurtardığımda başını onay verircesine salladı. Boynunun üzerindeki o başı artık olmasın diye geri sayım yapabileceğimin bilincinde miydi acaba?
‘Diyor…’ dudaklarını sıkı sıkıya birbirine bastırıp gülüşünü gizlemeye çabalayarak…
'E nasıl tanımamak bu!' şurada Noyan’ı parçalama isteğiyle dolup taşıyordum. Ölümü benim elimden olabilirdi.
'Bağırmasak mı acaba?’ kollarımı yeniden yakalayıp usulca okşadığında hızlıca kaçıp terasa ilerledim.
‘Bağırma diyor bir de ya, kadın Noyan’cım diyor bana bağırmasak mı diyor ya!’ sinirle terasın sürgülü kapısını açmak için hamlede bulunsam da kapı benimle aynı hissiyatta değildi anlaşılan. Açılmıyordu. Şurada iki dakika atar gider yapacaktım onda da karizmamı kapının insafına bırakmıştım ama insaflı değildi!
‘Tırnağın kırılacak, zorlama…’ adım seslerinden yanıma geldiğini fark etsem de cümlesini duymamazlıktan gelerek çabalamaya devam ettiğimde iki elimle tuttuğum kapıyı bedenimi arkaya doğru yatırarak itiraz edip galip göstermek istedim ama yok nafile. Tabi bu sırada Noyan yanıma ulaşmış, kolları göğsüne bağlı, yüzünde birazdan yumruk attığımda dağılacak gülümsemesiyle beni izliyordu. Ve Noyan’ı kesmek istememi perçinleyen bir şey daha oldu. Kapının hemen yanındaki dijital ekrana iki defa dokunması ve benim hala güreştiğim kapıyı sadece parmak uçlarıyla açması. Beklemediğim için kaybolan dengemi toparlamaya vücudumu dikleştirmeye çalışsam da beceremeyeceğimi ben kadar Noyan’da anlamış anında tek adımla yaklaşıp kolunu belime sarmıştı.
‘Söylesene öyle açılmıyor diye!’ yüzüne karşı bir kez daha çemkirip kolundan kurtularak dışarı yöneldim. Tabi az önce olan bütün çabamı karşılıksız bırakmış kapıya da sitemle baktım. Şahsen birisi karşıma geçip benim kadar çaba harcasa ne istiyorsa, tamam zorlama kendini hallederiz, der, hallederdim de.
Şimdilik kapıya karşı küslüğümü çok sürdüremezdim çünkü Noyan’ın Türkan’cımla nerede, nasıl, neden bu kadar samimi olduğunu öğrenmem ve bununla ilgili yükselmem gerekiyordu. Aslında bunların hiç biri mühim değildi, bağnaz bir kadın değildim fakat eteğime sabır çeken adamın Noyan’cım diyen bir kadını tanımadığını söylemesi sinirlerimi zıplatmıştı.
Adım attığım terasla tekrar çemkirmek için dudaklarımı aralasam da vurulan kapıyla sabır çekmeye başladım. Çok sabır Allah’ım, lütfen çok sabır. Benim zaten erkeklere karşı güvenim yok o yüzden de biraz sabır. Önümde ideal erkek diyebileceğim insanlar bir elimin parmağını zorlukla geçer, bu yüzden de sabır. Bu kadar güvensiz bir kadınken tanımıyorum diyen sevgilime bir kadın cım eki kullanarak konuştuğu için de sabır. Sevgilim hala kadını tanımadığını iddia ettiği için daha büyük sabır, çünkü kendimi aptal gibi hissetmeme ve cinnet geçirmeme olanak sağlıyor…
Noyan’ın kısa süren iletişiminden sonra tekrar kapanma sesi duyduğumda bakışlarım ona dönerken kenara bırakılmış valizlerden elindeki şişeyle bana yaklaşmasını süzdüm. Terastaki sehpaya bıraktığı şişeden sonra elini uzattığında tepki vermezken gülerek göğsümde birleştirdiğim ellerimden birine uzandı.
‘Kadını tanımıyorum fakat o tanıyor beni belli ki. Umurumda da olmaz zaten Deran. Benim gözüm sende sadece. O tanısın, tanımasın ne önemi var ki?’ kendiyle çekerek koltuğa oturmamızı sağladığında tek kaşımı havalandırıp dikkatle baktım.
‘Tanımadığın kadının numarası sende neden var? Ve samimiyeti nereden geliyor?’ büyüttüğüm gözlerim kadar ses tonumdu da. Hala tanımıyorum diyordu ve ben buna lisede olsa kanardım. Ama kurt kışa bir şeyler yapıyordu veya kış kurda. Neyse işte gözüm açılmıştı, umarım, inşallah…
‘Programı sunan kadın, sen hanım demeden önce Belgi’cim dedi. Onun bir samimiyeti var mı seninle?’ verdiği cevaba hitaben, mantıklı mantıklı konuşup canımı sıkma benim Noyan!, demek vardı da neyse ki iç sesim olduğu yerde memnundu.
‘Tanımam etmem kadını, programın isminden adını tahmin ettim.’ Omuz silkip başımı sağa sola salladığımda koca bir kahkaha attı. Sol yanağındaki gamzesi de sakalına rağmen gözüme gözüme batıyordu. Gözüm açılmamış olabilirdi tam olarak. Yani birazdan aptal aptal sırıtırsam kesinlikle açılmamıştı, yine de, DİREN BELGİ! Kurt ve kış bunca zaman anlaşmaya varamadı, kurt direndi, o yüzden diren!
‘Bak işte, aynı durum. Hem sen bu derece kıskanç mısın?’ kıstığı gözleri harelerimde iyice dolaşsa da kıskançlık konusunda arşı alaya uzanan kendisinin bu sorusunu yemezdim.
‘Bana bunu yakınıma yaklaşmamış, numaram onda olmayan Tolga’yı yok etmek isteyen sevgilim mi soruyor? Hem tanışmıyorsan sende bu kadının numarası neden var? Dahası o kadında neden var?’ havalandırdığım çenemle haklı çıkacağımı bildiğim yerden ateş etmeyi seçtim. Pişman değildim.
‘Bende bizim hayatımıza müdahale alanı olan herkesin numarası var. İsimlerini, kişileri, hangi kanaldan olduklarını hatırlamam ama ihtimaller için her zaman bilgilerini tutarım. Türkan hanımda muhtemelen program için falan benimle görüşmek istediği zaman bulmuştur.’ Diyerek havalandırdığım çenemi yakalayıp gözlerine bakmam için hafifçe aşağı çektiğinde kaşlarımı havalandırdım.
‘Yani iletişime geçtiniz?’
‘Sanmıyorum, geçmişte olabiliriz fakat kanaldan bahsettiyse asistanlara yönlendirmişimdir.’
‘O kadar yani?’ tek kaşım hala havadayken mırıldandığımda gülerek tekrar başını salladı. Yok gerçekten Noyan hakkında benim devrelerim yanıyordu. Söylediklerini bir nebze düşünseydim eğer bende aynı kanıya varabilirdim çünkü parçaladığım o telefonun rehberinde yaklaşık üç bin kişi vardı ve ben o üç bin kişiden en fazla yüz tanesini tanıyordum. Kalanlar ise benim etkim değil Zeren beyin arada bunu kaydet diyerek uzattığı kağıtlardan rehberime eklediklerimdi. Fakat gözümün önünü karartmıştı adam.
Umutsuzca gözlerimi kaçırdığımda o ters duran kadehleri çevirirken derin bir nefes aldım. Sözler hükmünü böyle yitirebilirdi işte. Kurt, kış, bilumum inat, açıldığını sandığım gözüm falan hikayeydi. Eğer açıklaması makul değilse veya yalansa dahi yemiştim. Eh Belgi de bir yere kadar bu adama direnebiliyordu. Zaten ben direnemeyeceğimi içten içe gamzesine gözüm kaydığında anlamıştım. Kurt yine ayaza mağlup gelmişti, kurt üzgündü, kurt yemem ben bunları dese de yemişti.
‘Neden buraya geldik? Burası ne alaka peki?’ diyerek etrafı gösterdim. Epey gösterişli bir süit olduğunu es geçemezdim. O kadar modern ve az eşya ile tasarlanmış fakat o kadar güzel de detaylar eklenmişti ki insan burayı bir otel odası olarak tanımlamazdı. Yüksek tavanıyla merdivenden tahmin ettiğim kadarıyla asma katıyla tamamen güncel bir yaşam alanıydı. İçerisi ne kadar beyaz olabilirse o derece sade döşenmişti. Geniş L şeklindeki spor koltuğun hemen karşısında az önce fark edemesem de bir şömine olan duvar ve üzerinde plazma dururken o duvarın arkasında da bar standına benzeyen bir alan vardı. Görünen tek kapı muhtemelen banyoydu çünkü yukarı çıkan basamaklardaki asma katın dizaynı aşağıdan çok olmasa da ayırt edilebilecek haldeydi.
‘Kendi süitim. Normal odada kalmazdım fakat Zeren bey muhakkak takip ediyordur diye oraya geçtik. Madem patladı ve burada beraber olduğumuzdan haberdar konforumdan ödün veremem.’ Diyerek açıkladığında kaşlarım havalandı. Sadece arazi sahibi olması demek ki koca otelin tepesinde süiti olmasına engel değildi.
‘Diğer iki oda?’
‘Abim ve Gizay’ın. Geçerler birazdan kendi odalarına onlar da.’
‘Şanze?’ derken tek kaşımı kaldırdığımda bir iki saniye düşünmüştü fakat omuz silkti.
‘Abimle kalır o, ayrılamaz karizmatik ve muhteşem abisinden.’ Ufak bir kıskançlık sezsem de gülümsediğimde derin bir nefes aldık aynı anda. Aramıza sessizlik çökerken Noyan dirseğini oturduğumuz koltuğun sırtına yaslayıp yüzüme düşen saçlarımı okşayarak kulağımın arkasına çekti usulca.
‘Pekala… Bundan sonrası için bir planın var mı?’ derken bir yandan da kadehlere viski doldurup birini bana uzattı, kadehi alsam da sorduğu soruya dair fikrim yoktu, bir plan mı yapmam gerekiyordu ondan da haberim yoktu zaten. Aldığım kadehten bir yudum içtiğimde nefesimi sertçe bırakıp yüzüne baktım.
‘Ne gibi ve ne için?’
‘Şu saatten sonra seni o eve göndermeyeceğimi biliyor olman gerek.’ Koltuğa yaslanıp beni de kendine çektiğinde gözlerim yıldızlarda gezindi. Sessizliğimi koruma taraftarıydım çünkü sansasyondan sonra ne yapacağıma dair en ufak bir fikrim oluşmamıştı. Fakat evim güvenliydi, çünkü orası benimdi, benim evim ve bu anlatamayacağım bir olguydu.
‘Daha sonra…’ mırıldanması duraksadığında bakışlarım kısa bir anlığına yüzünü bulsa da devam edebilmesi için tekrar baktım tertemiz gökyüzüne, ‘Seni daha çok gözümün önünde tutmam gerektiğinin de bilincinde olmalısın.’ Diye devam etti. Cümlesi benim için bir şey ifade etmezken bakışlarımı gözlerine çevirdim.
‘Beni niye göz önünde tutacaksın?’ kaşlarımı çatıp daha çok yerimde yayılarak mırıldandığımda bacaklarını sehpaya uzatıp hafifçe omuz silkip başını geriye attı. Gökyüzünde, yıldızlarda hareleri gezerken derince iç çekti.
‘Daha kaç gün oldu saldırıya uğrayalı Deran. Hayal bile edemeyeceğin kadar boş anımı, açığımı kollayan var. Şimdi de tüm Türkiye sevgilim olduğunu öğreniyor. Benim yanımda dediğim insan karşımda çıkabilir. Sence neden?’ hızlıca yerimden doğrulup yüzümü ona dönerek gözlerimi sımsıkı yumdum.
‘Hayır! ben İmerler hapishanesinden yeni firar ettim!’ isyan ederek mırıldansam da dudaklarımın üzerindeki ten sertçe dokunup geri çekildiğinde araladım gözlerimi. Tebessüm ediyor olsa da gözlerindeki o ifadenin, ben demiştim, cümlesini simgelediğinden çok ama çok emindim.
‘Ne yaptığının farkında değilsin derken bundan bahsediyordum işte.’ Dediğinde omuz silktim anında.
‘Vallahi sıkıya gelemem. Seni de bırakıp kaçarım.’ Cümlem kahkaha atmasına yeterken usulca parmakları saçlarımı okşadı. Bir hamleyle bedenimi kendine çekip ona yaslanmamı sağladığında iç çekerek alnımı omuzuna bıraktım.
‘Bulurum…’ başıma dudaklarını bastırırken sesi dahi gülümserken başımı kaldırıp elimdeki kadehi bir dikişte bitirdim fakat Noyan’ın söyleyecekleri hem bitmemiş hem de saçlarımdaki parmakları ehlileştirmek istercesine okşamaya devam etmişti, ‘Dünyanın diğer ucunda da olsan, seni hep bulurum. Üstelik sıkıya gelecek bir mevzu yok. Sadece attığın her adımda korumalar olacak, sevgilimsin diye hayatını engelleyemem.’
‘Yani kısaca açık cezaevi diyorsun…’ dudaklarımdan firar eden kelimelerle tekrar kahkaha attığında bakışlarım da ona döndü. Öyle bir rahatlık vardı ki bakışlarında, sanki canını sıkabilecek ufacık bile bir detay kalmamıştı gezegen üzerinde. O magazin programına katılacağım zaman veya Noyan fotoğrafı paylaşırken benim aklımdan geçen ise tek bir durum vardı. Kimse, her kim olursa olsun öncelikle beni böyle saçma bir yalana alet edemezdi daha sonra da bire bir gerçekten sevgilim olan adamın gururuna dokunamazdı. Eğer ki ardı ardına iki darbeyi indirmesek birkaç hafta içinde gerçekten de ben veya Noyan belge alabilecek kadar delirmiş potansiyele ulaşırdık.
Olaylar arasında günlerdir büyük bir özveri gösterirken sessiz sakin durduğumuz iki saat o kadar iyi gelmişti ki tüm yorgunluğum kaybolmuştu resmen. Noyan bacaklarını uzattığı sehpayla koltukta daha çok yayıldığında başımı karnına yaslayıp gözlerimi direkt olarak karanlık gökyüzüne çevirdiğimden beri sessizce, çıt çıkmadan öylece duruyorduk. Bir ara odadaki ve terastaki bütün ışıkları kapatmış, en üst katta olduğumuz için gökyüzünün daha da güzel görünmesini sağlamıştı. Tabi her güzel an gibi bunun da bir virgülle kesilmesi gecikmedi. Terasın sessizliği yüzünden Noyan’ın titreşimdeki telefonu dahi fazla gürültülü geldiğinden sıkkınca nefesini bırakıp uzandı.
‘Bence ulaşmak istediği ben değilim ama…’ ne dediğini anlamayarak gözlerimi ona çevirdiğimde aramayı yanıtlamış telefonu da kulağına götürmüştü.
‘Levent.’ Söylediği isim yüzünden kaşlarımı çatıp yattığım yerden doğrulurken Noyan önce kaşlarını çatmış, ardından da sanki bunu bekler gibi mimiklerini düzeltip başını sallamıştı.
‘Tahmin ettiğim gibi…’ diyerek kulağından telefonu çekip bana uzattığında ikisi arasında dolaştı gözlerim, ‘Seni istiyor çünkü bana konu hakkında en ufak negatif bir yorum yaparsa eğer yaşayacaklarını biliyor. Konuşma başlığınız da siz ne halt yiyorsunuz olacak muhtemelen.’ Öngörüsüyle beraber telefonu alıp hoparlörü açtım anında.
‘Levent.’ Dedim. Dedim demesine fakat sanki bunu bekliyormuş gibi nasılsın dahi demedi.
‘Manyak mısın sen Belgi? Tamam kızım, anladık seviyorsun herifi, okey o da seni seviyor. Hadi kabul Noyan’ın ayarı yoktur, ki ona kalsa ilk hislerini fark edince naklen yayın yapardı, biliyoruz o kadar adamı fakat sen? Sen ne yapıyorsun? Aç mı kaldın? Yemek mi bulamadın? Kafanı ne diye peynir ekmekle yedin? O zamazingo herif mi bir halt yedi diyeceğim ama İzmir’de, üstelik Noyan yanındayken o da bir bok yapamaz. Sansür koyayım istiyorum, öyle konuşayım istiyorum ama koyacak sansür bırakmadınız. Aklınızı sikeyim mi diyeyim yoksa-‘
‘Diline sahip çık önce.’ Noyan’ın sesiyle Levent bir anda atılımını durdururken bakışlarım ona kaysa da çoktan kaşları çatılmıştı.
‘Ben dilime sahip çıkayım da olan bitenlere nasıl sahip çıkılacak? Biliyorsun değil mi İstanbul ne durumda?’ bu kez kaşları çatık olan Noyan değil bizzat bendim. Ne durumdaydı İstanbul? Altı üstü ilişkimizi açıklamıştım, ne olmuş olabilirdi ki?
‘Biliyorum.’
‘Ahter, on dakika önce nişanlımla yemek yediğim mekanda dört kişinin telefonu aynı anda çaldı. Dördü de aynı emri verdi ve bence ne istediklerini söylemesem de tahmin edebilirsin. Sana saygım sonsuz. Bileğinin de farkındayım, yüreğinin de. Fakat Belgi’nin tırnağının ucu kırılırsa senin yüzünden, yıllardır olan dostluğumuzu tost makinesine basarım. Dikkatini çekiyorum, sansürledim.’ Bakışlarım hala Noyan’dayken dudaklarında ciddi anlamda tehlikeli bir tebessüm belirdi anlık olarak. Fakat hemen ardından sigara yakıp çektiği nefesi sertçe havaya bıraktı.
‘Başta hangi sıfatla hitap ettin?’ Levent soruya sessizlikle karşılık verirken görmeyeceğinin bilincinde olsak da başını usul usul salladı Noyan.
‘Sakın Yalım, sakın beni verdiğin değer yüzünden dahi tehdit etme. Hukukumuz daimi fakat kim olduğumu unuttuğunu düşüneceğim cümleler kurma. Dört değil, kırk dört kişi gelsin karşıma, bilirsin yıkılmak kenarda dursun titremem dahi. İyi akşamlar.’ Sigarasını söndürüp ayağa kalkarak içeri yöneldiğinde arkasından baksam da az önceki konuşmadan bir halt anlamamıştım. Dahası ne sorarak anlayabilirim onu da bilmiyordum.
‘Neydi bu şimdi?’ hala açık telefonla mırıldandığımda Levent’in derin soluklanmasıyla bekledim. Mantıklı ve makul bir cevap bulacaktı yüksek olasılıkla.
‘Ne olduğunu sana Noyan anlatır. Sen iyi misin?’
‘Ben iyiyim Levent’de… İstanbul’da ne oluyor?’
‘Ortalık biraz karışık sadece. Belgi, bak az önce söylediklerimde samimiydim. Yani tırnağına bir şey olsa Noyan yüzünden dostluk falan kalmaz, sen benim kardeşim sayılırsın. Ancak bunu söylememe rağmen çok tutarsız olacak fakat Noyan’ın yanında sana bir şey olmayacağından eminim. Bana güveniyor musun?’ soru muydu bu gerçekten. Levent benim güvendiğim nadir insanlardandı.
‘Salak salak sorular sorma bana. Neler olduğunu söyle.’
‘Noyan olur da sana bir şey söylerse yap diye, saklanmak, yanından ayrılmaman gibi konularda sözünü dinle. O sana anlatılması gereken her detayı anlatır zaten. Anlaştık mı?’ az önce açık açık ortalığa lafları dökerken iyiydi, şimdi ise sadece anlaştık mı diyordu. Bunların arasındaki şifreli kanal protokolü de mantıklı değildi. Bir şeyin başını söylüyorsan sonunu da söylemeliydin fakat ben Levent’in bu söyledikleri dışında konuşmayacağından da emindim.
‘Anlaştık.’
‘Güzel. Bir durum olursa numaram aklında mı?’
‘Aklımda…’ görmeyeceğini bile bile göz devirdim. Bana da Gamze’ye de ezberletmişti numarasını. Öyle bir baskı yaparak ezberletmişti ki hafızamı falan kaybedecek olsam dahi yine zihnimde kalırdı. Benim aklımda tutmak için çabalamama gerek yoktu ve bunu biliyordu ancak buna rağmen yine de ansızın sormuşluğu vardı.
‘Güzel, ihtiyacın olduğunda direkt arıyorsun. Nerede, ne durumda olursa olsun. İyi akşamlar.’
‘İyi akşamlar…’ konuşma biter bitmez bakışlarım tekrar içeri döndüğünde bar tarafından Noyan’ın iki elinde tuttuğu şişeleri işaret ettiğini fark ettim. Beynimi sorular ve az önce olan konuşma yediği için marka tercihi yapamayacaktım açıkçası. O yüzden fark etmez dercesine omuz silktiğimde sağ elindekini dolaba geri bırakıp yaklaşmaya başladı.
Günler önce kaçak şekilde bir saatçik birbirimizi görelim çabasına girdiğim adamı bu akşam ifşa ederek rahata ermiştim resmen veya ben öyle düşünmüştüm. Belki de yaşadığım tüm zamanlar boyunca asla rahata eremeyecektim. Noyan koltuktaki yerine tekrar oturup getirdiği yeni şişeden kadehlere viski servis ederek geriye yaslandığında bir de sigara yakıp eliyle dizine vurdu iki kez. İtiraz etmedim. Soru da sormadım. Direkt olarak başımı yaslayıp yine sırt üstü dönerek gökyüzüne baktım. Ben sormadan onun anlatmasını istiyordum. Bu tür durumlar her dakika içinde olduğum şeyler değildi bu yüzden de beni tatmin edecek veya aydınlatacak açıklamaya hangi soru ulaştırır bilmiyordum. O yüzden de konuşsun ama benim zorumla olmasındı.
Tırnaklarımın ucuyla oynamaya başlayan parmakları durmaksızın devam ederken sigarasından derin bir nefes çekip havaya bıraktığında gözlerim ona kaydı. Olağan sakinliğiyle ancak çok daha huzurlu benim yaptığım gibi yıldızları birer birer süzüyordu. Bakışları o kadar uzun süre gökyüzünde dolaştı ki onu izlediğimi fark etmeyişini fırsat bilerek devam ettim mimiklerini alttan alta incelemeye. Ben mimiklerini, tavırlarını, her bir hareketini incelerken o gökteki harelerini karşıya doğru çevirdi. Açıkçası işime de geldi çünkü artık sadece çenesi değil yüz hatları net görünüyordu.
Sigarasını dudaklarına götürüp çektiği her derin nefeste yanaklarının içine çöküşünü, arada sırada diliyle ıslattığı dudaklarının aslında dolgun oluşunu, sağ kaşındaki belirli belirsiz yara izini, yeni çıkan sakallarının yüzüne nasıl yakıştığını aklıma kazırcasına inceledim. O kadar huzursuz zamanlardan geçmiştik ve geçiyorduk ki Noyan’ı böyle sessizce, dakikalarca, ortamın epey karanlık olmasına rağmen detaylıca inceleme fırsatını ancak yakalayabilmiştim.
‘Senden artık hoşlanmıyorum.’ Gözlerini bana çevirmeden mırıldandığında kaşlarımı havalandırıp gülümsedim.
‘Heyecan kalmadı diye terk mi ediliyorum yoksa?’ sorum dudaklarının dalga geçen bir tebessümle kıvrılmasını sağladığında başını sağa sola salladı. Dilini damağına vurarak cık sesi çıkardıktan sonra derin bir nefes alıp başını çevirmese de gözlerini bana yönlendirdiğinde alt dudağını ısırarak gülümsedi, ‘Bu hoşlanmak diye tanımlanamayacak bir şey çünkü.’ Dediğinde kaşlarımı havalandırıp baktım puslu mavilerine.
‘Nasıl tanımlanır?’
‘Şöyle…’ derken bakışları bir kez daha gökyüzünde gezdi ve yeniden ruhumu çekercesine bana döndü, ‘Ben tek başıma iken, kendime, eğer yanımda abim ve Gizay varsa kendimi devreden çıkarıp sadece onlara güvenen bir adamım. Şimdi yanımda kimin olup olmadığı önemli değil, tek dahi olsam sana güveniyorum. Sanırım böyle açıklanır.’ Diye devam etti. Baş parmağı yanağımı okşarken yüzümde nasıl bir ifade olduğunu bilmiyordum fakat duru bakıyordu harelerime. Tamamen şeffaf, açık, olduğu gibi. Aklındaki Noyan gibi…
‘Böyle hissedince anlıyorum ki elimi tutmadan kalbimi tutuşturan birine denk gelmek yüzyılda bir olur ve ben bunu çok iyi değerlendirmeliyim.’ Başımı dizinden kaldırıp yüzüne bakabileceğim şekilde döndüğümde kenardaki sigaramdan ateşleyerek derin bir nefes çektim.
‘Benimle yaşamaya başlasana?’ sorusuna kaşlarımı havalandırırken dikkatle süzsem de gerçeklerle yüzleşmem lazımdı. Evet Noyan’la beraberdim, Zeren beyi sağlam bir şekilde dumur etmiştim fakat ne olursa olsun kendi ayaklarım üzerinde durmam gerekiyordu. Bir şekilde düzen kurmalı ve Noyan ya da babam olmadan yaşayabilmeliydim.
‘Pek iyi bir fikir değil bence.’
‘Bence çok iyi bir fikir, ayrı ayrı evlerde yaşayacağımıza aynı çatı altında oluruz. Hem bir kere aldım kollarıma seni, bundan sonra ayrı uyuyamam.’
‘Ayaklarım üzerinde durmam lazım Noyan.’ Dediğimde kaşlarını çatıp göz devirdi anında. Bunu sürekli ona tekrar ettiğimi biliyordum fakat duruma aşırı derecede realist bakmam şarttı. Onsuz bir hayatta da kalabilmeliydim.
‘Ben ayaklarını mı kesiyorum? Dur yine istediğin gibi.’ İsyan eden hali güzeldi fakat bana izin vermeliydi. Ne olduğumu, neler yapabildiğimi, tek başımayken olan başarılarımı görebilmeliydim. Bu benim için kendime yaptığım bir test gibiydi ve ne yazık ki üniversite sınavına da benzemiyordu.
‘Ne demek istediğimi çok iyi anladın bence.’ Derken gözlerimi kısıp yüzünün her milimini incelemeye başladım. Oturuşunu dikleştirdikten sonra sigarasını söndürse de bir yenisini yakarak derin bir nefes çekti.
‘Gerçekçi olmamı ister misin?’ dediğinde başımı onay verircesine sallamıştım ki iç çekip kadehini yeniledikten sonra onu da tepesine dikti, ‘Herhangi bir evde yaşaman kabul edebileceğim bir durum değil.’
‘Zaten senin değil benim kabul etmem gerekiyor.’ Gülümsemem daha da büyürken göz devirip kenarda duran şişeyi alarak kadehini bir kez daha doldurduğunda dudaklarını ıslatarak baktı.
‘Ciddiyim Deran. Herhangi bir apartman dairesi veya müstakil evde yaşayamazsın.’
‘Nedenmiş? Gayet yaşarım.’ Az önce doldurduğu kadehi yine bir dikişte tüketip bardağı bıraktığında sigarasını da kül tablasına yasladıktan sonra belimin iki yanından yakalayıp kucağına çekti. Ellerim omuzlarına yaslanırken sırtımı sıkıca kavradığında burnumun ucuna dudaklarını basıp gülümsemeye çabaladı. Gergindi, şu an benim görebildiğim kadarıyla en gergin anını yaşıyor fakat bunu frenlemeye çabalıyordu.
‘Yaşayamazsın çünkü cümle alem benimle olduğunu öğrendi. Öyle kolay ulaşılabilir bir evde hayatına devam edemezsin. Sana tutup şunu yapma, bunu yap desem bile umurunda olmaz, biliyorum fakat bir şekilde canını da korumam gerek. Önceden soyadın yüzünden değerliydin, şimdi çok ama çok daha değerlisin. Başlı başına güzel bir kadınsın, sevgilimsin… Sevgilim olduğun için benim canımı yakmak adına sana ulaşmaya çalışanlar olacak… Bir sürü teferruat.’ Derken aslında olayı biraz galeyana getirme isteğim vardı. Çünkü istediğim noktaya gelmişti, neler olduğunu cevapladığı yerlerdi burası. Tüm bu sorular, çabalar arasında bir de Noyan’ın sürekli beraber yaşama fikrine beni alıştırmasını istemiyordum. Bu onunla yaşamak istemediğim için değildi aslında, sadece kendime kendimi kanıtlamaktı niyetim. Çünkü düşüncelerim Zeren bey tarafından o kadar ekarte edilmişti ki onsuz nasıl yaşanır öğrenememiştim bir türlü. Şimdi kan bağım olmadan, sadece sevdim ve seviyorum diye Noyan’sız nasıl yaşanır onun kıskacında da kalmayı istemiyordum.
‘Her sevgiline aynı şeyi mi yaptılar?’
‘Hayır, çünkü hiçbiri ortaya çıkmadı. Fakat sen şimdi alenen ortadasın. Resmiyette karım değilsin ama bana diş bileyen herkese göre karımsın.’ Parmak uçları saçlarımın arasında gezinirken kaşlarım anlamazca çatılsa da gülümseme çabasıyla dudaklarıma nefesini değdirdi. Tüy hafifliğinde dudaklarıma dokunan dudakları geri çekilirken nefesini sıkıntılıca savurup sol elini belimden çekerek koltukla sırtı arasına doğru yönlendirdi.
‘Bunu yapmak istemiyordum.’ Derken aslında uzandığı yerin koltuk değil beli olduğunu çekip çıkardığı ve yüzeyi kapalı aydınlatmalara rağmen siyah bir yansımayla parlayan silahla anladım. Sabahtan beri yanımdan ayrılmayan ve kısmi olarak yanından ayrıldığım adamın belinde miydi o sahiden? Şaşkınlıkla aralanan dudaklarımla bir silahın siyah yüzeyine bir de Noyan’ın mavisiyle ışıl ışıl olan gözlerine baktım. Dudaklarında hala ufak bir tebessüm vardı ve bu kez mutluluktan, huzurdan uzaktı.
‘Bugün güç dedim yatta. Benim canımı güç için almak istiyorlar çünkü, en azından açıklanabilir kelime buydu. Fakat bu içinde olduğum hayat sadece düşmanımı kontrol etmem gereken değil, aynı zamanda dostumu da göz önünde tutmam gereken bir yaşam. Evet, düşmanım bana her yerden saldırır, infaz etmek, hayatımı elimden almak ister ancak dostlarım öyle değil. Dostlarım zayıf karnımı bilir. Beni yok etmeleri gereken asıl noktadan haberdarlardır ve benim en yumuşak karnım sevdiğim insanlardır. İşte bu kısım da Levent’in vurgulamak istediği nokta.’ Kaşlarım havalanırken silahı sağlamca kavradığında derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Söyledikleri alenen dostunun da düşmanı olduğundan ibaretti. Böyle bir çıkmazın içerisinde kimseye güvenmemesi anlaşılırdı ancak bu şekilde hayat sürüp gider miydi, işte o asla emin olamayacağım bir konuydu.
‘Benim bütün düşmanlarım eski dostlarım Deran.’ Sesi kendinden emin şekilde çıkarken dizlerinde rahatsızca kıpırdandığımda göz kırpmadan onu seyrettiğimi ancak fark edebildim, ‘Yalan yok, tüm düşmanlarımı dize getiririm ve benden binlerce mil uzakta olsan dahi saçının tek teline zarar gelmesine izin vermem, bütün bunların gücü parmaklarımın arasında.’ Konuşmasına devam ederken son kelimeleri bakışlarımın sıkı sıkıya tuttuğu silaha dönmesine neden oldu. Yutkunuşum boğazıma takılı kalırken derin bir nefes aldığında diğer yüzünü çevirdiği silaha bakmaya devam ettim.
‘Hayatımdaki herkes kendini korumayı biliyor. Yumrukla, silahla, bıçakla veya sözle… Hiç fark etmez. Evet, benim gibi bir cani olmak adına herhangi bir hamleleri yok fakat bugün bir durum olsa ve tek başlarına o duruma göğüs germek zorunda kalsalar Şanze dahil hepsi gözlerini kırpmadan can alabilir. Tek kişi dışında.’ O kişi bendim. Noyan o kadar görmüştü ki beni canım pahasına dahi olsa birisini öldüremeyeceğimin farkındaydı. Bakışlarım bakışlarıyla çarpışırken başını ne tahmin ettiğimi bilir gibi onay verircesine salladı.
‘Sensin… Yapamayacağın için değil, yapmayacağın için sensin. Güvenemediğimden değil, yeminine zıt düşmesin diye öğretmeyeceğim için sensin.’ Cümleleri onu anlamama dair tek kelime kurmasa da bakışları beni anla der gibi yalvarıyordu. Az önce belinden çıkardığı silahı bu kez beliyle koltuk arasındaki boşluğa sıkıştırıp silah tutan elini koltuk koluna bırakarak yeniden alınlarımızın birleşmesini sağladı. Nefesi yeniden dudaklarımı istila, kokusu zihnimi alt üst etti.
Az önce şaşkın gözlerle baktığım belinden çıkardığı silahı unuttum, anlattıklarındaki gerilimi sildim, artık hayatımın tamamen ipin ucunda olduğunu aklımdan tamamen çıkardım. Çünkü Noyan’la olmak ölümü dahi unutturabiliyordu ve bu bana onun çekim alanında değilken sorulsa aptallık derdim. Çıra kokusu genzimi doldururken ise aşk göz kapaklarıma simsiyah bir perde indirdi. Aşk, aptallıktı. Aşk, gözü karalıktı. Aşk, ölümü unutmak, yaşadığın her saniyeyi onunla diye sevmekti.
‘Kılına zarar gelmesine müsaade edemem güzelim.’ Dediğinde o çekimin yine beni benden aldığını fark ettim. Tenlerimizin buluşması dünyadan kopmak gibiydi. Yeryüzüne ait olan tüm ilişiğimiz birleşen dudaklarımızla beraber kesiliyor, kimsenin olmadığı bir gezegene doğru yol alıyorduk. Normalde anlattıkları yüzünden korkmam gerekirken, şartların bizim için hiçbir zaman normal olmayacağıyla yüz yüze kalıyorduk, daha doğrusu ben kalıyordum. Dudakları dudaklarıma kendini hapsetmek istercesine dokunurken sırtımdaki eli çıplak belimi okşamaya başladı.
Bir adamın nefesinde bu kadar hızlı yok olmak, kendini keşfetmek belki de ölümle eş değer tutulmalıydı fakat umurumda olmazdı. Kalbimin sekteye uğrayacak kadar hızlanması, o puslu mavilerin benim mavilerimle her seferinde harmanlanması tüm kötü geçmiş veya geleceği silmeme yeterli geliyordu.
Noyan’a dudaklarım arasından çıkacak tek kelime söylemem şart değildi, ben Noyan’a bakarken bile içimdeki o derin hissiyatı dillendirebilecek hale gelmiştim. Sadece günler içerisinde olsa da kapıldığım rüzgarının dinginleşmesini asla istemiyordum. Bacaklarımı iki yanına yerleştirdiğimde daha da derin kayboldum, yok oldum. Artık bu durum karadelikte savrulmaktan da öteydi. Evrenin bilinmez bir yerinde çıplak ayaklarla koşuyordum. Bir adam aşkını dile getiriyordu ve ben tüm hayatımı silip atmayı kabul ediyordum.
Belime sertçe baskı uygulayan parmaklarındaki sıcaklık, dudaklarındaki viskinin mayhoş, yanmış şeker gibi olan ve acı tadı daha da derinleşirken bir anda sırtım koltuğun yumuşak zeminini buldu. Fakat dudakları nefesimden bir an olsun kopmadı. Sırtımdan belime oradan boynuma kadar ulaşan eliyle başımı geriye attığımda aralanan gözlerimle yangınlar çıkmış puslu mavilerine baktım. Nefesi dudaklarımdan boynuma doğru biz iz düşürürken şah damarımın üzerindeki öpüşüyle iç çektim ki hafifçe geriye çekilip bakışlarını baygın bakışlarıma dikti.
Beynimin içindeki o yankıyı gözlerimde görebiliyor muydu? İçim öylesine titriyordu, geriliyordu ki bir an o çivi çakar gibi olan mavileri hepsini ayırt edebiliyor gibi geldi bana. Gözlerim usulca omuzunda olan elime kaydığında titreyen parmaklarımla sertçe yutkundum. Bunu aşamayacaktım, bu beni öldürüyordu fakat aşamıyordum. O siktiğim geceyi atlatamıyordum!
‘Korkuyorsun.’ Dedi fısıldarcasına. Daha çok beynimin içindekileri görür gibiydi ama adlandıramıyordu ya da anlamlandırmak istemiyordu. Nefesi dudaklarıma her çarpışında yakıp geçerken bir kez daha sertçe yutkundum.
‘Neden korkuyorsun? Benden mi?’ sesi öyle içimi acıtmıştı ki bir ihtimal dahilinde olsa da öyle olmamasını umut ediyordu adeta. Tüm korkum içimdeki gizli saklı odalarda kapalıydı ve bilmese dahi oradan her fırsatta çıkmak için isyan başlatıyorlardı. Başımı sağa sola sallayarak yanıtladığımda kurumuş dudaklarımı dilimle ıslattım. Hala elinin birisi belimdeyken usulca okşayıp çıplak tenimde yukarı doğru kaydığında parmaklarının ulaştığı sütyen kopçamla sıklaşan nefesim anında duraksamasına sebep oldu parmaklarının.
‘Sana dokunmam neden seni ürkütüyor Deran?’ sabrı kalmamış gibiydi. Bir problem olduğunun farkındaydı fakat nedenini bilmemek sindirebildiği bir durum değildi.
‘No-yan…’ sesimin titremesine lanet edecek olsam da usulca eğilip dudaklarını yanağıma sıkıca bastırarak geri çekildi. Kendisi doğrulurken sırtımı kavrayan eliyle beni de kaldırdığında kaçırdığım gözlerimi sıkıca kapattım. Düşünmek istemiyordum fakat zihnime engel olamıyordum. Herkesin bir lütuf gibi düşündüğü o fotografik hafızama ben lanet ediyordum. Kesik kesik olmaya başlayan nefesim, titremeye başlayan vücudum tüm zihnimdeki kapıların kilitlerini kırıyordu. Kalbim göğüs kafesimi zorlamaya başlarken aslında çoktan panik atağın o köşe başında beni beklediğini de biliyordum.
İnsanlar bazı anları unutmak isterdi. Zaman aşımına uğrar, bazı detaylar kaybolur, artık hatırlayınca o kadar da acıtmayacak kısımlar kalırdı zihinlerinde. Genel olarak güzel olan anıları biriktirirlerdi belki başkaları fakat benim güzel anım o kadar azdı ki zihnim hep kötü olanları önbelleğimde tutmuştu. En olmadık zamanlarda ortaya çıkması için beynim kendini adapte etmişti. Çünkü ben o anda olan kötü şeyi daha kötü bir durumla kapatırdım. Fakat Noyan’la olan kötü değildi. Kötü olmadığı için belki de beni köşeye sıkıştırmıştı. Dışarıdan nasıl gözüküyorum bilmiyordum ama sırtımda keskin bir ağrı vardı ve bunu gözlerim kapalı olduğu için daha net hissediyordum.
‘Gel buraya.’ Fısıltılı sesle kapattığım gözlerimi araladığımda Noyan’ın uzattığı parmakları görüş alanıma girdi. Elimi kaldırıp uzanmaya çalışsam da titrediği için kontrol edemediğimi fark ettiğimde bunun bilincinde olan sadece ben değildim. Noyan bir çırpıda beni kollarının arasına çekerken sırtımı göğsüne yaslayacak şekilde oturmamızı sağlayıp ardından yüzüme düşen saçlarımı okşayarak geriye çekti.
‘Nereyi seviyorsun en çok? Daha başındasın atağın, bana en sevdiğin yeri söyle.’ Az önce kesik nefeslerim artık tıkanmaya başlarken başımı daha çok geriye atmamı sağladı, ‘Hadi sevgilim, söyle…’
‘Orman.’ Bu kez sesim titrememişti fakat çok kısık çıkmıştı. Noyan’ın anladığından dahi şüpheliydim çünkü ben kendim duymamıştım ne dediğimi. Tekrar etmek adına dudaklarımı aralasam da çenemin altına yerleşen eliyle sustum.
‘Sadece burnundan nefes alıyorsun, ağzından veriyorsun. Sesime odaklan tamamen. Titremene, nefesine, ağrıyan herhangi bir yerine değil. Sadece sesime.’ Elinin birisi sağ bileğimi parmakları arasına alırken diğeri sıkmadan çeneme destek oluyordu.
‘Kapat gözlerini… Bir ormanın ortasındayız güzelim. Koskocaman bir orman, sonunu başını göremiyoruz. Etrafımızda çam ağaçları var, bir yerlerden dalga sesi geliyor. Kuşların ötüşlerini dibinde hissediyorsun. Çam ağaçlarının haricinde birkaç tane de farklı ağaç türleri var. Mevsimlerden bahar, rüzgar değiyor yüzüne, tenini yalayıp geçiyor, o diğer ağaçlardaki çiçekler kıpırdanıyor rüzgarla. Hava pırıl pırıl, başını kaldırıyorsun gökyüzüne-‘ çenemi destekleyen parmakları soluk borumu açmak için başıma destek verdiğinde sadece dediklerine odaklanmaya çalışıyordum, ‘Güneş var tepede ama ağaçlardan sadece ışık yansımasını görüyorsun, bir de masmavi gökyüzünü. Arada hareket eden bulutlar var.’ Rahatlatmaya çalıştığı vücudum gözyaşımla tepki verirken çenemi tutan parmakları usulca şakağıma doğru süzülen ıslaklığı temizledi.
‘Yağmur damlası geldi yüzüne hissettin mi? Bahar yağmuru, nisan diyelim, tıpkı şimdi gibi nisan aylardan, nisan yağmuru bu. Birazdan öyle atıştırıp geçecek, ıslanmayacaksın bile. Saçlarının arasında da dolaşıyor rüzgar usul usul. Kendini kastığın için üşütüyor bahar rüzgarı, o yüzden rahat bırak bedenini, titremeyeceksin. Sana bu ormanın ortasında sarılmamı ister misin?’ sorusuyla bir damla daha yanağıma süzülse de başımı onay verircesine salladığımda tuttuğu bileğimle beraber kolunu bedenime dolayıp göğsüne iyice çekti, ‘Sarıldım sevgilim, güvendesin, inan bana çok güvendesin.’ Kulağıma fısıldamaya devam ederken nabzımı kontrol eden parmakları da gevşemişti, ‘Biraz daha kalalım bu ormanda, sen anlat, ne var başka?’ dedi bu kez. Atağın henüz başındayken sakinleştirmişti, şimdi ise gerçekliğe dönmemi istiyordu, hayalle bile olsa konuşmamı, kendime gelmemi amaçlıyordu.
‘Toprak ve çam ağaçlarının kokusu var.’ Fısıldarken yanağıma yaslı başını sallayıp sardığı kollarımı okşadı, ‘Kuşlar yerlerini değiştiriyorlar, güneşin parlamasını daha iyi görüyorum. Güzel bir nisan Noyan, çok güzel bir nisan…’
‘Evet sevgilim, çok güzel bir nisan.’ Verdiği karşılıktan sonra bedenimi saran kolunun biri üzerimden çekildikten kısa süre sonra üzerime bir ağırlık çökmüştü. Hissettiğim sıcaklıkla bunun bir örtü olduğunu anlayarak hala göğsümün üzerinde olan kolunu tuttum.
Daha fazla konuşmadık, belki de konuşma ihtiyacı hissetmedik. Noyan bir kolunu da örtünün üzerinden bana sardığında usul nefeslerimizle kaldık olduğumuz yerde. Bunu nereden öğrenmişti bilmiyordum ama ağır şekilde geçirmediğim nadir ataklarımdandı. Bir süre daha sessizliğimizi korumaya devam ettiğimizden belki de etraf fazla sessizleşmeye başladığından telefonundan kendi kendine çalması adına şarkı açtı kısık sesle.
Kaç parça değişmiş, kaç beste geçmişti bilmiyorum ama aralarından seçebildiğim ilk bu olmuştu. Belki de onu ayırt edebilmemin nedeni Noyan’ın mırıldarcasına eşlik etmesiydi. Ne diyordu Noyan’ın eşlik ettiği satırlar, Yollar bana hep mi kapalı, olur dedim bak yine olmadı, sana çıkmayan yolları neyleyim, ah ben neyleyim… Başımı göğsünden kaldırırken de kesmedi mırıltısını Noyan, bedenimi düzeltip yüzüne baktığımda da, sadece oturuşunu dikleştirip tebessüm ederek yine mırıldandı satırları.
‘Bu aşk değil kara mı sevda, gözlerinle ah başım belada, beni sevmeyen seni neyleyim… ’ gerisini belki de Berk Baysal’a bırakmak istedi. Tebessümü hala yüzündeyken bakışları gözlerimde uzun süre dolaştığında iç çekmekten kaçınmadı. Alnı usulca alnımla birleştiğinde işaret parmağının dışı usulca okşadı yanağımı.
‘Evlen benimle.’ boğukluktan sesi gecede kayboldu usulca. Uzun uzun baksam da o puslu mavilerde ufacık bir şüphe dahi yoktu. Saniyeler önce eşlik ettiği parçaya zıt olacak şekilde tamamen gözü kara bir adama dönüşmüş gibiydi. Bir başkaldırıdan ziyade bir ömür hayatında kalmamı istiyordu. Gece sesini yutsa da o buna izin vermek istemez gibi dudaklarını ıslattı.
‘Evlen, ciddiyim, evlenir misin?’ tekrar mırıldandığında sanki vereceğim cevaptan çok eminmiş de ben sorduğunu algılayamamışım gibi bakıyordu.
‘Evlenirim.’ Nasıl dudaklarım arasından döküldü o kelime, nasıl toplasak birkaç aydır tanıdığım adamla evlenmeyi kabul etmiştim zerre fikrim yoktu. Ancak tüm benliğim çığlık atarcasına sen Noyan’la olmak için doğdun der gibiydi. Dakikalar önce anlattıklarını bir halı altına süpüren zihnim bir dakika olsun itiraz etmedi bu düşünceye. Zihnim deli olduğumu bağırırken dudaklarım evleneceğimi söylemişti. Kendime ben bile şaşırmıştım.
Dudakları memnuniyetle kıvrılırken emindim ki Noyan’da kendini sorguluyordu fakat olumsuz bir cevap bulamıyordu. Belimi kavrayıp kendine çekerek bu kez dizlerinin üzerine çıkmamı sağladığında yüzümün iki yanını büyük elleriyle yakalarken gözlerinin içindeki parlamalar yıldızlarla eş değer tutulabilirdi. Fakat az önce sevişme evresine giren vücutlarımız ardından benim kirli bir anıyla karşılaşmam ve akabinde panik atağa girişime rağmen şimdi öylece durmuş birbirimizi izlememizi sağlıyordu. Koltuk kolunda duran telefonunun ekranını aydınlattığında o neye baktı bilmesem de benim gözlerime direkt saat ilişti.
Sabaha karşı, üçü otuz sekiz geçiyordu. Üstümüzde bir yığın yıldız, nefesimin karşısında nefesiyle tükürdüğümü yutmuştum, yalamak falan hikayeydi. Belgi Deran İmerler olarak bu gece saat üçü otuz sekiz geçe erkeklere karşı olan güvensizliğim Noyan’a karşı süngülerini indirmişti. Ayaklarımın üzerinde duracağım diye ayaklanma çıkaracak Belgi, böyle de durursun ayaklarının üzerinde diyerek kabul etmişti. Beni en çok sevmek yaralamış, en çok o hırpalamış ve en çok o hüsrana uğratmıştı. Fakat şu an olan sevmem o yerle bir eden sevgilerden daha farklı geliyordu. Artık sadece tek bir sevmek var gibi, o sevmenin de ucu bucağı ikimize çıkacak gibiydi. O sevme bize koca bir kayıp verecek gibi…
Nefesim kesik, aklım durgun, gözlerime bakan mavilere tutkundum. İnsan bu kadar kısa zamanda şokları atlatamazdı ancak biz koca koca şoklar geçirmiştik. Dizlerinde oturduğum bu adamı, Noyan Cenker Visam’ı böyle öpmek isterken bu kadar da onunla yok olma yanlısı mıydım sahiden?
Korkak o kadına ne olmuştu?
Yüksek sesten irkilen kadın, attığı adımda yanında onlarca koruma sürükleyen adamla mı olacaktı?
Dakikalardır gözlerimiz kenetliyken Noyan gülmeye başladığında bir anda beni kendine çekti. Dudakları alt dudağımı ezerken karşılık vermeden duramıyordum. Yapamıyordum, kendime engel olup ‘Ne dedim lan ben!’ diyerek kendime isyan edemiyordum. Dakikalar önce aynı evde yaşayamam, onsuz yaşamayı da bilmem gerek derken şimdi hayatımı bir etmeyi kabul etmiştim. Nefesi usulca dudaklarımdan çekilirken yüzünde hala olan gülümsemeyle izledi beni. Sanki yüzümün her bir santimini zihnine kazır gibi…
Bazen insan kilometrelerce gürültüde kalırdı ve o kilometrelerce olan gürültü arasında birisinin sessizliği affedilmesi güç oluverirdi. Fakat bu kez o sessizlik güç değildi. Noyan nedenini bilmediğinin farkında olduğu bir sessizliğe rağmen susmak istememişti.
Bu o kadar zaman sonra kalbimin çiçek açmasına neden olmuştu ki az önce olan krizin nedenlerini, gelişmesini ve sonuçlarını dilime dökmek istiyor yine de dökemiyordum. Ona ne olduğunu anlatıp kalbini daha fazla kırmak istememek ağır bir yük oluyordu omuzlarımda. İnsan sevdiği insanın kalbini kırmamak ama ona bir açıklama yapmak için bu kadar ezilebilir miydi? Bir mezarda gibi hissediyordum kendimi. Ona anlatacağım çok şey vardı fakat çoktan üzerimi birkaç parça tahta ve toprakla örtmüşlerdi. O orada ağlıyordu ama ben yaşıyorum diyemiyordum.
Öldürdükleri bir şey vardı içimde, deli gibi korkuttukları sevgi vardı, onu öldürmüşlerdi fakat ben Noyan’ı severken dokunuşu değil bana dokunuluyor olması ürkmeme nedendi. Bu nasıl anlatılması güç bir durumdu böyle? Sevdiğim adamın dokunması değil, bana dokunuluyor olması çürütüyordu içimi. Bir kıyamet tasarlamıştım kafamın içinde, kendi haberim dahi olmadan ve bu kıyamet bana herkesten daha çok acı veriyordu. Bir roman yazıyordum kalbimde ve o romanın sayfalarında o kadar çok acı vardı ki kimse kapağını açamıyordu, Noyan açmasın diye bir ateşe atıyordum. Sevdiğim adam acılarımla acımasın diye geçmişimi yakmak istiyordum. Noyan çekinmeden kendini ateşe atıyordu.
Anılar, geçmiş, yaralar, hepsi koca bir yangın yeriydi. Önü alınamaz ve durdurulamaz… Fakat saat sabaha karşı bir vakitken sevdiğim adam o yangını söndürme niyetinde değildi. Yanmayı umursamadan ateşin içinden geçmeye epey kararlıydı.
O sanki sana yangınım der gibi…
Ben ise ilk kez kendimi, kendime ait hissederken…

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |