17. Bölüm

Bölüm 16

Ceren Öztürk
biceruvar

Selamlar canlarım... Hepinize iyi bayramlar dilerim ve benim için bir gelenek haline gelen bayram bölümünü de sizlere doğru fırlatırım. Kapanın elinde kalsın misali sizelere uzun mu uzun, bir miktar Noyan'ı anlamaya başlayacağımız ve başka bir yüzünü göreceğimiz, diğer yandan da Belgi'nin isteyince nasıl da baş kaldırdığına şahit olacağımız bölümü teslim ediyorum. Tabi bu sırada da merakla yorumlarınızı ve tepkilerinizi bekliyorum. Bölüme geçmeden önce hepinizin bayramı yeniden yeniden yeniden kutlu olsun. Çok daha güzel günlerde yaşayacağımız bayramlar, ışıl ışıl baharlar ve birlik beraberliğimiz olsun.

Bölüme girişler sağdan, bekleme yapmadan devam edelim lütfen...

İletişim için ve yeni bölüm haberi için instagram kullanıyorum beybiler... (BiCeruVar)

 

 

🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘🌑

 

 

Bu baharın sonunda başka bir yaz var.

 

 

Bu baharın sonunda görmediğim yıldızlar…

 

 

Bu bahar ölmeye karar verdiğim bir yaz, belki de biraz ayaz...

Bazen, bazı anlar hikayelerde yazıldığı kadar kolay gelse de işin iç yüzü dramatik olabiliyordu. Mesela Romeo ve Juliet’in aşkı gibi ve asla gerçek olmayışı gibi... On üç ve on yedi yaşındaki iki gencin, altı kişinin ölümüne yol açan üç günlük trajedisiydi onların hikayesi. Romeo, Juliet’i, Rosaline’i unutmak için kullandı ve maalesef Juliet bunu aşk sandı. Bu trajedi, bir tiyatro sahnesinde oynayıp, geçmişin tozlu sayfalarına kapılıp gitmemizi sağlarken aklımıza hiç bu yönü gelmezdi. Orada hep aşk vardı, Juliet ve Romeo’nun tutkusu… Gördüğümüz daha doğrusu görmek istediğimiz bu olurdu daima. Fakat ya gerçekler? Gerçekler içimizde bir yerlerin ölmesine neden olmasın diye göz ardı edilirdi.

Tıpkı bizim şimdi yaptığımız gibi.

Tıpkı ben ve Noyan’ın tüm savaşı yok sayması gibi.

Tıpkı Juliet ve Romeo gibi kendini bilmezce davranmamız gibi.

Güne gözlerimi ciddi anlamda sıcak İzmir sabahıyla açtım. Henüz ortalık aydınlanmasa dahi etrafımı çepeçevre sarmış olan nemden aslında ne derece bir buhran yaşayacağımı hayal edebiliyordum. Fakat tam bu anda bir artım daha vardı ki İzmir sıcak olmasına sıcaktı ancak aynı zamanda o güzelim esintisi vardı. Cehenneme klima taktırmak gibi diyebilirdim.

Henüz tam anlamıyla aydınlanmamış ancak biraz olsun etrafı seçilir kılan gün sayesinde uzandığım yerden odayı incelemeye başladım. Başucumda gümüş renkte ayakları olan üzeri cam bir komodin vardı. Hemen üzerinde yatak başlığı hizasına sabitlenmiş bir başucu aydınlatması ve komodinin tam ortasında ince uzun içinde bir dal zambak olan cam vazo. Dün gece uyku ağırlığıyla etrafı pek inceleyememiştim ancak karşımdaki cam kapının iki yanındaki tamamen cam olan duvarları sayesinde epey geniş bir banyo olduğunu ayırt edebiliyordum. Bu süit odada olduğu gibi banyo da beyaz ve buz grisiyle harmanlanmıştı. Başımı eğip ayakucuma doğru gözlerimi çevirdiğimde kocaman cam giysi dolabıyla havalandı kaşlarım. Dolabın yarısında benim valizimdeki kıyafetlerim duruyordu. Doğrusunu söylemem gerekirse gözüme fazlaca az gelmişti, diğer yarısı ise tıka basa doluydu ve asıl enteresan olan şuydu ki yarıdan çoğu takım elbiseydi. İzmir’de, insanların tatil yapmak için geldiği bir otelde özel süitin olmasına rağmen takım elbise giymek zorunda kalabiliyordun demek ki…

Kıpırdanmalarım sayesinde Noyan’ın karnıma doğru sarılmış eli gevşerken sırt üzeri dönüp dirseklerimden destek alarak doğruldum. Hala tam karşımda olan giysi dolabını inceliyordum. Kapakları kahve ve sarı arasında kalmış bir tonda camdandı. İçini, en azından kendimi bildiğim için kıyafetlerimin rengini ayırt ediyordum. Bir de tabi katran kara olan Noyan’ın tarafının renklerini de daha doğrusu renksizliğini.

Gözlerim uzun uzun gezindi dolapta bir kez daha. Dirseklerimden aldığım desteğimi de keserek yatakta tamamen dikleşip bağdaş kurduğumda renkli elbiselerime baktım. Sonra da dönüp dibimde uyuyan Noyan’a. Aynı dünyadaydık biz. Aynı yaşam şartlarına sahip, sevilmese de benzer aile yapıları olan, benzer kültürlerde, aynı statülerde eğitim görmüştük. Farklı olduğunu iddia edeceğim huylarımız da pek yoktu aslında.

Ben dağınıktım, o düzenliydi. Ben korkaktım, o soğukkanlı. Sanırım bizi temel olarak ayıran bu iki opsiyon dışında bir de kıyafetler vardı. Ben renkliydim. Bunun için kış, bahar, yaz diye bir ayrım gözetmezdim. Ufacık bile olsa renkler hayatımda hep vardı ve kurumsal hayata atılımımda dahi Simay’ın seçtiği kıyafetleri dahi koyu renk diye bir sınıfa yerleştirebilirdim. Ancak Noyan… Onu dün marinaya giderken giydikleri dışında açık renk giymişken hiç görmemiştim. Kullandığı en açık renk beyazdı o da takım elbisesinin içine giydiği gömlekti. Üzerindeki resmiyet paçalarından akıyordu kıyafetler sayesinde.

Düşüncemde çokta farklı olmayan biz, aslında ne denli farklıydık ancak görebiliyordum. Noyan için renkler de yoktu, kendine sunulması gereken fikirlerde. Karar verirken iki seçeneği oluyordu muhtemelen veya siyah ve beyaz dışında pek renk tanımıyordu. Kurallarını esnetmezdi yüksek olasılıkla. Hayat ona istediğini vermezse, o söke söke almasını bilir gibiydi. Zaten birileri fırsat versin diye değil de, kendisi başkalarına fırsat versin diye varmış gibiydi. İnsanların yoğun olduğu yerde gülmüyordu. Kaşta çatmıyordu ancak ifadesiz yüzü bana hep bir derin dondurucu gibi gelmişti. Gözleri bana döndüğünde içinde olan bütün hissiyatı oradan okuyabildiğimi zannederdim ancak dün gece olanı biteni anlatırken daha doğrusu üstten üste bahsi geçerken anlamıştım ki onun gösterdiği kadar görebiliyordum içini.

Aile konusunda da farklıydık mesela. Ben tek çocuktum, onun kardeşleri dünya yıkılsa hatta Noyan yıkmış dahi olsa yanında olacak gibilerdi. O annesini kaybetmişti, benim annem terk etmişti. Benim babamın bana sevgiyle bakması için nice çabalar harcamıştım, onun babası derin bir sevgiyle baksa da Noyan’ın gözleri bu sevgiye kördü. Benim gürültülü sessizliğim vardı, onun sessizliği sağır ederdi insanı. Ben zarar vermemek adına dostlarımdan kaçardım, o dostunu düşman olarak görürdü. Yani bir giysi dolabına bakıyor olsam da biz birbirinden uçurumlar kadar farklı kişiliklere sahiptik.

Peki bu neyi değiştiriyordu? Bakışlarım yanımda hala uyuyan Noyan’a yeniden usulca döndüğünde inceledim yüzünü. Tüm bu farklılıklar benim ona karşı hislerimi azaltmıyordu mesela. Uyurken dahi ona baktığımda hızlanan kalbime aklım dahi yetmiyordu. Kalbim ivme kazanmıştı, öyle bir ivme ki hayatımın herhangi bir denkleminde hissedememiştim bu şeyi. Adı konulmayan bir giz içerisinde kalbimle barışmama neden olmuştu. Zihnime haberi dahi olmadan zeytin dalı uzatmıştı.

Peki Romeo ve Juliet’in kanlı üç günü ciddiye alınacak olursa… Bu hikayenin kaç ölüsü, kaç yaralısı, kaç kanlı gecesi veya sabahı olacaktı?

Parmaklarıma dolanan parmaklarla aklımdaki düşüncelerden sıyrılarak gözleri aralanmış Noyan’a bakmaya devam ettim. Dudaklarımda onunla uyandığım her sabah ufak bir tebessüm oluyordu ve yine tam da olması gerektiği yerdeydi gülümsemem.

‘Deran’ım…’ çatallaşmış ve kalın çıkan sesiyle konuştuğunda üzerine doğru eğilip şakağına ufak bir öpücük bıraktım.

‘Hazırlanıp çıkacağım, sen devam et dinlenmeye.’ Geri çekileceğim esnada tuttuğu parmaklarımı çekerek elimin üzerinden öptü o da nazikçe. Sonunda tenimiz birbirinden koparken hızlıca yataktan çıkıp banyoya attım bedenimi. Önce duş, ardından kendimi toparlama derken odaya çoktan gün ışığı vurmuştu. Basamakları inip telefonumu bulmak için aşağı kata göz atmaya başladım. Hangi cehennemdeydi bilmiyordum ancak daha fazla bulamazsam geç kalacaktım. Terasa da göz atıp yine elim boş kaldığında sıkıntıyla nefesimi bıraktım.

‘Telefonunu mu arıyorsun?’ duyduğum sesle gözlerim merdivenlere dönerken dakikalar içinde nasıl hazırlandığını anlamadığım Noyan’ı süzdüm. O sürüsüne bereket diyeceğim takımlarından lacivert olanı giymişti. İçinde yine beyaz bir gömlek vardı. Elinde de hem kendisinin hem benim telefonlarımız. Ben duş alıp saçlarımı ıslak haliyle topuz yapmaya çalışana kadar özensiz olsam da yarım saat harcamıştım ve henüz on dakika önce indiğimde yatakta uyuyan adam jilet gibi karşımda duruyordu. Uyurken karışan saçları özenle hatta saatlerce düzeltilmiş gibiydi, gözleri on dakika önce değil de iki hatta üç saat önce uyanmış kendine gelmiş gibi bakıyordu. Sabahın körü olmasına rağmen erinmemiş kol düğmesi bile takmıştı. Ben on dakika önce küpe seçmeye erinip takmaktan vazgeçmiştim üstelik! Uzattığı telefonumu şaşkınlıkla alıp dudaklarımı aralasam da diyecek tek kelime bulamadım.

‘Geç kalmıyor musun?’ saatine bakıp mırıldandığında başımı onay verircesine sallayarak parmak uçlarımda yükselip dudaklarının üzerini kapattım.

‘Toplantın falan var senin de herhalde. Kolay ge-‘ diyemedim. Çünkü ben kapıya doğru hamle yaparken elimden tuttu ve benimle beraber ilerledi.

‘Seninle sempozyuma katılacağım.’ Dün gece bana kıskanç mısın diyen adamdan mı duyuyordum bunu? Kıskanç kimdi acaba?

‘Kıskanç mısın sen biraz?’ diyerek gülüşümü gizlemeye çabaladığımda çıktık odadan.

‘Evet. Ölçülü bir kıskancım.’

‘Ölçülü…’ elimde olmadan dalga geçer gibi çıkan sesimle bir de gülümsediğimde Adel’in başında beklediği asansör kabinine geçtik.

‘Emin ol ölçülü. Yani tavrım elbette sana öyle hissettirmedi, daha doğrusu ben öyle hissettirmedim. Şöyle ki arzuladığım kadını başkasının arzulama ihtimali beni delirtir.’ İyi ki allık kullanmamışım, meğer ihtiyacımın kalmayacağını hissetmiştim. Keza yanaklarım birer domates olmuş olmalıydı.

‘Etek elbise mevzusuna takılacak biri değilim ben, bazen olur olmadık dengesizlikler yaparım fakat çok kafaya takma. Dediğim gibi hoşuma gitmez ama en nihayetinde senin bedenin, yani kısa bir etek giymek senin problemin değil, kaşına gözüne sahip çıkamayanların problemi. Şanze’ye karşı da aynıyım çünkü bedenini herhangi bir denyonun seks objesi olarak görmesi veya metalaştırması bana mantıklı ve makul gelmiyor. Şimdi bana arzuluyorsan sen de benim bedenimi öyle görüyorsun diyebilirsin ancak arzu farklı heves farklı şeyler ve ben seni sadece arzulamıyorum. Çizgiler önemli bu konuda.’ Asansör durana kadar konuşması da bittiğinde ortamdaki ciddiyeti fark etmiş olacak ki parmaklarıma kenetli elini kurtarıp usulca belime sardı.

‘Birisi bana aitse benimdir. Aynı şekilde ben birisine aitsem sadece onunumdur. Bu sadakat bağlamında tebrik edilecek veya uyarılacak bir konu dahi değildir, çünkü olması gerekendir. Aitlik bana kalırsa böyle bir şey. Ve Deran…’ diyerek toplu olan saçımdan çıkardığım birkaç tutamı okşayıp geriye çekerek şakağıma dudaklarını bastırdı, ‘Sabaha karşı da olsa, gecenin bir yarısı da, benim olana kimse yaklaşmaya cüret edemez. Ait hissettiğim veya ait hisseden kişi gitmeye karar verene kadar böyledir.’ Yan gözle yüzüne bakıp gülümsedim. Gülümsedim çünkü bahsi geçen konunun birinin beni veya benim birini mal gibi görmem olmadığını yeterince kaliteli kelimelerle anlatmıştı. Alışması lazım dediğim giyim kuşamın aslında onun için problem teşkil etmediğini anlatabildiği gibi. Henüz çekilmesine fırsat bırakmadan bende belimdeki elinden destek alıp yanağına derin bir öpücük bırakarak gerilediğimde bakışlarım da önüme döndü. Tabi bir de salonun kapısında olan Tolga’yı buldu.

‘Müsaadenle.’ Normal şartlarda kapıdan girerken Tolga’nın önünden ilerleyecek ben olsam da Noyan diğer tarafıma bedenini duvar misali geçirdiğinde derin bir nefes alıp ilerlemeye devam ettim. Kapının önüne geldiğimizde ise önümüze doğru bir adım atmak üzere olan, hatta elini uzatan Tolga’nın bileği havada yakalanmıştı. Tolga geri çekip kurtulsa da gözleri üzerimdeyken dudaklarımı ıslattım.

‘Bu yaptığından pişman olacaksın Belgi.’

‘Belki…’ diyerek omuz silkip gülümsedim anında, ‘Belki pişman olacağım fakat en azından fikrimi sorup kararlarıma saygı duyan bir adam pişman edecek beni. Senin gibi babasının sözüne ve babamın sözüne tav olan birisi değil.’

‘Konuşabilir miyiz biraz, düşündüğün gibi kimsenin-‘

‘Mutlu bir ilişkim var Tolga bey. Sizinle konuşmak isteyeceğim bir konu da yok. İlişkimiz olduğu yalanını magazine sunmadan önce bana fikrimi sorsaydınız haberiniz olurdu bundan zaten.’

‘Konuşma fırsatımız olmadı-‘

‘Odasına çikolata gönderdiğin kadına ulaşamayacak kadar vasıfsız mısın sen?’ ben belki vurmuştum ama Noyan an itibariyle toprak atıyordu.

‘Seninle muhatap değilim ben.’ Sesi yükselirken çevrede olan birkaç göz bize dönse de sol tarafımdaki bedenle gözlerim Adel’e döndü. Kimsenin fark dahi etmeyeceği şekilde nazikçe salonu işaret ettiğinde derin bir nefes aldım. Tolga ile Noyan’ın da daha fazla konuşmasını istemiyordum ancak ben durdukça ortalık karışacak gibiydi. Keza Tolga sözde diklenir gibi baksa da, Noyan gözleriyle adamı beşe, ona, on beşe falan parçalamıştı çoktan.

‘İçeri geçelim mi?’

‘Sen geç güzelim, ben kahve alıp geliyorum.’ Bakışları bana dönmese de başımı usulca sallayıp ilerlemeye başladım yanımdaki Adel’le.

‘Kavga çıkar mı?’

‘Noyan bey nadiren işini kaba kuvvetle çözer. Bu lavuk onlardan biri olacak kadar dahi yok.’ Lavuk kelimesiyle bakışlarım şaşkınca Adel’e döndüğünde yüzünü sıkıntıyla buruşturdu anında.

‘Kusura bakmayın Belgi hanım, bir anda ağzımdan kaçtı.’ Kusura bakacağım ufacık bir durum dahi yoktu çünkü ilk başta ağzından kerpetenle laf aldığım Adel’in insancıl sürümü benim için paha biçilemezdi. Yanımda lavuk dahi dediyse artık çokta susmaz, beni de zorlamazdı. Gülerek başımı sıkıntı yok dercesine salladığımda geldiğimiz sıralı koltuklarla yerleşip yanımdaki yeri de Adel’e işaret ettim.

‘Noyan bey gelir şimdi.’

‘O gelmeden koltuk boş diye yanıma biri oturursa-‘ cümlem bitmeden gösterdiğim yere oturduğunda derin bir nefes aldım.

‘Adel.’ Etraf yavaş yavaş kalabalıklaşıyordu. Hali hazırda insanları incelerken Adel’e birkaç soru sormaktan da zarar gelmezdi.

‘Buyurun Belgi hanım.’

‘Sence patronunla evlensem başıma çok büyük bir bela almış olur muyum?’ gözlerimi etrafta gezdiriyor gibi dursam da Adel’in havalanmış kaşlarının ve ikilemde kalmış halinin farkındaydım.

‘Tercihiniz duymak istediğinizden yana mı, yoksa gerçekler mi?’ sorusuyla kahkaha atacak olsam da dudaklarımı zorlukla ısırıp iç çekerek tamamen ona odaklandım.

‘Gerçekler.’

‘Çok büyük bir bela değil, birden fazla çok büyük bela almış olursunuz.’ Gözleri son ayarlamaları yapılan sahnede dolaşmaya devam etse de odağının bende olduğunu bilerek başımı usul usul salladım.

‘Peki üstesinden gelebilir miyim?’ ufak bir tebessümüyle sonunda bana dönerken hafifçe omuz silkerek bekledim cevabını. Bu soruya ne yanıt bulacağını merak ediyordum. Hem kısa bir süredir beni tanıyordu, hem de yıllardır Noyan’la çalışıyordu. Bana başarabilirim gibi gelse de dışarıdan bakan ve ikimizle de kan bağı olmayan birinin yorumuna ihtiyacım vardı.

‘Siz gelirsiniz de Noyan bey sizin üstenizden gelebilir mi işte orası tam bir muamma…’

‘Bana bela olduğumu mu ima ettin?’ kaşlarım anında çatılsa da yüzümdeki ifade sinir falan değildi. Gerçekten Noyan’ın benim başına açacaklarımın üstesinden gelebileceği konusunda olan şüphesi neşemi yerine getiriyordu.

‘Kısmi olarak…’ başını sağa sola sallarken etrafta gezdirdiği bakışlarını sonunda yüzüme çevirdi.

‘Aşık bir adamın en büyük belası sevdiği kadındır Belgi hanım. Noyan bey tüm belaları aşar da, sizi aşmak istemez.’

‘Patronun bana o kadar aşık yani.’ Artık gülüyordum çünkü Adel’le normal bir arkadaşımmış gibi muhabbet edebildiğim seviyeye ulaşmıştım.

‘Pusulası hep sizden tarafı işaret ediyorsa eğer buna cevap vermeye ihtiyaç var mı?’ ne olduğunu anlamasam da son cümlesini fısıltıyla söyleyip ceketinin önünü tutarak ayağa kalktığında şaşkınlıkla süzdüm yüzünü. Fakat yanına kadar gelmiş Noyan ayağa kalkmasına bir cevap gibiydi. Başıyla selam verip arka sıralara ilerlemeye başladığında Noyan’da yanımda yerini alarak önce elindeki karton bardağı bana verdi ardından kendininkini kenara bırakıp gömleğinin manşetlerini düzeltti.

‘Cidden kahve almaya mı gittin?’ sorumla kaşlarım şaşkınlıkla havalanmış olsa da başını onay verircesine salladı.

‘Kavga, gürültü?’

‘Maganda mıyım ben?’

‘Değil misin?’ bir anda ağzımdan çıkan cümleler konusunda oturup çalışmam gerekiyordu. Noyan şaşkın bakışlarını bana çevirirken yüzümü mahcupça buruşturarak omuzlarımı düşürdüm.

‘Özür dilerim. Ben öyle demek-‘ gözlerimi kaçırarak durumu toparlamaya çabalasam da güldüğünü fark ederek bakışlarımı tekrar yüzüne çevirdiğimde kahvesini dudaklarına yaslayıp gizledi kahkaha atmak isteyen halini.

‘Benim de bir kulvarım var, maganda olarak dahi…’ yerin dibine girmeme birkaç saniye vardı. Dün gece ayaklarım üzerinde duracağım diyen Belgi’nin bir anda evet evlenirim demesi misali sevdiğim adama magandasın diyordum. Ayarlarım iyice oynamıştı. Hatta bana bir kırk bin bakımı falan yapılsa çok iyi olurdu.

Neyse ki ben yerin yedi kat altına kadar inebilecek cümlelere devam etmeden kapılar kapandı, ardından ışıklar loşlaştı. Konuşmacılar bir bir yerlerini alırken, hatta bugün enteresandır hızlıca sunumlarını bitirirken son bölüme geldiğimizde konu dönüp dolaşıp gen aktarımına kadar ulaştı.

‘Çocukların babalarından boy, annelerinden kilo genini aldığı doğru mu?’ tam odakla baktığım sahneden Noyan’ın sesiyle irkilerek koptuğumda gözlerimde istemsizce ona döndü. Fakat kendisi kıstığı gözleri hafifçe sola doğru yatırdığı başıyla sahneye bakmaya devam ediyordu. Sorusunda da gayet ciddi gibiydi.

‘Yok öyle bir dünya, ailesel kalıtsal yapıya bağlı. Baskın gen kimdeyse onun genini alır çocuk genelde. Fakat baskınlık genelde senin söylediğin gibidir.’

‘Zeka?’

‘Zekayı belirleyen genlerin büyük kısmı x kromozomu üzerinde taşıdığı için büyük kısmı anneden fakat çevreye bağlı da değişir durum.’ Başını onay verircesine sallarken başımı omuzuna yasladım usulca.

‘Akıl hastalıkları ve psikolojik bozukluklar?’ kuşkuyla çıkan sesi yüzünden başımı usulca kaldırıp gözlerim sahneden tamamen Noyan’a çevirdiğimde gülümsemeye çabaladı.

‘Değişir ama yüksek olasılıkla baba etkilidir.’

‘Dışarıdan etkileme söz konusu olamaz mı?’ hala kuşkuyla bakmaya devam ettiğimde gülerek göz kırptı, ‘Her şey için söylüyorum bunu. Konu gen aktarımı ya, ne bileyim tedavi falan…’

‘Bunlardan daha farklı odak konuları var tıp camiasının şu an. Otizm, hemofili gibi, önce onlara odaklanılıyor. Bildiğim kadarıyla çalışma var ama denenmiş ve kesinliği kanıtlanmış bir test yok. Bazı psikolojik bozukluklara ise temel olarak travmalar sebebiyet verir.’ Başını anlayışla sallarken hala yüzüne bakmamdan rahatsız olmuş olacak ki sol elini kaldırıp hafifçe yanağıma dokunarak yeniden omuzuna yaslanmamı sağladı. Sahnede konuşan epey de ismi duyulmuş ünlü bir psikiyatr meseleyi tıpkı Noyan’ın istediği gibi psikolojik bozukluklara çekerken derin bir nefes aldım.

‘Seninle çocuk yapmaya kalksak asla normal olmayacak herhalde.’ Olduğum yerden kıpırdamadan kaşlarımı havalandırırken bakışlarımı da Noyan’a çevirmeye çabaladım. Normal olup olmayacağı konusunda bir fikrim yoktu fakat olmayacağı konusunda kendimce hemfikirdim. Bende o annelere has duyguların da, dürtünün de var olduğunu zannetmiyordum. Kendimi de çocuk büyütecek kadar yetenek ve nitelikli görmüyordum.

‘Gelmek için çaba sarf edeceğin bir sempozyumda uyumadın değil mi?’ sol eli yine havalanıp saçımı okşarken dibimdeki bileğine dudaklarımı bastırdım usulca.

‘Açıkçası normal olup olmayacağını bence bilemeyeceğiz.’ Dediğim esnada sahneden ayırmadığı gözlerinin bana döndüğünü hissettim. Başımı omuzundan kaldırırken derin bir nefes alarak tebessümümü de yüzüme yapıştırdım.

‘Neden bilemeyeceğiz?’

‘Şimdi veya daha sonra çocuk büyütebilecek birisi olduğumu düşünmüyorum da o yüzden.’ Sesimdeki net tutumu anlayışla karşılamasını rica ederken etraftaki insanlardan yükselen alkış, ortamın loş ışığının aydınlanması ve hepsinin harekete geçmesiyle Noyan gülümseyerek okşadı yanağımı.

‘Senden çok güzel anne olur. İnan bana. Hislerim beni yanıltmaz.’

‘Biraz olsun seni tanımamış olsam benimle evlenmek istemenin sebebinin çocuk olduğunu düşüneceğim.’ Kıkırdayıp hala yüzümde olan avucunun içine dudaklarımı basarak ayağa kalktım. Meseleyi esprili bir şekilde püskürtmek işe her zaman yarardı. Tabi Noyan’da benimle beraber harekete geçtiği için yine yaradığını düşünmüştüm.

‘Tek sebebi o değil ama sebepler arasında elbette o da var.’ Kolu belime dolaştıktan sonra kapıya doğru ilerlediğimizde bende kolumu beline sarıp iç çektim. Kendime güvenmememi, şimdi veya daha sonra çocuk istemediğimi, dahası anneliği kutsal falan görmediğimi bilmesi gerekiyordu. Her anne kutsal değildi. Mesele bir çocuğa olan tutum, davranış ve ilgiye bağlı olarak gösterilen duygulardı bence. İte tam da bu noktada sadece bazı kadınların annelikleri kutsaldı. Çocuklarını terk eden, onları aşağılayan, yok sayan, fikrini önemsemeyen, fiziki veya psikolojik şiddete maruz bırakan annelerin değil. Her kadın doğurduğu için kutsal falan olamazdı. Her baba da yanında diye ata sayılıp saygıyla anılamazdı. Salondan çıkıp restoran kısmına doğru ilerlediğimizde sessizliğimi korumayı tercih ettim. En azından birkaç lokma kahvaltısını yaptıktan sonra geri kalanı boğazına dizebilirdim.

Teras gibi olan alana geçip masalardan birine yerleştiğimizde tek kelime etmemize gerek kalmadan kahvaltılıklar da sıralanmaya başlamıştı. Çevremizde doğru saydıysam deli gibi koşturan beş kişide bakışlarımı gezdirdikten sonra gözlerim Noyan’ı buldu. Ama masadaki hummalı çalışma devam ettiği için pat diye içimden geçeni de söyleyemiyor, zaman ilerliyor ve ben birazdan çıkıp gelebilecek Denker abi, Gizay veya Şanze’den dolayı geriliyordum.

‘İçecek olarak ne alırdınız efendim?’ muhtemelen baş garson olduğunu tahmin ettiğim adam gözlerini direkt olarak Noyan’a diktiğinde onun hareleri beni buldu.

‘Kahve.’ Mırıldanmama başını sallayıp tekrar tepemizdeki adama döndüğünde o yeterli cevabı almış olacak ki yanındaki ekibi de toparlayarak uzaklaştı.

Noyan’ın ilk, ikinci, üçüncü, tabağın neredeyse yarısını bitirecek kadar çok olan lokmalarını saydığımda önümüze bırakılmış fincandan bir yudum içerek geriye yaslandım. Bakışlarım arada sırada ona kayıyor yoğunlukla çevrede geziniyor olsa da içim daralmıştı söylemek istediğim şeyi bir cümleye çevirememekten.

‘Evlenme meselesi için bir süre beklemek ister misin yoksa hemen olmasında senin için sakınca var mı?’ sorusuyla sıkıntılıca nefesimi bıraktım. Hemen evlenmenin sakıncası yoktu fakat başka şeylerin vardı ve hem fikir olmadığımız sürece bizim için problem büyüdükçe büyür altından kalkamayacağımız seviyeye ulaşırdı.

‘Hemen evlenmenin bir sakıncası yok ama…’ duraksayıp alt dudağıma dişlerimle eziyet etmeye başladım. Nasıl dile getirmek doğru olur bilmiyordum. Evlenme teklifi etmiş bir adama bunu söylemek mantıklı mı ondan da emin değildim zaten.

‘Gönder gelsin.’ Aklımdaki hengame sağ olsun salaklaştığımda bakışlarım anlamadığımı da yeterince gösteriyordu eminim ki Noyan gülümseyerek kahvesinden bir yudum alıp arkasına yaslandı, ‘Aklından geçen şey ne ise olabildiğince düz cümlelerle gönder gelsin diyorum.’

‘Ben çocuk istemiyorum.’ İçim ferahlamıştı be! Dan diye söylediğimde şok olmasını falan bekliyor olsam da beklediğimin aksine kahvesinden bir yudum daha içip kaşlarını havalandırarak başını salladı. Onaylıyor muydu yoksa anladığını mı belli ediyordu bilmiyordum fakat adam akıllı tepki verse iyi hissederdim doğrusu.

‘Evlendikten bir hafta sonra çocuk yapmayı bende istemiyorum açıkçası.’

‘Öyle değil Noyan.’ Hala elimdeki fincanı masaya bırakıp dirseklerimi yaslayarak bir tane sigara yaktım, ‘Ben şimdi de, sonra da anne olmak istemiyorum.’

‘Kadınlarda bunun bir dürtü olduğunu zannediyordum. Anaçlık meselesi…’

‘Öyle bir dürtüm yok maalesef.’

‘Neden peki?’ gülümsemesini asla bozmadan sorusunu yönelttiğinde dudaklarımı ıslatıp sigaramdan derin bir nefes çektim. Bu sırada Noyan olan kahvesini direkt olarak tepesine dikmiş ve bir sigara yakarak beni izlemeye başlamıştı.

‘Bunun için yaratıldığımı düşünmüyorum. İç güdülerim olduğunu sanmam. Zaten rol modelim de olmadı bu konuda, yani örnek alabilecek birisi yok benim için. Ruhen iyi değilim, bunun bilincindeyim ve toparlayacağını da zannetmiyorum. Bence hiçbir çocuk benim gibi birinin kör anneliğine mahkum olmamalı.’

‘İnsanlar hakkında net hükmün hiç yok fark ettin mi?’ salaklaşmam için yapıyorsa eğer soruları bunu başarıyordu. Ne alakaydı şimdi? Çocuktan insanlara nasıl geçmiştik ki? Önce anlaması gerekiyordu. Eğer istediği bu ise ona bunu veremeyeceğimi bilmeliydi.

‘Az önce anlattığım şey-‘

‘Lafını bölmek istemiyorum ama insanlar hakkında net hükmün olmamasına rağmen kendini direkt ipe götürüyorsun. Mesela sana babanın Tolga’yla alakalı planını açıkça söylüyorum, içten içe babanın bunu yapabileceğini bilmene rağmen o kadar da değil diyorsun. Kendini ikna ediyorsun. Fakat söz konusu kendin olduğunda kesin hükümlerin var. Kaç kez çocuk sevdin Deran? Kaç kez bir çocukla oyun oynadın?’ dudak büküp omuz silktiğimde başını yine onaylarcasına sallayıp gülümsedi.

‘Bundan bahsediyorum işte. Hiç değil mi? Sadece oyun oynamak adına dahi bir çocukla yakınlık kurmadıysan nasıl eminsin anne olamayacağından? İstemiyorum dediğinde sevmediğin için olsa bunu anlayabilirim. Gürültücü hallerini, ağlamalarını, inatçılıklarını sevmezsin. Sevmek zorunda değilsin. Fakat sen kendini suçlayacak ithamlarla istemediğini dile getiriyorsun.’ Kaşlarım gittikçe çatılırken alt dudağımı ısırdım. Kendimi yargıladığımı söylemesine rağmen hiç oturup yargılamış mıydı kendisini?

‘Yüzeysel gördüğüm o dünyana rağmen sen baba olabilir misin Noyan?’ sorumla birkaç saniye duraksasa da masaya doğru eğilip Adel’in yanına bıraktığı yeni fincanı parmakları arasına aldı.

‘Sadece baba değil, canımı önüne serecek kadar seven ve bunu hissettirebilen bir baba olabilirim.’ kahvesinden bir yudum içtikten sonra göz kırpıp gülümsedi, ‘Ki artık konumuz çocuk değil. Bunu ikimizde biliyoruz.’ Dudaklarımı aralayacak olsam da kaşları hafifçe havalandı, ‘Günaydın abi.’

Ben her seferinde bu adamın bilmecelerine nasıl düşüyordum sahiden? Evet, konu yaklaşık beş dakika önce çocuktu ancak artık ben ve benim kendimi yargılamamdı. Çevremdeki hiçbir çocukla iletişim kurmamıştım. Dahası çevremde çocuk falan da olmamıştı. Üniversite döneminde arkadaşım olan ve evlenip çocuk yapan insanlarla görüşmeyi kesmiştim. Çocuklardan nefret etmezdim ama onları da anlayamazdım. O arkadaşlarım benim için daimi bir kara listeye girmişti ve çıkmaları için çocuklarının üniversiteye falan başlamaları şarttı.

Gerçi ben yaşım küçükken de yaşıtlarımla anlaşamazdım. Çünkü hep yaşımdan fazla olgun davranmam öğütlenmişti. Arkadaşlarım yemek yerken üzerlerine dökerlerdi, oyun oynarken toz toprak olurlardı, okula başladıklarında zırıl zırıl ağlamışlardı. Peki ben ne yapmıştım? Henüz ilkokul yıllarımda masa kurallarını öğrenmem için eğitim almış, toz toprak olursam beni kimsenin sevmeyeceği bakıcılar tarafından öğütlendiği ve ben bir kez olsun babam beni sevebilsin diye çok sevdiğim hayvanlara dahi dokunmamış, okulun ilk yılında ifadesizce bana gösterilen en ön sırada oturmuştum. Tek arkadaşım vardı Gökmen abi. Bir de yazın gelen Simay. Sonrasında arkadaşlarım elbette olmuştu fakat soğuktum. Buz gibi, ilgisiz, tepkisiz… Sırf bu yüzden o çocuklar bana en fazla bir hafta dayanırlardı. Sessizliğimi ise çocuk yaşlarımıza rağmen sadece Arıkan anlamıştı. O da anlamış, çözememiş fakat sessiz sakin yanımda takılmıştı işte.

‘Günaydınlar… Muhabbet koyu gibiydi?’ Denker abinin bir bende bir Noyan’da dolaşan gözleriyle gülümsemeye çabalasam da nafileydi sanırım.

‘Konumuz bugün ne yapacağımız… Var mı bir önerin?’ benim kurtaramayacağımı anlamış olacak ki Noyan profesyonel bir şekilde konu bularak abisine karşılık verdiğinde derin bir nefes alıp fincanımı dudaklarıma yasladım.

‘Baş başa takılırsınız diye düşündük. Şanze sanırım arkadaşlarıyla görüşecek, biz de Gizay’la sörfe çıkalım diye konuştuk. Hep beraber mi bir şeyler yapmak isterdiniz?’ az önce ağzımın üzerine gerçekleri çakan Noyan’ı düşününce, evet, hep beraber bir şeyler yapsak hoş olurdu doğrusu. Fakat bunu söylemek Noyan’a büyük ayıp olurdu. Ayıp olmasını bir kenara bıraksam dahi önüme yine o adabı muaşeret kuralları gelip kuruluyordu. Zeren bey ve kuralları, onun kurallarına alışmış ben, hayatım var deyip isyan çıkarmış olsam da o kapandan kurtulamayan zihnim. Hepsi birleştiğinde Belgi Deran İmerler bunu açıkça söyleyip Noyan’ın kalbini kıramazdı. Soyadımı atarsam belki yapardım fakat onun için bile zaman gerekiyordu veya bir an önce Zeren beyin beni reddetmesi…

‘İyi düşünmüşsünüz, bende Deran’ı buradaki eve götüreyim diye düşünüyordum, tabi kendisi de isterse.’ İkisinin de bire bir aynı bakışları beni bulduğunda zorla tebessüm ettim. Dudaklarıma artık yapıştığını düşündüğüm fincanı da çektiğimde tebessümüm gülümseme halini aldı.

‘Çok isterim.’ Diyerek başımı salladım. Tamam biraz önce beni gömmüş, hatta yaşıyorum dememe zaman bırakmamıştı ancak Noyan’ın çocukluğunu, ailesini, en azından şartlar normalken nasıl bir düzeni olduğunu merak ediyordum.

‘Çeşme’de olana mı buradakine mi?’

‘Buradakine, Çeşme’ye sen de gidersin muhtemelen, bizimkiler de uğramak ister, hep beraber ayarlarız onu.’ Denker abi başını sallayıp onay verirken Noyan’ın hareleri bir anlığına gözlerime dönse de usulca ileriye çevirdi.

Denker abi sayesinde odak konumuz değiştiği gibi üzerine Gizay’da bize katılmıştı ki bakışlarım önce kapıda ardından Gizay ve Denker abide gezindi.

‘Şanze uyuyor mu hala?’

‘Seninle sempozyuma inmiştir diye düşünmüştüm?’ Denker abinin çatık kaşlarıyla başımı sağa sola salladığımda bakışlarım Noyan’a döndü direkt. O ise bizim aksimize gayet sakin yüz hatlarıyla telefonunu iç cebinden çıkarıp birini arayarak kulağına götürdü. Çekmesi bir dakikasını dahi almazken bir kez daha arama yaptı.

‘Telefonu kapalı.’ Merakım daha da körüklerken aradığı her kimse oturuşunu dikleştirdi anında.

‘İzmir’de misin?’

‘Tamam.’ İki cümlelik konuşmasını da sonlandırdığında eliyle arka tarafa doğru bir işaret yaptı. Adel’in büyük adımlarla yaklaşması saniyeler içinde olurken Noyan’ın gözleri de sonunda yüzünü bulmuştu.

‘Şanze otelden ne zaman çıktı?’

‘Denker beyin odasından çıkmadı Şanze hanım.’ Kaşlarım derinlemesine çatılmaya başladığında Denker abi ve Gizay yüzünü buruşturarak geriye yaslansa da Noyan kahkahasını tutmaya çabalıyordu. Kız kardeşleri ortada yoktu ama üç adam da gayet rahattı.

‘Bulun Adel, odada falan değil, Şanze’yi bulup bana getirin.’ Gülüyor olsa da konuşurken sesindeki gergin tını Adel’in hızlıca başını sallayıp masadan uzaklaşmasını sağladığında tekrar üçünde gezdirdim gözlerimi.

‘Birileri kaçırmış falan olabilir mi?’

‘Umarım birileri kaçırmıştır.’ Gizay başını sağa sola sallayarak cevap verdiğinde Denker abinin cümlesi gözlerimi büyütmeme neden oldu.

‘Her boku öğretme dedim sana.’ Gözleri direkt Noyan’ın üzerinde olsa da o beklediğimden çok daha rahat bir şekilde bakışlarını abisine çevirip gözlerini kıstı.

‘Seninle aynı odadaydı, kaçtığını fark etmediğin için benim gerilmem gerekmiyor mu abi?’

‘Ahu düz duvara tırmanıyor Noyan ve bu mecazi bir kelime kullanımı değil. Komando mu yetiştirdik, güzel sanatlar piri mi belli değil, hissettiriyor mu ki kaçtığını?’

‘Aynı evdeyken ben hissediyordum.’ Noyan hafifçe omuz silktiğinde telefonundan bir kez daha arama yapmış ancak bu defa hoparlöre almıştı ki o meşhur aradığınız numaraya ulaşılamıyor kadınıyla beraber kapattı.

Yaşı kaç olursa olsun bir kadın ortada yoktu. Üstelik bizim öğrendiğimiz zamandan beri üç saat, kamera kayıtlarından otel bahçesindeki görüntüsünün söylediği kadarıyla ise 7 saattir kayıptı. Telefonu kapalı, ona dair bilgisi olan da kimse yoktu. Buna rağmen odaya çıkmıştık ve Gizay ile Noyan önlerindeki bilgisayarla uğraşıyorlar, Denker abi ise terastan sarkıp etrafa göz atıyordu. Ben ortada sayamadığım kadar çokluktaki voltalarımdan birini atarken onların rahatlığı damarıma basmıştı resmen.

‘Ya Şanze ortada yok farkında mısınız!? Ya başına bir şey geldiyse…’ gözlerim üç adamda dolaşsa da Noyan derin bir nefes alarak sonunda bilgisayardan gözlerini çekti ve inanılmaz ama sakince bana baktı.

‘Beş saat önce mezarlıktaymış.’ Gizay’ın sesi ona bakmamı sağlasa da hala görüş açımda olan Noyan usul usul başını sallıyordu ki devam etti, ‘Mezarlıktayken sinyal kesmiş. Orman içinden gitmiş yani yürüyerek. İki saatte oraya koşarsa ulaşır, duraksamadığı durumda ve bu Şanze için olağan dışı değil. Bir saat orada kaldığını düşünürsek ve hala gelmediğini göz önüne alırsak ya başka bir işi vardı hedef şaşırtmak için mezarlığa gitti ya da birileriyle başını belaya soktu. Ben mezarlığa gidiyorum.’ Bilgisayarı kapatmak için hamlede bulunsa da Noyan anında tuttuğunda kaşlarım daha çok çatıldı.

‘Mezarlıktayken çevresinde başka sinyal var mıymış?’ dediğinde Gizay tekrar bilgisayar ekranına dönmüştü ki dilini damağına vurarak cık sesi çıkardı.

‘Yok, sadece bekçi kulübesinde sinyal var, o da normal zaten. Kulübeden dışarı çıkmamış.’

‘Gitme o zaman. Yalnız kalmak istiyor belli ki. Nasıl gittiyse öyle döner.’

‘Noyan, kız kardeşin sabaha karşı otelden kaçmış, saatlerdir telefonu kapalı ve ortalık bizim yüzümüzden karışıkken öylece bekleyecek miyiz?’ şaşkınlığım üçünün de bana bakmasını sağladığında Noyan bilgisayarını kapatıp sehpaya bırakarak iç çekti.

‘Yalnız kalmak istediğinde yapar bunu. Şanze’yi kolay kolay kimse yakalayamaz zaten.’ Kardeşine olan güveni gözlerimi mi yaşartmalıydı yoksa sinir krizi geçirmeme neden mi olmalıydı ikilemdeydim. Mezarlığa gitmişti tamam ama kimin mezarına? Dahası insanların mezarlıklardan iyi bir şekilde çıkabileceğini zannetmiyordum. Belki de dağılmıştı Şanze, çok üzgündü, kırgın veya kızgındı, tek başına hissediyor olabilirdi. Yalnız kalmak değil de birileri yanında olsun dahi istiyor olabilirdi.

‘Hangi mezarlık?’ diyerek kenara fırlattığım çantama uzandım. Gizay’ın bakışları önce bende olsa da usulca Noyan’a döndüğünde sonunda oturduğu koltuktan kalkabilmişti beyimiz.

‘Bırakalım istediği gibi olsun, çok sürmez gelir zaten Deran.’ Tepkisizliği beni öldürürdü bu adamın. O kadar sakindi ki çıldırsam, biraz sakin mi olsak, diyebilirdi dahi. Keza bu normal şartlarda Noyan’ın yapacağı bir şey değildi. Şuan benim yerime onun delirmiş olması, kardeşini merak etmesi, hatta Gizay mezarlıktaymış dediği dakika tek kelime etmeden koşa koşa odadan çıkması gerekiyordu.

‘Gizay. Hangi mezarlık?’ inatla tekrar baktığımda dudaklarını aralamıştı ki açılan kapıyla bakışlarım içeri döndü. Giderken kameralarda olduğu gibi ancak elinde fazlalıkla, koca bir viski şişesiyle, bir nebze de dağılmış haliyle Şanze girdi içeri…

‘Selamlar…’ sırıtarak yaklaşmaya başladığında siyah uzun elbisesinin diz hizasındaki yırtıkla çatıldı kaşlarım. Elindeki şişeden sadece bir tane tükettiğini zannetmiyordum çünkü adımları da yalpalıyordu. Hamle yapmaya kalktığımda ise Noyan koşar adım yaklaşıp anında kucağına aldı.

‘Selamına da sabahına da…’

‘Kızmışız…’ Noyan’ın bakışlarının asla farkında değildi muhtemelen çünkü kahkahalarla konuşmaya çabalıyordu. Noyan ise başını sağa sola sabır istercesine sallamakla meşguldü. Kollarındaki bedeni nazikçe koltuğa bıraktığında elindeki şişeye uzansa da Şanze anında geri çekti.

‘Olmaz… Şey, ben buraya neden gelmiştim…’ kahkahasını dindirse de artık ne düşündüğünü bilmiyor gibi bakmaya başladığında parmağını şıklatıp tekrar gülümseyerek üç adamı işaret etti.

‘Annemin size selamı vardı! Muhabbet çok sardı, o yüzden de sizi pek umursamadım. Kusura bakmazsınız artık…’ yarım yamalak daha doğrusu dilini yuvarlayarak konuşsa da elindeki şişeyi tekrar tepesine diktiğinde Noyan usulca yanına oturup geriye yaslandı. Bu zamana kadar Şanze’yle ufak zıtlaşmalarına, eğlenmelerine denk gelsem de onları duygusal bir anda görmediğim için durgun halinden diğerlerine döndüm. Denker abi alt dudağını ısırıp canının sıkıldığını belli edercesine başını sağa sola sallayarak önce terastan çıktı ardından odadan. Harelerim bu kez Gizay’a kayarken iç çekip boynunu bükerek baktı Şanze’ye.

‘Kızgın mı bize?’

‘Değil sanırım.’ Az önce kahkaha atan veya yükselerek dalga geçercesine konuşan Şanze kayboldu. Yerine ise dudakları titreyen, gözleri dolu dolu, sık sık iç çeken genç bir kadın kuruldu. ‘Kızmazdı ya bize zaten. Ama şey sanırım, kırgın biraz.’ Diye devam ettiğinde Gizay kaşlarını havalandırdı anında.

‘Nereden anladın?’

‘Sessizdi mezarlık. Kuş bile yoktu. Bir de…’ bakışları Gizay’da olsa da alt dudağını ısırıp gözlerini Noyan’a çevirdiğinde başını geriye atıp gözlerini kapatmış yüzünü süzdü. Noyan ise bakmadan dahi anladı sanırım, tek kolunu havalandırıp omuzunu sararak çekti göğsüne Şanze’yi.

‘Çiçekleri solmuştu abi…’

‘Gitmek istediğini söylesen ben seni götürürdüm. Çiçekte götürürdük.’ Diyen Gizay’la sessizliğini koruyan Noyan’ı dikkatle inceledim. Gözleri kapalı olsa da şakağına doğru süzülen yaşı gizleme ihtiyacı duymadı. Oradan öylece akıp saçlarının arasına süzüldü. Kor bir ateş gibi ince bir iz bıraktı ardında.

‘Biliyorum ama sadece götürüyorsunuz. Siz de gelmiyorsunuz ki. Kızmıyor diye üzülmüyor değil ya annem. İkiniz de ziyaret etmiyorsunuz onu. Kalbi çok kırılmıştır. Ne olur siz de gelseniz içeri?’ dediği sırada Gizay’da harekete geçip ortadaki sehpanın ucuna yerleşerek Şanze’nin yüzüne yapışan saçlarını okşadı usulca.

‘Bunları konuştuk güzelim.’

‘Bakmaya yüzüm yok dedi sadece.’ Gizay yumuşatmaya çalışsa da Şanze inatla göğsüne yaslandığı Noyan’ı işaret etti. Hatta işaret etti demek doğru olmaz çünkü göğsünün ortasına yumruğunu indirdi. Yüzüm istemsizce buruşurken Noyan’ın bir mimiği dahi kıpırdamıyordu. Sanki olan biteni izliyordum fakat aslında bedenen burada değildim. Ne yapacağımı bilememek öylece tutulup kalmama sebebiyet veriyordu. Bu durumda insanlar nasıl teselli edilir ufacık bir fikrim yoktu.

‘Hep öyle diyor!’ bir yumruk daha, ‘Annemi o öldürmedi ama hep yüzüm yok diyor!’ bir yumruk daha, ‘Çok özlüyor ama gitmiyor!’ bir yumruk daha, ‘Annem hepimizden çok severdi onu!’ bir yumruk daha, sonda ardı ardına Noyan’ın tepkisizce göğüslediği birkaç yumruk daha. Gizay durdurmak, geri çekmek adına harekete geçse de Noyan’ın tek el hareketiyle ona engel olduğu ve üzerine gelen yumruklarına direnmediği birkaç dakika. Daha fazla direnemeyen Gizay’ın da önce terastan sonra da odadan çıkması. Benim de yalnız bırakmak için kaçmak, belki de Şanze’nin ve Noyan’ın böyle üzüldüğünü görmemek adına uzaklaşmak istemem fakat Noyan’ın arkasından geçerken uzattığı eliyle olduğum yere çivilenmem ve gitmeme engel oluşu. Elimden sadece az önce Gizay’ın oturduğu yere yerleşmek gelirken Şanze’nin hem yumrukları hem hıçkırıkları dinmişti.

‘Annemi çok özledim…’ elindeki şişeyi biri alacakmış gibi hala sıkı sıkı tutarken mırıldandığında az önce yumruklar atsa da kaldırmadığı göğüsten başını kaldırıp şişeyi yeniden tepesine dikti.

‘Bende özledim bademim, hem de çok özledim.’ Dediği sırada Şanze elindeki bitmiş şişeyi ortaya uzattığında Noyan iç çekerek aldı elinden.

‘Devam edecek misin içmeye?’ sorusuyla tekrar göğsüne sinse de başını onaylarcasına salladı. Noyan ise telefonunu cebinden çıkarıp muhtemelen bir mesaj yazarak gönderdikten sonra koltuğa fırlatarak Şanze’nin başına ufak bir öpücük bıraktı.

‘Unutuyorum…’

‘Annemi mi unutuyorsun?’

‘Evet…’ yerinde rahat edememiş olacak ki ayaklarını yukarı çektiğinde Noyan ufak bir tebessümle dizlerine yerleştirdi bacaklarını.

‘Koca kadın oldun ama hala bebek gibi davranıyorsun, sümüklü.’ Kendine getirmek belki de konuyu değiştirmek istese de Şanze sadece omuz silkti.

‘Sesi gitti ilk önce… Sonra görüntüsü… Anılarında tepkileri kalmadı, sadece fotoğraflardaki donuk yüz… Şimdi anıları azalıyor zihnimde… Hatta çoğu aklıma gelmiyor. Sadece bir tane var… Net … Tam olan… Canlı ve gülen haliyle tek anı… Hangisi biliyor musun?’ başını tekrar Noyan’ın göğsünden çektiğinde açılan kapıyla beraber Adel elindeki iki şişeyi hızlı adımlarla yanımıza gelip Noyan’ın dibine bıraktı. İçeri yönelip üç tane de kadeh getirdikten sonra çıkarken Şanze hala abisinden bir cevap bekliyordu.

‘Biliyorum bademim…’

‘Şile’de olan evin bahçesinde…’ Şanze’nin mırıltısıyla tebessüm etse de ikisinin de dolu olan gözlerinden birer damla süzüldü.

‘Babamın kolu annemin belini sarıyor, annemin elleri babamın boynunun arkasında kenetli, güneş annemin yüzüne vuruyor, babamın dudaklarında ufak bir tebessüm, ne söylüyor bilmesek de annem kahkaha atarak gülüyor…’ ikisi de birer birer kelimeleri aynı anda dudaklarından döktüğünde Şanze’nin abisinden kaçırdığı bakışları gözlerimi buldu.

‘Çok mu çirkin görünüyorum?’ bu haldeyken sorusu istemsizce gülümsememi sağladığında başımı sağa sola sallasam da hareleri bu kez sorarcasına Noyan’a döndü.

‘Pek tercihim değil ama ağladığında gözlerinin rengi çok güzel oluyor.’ İkisinin arasında ufak bir kıkırdama olduğunda gelen üç kadehe şişelerden birini açarak viski doldurdum. Şanze yeterince dağılmıştı ama biraz daha içmesi belki de iyi gelecekti. En azından Noyan durdurmadığı gibi isteğini de yerine getirince böyle olduğunu düşünmüştüm. Kadehin birini Şanze’ye diğerini Noyan’a uzatıp sonuncuyu da parmaklarım arasına aldığımda ikisinin de bir anda tepesine dikmesine güldüm. Bu tebessüm falan değildi, bayağı güldüm. Kardeş olduklarını anlamak için DNA testi falan değil iki kadeh viski yeterliydi.

‘Düştüm.’ Diyerek siyah elbisesinin eteğini avucuna toparlayıp sol diz kapağını gösterdiğinde kurumuş kana ve büyük bir kısmı sıyrılmış diz kapağına baktım.

‘Bir şey olmaz, büyüyünce unutursun.’

‘Elbisem de yırtıldı.’ Diyerek bu kez parçalanmış yeri gösterdi.

‘Alırım aynısını.’

‘Önce buramı-‘ diyerek bu kez sol göğsünün üstünü işaret etti Şanze, ‘Sonra da dizimi temizleyip, yarasını sarar mısın?’

‘Dizini kendin temizlersin, sararsın fakat, gerisi bende. Anlaştık mı?’

‘Gerisini hallet o zaman abi.’ Diyerek omuz silktiğinde Noyan iki kolunu da açmıştı ki boynuna atılan Şanze’nin bedenini sımsıkı sardı. Bir süre baş başa kalmaları daha doğrusu dizindeki o ufak yarayı temizlemek adına malzeme almak için ayağa kalktığımda Noyan’ın gözleri beni bulsa da gülümseyerek girdim odaya. Üst kata çıkıp banyoya dalarak etrafta ilkyardım çantası aramaya başladım. Aslında yüksek olasılıkla lavabo altında veya üzerinde olan dolapların birinde olmalıydı ancak ben mümkün olabilecek bütün çekmecelerde denedim şansımı. Baş başa konuşmaları, belki kendilerini daha rahat ifade etmeleri gerekiyordu. Ya da konuşacakları özel bir şey de olabilirdi. O yüzden de elimden geleni yapmaya kararlıydım.

Kaç dakika geçti bilmesem de bulduğum ilk yardım çantasının sağına, soluna, içine, arkasına, önüne iyice baktım. Bir ara aynadaki yansımama çarptı gözüm, akmış rimelimi silip yeniden makyaj yaptım. Saçımı açtım, tekrar topladım, olmadı çantayı bir daha inceledim. Salak değildim ama zamanın biraz daha geçmesini istiyordum. Uzun zamandır sessizdi aşağısı fakat anlık bir kahkaha artık inmem gerektirdiğini düşündürdü. Çıktığım kadar yavaş adımlarla basamakları inip yanlarına ulaştım. Şanze yine kadehi kenara bırakıp eline şişeyi almıştı. Noyan’ın boynundaki kolları çözülmüş, dirseklerini arkasında kalan koltuğun kollarına yaslamış gülümsüyordu. Bakışları bana dönerken Noyan’da gülümseyerek baktığı yöne yani bana baktığında elimdeki çantayı salladım.

‘Şanslı hatunum. Küçük abim kalbimin kirini pasını temizliyor, yengem dizimin. Fakat ben bu ilgiyi çok sevdim. Arada ağrıtsam mı başınızı?’

‘Kaçma konusunu ayıldığında konuşacağız, o yüzden şansını zorlama. Şu an dinlemeyeceğin için çenemi yormuyorum.’

‘Borsa gibisin…’ Şanze’nin benzetmesiyle çantadan çıkardıklarımdan şaşkınca yüzüne baktığımda usulca omuz silkti abisine, ‘Tıpkı gerilim filimi gibi ne zaman düşeceksin ne zaman yükseleceksin belli olmuyor yani…’

‘Serseri.’ Zaten karışmış olan saçlarını Noyan’da karıştırdığında mızırdansa da pamuğa döktüğüm batikonla uzanmıştım ki Noyan anında elimden aldı.

‘Alıştırırsan hep dizini kanatır.’

‘Bu kafayla kendim yaparsam sizi pansumanlarım.’ İrdeleşmelerine gülsem mi şaşırsam mı emin değildim fakat Noyan göz devirerek hala bacaklarının üzerindeki dizini kaldırsın diye destek verdi. Şanze sanki mesajı almış gibi yerine daha çok kurulup sırıtmaya başladığında Noyan önce yaranın çevresinde gezdirdi batikonu. Ardından usul usul açık ama kurumuş kanla kaplı yeri temizlemeye başladığında ise Şanze’nin bağrışıyla gözlerimi büyüttüm.

‘Yedi değil yirmi yedi yaşındasın Şanze. Ve kafan o kadar güzel ki yarana bu pamuğu soksam hissetmezsin. Rol kesme.’ Diyerek benim aksime gayet sakin yarayı temizlemeye devam ettiğinde Şanze göz devirerek şişeyi tepesine dikti.

‘İki naz yapalım dedik hemen hevesimi kursağımda bırak.’ Umutsuz çıkan sesine rağmen gülümsemesi devam ederken ona baktığımı fark edip göz kırptı anında, ‘Hani ben böyle kendini bilmezlik yapıyorum ya.’

‘Kendini bilmezlik yaptığının da farkındasın yani…’ bakışlarını yaradan çekmese de tek kaşını havalandırdığında sıkkın bir nefes bıraktı.

‘Evet ama konumuz bu değil.’ Noyan başını sağa sola salladığında iyice sırıtmaya başladı Şanze, ‘Sen benim bu kendini bilmez halimi hep sakin karşılıyorsun. Fırçamı yiyorum tabi ama yasak yok sonuçta. Daha önce yasakta koyardın.’

‘Reşit olmadan önce yapardım onu. Ki yapmakta haklıydım kendini bilmez bir ergendin.’ Diyerek bu kez çantadaki kremleri kontrol etmeye başladı.

‘Peki şimdi çok büyük bir hata yapsam?’ sorusu Noyan’ın bir an duraksayıp ona bakmasını sağlasa da Şanze cevap bekleyen tavrından ödün vermiyordu.

‘Nasıl bir hata ve kime göre hata?’

‘Hamile kalsam mesela.’ Pat diye kurduğu cümle benim şaşırmamı sağlasa da Noyan istediği kremi bulup kenara bıraktıktan sonra oksijenli su ile batikonu temizlemeye devam etmişti.

‘Sana bu konuda karışacağım yaşta değilsin Şanze. Fakat olayın diğer faili mühim.’

‘Fail… Benimle aynı yaşta, hippi, umursamaz birisi diyelim.’ Umursamaz fail değil, Şanze’ydi ve elbette Noyan. Bunu öz abim olmamasına rağmen Levent’le aynı şekilde konuşsam çoktan gözleriyle ateş edip öldürmüştü beni.

‘Öyle değil, insanların yargıları değil mesele. Asıl mühim olan senin anlattıkların. Bir heriften çocuk yaptıysan ve bunu bana söylüyorsan o kadar da umursamaz, hippi ve kıt akıllı değildir.’ Açıklamasıyla oksijenli suyla da işini bitirip bu kez kremi aldı.

‘Ya öyleyse?’ şansını zorlama Şanze diyesim geliyordu artık. Fakat bakıyordum da bu sabah kendini anlatan Noyan’dı. Müdahale değil destek olan, ters gibi görünen fakat anlayışlı…

‘Olamaz.’ bir de kız kardeşine sonuna kadar güvenen. Belki de gerçekten böyle bir durum olsa ve o fail berbat birisi çıksa dahi yeğenine de kız kardeşine de kol kanat gerecek adamdı.

‘Neden?’ Şanze vereceği cevabı bilir gibi gülümseyerek Noyan’ı izlemeye devam ettiğinde kremi sürüp bakışlarını kardeşine çevirdi.

‘Öyle bir tiple zaman geçirecek kadar aptal yetiştirmedim seni de o yüzden olamaz. Olursa da aşık olmuşsundur, sana bu konuda sırt dönemem. Çünkü aşk insana aptallık yaptırır fakat devamlı bir aptallık değildir bu. Bana geldiysen aklını kullanmayı hatırlamışsındır.’

‘Bana güveniyorsun.’ Kenarda duran bandı alarak yarayı kapattığında başını onay verircesine salladı.

‘Her zaman… Hem sana, hem de kendime.’ yaranın üzerine bandı yapıştırdığında bakışları Şanze’yi bulurken kaşlarını havalandırdı, ‘Biriyle ilişkin mi var?’ sorusu ikimizin de kahkaha atmasına neden olurken Şanze anında başını sağa sola salladı.

‘Biriyle ilişkim olsa bunu bilirsin abi.’ Aldığı cevaba rağmen Noyan dikkatle baktı Şanze’ye. Derin bir nefes aldığında ise dudaklarında ufak bir tebessüm belirdi.

‘Teşekkür ederim.’

‘Bende ikinize teşekkür ederim. Gidip biraz da büyük abimin kafasını ütüleyeceğim.’ İkimizin de omuzlarından destek alıp ayağa kalktığında Noyan’a durdurması için baksam da yalpalayan adımlarla kapıya kadar ilerlemesini izledi. Şanze ise buna hazırmış gibi bize dönmeden elini salladığında yerinden kalkıp kenardaki tükenmez kalemi alarak hızlı adımlarla arkasından ilerlediğinde ben henüz ne olduğunu algılayamasam da Şanze hızlı bir hamleyle abisinin bileğini yakalayıp ters şekilde Noyan’ın cama yapışmasını sağladı. Ki cüsse olarak abisinden epey ufak olsa da bunu başardı. Şaşkınlıkla dudaklarım aralanırken kalemi aldığında Noyan bu zaferine gülümsüyordu bir de.

Bu nasıl aile ilişkisiydi Allah aşkına? Kafası bir milyon olmuş kadına arkadan saldırır gibi yapılır mıydı? Dahası o nasıl olmuşta benim bakarken seçemediğim hamleyi ayırt edebilmişti?

‘Boynuz kulağa bir takım küçük düşürücü şeyler yapıyor muydu abi?’ diyerek Noyan’ın bileğini bıraktığında o omuz silkti.

‘Atacağım fırçanın hiddetini belirlemem için reflekslerini kontrol etmem gerekiyordu.’

‘İyi hal indirimi de isterim o zaman.’ Göz kırpıp elindeki tükenmez kalemi saçlarının arasına yerleştirip gülerek tekrar kapıya yöneldi Şanze. Noyan ardından tebessümle baksa da odadan çıktığında bana dönüp az önce oturduğu yere yaklaşıp bıraktı kendini. Tabi beni de elimden tutup yanına çekmekten kaçınmadı.

On dakikaya yakın tek kelime etmeden oturduk öylece. Nefeslenmeye ihtiyacı varmış gibi uzun uzun soluklar aldı, dört tane ardı ardına sigara içti, iki kadeh viski bitirdi ama sustuk. Ne ben bir şey söyleme ihtiyacı hissettim ne de o…

Ben söylemedim çünkü, bazı anların izahı olmadığını, bazı yaşanmışlıkların açıklanamayacağını biliyordum. Noyan ise sadece nefeslenmek istedi… Bence öyleydi en azından. Bakışları öyle dümdüz ileri bakarken aklından geçenleri bilmesem de ruhundan ruhuma doğru bir soluk hissettim. Öyle uzun sürdü ki dalıp gittiği o an her ne ise mutlu olduğunu fark ettim bu soluklanmada. İnsan en çok iyi olan anılarına dalıp gidince böyle derin nefeslenir ve heveslenirdi.

Sonra hala avucunda olan elimi daha da kavrayıp kalktı koltuktan. Yine konuşmadım, yine konuşmadı. Adımlarını yanında takip ederken önce odaya girdik, sonra koridora çıktık. Asansöre bindik tek kelime etmedik. Çoğu insanı rahatsız edecek bu sükût bizi etmedi. Belki de bu yüzden konuşmamaya devam ettik. Otelin önüne çıktık, kapıdaki arabaya yerleştik, kemerimi taktım ve uçakta yaptığı gibi kontrol etti, sonra tekrar elimi kavradı ama yine konuşmadık. Adel arabayı harekete geçirdi biz sessizliğimizi koruduk. Sustuklarına saygı duymam gerektiğini düşündüm. Belki dilim açılsa çok şey dökülürdü fakat istemedim.

Yarım saate yakın süren sessizliğimiz ve yolumuz dış cephesi şampanya rengi, pencerelerinden çiçekler sarkan iki katlı müstakil eve kadar sürdü. Arabadan indiğimde yanıma gelen Noyan’ın kolu sırtımı sararken yönlendirmesiyle ilerledim. İnce taş bir yoldan yürümeye başladık. İki tarafımız da ağaçlarla kaplıydı, koca bir bahçe vardı, içinde yaşanır gibi olan ambiyansıyla yazlıkçı evi diye buraya derdim. Taş yolun bitmesini istemesem de sonunda iki kanatlı turuncu bir ahşap kapıya ulaşınca Noyan zile bastı.

Kapının ardından gelen kısa ama hızlı topuk sesleri gittikçe yaklaştıktan sonra usulca aralandı turuncu kapı. Ardından beyazlamış saçları sıkı bir topuza hapsedilmiş, simsiyah elbisesiyle ellilerinde bir kadın gülümsüyordu.

‘Hoş geldiniz…’

‘Hoş bulduk Seher hanım. Siz çıkabilirsiniz, akşam dilediğiniz vakitte dönersiniz.’

‘Nasıl isterseniz efendim. Öncesinde mutfaktan istediğiniz bir şey var mı?’ Noyan başını sağa sola sallayarak karşılık verirken kadın geldiği gibi kısa ama hızlı adımlarla içeri ilerledi. Noyan’ın yönlendirmesiyle bende içeri girdim. Tam karşımızda bir tarafı duvarla birleşik olan merdivenler vardı. Önümüzde uzun bir koridor, koridorun iki tarafında ikişer tane, bir de merdivenlerin altında olan toplam beş kapı vardı. İlk önce sağdaki ilk kapıdan girdik. Yazlıkçı evi kafam da burada kayboldu zaten. Etrafa göz attığımda dağ evine benziyordu iç dizaynı.

Büyük ekran televizyon tuğla desenli şöminenin üzerinde asılıydı, hemen karşısında bize sırtı dönük şekilde duran üç kişilik kahverengi deri koltuk ve aynı renkte iki yandaki berjerler. Ortada ahşap sehpa, onun üzerinde ise eski yeşil cam bir vazoda beyaz güller…

İlerleyip üç kişilik deri koltuğa oturduğumda etrafı süzmeye de devam ettim. Az önce dikkatimi çekmese de ön bahçeye bakan ahşap bir sallanan sandalye vardı, hemen dibinde uzun bacaklı sehpa ve koyu kahve lambaderle tüm yeşilliği seyrediyordu. Birkaç ayak sesi dikkatimi çekse de sonunda kapının açılma ve kapanma sesini işittiğimde Noyan arka tarafa yöneldi. Az önce yönüm yüzünden bakmadığım kapının diğer tarafında kalan duvardaki boydan boya dolaba. İşlemeli ahşap ve cam kapakların ardında hem kadehler, hem fotoğraf çerçeveleri, hem de kitaplar vardı. Altta olan raflarda ise birçok şişe. Boş olanlar kadar dolu olanlar da…

‘Burası dedemden kalma. Annemin babası yani, Nejdet Haluk Keskin… Yıllar önce buraya geldiğimizde bana korkutucu gelmişti. Çocukluk aklı işte, kahverengi hep fazla sert görünürdü gözüme. Gerçi şaşırmışta olabilirim. Evin dışı açık renk, kapısı turuncu, içi cenaze marşı gibi…’ başını usulca sallayıp üst dolaptan da iki kadeh çıkararak yanıma döndü tekrar. Kısılan gözlerim yüzünde dolaşırken tüm anlattıklarının içinden sadece Nejdet Haluk Keskin kısmını ayırt etmiştim. Keskin, sadece Noyan’ın dedesi değil, kardeşim dediği adamın da soyadıydı.

‘Gizay’ın soyadı da Keskin değil mi?’ sorumla başını onay verircesine salladı anında.

‘Dedem nüfusuna almış doğar doğmaz. Nedeni sır gibi, kimse bilmiyor, belki Kubilay bey bilir fakat sormadık hiç.’ Bunu sorgulamam Noyan’ın da odaklanmasını sağlamış olacak ki bakışları boş boş birkaç saniye etrafta dolaştıktan sonra koltuğa bıraktı bedenini.

‘Neyse… Dış cephe boyası yine bir yere kadar bütünleşiyor ama kapı, fiyasko… Ananem kapıyı annem boyadığı için dedemin değiştirmediğini söylerdi. Ne garip değil mi? Yaşarken kızının yanına gitmiyor ama boyadığı kapıyı da değiştirmiyor.’ Dediğinde tekrar etrafa baktım. Tertemiz, sanki canlı gibi duruyordu ev. Birazdan kapıdan birisi girecek ve biz de sizi bekliyorduk cümlesiyle o samimiyeti yakalayacak gibi…

‘Hala yaşayanlar var sanırım burada?’ sorumla Noyan başını sağa sola sallayıp kadehleri doldurarak birini bana verdi.

‘Eniştem ve babam ölen eşlerinin hatıralarını yaşatmak istiyorlar sanırım. O yüzden de emekli olana kadar o dönemden beri yaşayan bütün çalışanlar işine devam ediyor, hepsi emekli olduktan sonra ne olur bilmiyorum. Kimse olmasa bile yapıyorlar bunu. Bence yine saçma. İnsan sevdiklerinin değerini öldükten sonra anlayıp onları yüceltmemeli. Madem var sevgin o an yaşatıp hissettirmek mühim.’

‘Ben daha çok panik yaparsın diye düşünmüştüm.’ Dediğimde bakışları ne dediğimi anlamak istercesine bana döndü, ‘Şanze ortada olmayınca yani.’

‘Şanze arada kaçar. Yalnız kalmak ister. Korumaların dahil olmadığı bir yalnızlık istediği. İlk kez kaçtığında aradım, çokta endişelendim. Bulduğumda bir daha yapmamamı, bulmaya çabalamamamı söyledi. Normalde kıyameti koparırdım ama ihtiyacım var deyince jeton düştü. Bende yaparım bazen. Herkesi bırakırım geride, kendi emir verdiklerimden kaçarım. Benim ihtiyacım oluyorsa onun da olabilir. O günden sonra aramadım. Sonra da onunla anlaşmaya varmak istedim. Her ihtimale karşı onu acil bir durumda bulacağım yer neresi ise cihaz kapatıp bana böyle mesaj verecekti. Bende peşine kimseyi takmayacaktım.’

‘Sinyal kesildikten sonra başına bir şey gelseydi?’

‘Gelmez. Şanze çıt kırıldım gözükür. Her şeyden korkar, çekinir, çok hayat dolu gibidir. Fakat uzun bir süre eğitim aldı. Ben, Gizay, abim, hepimiz çok üzerine gittik olasılıkları değerlendirip. Sonra bir akşam onu kaçırmak isteyenler oldu. Haberdar olduğum için bekliyordum. Hem zarar gelmesini engelleyecektim, hem de kardeşime dokunanları alacaktım. Ancak Şanze’nin şanslı olduğunu düşünmeme rağmen biz orada olduğumuz için şanslı olan saldıran beş adam oldu. Öyle bir patakladı ki… Şiirsel dövdü herifleri.’ Dudaklarında gururlu bir tebessümle başını salladığında havalandı kaşlarım.

‘Şiirsel dövmek?’

‘Saçı başı dağılmadı, üzeri kirlenmedi, ah dahi demedi. Bir gün antrenman yaparken denk gelirsen anlarsın ne demek istediğimi. Kardeşim diye demiyorum ama şiir gibi insan dövüyor. Her bir mısrada duraksarcasına, virgüle, noktaya taparcasına. Toparlayayım… Diyeceğim o ki, ben olsam da olmasam da kılına dokunamazlar Şanze’nin. Ancak onun hayatında olmadığım tek bir an bile yoktur.’

‘Peki Denker abi?’

‘Ondan emin olamam hiç. Sinirlenince kontrolsüz. Çok bulaşmaz öyle kavga dövüş işlerine abim. Kendi stili var ama sevmez, sabırlıdır. Çocukken de öyleydi. Hır gürü yoktur pek. Binde bir yükselir, o zaman da beş on kez düşünür değer mi diye. İlk çocuk diye sanırım, çok sakin yetiştirmiş annemle babam.’

‘Gizay?’

‘Onun tek kelimeyle anlatırım bak. Sinsi…’ yüzünde büyük bir gülümseme oluşurken aklına bir şey gelmiş gibi ayağa kalkarak arkadaki dolaba ilerledi yine. Az önce şişeyi aldığı yerin yanından büyük, defter gibi bir şey aldığında tekrar yanıma gelip oturdu.

‘Karda yürür izini belli etmez. Korumak için peşi sıra gidersin o seni korur. Eyvallahı yoktur. Gürültü çıkarmaz fazla. Sessizce halleder işini gücünü. Mümkün değil bir insan bunu yapamaz dediğin ne varsa, onu yapar Gizay.’ Dediğinde elindeki o koca defteri dizlerime bıraktığında kapağı açtım. Defter falan değildi, albümdü. Çoğu eski fotoğrafla dolu olan, belki de asla tanıyamayacağım insanları barındıran bir albüm. İlk sayfasında olan dört fotoğraftaki kişileri tanımıyordum mesela. Arka sayfasındaki fotoğraflardan ise gözüm sadece Noyan’la aynı harelere sahip genç iki kadını seçebilmişti. Noyan fazla boş baktığımı anlamış olacak ki ilk sayfaya tekrar dönmemizi sağlayıp sol üstteki kareyi işaret etti.

‘Dedem ve ananem. Sadece ananemi tanıdım sanırım bu albümde.’ Diyerek onun hemen sağındakini gösterdi, ‘Dedem ve kardeşleri.’ Sonra sol alttaki fotoğrafı işaret etti, ‘Dedem ve babası.’ Sağ alttakini işaret etti bu kez, ‘Ananem ve ailesi.’ Hepsinin altında sırasıyla isimler vardı. Mesela ilk fotoğraf epey eski olmasına rağmen sanki hatırlanmak, unutulmamak için Gülşen ve Nejdet Haluk Keskin yazılmıştı. Sonrakinde Nejdet, Bahtiyar, Bahadır, Beyza, Bahri Keskin… Sol altta olanda, Cüneyt, Nejdet Haluk Keskin… Diğerine, Gülşen Keskin en üstte ve tek olarak şekilde yazılsa da yine fotoğraftakilerin isimleri not düşülmüştü. Gülhan, Fahri, Fethi, Fatma, Gül Topçuoğlu… Hangi sırayla duruyorlarsa ona göre not edilmiş, bir de altına ufak harfler ve muhteşem el yazısıyla yılla beraber yer de yazılmıştı.

‘Anneannen Bulgar mıydı?’ ailesiyle olan fotoğraftaki konumda Eski Zağra/BULGARİSTAN yazıyordu.

‘Bulgar göçmeniymiş. Bu fotoğraf Bulgaristan’da yaşanan olaylar zamanından kalma. Göçmek için yola çıktıkları gün çekmişler.’ Başımı onay verircesine sallarken fotoğrafları incelemeye devam ettim. Fakat Noyan’ın az önce kardeşlerini anlatmasına kendini anlatarak devam etmesini istiyordum.

‘Peki sen?’ dediğimde başta sessiz kalsa da benimle incelemeye başladı her kareyi, bir yandan da anlatmaya.

‘Benim sağım solum belli değil. Rüzgara bağlıyım biraz. Eserse tufan koparırım. Esmezse kılım kıpırdamaz. Gürültücü bir tipim ama fevri değilim. Gürültü yapacaksam öyle kısa vadede unutulup gidecek şeyler olmaz. Sıkıntılıyım biraz sanırım. Gemi benimse ve yanıyorsa eğer liman bırakmam. Ama hep böyleydim. Çocukken de istediğimi alana kadar durmazdım bir türlü.’

‘Başka?’

‘Aslında benim kavgalarım hep Gizay’laydı. Seviyordum onunla ters düşmeyi. Kardeş diye öğütlendik biz çünkü. Sorun varsa da aramızda ikimiz çözdük. Ne annem ne babam girmedi aramıza. Ufak müdahaleler elbet vardı ama dışarıdan biri sıkarsa canımızı birlik olur, o işi halledince yine kapışırdık.’ Hafifçe omuz silkerken ilerlediğim her bir sayfada da dikkat kesildim. Koca bir aile vardı. Öyle ki bir bir bütün aile üyelerinin değerini göstermek ister gibi isimleri not düşülmüştü. Tarihlere rağmen ne zaman çekildiğinden emin olamasam da kalabalık olduğu için bayramda diye tahminde bulunabileceğim aile fotoğrafları, tanışmadığım tüm insanların üzerinde olan kıyafetlerden pay çıkarmam gerekirse düğün veya kutlamalara ait yine kalabalık kareler ve ilerlediğim her bir sayfada ilk başta çocuk olan ancak usul usul büyüyen veya yaşlanan insanlar… Sonlara yaklaşırken bir sayfanın tam ortasına yapıştırılmış tek fotoğrafı daha uzun süre inceleme fırsatım oldu. İlk sayfanın aksine daha renkliydi bu ve diğerlerine oranla çok daha yakından çekmişlerdi iki kişiyi. Şimdilerde yüzünde yılların çizgileri olan, kaya gibi sert duran Kubilay Visam’dı fotoğraftakilerden biri. Diğeri ise yüzünün hatları ilk fotoğrafa oranla daha çok oturmuş, sevdiğim adamın gözleriyle aynı bakan gözlerin sahibiydi, Yıldız Keskin Visam… Sevdiğim adamın anne ve babasının böyle bir kareyle karşıma çıkacağını asla tahmin edemezdim fakat öyle güzeldi ki uzun uzun seyretmekten alı koyamadım kendimi.

Arka fonda antik eski bir kemer vardı, net bir şekilde ayırt edemeyeceğim kadar kapanmıştı önü Yıldız hanım ve Kubilay bey tarafından. Fotoğraf gün batımı kadar turuncu ancak eski olduğunu belirtircesine de soluktu. Yıldız hanımın omuzunun biri Kubilay beyin göğsüne yaslı, yüzünde kocaman kahkaha attığı belli olan gülümsemesi, iri gözleriyle o kadar gerçek ve hayat doluydu ki tarif dahi edecek kelimem yoktu. Kubilay bey ise kameraya doğru kahkaha atan eşinin yüzünü izlediği için yan profilden yansımıştı. Noyan’ın gözleri annesinin genetik aktarımı olabilirdi ancak ilk defa bu kadar dikkatli incelediğim Kubilay beyle fark ediyordum ki kirpikleri babasından mirastı Noyan’a.

‘Çok aşıklar…’ dilimi tutamayıp mırıldandığımda Noyan’ın hareleri pencereden seyrettiği bahçeden albüme döndü.

‘Öylelerdi, tehlikeli şekilde aşıklardı birbirlerine.’

‘Neden tehlikeli?’

‘Louis Aragon’un bir şiiri var Mutlu Aşk Yok Ki Dünyada diye, biliyor musun?’ sorusuyla bakışlarım Noyan’a dönerken kaşlarım çatılsa da başımı sağa sola salladım. Dudaklarında ufak bir tebessüm belirirken olduğum sayfanın jelatinini kaldırıp fotoğrafı parmakları arasına aldı.

‘Cemal Süreya çevirisinde ilk dizelerde der ki; Aslında hiçbir şey kâr değil insana, ne gücü, ne zayıf yanları, ne de yüreği… Gölgesi bir haç gölgesidir kollarını açsa… Ve kırar göğsüne bastırırken sevdiği şeyi. Tuhaf bir ayrılıktır hayatı kapkara, mutlu aşk yok ki dünyada…’ eline aldığı bir fotoğraf karesine şiirin mısralarını döker gibi usulca Yıldız hanımın yüzünü okşayarak okudu Noyan. Ardından usulca aldığı yere aynı hizada bırakıp jelatini kapattı üzerine. Geriye yaslandıktan sonra kolu omuzumu sararken yaklaşıp sırtımı yasladım göğsüne. Çenesi başımın üzerine denk gelirken sayfayı çevirmek için hamlede bulunsam da omuzumdan uzanan parmakları durdurdu.

‘Sonu daha güzel. Acılara batmamış bir aşk söyle bana. Yıkmamış, kıymamış olsun bir aşk söyle. Bir aşk söyle sarartıp soldurmamış ama… İnan ki senden artık değil yurt sevgisi de. Bir aşk yok ki paydos demiş gözyaşlarına. Mutlu aşk yok ki dünyada. Ama. Şu aşk ikimizin öyle olsa da…’ kelimesi bittiği anda ikimiz de sessizliğe gömülmeye karar verir gibi sustuk. Bir süre daha inceledim olduğum sayfayı. Noyan dudaklarını saçlarımın arasına gömdü kıpırdamadan baktım anne ve babasına. Aslında baktığım Noyan’ın aile bireyleri değil de aşık iki bedenmiş ve ben kim olduklarını bilmiyormuşum gibi inceledim.

Bir kadın vardı. Gülüyordu, hatta gülmek değil kahkahalar atıyordu. Kahkahasına rağmen gözleri o kadar büyüktü ki kısılıp kapanmasına olanak dahi yoktu. Belki de poz değildi bu. Yıldız hanım gerçekten de o anda karnını tutarak kahkaha atıyordu bir ihtimal. Hayatı boyunca en çok eğlendiği an bu olabilirdi veya içten gelen en büyük kahkahası bu olabilirdi. Kumral tenini çerçeveleyen açık kumral kâkülleri dahi bu kahkahasına eşlik eder gibi dağınıktı. Sevdiği adamın omuzunun biraz altından tutan ince uzun parmaklarında kahverengiye yakın bordo ojeler vardı. Genç fakat olgun bir kadındı ancak hayatım boyunca amcamın yengemi güldürmeleri dışında görüp görebileceğim en gerçek kahkaha buydu. Orada olmamama, Yıldız hanımın sesini hiç duymamama rağmen kulağımda çınlıyor gibiydi nahif tınısı.

Bir de adam vardı aynı karede. Yine orada değildim, yine onlara şahit olmamıştım fakat sanki karşımda göz kırpmadan kadının gülüşünü izleyen, yüz hatları keskin ama bakışları aşkla yoğrulmuş bir adam duruyordu. Esmer teni günbatımının turuncusunu hapsetmişti yüzüne, sadece kolları değil ruhu da sarılmıştı kadına. Nereden bakılırsa bakılsın sırılsıklam aşıktı kadına ve bunu fotoğrafın çekildiği anda çevrede olan herkes ayırt edebilirdi. Kubilay bey herhangi bir kadına aşık, herhangi bir adam gibi bakmıyordu. Aşık olduğu kadını tüm hücrelerinde yaşarcasına bakıyordu.

Bana kalırsa bu kareden sonra sımsıkı sarılmış veya öpmüş olmalıydı Yıldız hanımı. Noyan fotoğrafa bakınca o şiirin acıklı yönüyle karşılaşıyordu belki ancak benim için ifade edilişi farklıydı. Eğer bir şiir ile anlatılması şart olacaksa o şiirin sahibi Rainer Maria Rilke olmalıydı. Çünkü onun mısralarında dedikleri gibi bakıyordu Kubilay bey…

Nasıl tutayım ki ruhumu, değmesin diye seninkine?

Nasıl tutup kaldırayım onu senin üzerinden başka şeylere?

Bir süre daha kaldık öyle. Sonra sayfayı çevirdim. Başka insanlar çıktı karşıma. Sayfalar ilerledikçe Denker abi denk geldi mesela yanında yaşıtı gibi duran bir çocukla. Sonra farklı farklı zamanlarda benzer kişilerle olanlar. Kronolojik bir yaşanmışlıklar silsilesi gibi devam etti albüm. Şimdiki zamana ulaşana kadar sürdü. Hala boş olan sayfalar vardı elbette ancak en sondaki fotoğraflarda Noyan, Denker abi, Gizay ve Şanze’nin şu an olan yaşlarına yakın zamanlarda çekildiği belli olan fotoğraflar vardı. Sonunda albümün kapağını kapatıp derince soluklandığımda Noyan’ın sessizliğini koruyacağını anlayarak araladım dudaklarımı.

‘Anlatın bakalım, aşk meşk dünyanız nasıldı Noyan bey?’

‘Çok canlı diyemem. Fakat yokta diyemem. Sarmadı, yani kendimi bir ilişkiye adapte edemedim hiç. O yüzden de uzun soluklu değildi ilişkilerim.’

‘Platonik takıldın mı hiç?’ başımı arkaya daha çok atıp yüzünü incelemeye başladığımda gülümsedi bu halime. Ben olsam bende gülerdim çünkü Noyan’ın platonik bir tip olmayacağı belli gibiydi. Daha çok birinden biraz dahi hoşlansa gidip paldır küldür hislerini açıklayacak bir adammışçasına görünüyordu gözüme.

‘Takıldım.’ Cevap hiç beklemediğim şekilde olunca hızlıca göğsünden ayrılarak yüzümü döndüm. Gözlerim istemsizce kocaman açıldı tabi onlarla beraber dudaklarım da şaşkınlıkla aralandı. Yaşadığım şok Noyan’ı şaşırtmış olacak ki kaşları çatıldığında başını sağa sola sallamaktan da kaçınmadı, ‘Ne? Platonik olamaz mıyım ben?’

‘Öyle bir adam olduğunu hayal dahi edemem.’

‘İnsanlar büyür ve bazı olgunluklarla beraber bilinç düzeyine ulaşırlar. Fakat bende bir zamanlar hem çocuk, hem de ergendim en nihayetinde.’

‘Kimdi peki?’

‘Evlenmeyi planladığım kadınla eski platonikliğimi veya kız arkadaşlarımı konuşmayacağım Deran…’

‘Merak ettim…’ boyun büküp yavru kedi gibi baksam da başını olumsuzca salladı yine.

‘Bu hem sana, hem de geçmişime saygısızlık.’

‘Saygısızlık değil, onları kötülemeni istemiyorum, sadece merak ettim.’

‘Sana saygısızlık çünkü geçmiş zamanlardaki ilişkilerimi anlatacağım basit bir kadın değilsin, onlara saygısızlık çünkü dilime pelesenk yapacak seviyede düşük bir ilişki yaşamayı asla aklımdan geçirmedim, platonik dahi olsa.’ Cümlesiyle beraber usulca ayağa kalktığında uzattığı eliyle yüzünün arasında gezindi gözlerim. Pes edip dile getirmeyeceğini kararlı duruşundan anladığımda parmaklarını yakalayıp bende ayağa kalktım.

‘Bana sorsan anlatırdım, sonuçta kimsenin dedikodusunu yapmıyorum art niyetli olarak, bu saygısızlık olmazdı.’ Yönlendirdiği gibi önce odadan çıkıp ardından direkt olarak basamaklara ilerlediğinde takip ettim.

‘İnan bana senin anlatmaman en iyisi. Elbette ilişkilerin olmuştur ve bu yaşanmalı ancak yanında başka bir adamın olmuş olma düşüncesi biraz çilekeş yapabilir beni.’ Gülerek basamakları adımladığımızda bakışlarım da etrafta gezindi. Belli ki Keskin ailesi fotoğraflara fazlaca kıymet veriyordu. Tıpkı albümde olduğu gibi basamaklar boyunca duvarda onlarla süslenmişti. Yine aynı şekilde altında tarih ve konumlarıyla beraber. Bu ev bana kalırsa olduğu haliyle müze dahi sayılabilirdi. Yıldız hanımın ailesinin köklü olduğunu seneler öncesine dayanan birçok fotoğraftan anlayabiliyordum üstelik bu sayede.

Basamaklar bittikten sonra alt katta olduğu gibi uzun bir koridora çıktık fakat aşağının aksine burası iki yöne doğru da uzuyor ve on bir tane oda kapısı barındırıyordu. Muhtemelen gelen misafirlerin odaları karıştırması istenmediği için kapıların yanlarında altın rengi plakalarla isim yazılmıştı. Görüntü bana kalırsa asla mantıklı değildi. Tıpkı merdivenlerde düşündüğüm gibi bu plakalarda burayı müzeye dönüştürmüştü veya bir devlet dairesine. Sahi kim yapardı ki bunu? Hangi mantıkla veya düşünceyle yapardı? Gelen misafire odanın yerini tarif etmek yeterliydi bana göre. Ancak Noyan tam karşımdaki kapıda olan plakaya dikkat kesildiğimi fark etmiş olacak ki ben sormadan araladı dudaklarını.

‘Dedem eski subaylardanmış. O yüzden nizami yaşamayı sever, kimse kimsenin alanını işgal etsin istemezmiş.’ Diyerek koridorun sol tarafına yönlendirdiğinde en sondaki kapının önünde durduk. Diğerlerinde tek plaka olsa da burada iki tane vardı. Birinin üzerinde Yıldız Keskin Visam, diğerinde ise Yağmur Keskin Albora yazıyordu. Noyan kapıyı aralarken sessizliğimi koruduğumda açılan alanla aydınlık bir odaya girdik. Duvarları yumuşak tonda bir turuncu kağıtla kaplı, ikiye ayrılmış gibi duran dekoruyla buram buram nostalji kokan yerde gezdirdim gözlerimi.

Odanın iki ucunda tek kişilik koyu renkte ahşap yataklar vardı. Onların ayak uçlarında pencereden güneş alsın dercesine yerleştirilmiş yatakla aynı renkte iki çalışma masası ve iki sandalye, yatak başlarında ise yine aynı renk komodinler, tam ortada ise kocaman bir giysi dolabı. Bu noktaya kadar olan eşyalar bire bir aynıydı fakat sağ taraftaki lila yatak takımının üzerinde birçok peluş oyuncak duruyor, çalışma masasında olan defter kalemler dağınıklığını koruyordu. Sol taraftaki sütlü kahve yatak takımının başucunda ise üst üste dizili altı tane kitap ve yine sütlü kahve başucu lambası, intizamla düzenlenmiş çalışma masası vardı. Bu odada güncel olarak kullanılıyor gibiydi. Her an birileri bir yerlerden çıkacak veya an itibariyle yatağın üzerinde kapıda isimleri yazan insanlar belirecek gibi.

‘Teyzem ve annemin evlenmeden önce kullandıkları oda burası.’ Konuşurken bir taraftan da sol köşede olan çalışma masasına ilerlediğinde üzerindeki çerçeveyi parmakları arasına aldı.

‘Annenin yatağı burası mı?’ diyerek sol tarafı işaret ettiğimde bakışları bana dönerken tebessüm ederek başını salladı.

‘Karakterleri çok farklı gibi duruyor.’ Mırıldanarak bende yatağa yaklaşıp komodindeki kitaplara göz attım. Altı kitabın altısı da farklı türlerdendi. En altta duran üç tanesi romandı ancak kendi içlerinde, bilim kurgu, aşk ve tarih konuluydu, daha önce üçünü de okumuştum. Diğer üçü ise ders kitabıydı, Netter’in Sistematik Temel Anatomisi, Tıp Tarihi, Guyton ve Hall Tıbbi Fizyoloji.

‘Anneannem ikiz olmalarına çok şaşırdığını dile getirirdi. Sadece iki ortak özelliklerinin, onların da göz renkleri ve inatçılıkları olduğunu söylerdi. Teyzem biraz daha havai, aklına eseni yapan, neşeli, vurdumduymaz bir kadınmış. Annem ise onun aksine daha ciddi, olaylara karamsar tarafından bakan, mutlu ama disiplinliymiş.’

‘Teyzeni tanımadın mı?’

‘Tanıyamadım, doğum sonrasında ölmüş, yaşı gençmiş.’ Derken elindeki çerçeveyle yaklaşmaya başladığında fotoğrafı bana çevirmişti ki gerçekten de iki farklı görünüşe sahip genç kadınlara bakakaldım. Noyan’ın anneannesinin dediği kadar vardı. Yıldız hanım kumral, uzun boylu fakat zayıf, yüz hatları daha keskin ve ciddi genç bir kadındı. Yağmur hanım ise onun aksine esmer, yuvarlak yüzlü, orta boylu, birazcık balık etli ve fazlaca neşeli görünüyordu.

Koca bir ev vardı içinde gezdiğimiz. Geniş ışık alan odaları, yaşanmışlıkları, anıları, bir aileyi bir arada tutan duvarları olan bir ev. Fakat ne yazık ki tüm bu anılara rağmen zamanında içinde yaşayan insanlardan sadece izler kalabilmişti daha fazlası değil. Bu duvarların arasında aldığım her derin nefeste geçmiş doluyordu içime. Belki onlarca kez yaşanmış bol kahkahalı aile yemekler geçiyordu gözümün önünden. Yıldız ve Yağmur hanımın kıyafet kavgaları, birbirleriyle sırlarını paylaştıkları anlar, heyecanları, hüzünleri… Hatta o kadar ki Yıldız hanımın gece vakti kitap okuduğu ve Yağmur hanımın ışıktan rahatsız olduğu için ona kızdığı bir an dahi hayal edebilmiştim.

Burası sadece bir ev değildi. Aile eviydi. Tanımlanması güç, açıklanması için kelimelere değil yaşanmaya ihtiyaç olunan yer. Her his ve durumun ötesinde nahifti, neşeliydi, birlikti, beraberlikti. Birbirinin omuzunda ağlayan veya kol kola kahkaha atan insanların nefes alabildiği yerdi. Çocukluktan kalma bir servetti. Yaşanabilen çocukluk, ergenlikti. Bir ev ne kadar aile barındırdığını belli edebilirse burası da öyle belli ediyordu. Adeta efsunlu gibiydi. İçinde yaşayan kimsecikler sağ olmasa da her an bir kapı ardından çıkıp gelecekmişçesine büyülü ve gerçek… Aynı evin içinde yaşamak kimseyi aile yapmıyordu ancak mutlu bir aile o evi yuva haline getirebiliyordu.

Burası ise alabildiğine bir ailenin yuvasıydı… Tüm izleri, anıları ve yaşanmışlıklarıyla…

O evden geldiğimiz sakinlikte çıktıktan sonra otele tekrar dönmüş, sörf yapacağız uğruna yüzleri kıpkırmızı olmuş Denker abi, Gizay ve gündüzden kalmalığı sayesinde gözü açılmayan Şanze’yle akşam yemeği yemiş, odalarımıza dağılmıştık. Benim uykusuzluk hallerim, Noyan’ın ise pek uykuyu sevmediğini fark edebilmiş olmamla beraber yine terasa yayılmıştım. Bir önceki akşama göre ışıklar bu kez tamamen kapalıyken bakışlarım yıldızlarda dolaşmaya devam etti.

‘Yakamoz var.’ Noyan’ın sesiyle dirseklerimden destek alıp başımı kaldırdığımda terasın kenarına yasladığı elleriyle bakışlarını bana çevirdi, ‘Sahile geçelim mi?’ daha önce böyle bir talebi olmadığı ve bende sanırım Noyan’ın normal insanlar gibi yakamoz izlemek isteyeceğini düşünmediğim için şaşkın olsam da başımı onay verircesine salladım. Tepkimle anında korkuluklardan elini çekip yaklaşınca uzattığı parmaklarını yakalayıp kalktım yerimden. Üzerimi değiştirmeme gerek yoktu çünkü akşam yemeği için elime gelen en rahat takımı, acı kahve keten şort ve gömleği giymiş, odaya çıkınca da değiştirmemiştim. Noyan’da en az benimki kadar rahat keten krem pantolon ve gömleğiyle ineceğini belli edercesine kapıya yöneldiğinde çıktık odadan. İlerleyip yaklaştığımızı gören Adel’in çağırdığı asansör kabinine bindiğimizde bu gündelik ve Noyan’lık hareketmiş gibi görünen olayın aslında yüksek güvenlik önlemi içereceğini kapılar kapanmadan önce harekete geçen adamlardan anlamıştım.

Ufak bir yürüyüşten sonra geldiğimiz sahildeki büyük şezlonga yerleştiğimizde Noyan’ın sağ tarafında beliren Adel’e kaşlarımı havalandırarak göz attım.

‘İstediğiniz bir şey var mı Noyan bey?’ dedikten sonra gözleri bana döndüğünde gülümsedi, ‘Veya sizin Belgi hanım?’ cevap vermemi bekleyen sadece Adel değildi belli ki çünkü Noyan’ın gözleri de bana döndüğünde sırıtmamı içime içime atarak derince soluklandım.

‘Var Adel. Bardağı tütsülenmiş, turunçgil ve çarkıfelekle aroma edilmiş, tonikle açılmış, çilekle renklendirilmiş, sıfır kaloriye yakın, içince ananas tadı veren, sade süt.‘ dalga geçtiğimi Noyan anlamıştı ama Adel havalanmış kaşlarla bakıyordu.

‘Baştan söyleseniz not alsam Belgi hanım?’

‘Ciddi ciddi bu talebimi gerçekleştireceksin yani baştan söylediğimde?’

‘Elbette.’ Kendinden emin olmasına mı yanayım yoksa bu talebim için ortalığı birbirine karıştırma olasılığına şok mu olayım kestiremiyordum doğrusu.

‘Sen dinlenmeye geç Adel, çocuklara mesaj atacağım bu akşamın kalanında onlar ilgilenir.’ Noyan daha fazla Adel’in harap olmasına kıyamamış olacak ki ben konuşmadan araya girdiğinde Adel usulca başını sallayıp otele doğru ilerlemeye başladı. Bakışlarım Noyan’ı bulduğunda ise tek kaşımı havalandırdım anında.

‘Gerçekten tekrar etsem not alıp yaptırır mıydı?’

‘Adel’e imkansız de sonra otur izle. Bir gün Şanze’nin canı karpuz istedi bende çocuklara söyledim alıp gelsinler diye, Adel duruma dahil bile olmamıştı. Beş dakika içinde Adel gelip nerenin karpuzu diye sordu. Adana mı, Diyarbakır mı demek istemişti sanırım. O da saçma, şehrini söylesem alıp gelecek mi yani… Soruyu duyunca gerildim. Sadece senin gibi merak ettiğim için şehir ülke fark etmez karpuz yiyeyim ama çilek tadı alayım dedim.’

‘Ve?’

‘Ve Kübra hanıma mutfakta çilek suyu çıkarmasını söyleyip şırıngayla karpuz dilimlerinin içine o suyu sıkmış.’ İstemsizce dudaklarımdan koca bir kahkaha döküldüğünde inanamaz gözlerim üzerindeydi.

‘Hiç imkansızı yok mu?’

‘Sadece Adel değil, yanımda çalışanların, daha doğrusu yakın korumam olan zincirde birinci derece görev yapanların imkansızı yoktur. Çünkü hep imkansız şeyler istedim onlardan. Yapabileceklerinin daha üzerinde olanları, hatta yapamayacaklarını dahi. Fikir yürüttüler, en yakınını yapmaya çalıştılar.’

‘Yani bu talebimi Adel değil başka birine söylesem o da yapmaya çalışırdı.’

‘Evet sadece o not almak istemezdi. Adel senin huyunu biraz öğrendi, çok zor şeyler istemediğin için hazırlıksız yakalandı, bundan sonra tekrar etmeni istemez fakat seninle pek iletişimde kalmamış birine söylesen ikiletmez gider ve yapar.’ Umursamaz omuz silkmesiyle iç çekerek göz gezdirdim çevrede.

‘Bu kadar güç taleplerin oluyor yani onlardan, peki nasıl dayanıyorlar?’

‘Bu isteklerim sadece emir komutanın temel zincirine olur. Dayanamayan alt zincirlerde kalır. Ki temel zincir zaten kolay kolay orada yer edinemez.’ Normal şartlarda Noyan’a acaba biraz insanlarla iletişime geçtiğini fark etsen mi derdim ancak bu cümlesinden fark ettiğim tek şey onlardan emin olduğu kadar onların gelmesi için çaba harcadığı yer yüzünden kendinden de emin oluşuydu. Bahsettiği o temel zincir sanki Noyan ve onun seçimlerinin bir başarısı gibi gururla dökülüyordu kelimeler ağzından.

‘Onları robot gibi görüyorsun, ruhları, hisleri yokmuşçasına… Fakat güveniyorsun da, her şeyi yapabileceklerine yani…’

‘Güveniyorum çünkü bu yola çıkarken neredeyse hepsi yanımdaydı. Güvenmem kendimdeki değişim ve gelişmeyi gördüğüm için. Ruhları, hisleri yokmuş gibi düşünüyorum çünkü çoğuyla yıllardır çalışıyorum. Onları robot olarak görmesem olan her komplo veya saldırıda iyi bildiğim şeyi, savunma ve saldırıyı yapamam. Birine bir şey oldu mu der dururum. Benim için çalışsalar da, söylemesi basit gibi görünse bile en yakın geçmişi göz önüne alacak olursam minimum altı yıldır bir aradayım.’

‘Duygularını bastırmak için arana duvar örüyorsun yani?’

‘Duygularımı bastırmam ben, huyum değil. Sadece burasının-‘ işaret parmağını hafifçe şakağına vurdu, ‘Teklemeden çalışması lazım. Yoksa onlar da biliyor yaşama haklarının farkında olduğumu.’

‘Seni tanıdığımdan beri öyle çok olaylı şeyler olmadı ama.’ Desem de ormanda üzerimize açılan ateşi ve Noyan’ın babam tarafından kurşuna dizilmesini elbette hatırlıyordum. Bunun farkında olduğumu belli etmek istercesine yüzümü buruşturduğumda gülümseyerek elinde iki şarap kadehi ve bir şişe kırmızıyla gelmiş adamdan aldı kendine uzatılanları.

‘Söyleyeceğim cümle seni ürkütecek muhtemelen ama…’ diyerek mantar tıpayı çıkardığında dikkatle incelesem de iki kadehi doldurup şişeyi kumlara saplayarak birini bana vermişti, ‘Kanı en iyi gece gizler, toprakta eşlik edip içine çeker.’ Bakışlarım beş saniye yüzünde gezindiğinde ufak tebessümüyle kaşlarını havalandırıp indirirdi. Noyan’ın bazen tıpkı benim gibi ayarı olmuyordu. Karşımızda güzelim yakamoz, elimizde kırmızı şarap, olabildiğince romantik bir ambiyansın içine pata küte kan, cinayet ve vahşeti neden itelerdi ki insan? Ürkütmüş müydü? Evet. Özellikle parmaklarım arasında kırmızı bir şarap kadehi varken romantik bir adam görmeyi uman benim tüylerimin ayaklanmasına neden olmuştu. Yerimde rahatsızca kıpırdandığımda kan ve kırmızı şarap kafam kadar midemi de sallasa dahi derin bir nefes alıp yudumladım kadehimi.

‘Söylediklerim, kurallarım, hayatım, hayatımın çirkin bazı detayları seni rahatsız ediyor farkındayım. Bunları sadece birkaç gündür anlatıp ortalığa döküyorum onun da bilincindeyim. Fakat bütün bunların bilincinde olmadan benimle evlenirsen evlendiğin kişi de ben olmam.’ Başımı onay verircesine sallasam da içten bir sabır dilendim. Bunu gündüz, kahve içerken de anlatabilirdi sonuçta. Fakat Noyan sanki her düzene baş kaldırmak ister gibi hangi vakit sinkaf dolu laflarla olaylara bakacaksam o zaman anlatıyordu tüm saçmalıkları. Halbuki böyle baş başayken ve durum ve şartlar müsaitken o kanlı sahneleri dekupeliyebilirdik. O ürkütücü şeylerin nümayişe salınımını bir kenara bırakmış olacak elini havalandırıp işaret verdiğinde başka bir adamın uzattığı ince siyah dosyayı aldı bu kez.

‘Şimdi senden birkaç evrağı detaylıca incelemeni isteyeceğim ama öncesinde…’ deyip kadehini kenara bırakıp oturuşunu dikleştirdi. Olduğum konumu bozmasam da gözlerimi bir an üzerinden ayırmadığımda tekrar parmakları arasına aldığı kadehle gülümsedi.

‘Birazdan gündemimiz olacak konu güvensizlikle alakalı değil. Senin de inceleyeceğin evraklar abim, Şanze, Gizay dahil olmak üzere hepsinin imzaladığı ve kabul ettiği şeyler. Bu bir sözleşme değil protokol aslına bakarsan. Sana güvenim sonsuz, bir şey gelecekse dahi senden gelsin kabulüm fakat nasıl ki aileme bu protokolü uyguladıysam sana da uygulamam gerekiyor çünkü ailem olacaksın.’ Anlamsızca yüzünü incelemeye devam ettiğimde daha fazla kendi kendini açıklama çabasıyla parçalamasın diye siyah dosyayı elinden çektim. Gizlilik miydi? Sır mıydı? Her ne ise benim için mühim değildi. İlla ki bunlar için imza alması şartsa alırdı. Bunun için ona dönüp benden nasıl böyle bir şey beklersin diyemezdim. Çünkü halihazırda velvele dolu hayat bana ait olsa hanüz evime ilk adım attığı dakika gizlilik sözleşmesi imzalatırdım. İçinde bulunduğu duruma hitaben aslında sadece kendini değil, tüm ailesini korumaya almalıydı ve ben nadan bir tavırla kıyamet koparma yanlısı değildim. Nihayetinde evlendikten sonra eğer ki Gizay’ın, Denker abinin veya Şanze’nin hayatına birisi girerse gizlilik sözleşmesi beni de korumuş olacaktı. Evlilik sözleşmesiyse eğer o da umurumda değildi. Sonuçta şuan avuçlarım arasında tam olarak değilse dahi benim de bir ekonomik özgürlüğüm vardı ve Noyan’dan böyle bir beklentim yoktu.

Açtığım dosya kapağıyla ilk sayfada dolaştırdım gözlerimi. Tahmin ettiğim gibi gizlilik sözleşmesiydi ve geçtiğim her sayfada uzadıkça uzadığını fark etmiştim. Aile içi tartışmalardan tutulsun ki şirket sınırlarında geçen bilançolara kadar mevzu bahis edilmişti. Başka bir protokole geçtiğinde Noyan Cenker Visam’ın bizim aramızda pek bahsi geçmeyen ancak ikinci kişiliği olan Ahter’den sosyal ortamda hiçbir sebep baz alınarak bahsedilmeyeceği detaylandırılmıştı. Daha doğrusu Ahter ismi geçebilirdi fakat gerçekten kim olduğu hakkında tek bir kelime bile söylenmeyeceği açıklanıyordu. Yaklaşık iki sayfa kadar hangi konumlarda ismi geçebilir, hangilerinde ismi dahi geçmemelidir onu okumuştum.

Bir başka protokole geçtiğimde ise yazan isimle duraksama ihtiyacı hissettim. Çünkü adım iki farklı şekilde geçmişti; Belgi Deran İmerler veya zaman aşımı halinde Belgi Deran Visam her durum ve şartta yanındaki kişiler gözetilmeksizin koruma kalkanına alınacak ilk kişidir. Gerekirse Noyan Cenker Visam dahi bu güvenlik çemberinin dışında tutulacaktır. Belgi Deran İmerler(Visam) her durum ve şartta kendi güvenliğini öncelik haline getirme mecburiyetine tabi tutulmuştur. Bakışlarım okuduğum cümlelerden Noyan’a döndüğünde kaşlarım çatılsa da anında gülümsedi.

‘Bakma öyle hiç. Ben paçamı kurtarırım. Gerek yok falan da deme, şu protokolden onlarca madde çıkarabilirim ama o başlığın altındaki tek bir kelimeyi sildirmem.’

‘Böyle yaptığında tedirgin edici oluyorsun.’ Göz devirip sayfayı işaret etsem de devamını merak ettiğim için bir kez daha çevirdim. Beklediğim gibi tüm bu protokol arasında evlilik için olan da vardı. Fakat bu evlilik sözleşmesinde ele alınan konu herhangi bir şekilde maddi bir talep veya mahkeme yolunun önünü kapatmak değildi. Hatta maddiyat anlamında tek kalem tutulmuştu o da evlilik akdi gerçekleştiği durumda Noyan’ın üzerine olan mal varlığının yarısı benim olacaktı. Sorgusuz sualsiz adamla bir gün evli kalsam da böyle olacağı detaylandırılmıştı.

‘Bu ne böyle?’ ne olduğunu anlasam da maddelerde gözlerim gezdikçe çatıldı kaşlarım. Sözleşme aile düzeni ve ayrılık üzerineydi. Herhangi bir ayrılık durumunda taraflar ortak bir karara vardığı takdirde evlilik akdi son bulsa dahi iki tarafta güvenli ve kontrollü evlerde yaşayacaktı mesela.

Ben evlenmemiş olsam da boşadığım kocamın göz hapsinde niye kalıyordum canım?!

Bununla da bitmiyordu, çocuk söz konusu olduğunda güvenliği için Noyan’da kalacaktı ve çocuğun psikolojisi bozulmasın diye bende ayrılsam dahi onlarla yaşamaya devam edecektim.

Yok artık!

Akıl edip bir de altına not düşürerek böylesi bir durumda iki tarafında isteği olmadığı takdirde kişilerin herhangi bir duygusal yakınlık çabasına girmeyeceği yazılmıştı.

Lütfetmiş paşamız!

Ayrı bir hanede yaşamak istenirse ise çocuk yine Noyan beyde kalıyormuş ben ise her hafta istediğim kadar gelip zaman geçiriyormuşum! Olmayan çocuğu paylaşamıyorduk sanırım buraya göre. Fakat olmasa da çocuğumun üzerinde hakkımı elbet arardım.

‘Sen git kendine taşıyıcı anne bul!’ diyerek ayağa kalkıp hışımla dosyayı kalktığım yere fırlattığımda geldiğimiz yoldan da otele doğru ilerlemeye başladım. Bir an için ismini bilmediğim tipini de belki iki kez gördüğüm iri yarı herif önümü kesecek olsa da ardımdan gelen kükremeyle o da hamlesinden vazgeçmişti.

‘Sakın!’ Noyan’ın bağrışını duymazdan gelip kafamın dikine ilerlemeye devam ettiğimde gideceğim yerin oda olduğunu ancak oranın da anahtarının bende olmadığını bilsem de hızımı kesmedim. Asansöre hamle yapmış adamın da Noyan’ın o güven çemberinden olduğunu bildiğim için sinirle acil çıkış merdivenlerine yöneldiğimde şaşkınlıkla baktı yüzüme. Salak değildim. O kabini çağırmıştı da on adım arkamdaki Noyan binmeden o asansörü rahat bırakmazdı. Bilmiyor muydum bunu ben!

‘Deran…’ seslenmesini umursamadan basamakları çıkmaya devam ettiğimde adım seslerinden onun da takip ettiğini biliyordum ancak inat da bazen bazı kayışların kopmasına neden olabiliyordu işte.

‘Ama dinlemeden anlamadan olmaz ki, hem herkes için aynı protokol dedim. Yani herkes dediysem abim evleniyor olsa veya Gizay, Şanze, onlar için de aynı.’

‘Ben onların evlenmeyi düşündükleri insanlardan değilim ama! Gerçi artık senin de onu düşüneceğin insan değilim!’ basamaklarla inatlaşa inatlaşa sonunda beşinci kata geldiğimde derince nefeslenip çıkmaya devam ettim.

‘Kimseyle bir tutmuyorum ki zaten seni! Protokol bu, nasıl istersen öyle olur…’

‘Üç dört sene sonra ama bak imzan var diye karşıma çıkarsın sonra! Salağım ya ben tabi! İmzala sen de istediğin gibi olsun yalanını yiyeceğim!’ tamam inat etmiştim kızgındım da ama yedinci kattan sonrası bana göre değildi. Geldiğim katın kapısını zorlayıp koridora çıkmak istesem de hamlem boşa çıktı. Çünkü bu taraftaki kapı sistemleri kartlıydı. Üst katlarda mı böyleydi yani? Çabam boşlukta yuvarlanınca dibimde bitmiş Noyan’ı omuzundan itip bir kat daha tırmandım. Fakat bu katta kilitli görünüyordu.

‘Kapıların sadece kartla açıldığını biliyor muydun?’ arkamda olduğunu bildiğim Noyan’a bir anda döndüğümde ufak bir tebessümle başını sallayarak karşılık verdi. Kafa atma isteğimin içimde nasıl büyüdüğünden haberdar mıydı acaba?

‘Sekizinci katta fark etmesem onuncu kata kadar bekleyecek miydin?’ yeniden başını salladı.

‘Senin kafanı gözünü kırmak isteyeceğimi biliyor muydun?’ ve yine, yeniden başını salladı. Bu kez Allah yarattı deme Belgi!, kısmına geçiyordum. Daha önce başarabildiğim şekilde tam gözüne yumruk atmak için hamlede bulunsam da çevik bir hareketle sıyrılıp kolumu da yakalayarak sırtımın göğsüne yaslanmasını sağladı. Daha da fazla kudurmam, sinirden kükremem için çaba gösteriyordu sanki!

‘Bırak!’ çırpınsam da iki kolu da bedenimi sıkıca kavradığında havalandıracağını anlamıştım ki sağ ayağımı bacağının arkasına içten dolayıp solla da diğer bacağına tekme attığımda kaybetti dengesini. Kendi kadar profesyonel değildim ama bende Gizay’la az ter dökmemiştim. Sırt üstü yere düşerken beni de çektiğinde bir anlık gafletle bollaşmış kollarının arasından sıyrılıp üzerine çıktım. Yumruğumu boşa çıkarırdı ha! Daha doğmamış çocuk için pazarlık yapardı! Salak yerine koyardı beni öyle mi!

‘Sen kimsin de benim çocuğumun benimle yaşamasına müsaade etmiyorsun! Nereden buldun bu hakkı kendinde! Paşamıza bak ya! Ayrı eve çıkacaksam çocuğu alıyor bir de istediğim saat günde görmemi lütfediyor! Hayırdır! Sen kimsin hayırdır!’ olağan gücümle gerek yumruk, gerek tokatlarım havada uçuşurken denk getirdiklerim kadar Noyan’ın engelledikleri de vardı. Şu an resmen acil çıkış merdivenlerinde yerde yatan sevgilimin, pardon az önce terk etmeye kararlı olduğum eski sevgilimin tepesinde onu öldürmeye çabalıyordum.

‘Çocuk olmasa da beyimizin uygun gördüğü evlerde yaşayacakmışım! İlişkim olacaksa dahi güvenilirliğini onaylayacakmış sonra yaşayacakmışım hayatımı! Senin evveliyatını-!’ bir anda kapanan dudaklarımın üzeriyle küfürüm içimde patladığında şaşkınlıkla kaldım olduğum yerde. Dudakları dudaklarımın üzerinde, çıra kokusu tüm genzimde! Ne günah işlemiştim ki ben. Daha on saniye önce öfkeli ve kendini kaybetmiş haldeydim. Şimdi ise dudak dudağa. Salaklaştığımı anlamış olacak ki tenimden çekilen teniyle tekrar küfür etmek için ağzımı açsam da başını sağa sola salladı anında gülerek.

‘Küfür yok. Sakin ol bir. Evlilik ve boşanma protokolü imzalatmayacaktım zaten. Kimseye imzalatmayız. Tepkinizi görmek istediğimiz için dosyaladığımız bir şey o.’

‘Yalancı!’

‘Yemin ederim yalan söylemiyorum. Gönül ablaya da yaptık aynısını.’ Kaşlarım havalanırken derin bir nefes aldı, ‘Abimin eski nişanlısına, o da ortalığı ayağa kaldırdı, nişanlandıklarında da o son sözleşmeyi imzalamamıştı zaten.’

‘Ya şu an beni susturmak için böyle söylüyorsan?’

‘Yarın evlensene benimle? Ne kadar ciddiyim göstereyim.’

‘O protokoller var ya Noyan. Onları al ve adam akıllı bir teklif edene kadar münasip yerlerinde sok! Normalde umurumda değildi ama sen madem beni zora koşuyorsun, bende seni zora koşacağım!’ sertçe göğsüne vurup yerden kalktığımda aşağı inmek için hamlede bulunsam da yakalanan bileğimle hala yerdeki haline baktım. Cebinden çıkardığı siyah kart ise sabrımın sınırlarına koç başıyla müdahale ediyordu. Şafak operasyonunda güvenlik güçleri benim sinirlerim kadar çelik kapı görmemişti eminim ki. Sabır dilendiğim esnada ayağa kalkıp olduğumuz katın kapısına okuttuğunda odaların olduğu koridora çıkmıştık ki asansöre doğru yöneldim. Tuşa basıp beklemeye başladığımda Noyan kollarını göğsünde birleştirmiş beni izliyordu.

‘Nerede ve ne zaman teklif ettiğim mühim mi?’

‘Mühim olan benim kabul edip etmeyeceğim.’ Kaşları anlamaz bir halde çatılmaya başladığında gülerek göz kırpıp gelen kabine adım attım. Hep o benim sınırlarımı zorlayacak değildi ya, şimdi sıra bendeydi.

Bu yaşıma kadar öğrendiğim en gerçek şeydi ne kadar test edilmeye müsaade edersen o kadar yeni soruların önüne çıkıyor olması. Şimdi ise o testleri, sınavları, ağır soruları, çoktan seçmelileri kendime karşı durduruyordum. Çok kez sınava tabi tutulmuş olabilirdim ancak artık sınav istemiyordum. Normal, tek düze, kendi akışında bir hayata ihtiyacım vardı. Gerekirse bu kez test eden ben olurdum. Şansa bu test etme meselem Noyan’a denk gelmişti.

Ne demek istedi, sorusu ise epey meşgul edecekti zihnini. İkilemler arasında sıkışıp kalacak, şimdiye kadar birden fazla insan varmış gibi gördüğüm bedeni sevdiği kadının da birden fazla ruh barındırdığını anlayacaktı. Çünkü bu zamana kadar trajik anlar yaşasam da Noyan’ın bu soruya alacağı son cevapla beraber durumu açıklayacak tek cümle olacaktı.

Trajikomik bir son…

Bölüm : 31.03.2025 00:52 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...