
Selamlar cankuşlarım... Bir ara verdim gibi oldu ancak ilk boşlukta hemen koştum geldim sizlere. Bir bölümle de sınırlı kalmamaya niyet ettim. Çalışma yoğunluğum sayesinde bazen geriden gelebiliyorum fakat bu uzun aynı zamanda da bir nebze bize istediklerimizi verecek bölüm bir özür niteliğinde olur diye umut ediyorum. Birazcık sırların işin içine girdiği, biraz da derin izlere ev sahipliği yapacak satırlarımız hemen bir tık ileride. İşte tam da bu yüzden tek sıra halinde ilerleyip bölüme seyahat edelim dilerseniz.
Girişler sağdan, yorumlarınız da her parağraf arasında olsun. İyi yolculuklar...
İletişim ve yeni bölüm haberi için instagram kullanıyorum beybiler... (BiCeruVar)
🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘🌑
Bin fotoğraf var içimde,
Bininde de yalan kahkaha,
Bin gülen yüz var önümde,
Bininde de görünmez kanlı yaşlarla…
Modern tıbbın babası olarak kabul edilen Hipokrat der ki; Birini tedavi etmeden önce sor, onu hasta eden şeylerden vazgeçmeye istekli mi? Modern zaman da bununla ilgilidir belki. Milattan önce beşinci yüzyılda doğmuş ve antik dönemin en meşhur hekimi olmuş Hipokrat bunu eminim ki sadece tıbben söylememiştir. Daha çok dibe çökmek veya daha çok yükselmek aslında kurtulmak istediklerimiz veya istemediklerimizle doğru orantılı hareket eder. Fakat tüm bunlarla beraber bizi hasta eden şeylere güvenmemiz güçsüzlük değildir bence ve sevgili Freud'ca. O da en nihayetinde kızı Anna'ya bu konuda bir mektup dahi yazarak beni desteklemiştir.
Sevgili Anna, en güvendiğin insanlardan kötülük görüp üzülmen güçsüz biri olduğun anlamına gelmez. Fizik kurallarına göre; sırtını dayadığın bir nesne birdenbire giderse sende o yöne doğru devrilirsin. Yani bunun güçsüzlükle alakası yok.
Yani aslına bakılırsa modern tıbbın sevgili babası Hipokrat ve psikolojinin en önemli alt dallarından biri olan psikanaliz biliminin kurucusu olan Freud aynı konulara farklı açılar ve yönlerden bakarak bana güçsüz olmadığımı ama hasta edenden de vazgeçmem gerektiğini açıklamışlardı. Ben ve ailemin sevgisi hastalıklıydı. Belki sevgi dahi yoktu ortada ancak varsa tamamen kötü huylu tümörden ibaretti saç telinden, parmak ucuna kadar. Fakat her defasında alışılmış çaresizlikle yaslandığım babam ne zaman geri çekilen bir hamlede bulunsa, ki genelde hiç dimdik durmazdı, hep ona doğru devrilip kendimi daha güçsüz hissetmeme neden olmuştu. Ancak değildim, çaresiz, güçsüz, mecbur ve tedaviyi reddedecek kadar bitmiş olamazdım. Sadece birisinin beni silkelemesi gerekiyordu. Bunu da bunca vakitten sonra Visam ve Keskin aileleri yapabilmişti.
Ben aslında düştüğüm o yerden Noyan’a tutunarak kalkmamıştım. Onların aile ilişkilerine bir adım uzaktan baktığımda benimkinin hastalıklı olduğunu ayırt edebilmiştim. Bu zamana kadar iç işlerini görebildiğim tek aile amcam, yengem ve Simay’dı, onlarda duruma içerlenmeyeyim diye bazı zamanlarda kendi aralarındaki mesafelerini korur, beni tamamen içlerine çekerlerdi. Ancak Visam ailesi gözlerimin önünde abi kardeş ilişkilerini yaşamış, sağlıklı bir aile nasıl olur bu sağlıksız düzende göstermişlerdi. Keskin’leri ise tanımamış, bir anlarına dahi şahitlik etmemiş olmama rağmen yüzlerce fotoğraf karesinden seçip anlamıştım. Bazı sevgiler için o anda, o insanlarla nefes alman şart değildi ve donmuş insan görüntülerinin gerçek mi yoksa palavra mı olduğunu çok iyi ayırt edebilen kadınlardandım. Çünkü birçok kez palavra fotoğrafların içerisine hapsedilmişti bedenim.
Dün akşam sınandığım sayfalar, bu mevsimde yakılma ihtiyacı duyulmasa da dün gece o şerefe nail olmuş şöminenin ortasında kül halinde dururken gülümseyerek merdivenleri inen Noyan’a baktım. Suratı beş karış asık desem yeriydi sanırım. Dosyadan çıkarıp kağıtları yaksa dahi pas vermemiş bu kez ben pokerface şansımı denemiştim. Birkaç defa evlenme teklifi etse kabul edip etmeyeceğim konusunda endişelendiğini dile getirmişti gece ama hepsinden iyi geceler diyerek sıyrılmıştım. Sabaha karşı bir vakitte gözümü araladığımda ise eline başını yaslamış öylece izleyen halini fark etmiştim ancak bunu da bozmamıştım.
Madem benim çığırımdan çıkmama müsaade ediyor veya bunu sağlıyordu o zaman kendi de bir şekilde psikolojisini toparlasındı. Zaten bu acaba içinde kalışından sonra bir daha beni test etme gafletine de düşmez, oyunda oynayamazdı. Sonuçta ünlü düşünür Yıldız abla ne demişti? Tutarlarsa tutarlıyım, tutmazlarsa tutarsızım, işte tam olarak Yıldız ablaya eşlik edecektim. Prenseslik, hanım hanımcık takılmakta bir yere kadardı canım. Bazen de dişin ve pençelerin olmalı, saldırmasan dahi varlıklarını karşıdaki kişiye göstermeliydin. İster aşık ol, ister dost bil, işin özü istediğin zaman saldırgan bir avcı olabileceğinden haberdar olmalarıydı.
‘Deran…’ kararsız sesiyle elimdeki parfümden sıkıp kenara bıraktığımda başımı da sağa sola salladım.
‘Sen cidden benimle evlenmekten vazgeçmiş olabilir misin?’
‘Sorduğun zaman öğrenirsin Noyan.’ Gülümseyip uzun zaman sonra sürdüğüm kırmızı rujlu dudaklarımı birbirine bastırarak kapıya yöneldiğimde sıkıntıyla nefesini bırakıp takip etmesine kahkaha atmak istesem de tuttum kendimi. Koskoca adam ufak bir çocuk gibi alt dudağını dişleriyle kemirip uzaktan uzağa anlamaya çalışıyordu beni. Sahi, ufak çocuklar da böyle olurdu değil mi? Fazla karşılaşmışlığım yoktu ancak çocukluğumdan hatırladığım ufak tefek anlar dahi rehberlik edebilirdi şuan bana. Bir şey kırınca, yapma denileni yapınca sımsıkı birbirine bastırılmış dudaklar yüzünden ya çenen titrerdi ya da tüm dudağını yok etmek istercesine yara açana kadar kendini kemirir dururdun. Henüz on iki yaşındayken şimdi Noyan’ın olduğu gibiydi bir gün halim. Tek farkla, Noyan tedirgin de olsa gözünün içine bakıyordu insanın, ben ise evin salonundaki en sevdiğim halının desenlerini takip ediyordum. Aslında o halıyı da sevmezdim ancak bir şey ile ne kadar uzun süre bir arada kalırsam o kadar bağlılığım olurdu ona, belki de sadece bu yüzden en sevdiğim diyebiliyordum. On iki yaşında bir kız çocuğu korkuyla gerilediği sırada sırtı tabloya çarpınca ve o tablo kırılmasa dahi çivisinden düşünce de böyle suçlu hissediyordu işte.
‘Bak gördün, o son dosya tamamen boş bir şeydi, dün gece yaktım. Zaten böyle bir şey imzalamanı istemeyecektim.’ Sesini kontrollü tutmaya çalıştığı için son dakika yüzüne baksam da hüznümü saklamak istediğimden kapıyı aralayıp karşımızda beliren Adel’e gülümsedim. O koşar adım asansör kabinine giderken harelerim bu kez yeniden Noyan’ı buldu.
‘Neden vardı o dosya?’ asansöre ilerlediğimde ben özgürlüğüne kavuşmuş bir kuş edasıyla yürümeye devam etsem de Noyan’ın parmakları da belimi sarınca mecburen vücutlarımız birleşmişti.
‘Nasıl yani?’
‘Test etmek için mi?’ sorumla bir kez daha kelimeleri yuttuğunda gelen kabine adım atıp iç çektim.
‘Birini test ediyorsan onun da seni test etme olasılığını gözden kaçırmaman gerekir. Bu saatten sonra şirket yöneten sana da bu kuralları ben öğretmeyeyim.’ İndiğimiz her katta yüzüne bakmaktan ziyade havuz başında gözlerimi gezdiriyor olsam da Noyan’ın işaret ve baş parmağı nazikçe çenemi yakaladığında harelerim sonunda ona döndü.
‘Bu kuralları, testleri ben koydum o dosyaya, seninle tanışacağımı, sana aşık olacağımı bilmiyordum. Karşıma senin gibi birinin çıkacağını dahi bilmiyordum. Evlilik, ilişki, aile bunlar hep başıma dert açacakmış gibi geliyordu. Birine evlenme teklifi edeceğime ihtimal dahi vermezdim. Eğer bunları ben çıkarmış olmama rağmen uymasaydım abim zamanında bana yaşattın aynısını demeyecek miydi?’
‘Bu dosyaları benim önüme yine çıkarabilirdin. Fakat açıklaman sondaki dosyayı ciddiyetle oku çünkü vereceğin tepkiyi, imza atıp atmayacağını bilmek istiyorum diyebilirdin.’ Dudaklarını yeni bir açıklama için araladığında çenemi parmaklarının hapsinden kurtarıp başımı sağa sola salladım.
‘Ayrıca çocuk fikrine sıcak bakmıyor olabilirim Noyan ama bu taşıdığım, büyüttüğüm, beden bütünlüğü rahmimde olmuş ve kanımdan beslenmiş kendi bebeğimin hayatı hakkındaki kuralları sadece senin insafına babasısın diye bırakacağım anlamına gelmiyor. Farz edelim o maddelerde yazan bir durum söz konusu oldu, bebeğe bakıcısı gibi davranacağımı düşünüyorsan sadece avucunu yalamazsın, o bebeği rüyanda görürsün.’ Açılan asansör kapısıyla adımlarımı yine hızlandırıp otelin restoran alanına ilerlemeden önce duraksayıp elimi göğsüne yerleştirdim, ‘Ve evet hem sana kafa tutuyorum, hem de bu bir tehditti.’ Diyerek ilerlemeye başladım. Çoktan masaya yerleşmiş Denker abiyi fark ederek yanına yaklaştığımda gülümsemesiyle bana çevirdi bakışlarını.
‘Afiyet olsun, günaydın.’
‘Günaydın.’ Karşısındaki sandalyeye yerleştiğim esnada Noyan’da yanıma oturdu. Biz henüz sipariş verme girişiminde bulunmamışken ise Şanze ve Gizay’da göründü ufukta. Ufukta görünseler de ışık saçtıklarını iddia edemezdim ama. Gizay üzerinde büyük bir ağırlık varmış ve ciddi anlamda dün gece sabahlamış gibiydi, Şanze ise zaten aldığı alkol yüzünden akşamdan kalma bir haldeydi. İkisinin de gözünde gözlük, dik tutmaya çalışsalar da onları biraz tanıyanların yıkık olduklarını anlayacakları kadar düşük omuzları, sert bir kahveye ihtiyaçları olduğunu belirtir gibi asık suratlarıyla ulaştılar masaya. Kendilerini sandalyelere atar gibi bıraktıklarında Gizay hazırda bekleyen adama acilen sert bir kahve istediğini söylerken bizden de siparişlerimizi almışlardı.
Ben ne kadar normal olsam da Noyan bir o kadar gergindi. Üstelik normal asabiyeti olmadığı anlaşılıyordu ki birkaç kez Gizay ve Denker abi ne olduğunu sorsalar da en son yanıt gelmeyeceğinden emin olarak sessizce köşelerine çekildiler.
‘Salatalık insana söver mi?’ iki fincan kahveden sonra biraz olsun kendine gelmiş Gizay’ın sözde fısıldar gibi olan haliyle anlamazca yüzünü süzsem de Noyan’ın eziyet ettiği parçayı gözleriyle işaret ettiğinde kahkaha atmamak için ısırdım dudaklarımı.
‘Sen zeytin ezmesine yaptığı muameleyi görmedin herhalde. Biraz daha zorlasa ezme ben tam ezilmemişim der utanırdı.’ Şanze’de mırıldanır gibi konuşsa bile hepimiz farkındaydık ki Noyan ortada dönen muhabbeti duyuyordu fakat tepkisizdi. Tepkisiz olması ise daha kötüydü.
‘Abicim o kadar değil.’ Diyerek Denker abi anında Bergama tulum peynirinin tabağını çektiğinde Noyan başta şaşkınca baksa da başını sallayıp onay vermekte gecikmedi. Denker abinin de tulum peynirine karşı bir hassasiyeti vardı herhalde. Ne garip aileydi bunlar Allah aşkına?
‘Noyan sana bir Xanax söyleyelim mi? İyi gelir gibi…’ Gizay’ın sesiyle kaşlarım şaşkınlıkla havalandığında halimi fark etmiş olacak ki ne yapayım dercesine omuz silkti. Psikiyatrın yazacağı bir ilacı da sipariş verir gibi dile düşüremezdi canım. Azıcık ben sinir etmiştim ne vardı ki? Ne mi var Belgi? Esprili bir dille yaklaşmaya çalışan Gizay’ı öldürmek ister gibi bakıyor adam. Birazdan Gizay dönüp, Ay öldüresi var beni!, derse şaşırmazsın kadın! Ama en nihayetinde o beni daha çok sinir etmişti, hakkı yoktu böyle surat asmaya.
‘Bitti mi kahvaltın?’ sorunun bana geldiğini zannetsem de talihlinin Şanze olduğunu anlamam pek vaktimi almamıştı. Odalara dağılacağımızı düşündüğüm esnada ise Noyan’ın Şanze’ye kilitlenmiş bakışlarını süzmeye başladım. İnşallah bu siniri komple Şanze’ye yönlenip gencecik kızı paratoner olarak kullanmazdı. Kullanmaya kalkarsa elbet müdahale ederdim ama yine de olmasındı.
‘Ha sen dün fırça atamadın diye böylesin…’ aydınlanma geldi Şanze’ye de böyle sırıtarak olmasa iyiydi, ‘Sen baştan söylesene abi niye stres yapıyorsun bu kadar. Bitti, hadi gidip kavga edelim.’
‘Kavga etmeyeceğiz. Fırça da atmayacağım sana.’
‘Büyük bir ceza geliyor sanırım…’ Gizay fazla çenesini tutamasa da mırıldandığında Noyan derince soluklandı.
‘Gittiğin her yerde kendini koruyacağını biliyorum. Bana o yüzden sakın ola elli adamın içine bıraksam biri sağ kalmaz dersin hep muhabbetini açma. Dün yaptığın sorumsuzluktu. Abime söylesen seninle gelmek isteyebilirdi, Gizay’a söylesen seni takip ettirirdi ancak biz seninle anlaşmamızı çok öncelerde yaptık. Bana otelden çıkmadan önce tek bir mesaj atsaydın o hissettirmediğim siktiğimin telaşını da yaşamazdım.’ İşaret parmağı hafifçe masaya çarparken Noyan’ın sakin olan konuşması Şanze’nin damarına basmıştı anladığım kadarıyla. Çünkü oturduğu sandalyede put gibi hareketsizce kalmış, sık sık yutkunur olmuştu.
‘Amsterdam’da insanların kafasında şişeler kırdın.’ Şanze anında dudaklarını aralarken Noyan işaret parmağını kaldırıp susmasını sağladı, ‘Bir kez olsun karşı tarafı dinlemedim çünkü sen kafan güzelken durduk yere insanlara saldırmazsın biliyordum. Konsolosluklar, şikâyetçi olmasınlar diye saçılan para, döktüğüm dili siktir et, hepsini yok saydım. Eğitim alıyorsun ve elbette eğitim gören her genç insan gibi arada çıkıp dağıtacaksın, seni rahatsız eden birine müdahale eden görevli yoksa haddini bildirmelisin diye kaç kez sırtını sıvazladım inan hatırlamıyorum. Altı arabamı bana sinirlenip gözümün içine baka baka perte çıkardın, çekildim kenara ne müdahale ettim, ne ettirdim hak verdiğim için. Muhatap dahi olmaman gereken insanlarla iletişim kurdun, sadece bir kez dile getirdim, bildiğini okudun, kendin yaşayıp göreceksin diye uzaktan izledim. Hak ve özgürlüklerim dedin, ben bağnaz bir herif değilim arada laf söyledim ama bir kez olsun giyimine kuşamına ciddiyetle dil uzatmadım çünkü hakkım yoktu. Bu konuda ne zaman bir şey desem şakayla karşılık verdin bende üstelemedim bir iki cümle ile maziye karıştırdık. Babamla yaşayacağım dedin eyvallah dedim. Tek başıma eve çıkacağım dedin hiçbir şey düşünme sadece güvenliği sağlam bir yer olsun dedim.’ Gelen konuşma sonu ağırlığını ben bilmesem de Gizay ve Denker abinin gerilen yüzlerinden anlayabiliyordum. Onlar da sonunda ne çıkacak bilmiyorlardı ama ortada Noyan’ın çözdüğü ve aşırı gerildiği bir şey vardı o belliydi.
‘Ahu Şanze. Bana üniversite sonuçların açıklanmadan bir gün önce stresten geberirken sesin titreye titreye canım seninle yediğimiz Belçika çikolatasından istiyor dediğinde ben ne yaptım?’ yanıt beklediği belliyken Şanze bir kez daha sertçe yutkundu.
‘Söyledikten yarım saat sonra çıktın, bir gün sonra sonuçlar açıklanmadan çikolatayla geri geldin.’ Cevabı hızlı ve kuşkusuz olduğu için harelerim tekrar Noyan’ı bulduğunda o usulca başını salladı.
‘Peki, son zamanlarda sürekli sormama rağmen bana yalan söylemene sebebiyet verecek nasıl bir tavrım oldu sana?’ son cümlesi az önce meraklı olan herkesin, ben de dahil, kaşlarını çatmasını sağladığında Noyan kendinden emin Şanze ise kaçacak yer arar gibiydi.
‘Abi ben sana yalan-‘
‘İyi düşün Şanze, yalanın üzerine bir yalan daha ekleme söylemedim diyerek.’ Sesindeki sakinlikten mi yoksa durgunluğundan mı bilemem ama Noyan’ın kurduğu her cümle sanki koca bir sona imza atıyormuş gibi hissettiriyordu. Fırtına öncesi sessizlikmişçesine güneşli İzmir’e kara bulutlar çökmesine neden oluyordu.
‘Noyan, ne yalanı? Ahu’m yalan falan söylemez bize.’ Denker abi kaşları hala çatıkken konuşsa da Noyan gülerek abisine çevirdiği gözlerini tekrar Şanze’ye yöneltti.
‘Bak sana ne yalan söyledin, neden söyledin demiyorum. Sana yalan söyletecek tavrım neydi diye soruyorum.’
‘Babacım saçmalama ya, blöf yapıyorsan hiç hoş değil bak. Şanze bu yani, fıstığım bize yalan malan söylemez. Hatta o genelde yalan söyleyecekken dahi çenesini tutamayıp gelişine doksana atar topu.’ Gizay’da gülerek müdahale etse bile masada gözleri birbirinden ayrılmayan abi kardeş vardı ortada. Birisi yakalandığını belli edecek kadar çekingen bakıyordu, diğeri de kendinden emin.
‘Adel.’ Seslenmesiyle kenarda hazır kıta bekleyen Adel harekete geçtiğinde elindeki ufak dosya çantasından çıkardığı saman rengi zarfı Şanze’nin önüne bıraktı.
‘Aç.’
‘Abi… Bunu sadece ikimiz konuşsak.’ inler gibi çıkan sesiyle kaşlarım daha çok çatıldı.
‘Ahu Şanze. Aç.’ Sesi hala sakindi Noyan’ın. O kadar sakindi ki, hatta ürkütücü diyerek dahi açıklayabilirdim. Parmakları titreyerek zarfı tutup kenarını yırttığında içinden çıkardığı kağıtlarla beraber fotoğraflar ilk önce yanında oturan Gizay’ın dikkatini çekti. Ne olduğunu bilmiyordum ama Gizay’ın çatılan kaşlarından hayra alamet olmadığını anlıyordum.
‘Şans var ya, çok enteresan bir şey. Ben senin hiç peşine gizli saklı birilerini takmadım Şanze. Peşinde birisi varsa güvenliğin için haber verdim. Evdeyim dedin inandım araştırmadım ama şans işte ya. Normalde adım atmayacağım bir yere girerken bir baktım beş dakika önce telefonda konuştuğum, dışarı çıkacaksan eğer Güney’i göndereyim yanına, bu ara ihaleler yoğun, dediğim kız kardeşim o mekanda. Adımım havada kaldı. Ben o günden sonra sana defalarca sordum. Hayatında biri var mı, dedim. Bazen şakayla karışık, bazen gergin, bazen dalga geçer gibi, bazen duygusal duygusal sordum.’
‘Abi yemin ederim söyleyecektim. Vallahi saklamak istemedim ama-‘
‘Ama?’ duraksamasıyla Noyan kaşlarını havalandırıp mırıldandığında Şanze başını eğmişti ki derince nefeslendi.
‘Eğme başını. Hayatına birini dahil etmek utanacağın bir halt değil. Ama sen tam olarak güvenemediğin için, savunamayacağın için, içinde o herife karşı şüphe olsa da konduramadığın için eğiyorsun değil mi?’ az önceden beri sırtını rahatça yasladığı sandalyede dikleşip sigarasını yakarak dirseklerini yasladı masaya bu kez Noyan.
‘Şüphelerinde de haklıydın Şanze. Güvenmemekte haklıydın. Ama bana gelip söylemedin. Abi böyle bir herifi tanıyorum ben, emin değilim, kimdir bilmiyorum araştır diye rica bile etmedin. Abinden sakladın, kafası sürekli atık dolaşsa da lisedeyken erkek arkadaşınla güle oynaya tanışmış abine araştır demedin. Bak o kağıtlara ve fotoğraflara, ne var orada?’ Denker abi daha fazla dayanamamış olacak ki anında ayağa kalkıp Şanze’nin başına dikildiğinde gördüğü her ne ise kaşları daha çok çatılmaya başladı.
‘Dozu sürekli artan uyarıcı ve uyuşturucular var. Anlamadıysan ben söyleyeyim sana. Aylardır beraber olduğun ama bir türlü emin olamayıp kuşkulandığın o herif içtiğin suya dahi fırsat bulup attı onlardan. Dengesizin biri geldi sandalyene çarptı yanlışlıkla bardağı devirdin. Kavga çıktı mekanda tek lokma alamadın yemekten. Eğlendiğin mekanda sarhoşun biri geldi elindeki kadehi aldı şok oldun. Muhabbet ederken bardağın değişti, sipariş hatalı denilip tabağın değişti, o piç mutfağa emir verdi mutfaktaki ekip değişti. Ruhun bile duymadı. O karaktersiz sırf benim canımı yakmak için seni bağımlı yapmaya çalıştı. Seni evine çağırdığı gün öldürecekti Şanze.’ Gözlerim şaşkınlıkla büyümüşken Şanze tutmaya çalıştığı tüm damlaların önündeki engelleri kaldırmıştı. Bağıra çağıra ağlamamak için olsa gerek dişlerini alt dudağına geçirerek eziyet edişi dahi ufak bir kız çocuğu gibi görünmesine neden oluyordu. Sanki karşısında abisi yoktu da babası vardı. Öyle bir utanma, sinme haliydi bu. Korkarak değil fakat yaptığından pişman halde. Şuan Noyan kollarının arasına çekip sarılsa çevreyi önemsemeden hıçkırıklara boğulup o sessiz iç çekişlerine büyük bir tekme savururdu.
‘Kim geldi o gün o eve?’ Noyan’ın hafifçe eğilip sorduğu soruyla Şanze dudakları titreyerek baktı abisine.
‘Doğalgaz için teknik personel. Kader bu ya kaçak ihbarı varmış işte, çıkıp gelmiş adamcağızlar. Ben sana defalarca sinyal vermek için bin çaba gösterdim. Utanma, gururun kırılmasın, karşımda başını eğme, gel kendin anlat, ben bununla karşına çıkmayayım diye. O piç sahilde yürüdüğünüzde sana laf atan adama ne tepki verdi?’
‘Hiç…’
‘Bizim yanımızda birisi seni sözlü tacize maruz bıraksa ne olur? Bak bizi geçeyim, kötü babamla aram ama babam ne yapar böyle bir şeyle karşılaşsa? Seni de geçelim ya... Ben Deran’la yürüyorum yolda, birisi laf attı. Ne olur? Hadi Deran’ı da bırak kenara, yolda yürüsem karaktersiz itin birisi tanımadığımız kadını rahatsız etse ne olur? Bunu bile düşünüp bundan bir cacık olmaz demedin mi sen kızım? Tek başına olsan o laf atan herifin kemiklerini kırmaz mıydın sen Şanze?’
‘Abi…’
‘Ben niye patladım biliyor musun? Daha susardım. Uzaktan kollardım ama susardım. Mezarlıkta yanında kim vardı?’ sessiz hıçkırıklar cevap oldu Noyan’a. Onu bu halde görmek huzursuz edip Noyan’ı da üzüyordu besbelli ki bakışlarını gözlerine değil masadaki zarfa dikerek konuşuyor, arada kaçak göçek bakıyordu Şanze’ye.
‘Emin olmadığın herifin annemin mezarı başında ne işi vardı? Herkes ölüsüne bile rahat vermezler diye annemin mezarının İstanbul’da olduğunu düşünürken, güvenmediğin için bana anlatamadığın o karaktersiz maşa mı vardı yanında? Dün seni öldürüyorlardı biliyor musun? Dün saniye saniye ben senin kafanın tam arkasında kırmızı bir ışık olduğuna şahitlik ettim. Sen o gün şansa kadere denk geldiğimden beri tek yere dahi bir başına adım atmadın. Dün senin sebebin olacaktı o piç ama niye olamadı biliyor musun? Bak kim var orada.’ İşaret parmağı kapıyı gösterirken ben de dahil bakışlarımız o tarafa döndüğünde baştan ayağa siyah giymiş esmer bir adam gözünü Şanze’nin üzerine dikmişti.
‘Seçebiliyor musun kapkara kıyafetindeki kanı?’ dişlerinin arasından çıkan cümleler ürpermemi sağlarken Noyan hala parmakları arasındaki sigarayı küllüğe basıp söndürerek ayağa kalktı. Kenardaki cüzdanını eline alırken tekrar simsiyah spor giyinmiş adamı işaret etti.
‘Afel olmasaydı eğer, biz bugün seninle kahvaltı yapmıyor, helvanı kavuruyor olurduk. Hazır İzmir’deyiz, annemin yanına gömerdik seni, üzerine de birkaç dua, sonra senede bir belki iki senede bir gelirdik, seni koruyamamaktan da utanırdık. İstanbul’daki o sahte mezarın yanına bir tane daha açardık, göz boyamaya oraya gider ama utanmaktan sana gelemezdik. Kaybettiğimiz herkes gibi toprağına dahi bakamazdık.’ Şanze’nin yanına kadar ulaşıp elinin birini sandalyenin sırtına diğerini masaya yaslayarak hafifçe eğildiğinde tuttum nefesimi, ‘O piç tek kurşunla da bitirmezdi, ciğerimi sökmek için ölüne dahi rahat vermezdi. Ölüne Ahu Şanze, ölünün dahi huzur içinde olamaması…’ başını sağa sola sallayıp eğildiği yerden geri çekilerek derince soluklandı Noyan.
‘Derdim hayatına girip çıkan insanlar değil. Aksine aşık ol Ahu, gözün kararsın aşktan, kötü değil birini sevmek, aşık olmak. Ama bu kadar muallakta kaldıysan bir herif hakkında aynı hataya düşme. Ya siktir et, ya gel haber ver. Çünkü ikinci kez bu kadar şansımız yaver gitmez.’ Adımları çıkışa doğru yönelecek gibi olsa da Şanze bileğini yakaladığı gibi ayağa kalktı. Diyecek kelime bulamadığından mı yoksa ağlamaktan hali kalmadığı için mi bilmiyorum ama kollarını Noyan’ın boynuna sararken onun kolları iki yanında öylece kalmıştı. Buna verebilecek ufacık bir tepkim yoktu. Öyle ki hangisine üzüleyim şaşırmıştım resmen. Bakışlarım tekrar Noyan’ın iki yanındaki ve Şanze’nin abisinin boynuna sardığı kollarında gezindiğinde iç çektim. Ben kederleniyordum da Noyan siniri yüzünden kılını kıpırdatmıyordu. Veya bir çeşit ceza da olabilirdi bu. Gerçi o fark ettirmediği korkusu, gerginliği yüzünden de bu halde olabilirdi.
Bugün bir kez daha görmüştüm ki Noyan panik anlarında soğuk kanlı, tepkisiz, umursamaz, hatta sıfır endişeli bir adam gibi davranabiliyordu. İçinde kaç fırtına koptuğunu tahmin edemezdim ama bütün kıyamet anlarında sanat filmi izler gibi tavır tanıyordu. Sonrasında, tehlikeyi atlatıp, rahat bir eşiğe eriştiğinde ise insanların sakinleştiği anda Noyan duygularını ortaya çıkarıyordu. Belki de büyüklerin düştüğümüz zaman kırdığımız kolumuz bacağımız için söylediği gibiydi Noyan’ın tepkileri de, sıcağı sıcağına hissetmiyordu.
Kolları sarılmaya asla yanaşmadığı gibi adımları da gerilediğinde Şanze’nin sıkıca sarılı hali boşluğa düştü. Sımsıkı bastırdığı dudaklarından hıçkırıklarını bazen zorda olsa zapt edebiliyordu ama çoğu firar etmekte ustaydı. Noyan bu kez gerçekten kapıya doğru ilerlediğinde bende takip etmek adına ayağa kalktım ancak Gizay kolumu yakalamakta gecikmedi.
‘Gitme sen şimdilik, dışarı çıkıyor muhtemelen.’ Hala yürüyen Noyan’a bakışlarımı usulca çevirdiğimde Gizay’ın dediği gibi az önce işaret ettiği ve isminin Afel olduğunu öğrendiğim adamla asansörün aksi yönüne ilerledi. Harelerim tekrar Şanze’ye döndüğünde abisinin arkasından sicim gibi dökülen yaşlarla bakmaya devam ediyordu.
‘Özür dilerim…’ çağla yeşili hareleri usulca bize dönerken gözbebeklerinin etrafını kaplamış kızarıklıkla önce Denker abiye ardından Gizay’a baktı, ‘Sizden gizlediğim için yani.’ Alt dudağı tekrar titremeye başladığında sandalyedeki ufak çantasını alıp hızlı adımlarla o da ilerlemeye başladı, bende ardından. Şanze’nin çevresinde ne kadar arkadaşı vardı, kaç tanesi hemcinsiydi ve onlarla paylaşımları olabiliyor mu bilmiyordum. Fakat böyle zamanlarda ben nasıl ki Simay’a ihtiyaç duyuyorsam o da bir destek isterdi. Keza az önce duyup şahit olduklarımı baz alacak olursam bu sosyal çevresinden birine anlatabileceği durumlardan da değildi. Hatta bir sosyal çevresinin olması işten dahi değildi.
‘Şanze!’ seslenmemle hızlı olan adımları yavaşlarken koluna gözlerini silip durarak bana döndü. Kirpiklerinde parça parça kalmış rimeli, dişleriyle eziyet etmekten kızarttığı dudaklarıyla masumdu Şanze. Hatası vardı fakat hatasından daha çokta hüznü vardı. Çünkü Noyan’ın ona yönelttiği oklar bomboş bir şekilde değil, kendi hayatı için mühim olan noktalardan oluşuyordu
‘Seni bir yere götüreceğim. Gel hadi.’ Elimi uzatıp tepkisini beklediğimde bakışları asansöre dönse de kısa bir süre sonra odağı yeniden ben oldum.
‘Çıkmasam daha iyi olur sanırım.’
‘Gel sen benimle.’ Noyan’ın vereceği tepkiden endişeliydi gördüğüm kadarıyla ancak bunda çekineceği bir şey yoktu. Noyan zaten ona geziyor, dışarıda duruyor diye değil, güvenliği için bilgi vermesini istediği halde gizli saklı iş yapıp hayatını tehlikeye attığı için kızgındı veya kırgın, belki de küs… Hala uzanmamış elini birkaç adımda yaklaşıp tuttuğum gibi otelin çıkışına döndüğümde ne yaptığımızı izleyen Adel’e gülümseyip başımla dışarıyı işaret ettim. Olumlu veya olumsuz bir mimik yapmadan bizim adımlarımıza yetiştiğinde çıkardığı telefona bir şeyler yazıp tekrar cebine attı.
Epey uzun süren yolun ardından ben ve Şanze kol kola ardımızda da kıyafetlerinden belli olmasa da boy ve poslarından kendilerini göze sokan korumalarla yürümeye başladık. Benim şimdiye kadar canım sıkılınca kendime gelmek için uyguladığım dört taktiğim vardı. Birisi yatağa girip kendimi öldürmek istercesine üzerime örtüyü çekmek ve hiç kimseyle irtibat kurmamak, diğeri arabaya binip mümkün olduğunca uzak bir konumdaki tarihi yerleri gezmek, bir başkası ders çalışmak ki bu yöntem başarılı değildi çünkü kendimi veremediğim için anlamıyor, anlamadığım için daha çok sinirleniyordum, sonuncusu ise yakın arkadaşlarımla, genelde Simay’la, uzun kahve gıybet seansları. Noyan piyasada yoktu, arabaya yerleştiğimde ufak bir mesaj atmıştım, gerçi muhtemelen bunu Adel’de yapmıştı ama sesi çıkmamıştı hala. Eğer Şanze tarihi bir lokasyonu gezmekten hoşlanmaz ve ağlarsa, ki Göbeklitepe’de benim de ağlamışlığım vardı garipsemezdim, kahve gıybet opsiyonunu değerlendirirdim, onda da açılmazsa artık kendi elimle yatağa götürüp üzerine beş altı katta örtü atardım.
‘Moralin bozuk olunca müze veya ören yeri mi geziyorsun?’ Şanze kaşlarını çatarak karşımızdaki yaklaşmaya başladığımız Celsus kütüphanesine baktığında kıkırdayıp başımı salladım.
‘Odağımı başka şeylere vermek iyi hissettiriyor.’ Dediğimde adımları duraksamış, bakışları ise bana dönmüştü. Yüzündeki dalga geçen ufak tebessümle ne var dercesine başımı salladığımda iç çekti.
‘Canını yakmak istemem ama iyi hissettirmiyor, yok saymanı sağlıyor ve bu bir kaçış, tedavi değil.’
‘Neyse ne…’ hafifçe omuz silkip göz devirerek yürümeye devam etmek adına çektiğimde hala dalga geçer gibi gülüyor olsa da uyum sağlamaktan kaçınmadı.
‘Abdulhamit’e kızmamak elde değil.’ Tam karşımızda kütüphane sütunlarını almışken Şanze bir anda duraksayıp konuşunca şaşkınlıkla çatık kaşlarına baktım.
‘Heykeller replika ona kızdım.’ Sol taraftaki başta durandakini işaret eden parmağı dört tane kadın heykelinin tek tek üzerinde durmuştu, ‘Bilgelik, erdem, kader, bilgi… On dört bin kitap, anıt mezar, korunamayan tarih… Üzücü…’ hafifçe omuz silktiğinde buruşturduğu yüzüyle beraber biraz daha yakınlaştık. Gözleri kabartma gibi duran fakat eski olduğu için belirli belirsiz yazılarda dolaştığında derince iç çekti Şanze.
‘Celsus’un kariyeri, ailesi, Aquila vakfı, hatta kütüphanenin bakım masrafları. Hepsi ama hepsi yazıyor. Erdem ve eğitimle ölümsüzlük fikrini işaret ediyor, karşıdaki mahkeme salonunun-‘ dönüp tam karşıda ama harabe olan yeri işaret ettikten sonra yeniden sütunlara bakmaya başladı, ‘arşivi olarak kullanılması şart koşulmuş. Zamanın yirmi milyon Türk lirası banknotunun üzerinde vardı burası.’ Şanze’ye dönüp sen oraya nasıl yetiştin ya diyecek olsam da gülerek derin bir nefes aldı, ‘Babam para koleksiyoneri de bende ondan gördüm.’ Anladım dercesine başımı sallayıp onay verdiğimde ilerlemeye devam ettik.
Açılmış mıydı, açılmış rolü mü yapıyordu bilmiyorum fakat attığımız her adımda Şanze’nin gözleri milimi milimine etrafı incelemişti. Her bir alanda derinlemesine inceleme yapar gibi dakikalarca odağını kaybetmemiş, bazı anlarda gülüp bazen ise kaşlarını çatarak sitemli olduğunu belli etmişti. Sanırım benim için olduğu kadar Şanze için de işe yaramıştı burası. En azından bir süre de olsa kendine gelmesine, kafasını dağıtmasına destek sağlamıştı.
‘Sever misin tarih okumayı?’ diyerek dönüş için harekete geçerken mırıldandığımda başını usulca sağa sola salladı.
‘Tarihi yapılardaki sanatı mecburen derslerde görüyorum ama böyle yerleri genelde abimle gezerim.’ Kaşlarımı havalandırdığımda hangi abisinden bahsettiğini merak ettiğimi fark ederek gülümsedi, ‘Noyan olanla, o sever. Kemerleri, harabeleri, eski kiliseleri, şapelleri, açık hava müzelerini… Hepsini o gezdirdi bana. Sıkılmadan her detayı anlatır, araştırırdı. Hala yapar ama yoğunluktan daha az vakit ayırabiliyor. Bölüme başladığım ilk sene de buraya getirmişti.’ Şanze, Noyan hakkında konuşurken hayatındaki en büyük kahramandan bahseder gibi oluyordu. Dudaklarında ufak bir tebessüm kalıyor, göz bebekleri aşık olmuş gibi büyüyor, sığınağının orası olduğundan çok emin bir edayla güvende hisseder gibi huzur buluyordu. Tüm bunları açıkça dile getirmese de daha saatler önce kendisine rest çekmiş ve sarılmasına karşılık vermemiş abisine rağmen gerilmek yerine tüm bedeni gevşiyordu. Sadece korunaklı hissedilen ortamlarda olan gevşemeydi bu. Elle tutulamaz ama zihnen ayırt edilebilir şekildeydi. Yürüse de yanımdaki bedenini göz ucuyla kontrol ettiğinde dahi fark ettiğim bu değişime rağmen yüzü asılmaya başladı.
‘Onu çok kırdım. Söylediklerinde o kadar haklıydı ki.’ İç çekerken tekrar koluna girip gülümsemeye çabaladım.
‘Kırdığın gibi düzeltirsin.’
‘Öyle bir şey değil bu Belgi. Nasıl açıklarım bilmiyorum ama abim haklı. Hayatımız boyunca hislerini o anda belli ettiği için hep sinirli, gergin ve laf anlatılmaz bir adam gibi göründü ama öyle değil. Ne zaman bir sıkıntım olsa ben söylemeden anladı. Hangi vakit çözemediğim bir konu olup panik yapsam, yanına koşsam sakinleştirip bana çözüm yolu sundu. Birisi hakkımda ufacık kötü bir şey söylese, kardeşim doğru olanı yapar dedi, savundu, kimseye laf bırakmadı. Ağladım, benimle ağladı. Kahkaha attım, çok morali bozuk olsa bile benimle güldü. Onu abime anlatmış olsam öğrendiklerini bana açıklardı fakat yapma demezdi, yine yanımda dururdu. Beni öldüreceğini bile bile istiyorum desem sırf hatırıma susar evine bile alırdı. Peki ben ne yaptım?’ başını usulca sağa sola salladığında kendine kızar gibi göz devirdi.
‘Yanımda olacağını bile bile gizledim. Bizim ailede herkes bir şeyler gizler. Gizay abim, Denker abim, babam ya benden ya birbirlerinden bir şey gizlerler. Ama Noyan abim öyle değil. Benden gizlemez, ben de ondan gizlemem. Gizlemezdim yani. Aptallıktı bu yaptığım.’
‘Kendine yüklenmen şu an sana bir fayda sağlamayacak.’ Dediğimde iç çekerek alt dudağını ezdi dişleriyle.
‘Bir yol bulmam gerek. Aptallıktan uzak bir yol. Tekrar güvenmesi için…’ güvenmediğini nereden çıkardığını sormak için dudaklarımı aralasam da birkaç adım ötemizdeki arabada olan gözlerini bana çevirdi, ‘Abimi kaybetmek istemiyorum. Onun bana karşı olan esnek kurallarını, şefkatini, anlayışını kaybedemem.’ arabaya yerleştiğimizde ise tekrar düşmeye başlayan yüzü aslında bu durumun kurtarmadığını haykırmıştı bana. Fakat çareler tükenmezdi, tükenmeyecekti, tükenmemişti. Düşündüğü gibi Noyan’ın ona artık güvenmediğini sanmıyordum. Bu sadece hayatından korktuğu için bir gerilimdi. Onu ben yetiştirdim derken Noyan’ın üzerindeki o gururlu baba edasını görmüştüm. O zaman da Şanze’nin hayatının tehlikede olduğunu biliyordu, bugün kahvaltıdan sonra olan konuşma esnasında da. Sadece kendi için ne kadar endişelendiğini anlamasını istemişti. Veya hislerini gizlemediği için o an olan sarılmamasını hepimiz iplerin kopması gibi görsek de Noyan rahat hissedeceği şekilde yapmıştı. Fakat ne olursa olsun Şanze’den böylece vazgeçme ihtimali olduğunu düşünmüyordum.
Şanze’ye bir yerlerde kahve içelim ve bir önceki yer fikri bendendi bu senden başlıklı konuşmayı yaptığımda kendimi tabelası gümüş kaplama, ortasında simsiyah iki büyük harfle İZ yazan mekanın kapısından girerken bulmuştum. Hangar gibi siyah demir kapısı olan yere kim bakarsa baksın alkollü bir eğlence mekanı diyebilirdi ancak alameti içinde gizliydi. Çünkü henüz dışarıdan bakarken simsiyah diye düşündüğüm mekanın iç dekoru da siyah olsa bile manzarası ve bu kadar karamsarlığın içinde uçsuz bucaksız denizi kucaklayan atmosferiyle istemsizce gülümsedim. Etrafı incelemeden önce Şanze’nin ilerlediği yeri takip ederek kendimi koltuğa bıraktığımda bakışlarım yeniden çevrede dolaştı.
Her yer siyahtı. Duvar, tavan, zemin, ufacık bile bir renk barındırmıyordu. Mekanın en ücra köşesinde bir servis alanı vardı fakat orası da öyle siyahtı ki dikkatli bakılmasa anlaşılacak düzeyde değildi. Duvarın duvar olduğunu anlayacağım tek şey ise 1910’da Almanya’da ortaya çıkmış, sanatçıların iç dünyasının dışa vurumunu amaçlayan ekspresyonizmi takip etmiş tablolardı. Tablolar replika olsa da orijinallerine öyle yakındı ki fırça darbelerini buradan dahi seçebiliyordum. Geriye kalan koltuklar, sehpalar yine siyahken renk veren tek şey koltukların gümüş renkteki bacaklarıydı. İçeride yok diyeceğim kadar az aydınlatma ve denizin enfes manzarasına açılan tüm cephe boyunca olan pencerelerin kenarlarındaki siyah kalın kumaşlı perdelerle mavinin ortasında simsiyah bir iz gibiydi mekan, ismine yakışır şekilde. Caddeyle, insanlarla, günlük yaşamla bağı kopmuş, kalabalık bir bölgedeki tenha hayattı sanki.
Her sene defalarca İzmir’e gelmeme rağmen asla gözüme çarpmamış bu yer cidden isminin hakkını veriyordu. Şaşkındım fakat. Ben burayı keşfedememiş olsam Simay fark ederdi. O olmasa amcam bilirdi. Bir şekilde burayı ayırt ederdik ancak olmamıştı, şimdi ise Şanze sayesinde hayran olmuştum.
‘Hoş geldiniz Şanze hanım.’ Yanımıza gelen tıpkı mekan gibi karalar bağlamış adamla Şanze tebessüm edip başını salladı anında.
‘Hoş bulduk Nihat. Var mı bugün bir davet, organizasyon falan?’
‘Akşam var Şanze hanım, dokuzdan sonra.’ Aldığı yanıtla tekrar başını salladığında gülümsemesi de biraz üstten bakan bir kadın haline dönüştü, ‘Siparişiniz için beklemedeyiz, menüde yeni ürünler var dilerseniz anlatabilirim.’
‘Gerek yok.’ Adam anında elindeki siyah ama üzerinde sayılar olan tuşları gümüş renkteki ufak bir küpü sehpaya bırakıp uzaklaştığında QR kodu okutup menüye göz attım. Kahve içecektim içmesine ama bu kadar siyah konseptli olan bir yerin içeriğini de merak ediyordum.
‘Nereden biliyorsun burayı? Daha önce hiç dikkatimi çekmedi.’ Mekan gibi siyah olan menü de açıldığında gözlerim Şanze’de takılıydı ki tek kaşını havalandırdığını fark ettim.
‘Sevgilinin burası, Noyan abimin.’ Kaşlarım şaşkınlıkla havalandığında telefon ekranına yeniden döndüm. Menüye bakılacak olursa sadece kafe diye adlandıramazdım. Hali hazırda ara sıcaklardan tutulsun, ana yemeklere kadar seçkin bir menüsü vardı. Tabi bunun yanı sıra alkol kadar kahve veya çay çeşitlerine de yer verilmişti. Ancak bu mekan insanlar siyah kussun diye dizayn edilmişti belli ki. Çünkü ferah bir içecek olarak tanımlanacak mojito dahi menüde siyah görünüyordu.
‘Buradaki her şey siyah mı?’ soruma Şanze başını sallayarak karşılık verdiğinde ekranı kilitleyip derin bir nefes aldım.
‘Mekanın isminin İz olması bu yüzden. Çeşitli bitkisel yöntemlerle tüm ürünlere siyah renk veriyorlar mutfakta. Kahvesi, makarnası, salatası, her şey siyah. Sürdürülebilir enerji ve geri dönüşüm üzerine işliyor sistem. Mesela aydınlatma güneş , elektrik tuzlu su, ısınma rüzgar enerjisiyle sağlanıyor. Mutfakta da aynı elektrik sistem var olduğu için müşterileri minimum yemek servis süresinin kırk dakika olduğunu bilip ona göre geliyor. Hatta o kadar ki doğum günü organizasyonu olduğunda mekanda maytap, volkan, havai fişek gibi patlayıcılar asla kullanılmaz. Pastanın üzerindeki mumlar dahi soyadandır. Bir kere kullanılmaz, tekrar geri kazandırılır.’
‘Peki bu?’ şaşkınlıkla aralanmış dudaklarıma rağmen konuşup ortada isminin Nihat olduğunu öğrendiğim çalışanın bıraktığı küpü işaret ettiğimde Şanze gülümsemesini genişletti.
‘Sipariş butonu. Bulut sistemle çalışıyor. Abim hangi mekanı olursa olsun personelini müşteriyle fazla muhatap etmez. Hem personel güvenliği için, hem de müşterilerin masada olan sohbetlerinin bölünmemesi için. O yüzden menüdeki kodları girip sisteme düşmesini sağladılar. Gizay abi yaptı yazılımını. Zaten buraya hangi saatte gelirsen gel etrafta çok çalışan olmaz. Masalar belli sıralamaya göre dağılır. Sırası gelen servise çıkar, teslim eder, dinlenme odasına geçer. Masanın toparlanması dahi müşteri talebinden bu butonlarla alınır.’ Diyerek alıp kendi siparişi için bana göstererek kod girip zarf gibi olan tuşa basmış ardından bana uzatmıştı. Kilitlediğim ekranı açıp bende kahvenin kodunu girerek gönderdikten sonra butonu bırakarak yeniden döndüm Şanze’ye.
‘Dinlenme odası?’ şaşkınlığım katlanırken başını onay verircesine salladı yine.
‘Gezeriz birazdan istersen detaylı anlatırım.’
‘İlgi çekici olduğunu kabul etmem gerek. Çok sevinirim gezersek.’ Gülümsemesi iyice kendini gösterdiğinde Nihat ikimizin kahvelerini de getirip bıraktıktan sonra yine ortadan kayboldu. Ortamdaki hafif blue jazz tınısı dalgaların sesiyle karışıyor, atmosfer içine çekiyordu resmen. Hayatım boyunca nadiren mekanlardan etkilenmiştim. İlk olarak detayları hoşuma giden yer ikizlerin barı olmuştu. Keza orayı da sevmemin nedeni ince detaylardı, duvarlarındaki tabloların betimlemesini biliyordum ve tıpkı burası gibi derin bir maviye açılan kapılarından günün herhangi bir saatinde haz alarak zaman geçirebiliyordum. Daha sonra İtalya’da olan İspanyol merdivenlerinden etkilenmiştim. Orada da mevcut yapı değil, insanların gözlemlenebilecekleri bir alana sahip olmasıydı asıl detay. Fakat burası ikisiyle de denk düşmezdi. İsmi İz olan bu yer karanlığın tam ortasıydı ve dört bir yandan içeri vuran ışıklar dahi onun siyahını silemiyordu. İnsanın zihninin içi gibi düzenli görünen ancak aslında ne nerededir pek anlaşılmayan yapısı vardı. Hem kayıptın burada, hem de vardın. İçine hapseden aurasıyla bir boşlukta gibiydin ve eğer ki uzanan maviliği görmese gözlerin boşlukta olduğunu dahi iddia edemezdin.
Bakışlarım çoğu insanın aksine olacak şekilde hala duvarlarda, zeminde, masalarda, kısacası siyah olan her detayda gezinirken çantamdan sigaramı çıkarıp yaktığımda Şanze’de bana eşlik etti.
‘Evleniyormuşsunuz… Tebrik ederim.’ Kocaman bir sessizliğin arasına giren cümlesiyle bakışlarım ona döndü. Bundan kimsenin haberi olduğunu düşünmemiştim. Dahası Şanze’nin bunu öğrenecek zamanı olduğunu sanmamıştım. Kız kardeşine elbet söyleyecekti fakat bunu şimdi biliyor olması anlamsızca gerilmemi, hatta utanmamı sağlamıştı. En nihayetinde beni tanımıyordu ve onun tanımadığı gibi abisinin de tanımadığını düşünmesi muhtemeldi.
‘Teşekkür ederim.’ Sesim kendimden emin çıksa da bakışlarımı kaçırmaya çalıştığım için olsa gerek kıkırdadı anına.
‘Niye gerildin ki bu kadar?’ fincanını parmaklarının arasına aldığında yaktığı sigarasından derince bir duman doldurdu ciğerlerine.
‘Bildiğini tahmin etmiyordum.’
‘Bilirim ben. Yani benim aksime abim bu konularda hep açıktır. Seninle ilk tanıştığım günden beri biliyordum zaten evleneceğinizi sadece zamanından haberdar değildim.’ Usulca omuz silktiğinde bir süre süzdüm Şanze’yi. Dışarıdan ailenin küçük, haşarı, ne yapacağı belli olmayan çocuğu imajı çiziyordu fakat bundan fazlası vardı bence. Bilmediğim bütün detayları bilir, kimseye anlatmaz, sır küpü gibi etrafta dolaşır ancak insanlar fark etmezdi. Özellikle bazı anlarda bu düşüncelerimin daha çok desteklendiğini ve doğru olduğunu hissediyordum. Mesela tam da şimdi. Küçük kız kardeş değil, annelerini kaybettikten sonra abilerinin dahi anne gibi kendine dert yandığı olgun bir kadındı. Kendi problemlerini önceliklendirmeden hayatını ailesine adamış bir kadındı. Herkes iyi olsun isterken arada kalmış bir kadındı. Evet, Şanze dışarıdan bakılınca aklı başında olmayan, deli dolu bir karakter gibi görünüyordu fakat içten içe onun bu ailedeki yeri olayları toparlayan, insanların sırtlarını sıvazlayan kişi olmak gibiydi.
‘İlk tanıştığımız gün mü?’ kaşlarım havalanmış şekilde kalırken Şanze kahvesinden bir yudum alıp gülümseyerek başını salladı.
‘Onların bakışlarından çoğu şeyi anlarım ben. Bir şeyler sakladığımı bildiğinin de farkındaydım mesela ama kendimi çok akıllı zannettim. Bir de bakışlarından anlamasam bile üç erkekle büyümüş bir kadın olarak erkeklerin henüz bir kadından hoşlanmaya başladıklarında dahi nasıl nazikleştiğini görebiliyorsun.’
‘Nazikleşiyorlar mı?’
‘Evet… Normalde yontulmamış bir odun parçası olsalar da bir kadından hoşlandıklarında daha az küfür ediyorlar, daha normal yemek yiyorlar ve daha fazla konuşuyorlar. Seninle tanıştığı günden bu zamana kadar olan konuşmasını hesaplayabilsem tüm yaşamından daha fazla kelime dudaklarından dökülmüş olarak kanıt dahi sunabilirdim.’ Açıklaması dudaklarımın ufak bir tebessümle kıvrılmasını sağladığında hafifçe omuz silkip kıkırdadı. Bakışları tekrar denize dönse de neşelenmeye yeni başlamış yüz hatları durağanlığa girdiğinde iç çektim.
‘Çok mu hoşlandın o çocuktan?’
‘Kimden?’ kaşları derinlemesine çatıldığında kimden bahsettiğimi anlamış gibi gülümsedi, ‘Tuncay’dan mı?’ doğrulamamı ister gibi baksa da dudak büktüğümde gülümsemesi daha da genişledi.
‘Ben pek hoşlanmam. Yani geçicidir herkes, kocaman bağlar kurmam, deli divane olmam. Çünkü ya çok serttir adamlar ya da eksik birer çocuktan ibaretlerdir. Hayatım boyunca çok sevdiğim beş adamın bana olan sevgisini bilsem de bir araya getirmedi bana bağlılıkları, o yüzden diğerlerine inanmam.’ Dolan gözleri usul birer çizgi çekmeye başladı yanaklarına. Bu yaşlar Tuncay dediği o kişi için değildi. Babası ve abileriyle alakalıydı. Kubilay bey, Denker abi, Noyan ve Gizay. Ancak beşinci kişi kim onu ben de bilmiyordum. Sadece Şanze’nin bir araya getirmek için fazlaca çabaladığını, bu uğurda çok yorulduğunu ve hırpalandığını anlayabiliyordum.
Onun için değerli beş adam. Hayatındaki her anda yanında bir arada görmek istediği insanları bir arada tutma çabası belki de Şanze’nin annesinden ona miras kalan çabasıydı. Çünkü tahminlerimce önceleri bunu yapan Yıldız hanımdı. Hatta belki de bunun için çaba dahi sarf etmeyen oydu. Şanze’nin payına ise büyük bir kavga arasında hepsini arkasında omuz omuza görmek için savaş vermek düşmüştü. Onlardan bahsederken ağlıyor olsa da gururla parlayan gözleri, fakat bir o kadar da umutsuzlukla omuzuna doğru düşmüş başını sallaması her şeyi açık ve net ortaya seriyordu. Yıllar önce annesini kaybetmiş bir genç kadın olarak şuan ulaştığı erişkinliği dahi mantık sınırlarında değilmiş gibi tavır takınmasından anlayabilirdi onu tanıyan insanlar. Şanze fazla mantıklıydı, makuldü, aklı başında ve kendinden emindi. Ancak sevdiği insanları, ki kan bağı oldukları gerçeği de göz önüne alınırsa, bir araya getirememek acılarını gizlemek adına alel usul bir yaşam tarzı çıkarmıştı ortaya. Noyan’ın o kahvaltı masasında söylediği ve ufak, ergen, aklı havada bir kadının yapacağı hareketler gibi görünen şeyler, şimdi anlıyordum ki Şanze’nin bile isteye, belki de kendi için bir araya gelmelerini sağlamak adına alevlendirdiği çıkartmalardı.
‘Peki neden sakladın?’
‘Bakma öyle kaçık ufak kız kardeş olduğuma.’ Burnunu çekip parmak uçlarıyla gözlerinin altını temizlemeye çalışırken gülümsemeyi de eksik etmedi, ‘Problemli bir tiptim ben, hep öyleydim. Kız çocuğu gibi değil de terminatör gibi yetiştim. Birçok kez dert oldum başlarına ve artık yük olmak istemedim. Zaten bin bir dert ve çaba var başlarında, hallederim zannettim. Hoşlanırım sonra sıkılırım, çabayı keserim, çabam kesilirse de gider zaten diye düşündüm.’
‘Sıkılmadın mı?’
‘Sıkıldım aslında ama hep olduğu gibi benim çabam bitince bitmedi. Salaklık işte, seneler oldu büyük abim umut olmayan bir aşkı hala bekler, Tuncay’da öyle zannettim. Çabam bitince çabası başladı. Meğer abim gibi olduğundan değilmiş.’ Dudaklarındaki kırgın gülümsemeyle gözlerindeki yaşı saklamak için harelerini denize çevirdiğinde iç çekerek omuz silkti.
‘Ama abin gibi olduğunu düşünerek hoşlanman, sevmen, hatta bu duruma üzülmen gerekmez mi?’ olan halim ve tavrım beni psikolog gibi gösteriyor olabilirdi fakat aslında Şanze’nin aradığı o arkadaş kanını burada bulmasını istiyordum. Bende yalnızdım, Simay olmadığı vakitleri iyi hatırlıyordum, herkesin kalabalığında bacaklarını kendine çekip yere oturmuş ufak bir kız çocuğu gibi içine kapanmayı, dışarıya sadece gülmeyi fakat sürekli iç organlarının patlama sesini duymayı ezberimde tutardım. Ve şimdi olan bitenlerin detayını bilmesem de var olduğunun bilincindeydim. Yani Şanze ailesi hakkında çevresine dert yanamazdı, açık vermekten korkardı ama ben o açık olan kısmın tam ortasındaydım.
‘Üzüldüm elbet ama Tuncay için değil, salak olduğum, göremediğim, yine bir belayla sahalarda olduğum için kendime sinirlenip üzüldüm.’
‘İlginç…’ kaşlarımı şaşkınlıkla havalandırmış olsam da Şanze gülerek omuz silkti.
‘Değil. Çünkü abimin dediği gibi içimi kemiren bir şey olmasa veya Tuncay’a aşık olsam onu saklamazdım.’
‘Aşık olsan ve bunu yaşasan ne olacaktı?’
‘Duramazdı kimse önümde, durmazdı da. Çünkü ben en başında söylerdim onlara olan biteni, gerçeği öğrendikleri dakika da bana haber verirler, anlatırlardı. Eğer aşık olsaydım ve böyle bir adama olmuş olsaydım kıyamet kopardı fakat ne ben aşkımdan geçerdim, ne abimler benden geçerdi.’ Yüzünü iyice incelesem ve doğruluğunda muallakta olsam da Şanze başını salladı anında.
‘Şaka değil. Eğer bir gün büyük bir aşk yaşarsam kötü adamla, abimlerle ters düşerim muhakkak, hatta çok kavga ederim, ben küserim falan da onlar yine de yanımda olurlar. Eminim bundan. Hayattaki en güzel ve net emin oluşumda budur zaten. Yaslanmasam bile sırtımı koruyacak duvarlarımın oracıkta var olmaları…’ o kırgın gülümseme kayboldu dudaklarından. Yerine gerçek ve samimi bir tebessüm aydınlandı. Gurur duyduğu ama birleştiremediği o ailenin paramparça olsa da var oluşlarınaydı bu tebessüm. Bir araya gelmezlerdi ancak ondan da geçmezlerdi. İşte aile yaşantısı anlamında beni onlardan ayıran gerçeklerden de biri buydu. Benim için herkes vardı fakat ben babam için dahi sınırlı zamanda bile yoktum. Kukla olmak ve oyun kurucu olmak burada rengi belli olan iki karakterdi. Şanze kendi hayatının oyun kurucusuydu, buna destek veren başlıca abileriydi. Ben kendi hayatımın kuklasıydım ve buna destek veren ilk kişi babamdı. Şanze, dünyayı yıksalar onlardan geçmezdi, onlar da ne kadar ağır laflar sarf etseler de yine kardeşlerinin gözlerinin içine bakarlardı. Ben defalarca dünyamı yıkmış bir adamla düşmanı gibi yaşamıştım ve ağır laflar eşliğinde kendimden nefret edildiğini hissetmiştim. Bugün Noyan’ın takındığı tavrı eğer ki babam takınmış olsa muhtemelen şimdi incelen ipin kopacağı noktaya ellerimi parçalayacakta olsa düğüm atardım. Keza tüm olan bitenlerde Şanze Noyan’ın söylediklerine, tavrına kırılmamıştı. Bu kadar açıkken onu hayal kırıklığına uğratması üzmüştü.
‘Abilerin ya biz ya o derse?’
‘Ne yaşadığını veya aileni bilmiyorum ama… Sen vazgeçtin mi abimden?’ geçmemiştim. Geçmek için sırtımı dayadığım bir duvar yoktu. Olsa vazgeçer miydim? Ondan da emin değildim. Fakat o saldırı haberinde enkaz olan içimi şimdi düşünecek olursam ve Şanze kadar ailemin arkamda duracağından emin kalsam geçmezdim Noyan’dan. Duvar yokken de geçmemiştim…
Sessiz kalışım üzerine Şanze hafifçe omuz silkip manzaraya çevirdi gözlerini, bende ona eşlik ettim. Bir süre sessizliğimizi koruduk, ikişer tane daha sigara içtik, kahvelerimizi bitirdik. Nihat kocaman bir servis tabağında tatlı getirdi, yeni reçete denediklerini ve yorum yapmamızı rica etti, denedik fakat yine sessiz kaldık. Tabaktaki tatlılar konusunda şahsi kanaatim ise simsiyah olan bir görselin bu kadar lezzet şölenini nasıl sunduğunun şaşkınlığından ibaretti. O koca servis tabağında dört çeşit vardı. Birisi yoğun kahve aromalı, diğeri orman meyveli, bir başkası karamel aromalı, sonuncusu ise kestaneliydi. Hepsinin aroması uzun uzun damakta kalıyor, aynı zamanda da tip olarak tiramisuya benziyordu ancak aklımı da başımdan almıştı.
‘Etrafı dolaşalım mı?’ biten tatlılarla Şanze’nin sorusuna başımı sallayarak onay verdim. Oturduğumuz koltuklardan kalkıp bar tarafına ilerleyip ilk önce arkadaki kapıyı açtık. İçeride epey yüksek sesli müzik ve müşteri kullanımındaki alanın aksine tamamen bembeyaz bir mutfak vardı. Bir de dışarısı kadar manzaralı olan tamamen cam duvarlar. Çalışanlardan herhangi birisi anlık bir duraksamaya girmeden veya kimin geldiğine bakmadan işlerine devam ediyorlardı. Hatta bir ara soğutucu dolaba ilerleyen üzerinde tamamen beyaz kıyafetler olan genç kadın gülümseyerek baş selamı verip duraksamadan devam etmişti.
‘Mutfağın temel kuralı içeride olanlar işleri bitene kadar durmaz, işi biten de mutfakta durmaz. Mutfağın tamamen çalışmayı bırakacağı üç an vardır. Mesai bitimi, iş kazası ve sağlık bakanlığı kontrolü. Haricinde padişah gelse teklemezler. Mutfakla alakası olmayan da servis köşesinden diğer tarafa adımını dahi atmaz.’ İşaret ettiği metal servis alanına bakmıştım ki Şanze gülümsedi.
‘Mutfağın ikinci temel kuralı, yardım istenmezse yardım edilemez ve kimse kimsenin işine karışamaz. Her sabah toplantı yaparlar zaten. Akşam bir davet veya organizasyon varsa çıkacak menü tartışılır, o sırada fikir sunulur ve müdahale edilir. Harici müdahale toplantı bittikten sonra yasaktır.’ İzlemeye devam ederken bir adam müziği kısıp yüksek bir tabureye yerleşti.
‘Odaklanmam gerek.’ Cümlesiyle kendi kendine şarkı mırıldananlar dahi susmuştu ki Şanze kapının yan tarafından uzanan koridoru işaret etti. Bu kez koridorda ilerlemeye başlarken yan yana olan iki kapının üzerindeki tabelalardan lavabolar olduğunu anladığım yeri geçerek koridorun sonuna devam ettik. Tamamen sona ulaşmamışken başlayan siyah ahşap basamakları tırmandığımızda geniş restoran kısmına çıktık. Burada köşede servis alanı dışında sadece tek bir kapı vardı.
‘Bu kat genelde yemek organizasyonları veya toplantılar için kullanılır. Yemekler asansör sistemiyle geldiği için ayrı bir mutfak yok. Abimin çalışma odası var, kilitli olur genelde.’ Tek kapıyı işaret ettiğinde kilitli demesine rağmen ilerleyip çantasını karıştırdı. Bulduğu kartı kenardaki sisteme okutup kapıyı araladığında sağ taraftaki ışığın düğmesine uzanıp bastığında ufacık bir pencere dahi olmayan odada gözlerimi gezdirdim. Yine siyahtı duvarlar, koltuklar, hatta dosyalar dahi ancak bu kez masa camdı. Duvarlarda ses için güçlü bir yalıtım olduğu yüzeydeki dalgalı halden anlaşılıyordu. Renkli diyebileceğim tek şey ise kırmızı bir çerçeveydi. Şanze masaya ilerleyip çerçeveyi parmakları arasına aldığında yaklaştım ona.
‘Defalarca tek renk, sadece siyah demesine, mobilya üretenlerin farklı alternatifler sunmasına kükremesine rağmen mekan henüz açılmadan İzmir’e geldiğimde gizlice masasına bıraktım bunu. Atmadı veya değiştirmedi.’ Çerçevenin kenarında parmağını dolaştırdığı esnada fotoğrafa dikkat kesildim. Efes harabelerinde çekilmişti. Ortada elini beline sardığı Yıldız hanımla Kubilay bey, Yıldız hanımın sırtını yasladığı belki yirmilerinde dahi olmayan Denker abi, Denker abinin sırtını yasladığı ve ondan biraz daha büyük görünen yeşil gözlü başka bir adam ve Denker abiyle diğer adamın hemen önünde saçlarının uçlarındaki mavilerle Şanze, Şanze’nin omuzunda o tanımadığım adamın eli… Kubilay beyin yanında Gizay, Gizay’ın yanında ise Noyan, yine omuz omuza olan halleri…
‘Bu kim?’ diyerek tanımadığım kumral adamı işaret ettiğimde Şanze derince iç çekti.
‘Annemden bir sene sonra kaybettiğimiz en büyük abimiz.’ Kaşlarım şaşkınlıkla havalandığında Şanze’nin baş parmağı o kumral adamın üzerinde gezindi, ‘İlk göz ağrıları, Bager Türker Visam…’
‘Başka bir abiniz olduğunu bilmiyordum.’ Bu kayıtlarda veya haberlerde de gördüğüm bir şey değildi. Dahası magazinde bile olmayan, fotoğrafları medyada bulunmamış biriydi.
‘Yurt dışında eğitim görüyordu, senede bir belki iki kez gelirdi. En son annemin cenazesine geldi, Noyan abimle büyük bir tartışma yaşadılar, herkesin gözünün önünde. Sonra sanırım döndü, görmedim bir daha. Bir süre sonra Noyan abim bizim aileyle ilgili her şeyin sosyal mecralardan kaldırılması için harekete geçti. Arkasından da suikast… Bir bizde vardır fotoğrafları, görüntüsü, bir de o suikastın haberi.’ Öyle bir haberin varlığına da rastlamamıştım ama böyle bir acının üzerine Şanze’ye sormadım. Daha fazla kanatmak, acıtmak ve üzerinden yıllar geçtiği halde yeniden bir yıkım olurdu bu. O yüzden de sadece hüzünlü gülümsemesiyle yaşı yıllar öncede kalmış abisini izleyen yeşil bakışlarına odaklandım.
Beni derinden yaralayan o şeyin küçüklüğüyle yüzleşmek gibiydi Visam ailesi. Anlam veremiyordum. Nasıl böyle bir şeyle yaşıyorlardı? Noyan nasıl kaldırmıştı tüm olup bitenleri. Sadece duyduklarım mideme sert bir yumruk darbesi indirir gibiydi. Peki tüm hepsini yaşayan Noyan? Annesini kaybeden, kavga ettiği ve hayatından silmeye karar kıldığı abisinin infazı… Üstelik kırgın, dargın, adam akıllı vedalaşamamış bir kardeş kaybı… Bu pişmanlık olarak var mıydı hala Noyan’da mesela? Onu son görüşünün böyle bir acıyla taçlanmasının ardından ne tür azaplar çekmişti? Hiç anlatmamıştı. Belki ağzına dahi ismini alamıyordu pişmanlığı yüzünden.
‘O kadar neşeliydi ki. Hiçbir şeyi ciddiye almazdı. Onun kayıp haberini alınca Noyan abim delirmediyse bu yüzdendir.’ Başını usul usul sallarken bakışlarını bana çevirdi, ‘Birilerine darılmak gibi huyu olmadığından belki de içini rahatlattı. Kırgın gitmedi diyerek kendini avuttu. Ne bileyim… Bizim ailenin sanırım kaderi bu.’
‘Ne kaderiniz?’
‘Kötü şeyler olmaya başlayınca devamı da öyledir. Şaşmaz bir kural. Bizim ailede eksi kutup artı kutbu çekmez, eksi eksiyi getirir peşinden.’
‘Peki artılar?’
‘Bize gelmez, biz zorla alırız artıyı.’ Gülerek çerçeveyi aldığı yere bırakınca başıyla dışarıyı işaret etti. İkimiz de çıktığımızda yine simsiyah olan alanda gözlerimi gezdirdim. Sadece alt katın izlenebileceği kadar bir gerilikte, balkon misali duran ve yemek masalarının dizili olduğu yerden alt kata indik. Az önce geçmediğimiz kısma yürüdüğümüzde sağ tarafta olan ilk kapıyı açıp baş selamı verdi.
‘Güvenlik odası.’ İçeride dört adam göz dahi kırpmadan ekranları incelerken oturuşlarını dikleştirip başlarını sallayarak karşılık verdiklerinde oradan da çekilip koridorun sonundaki odanın kapısını araladık. Diğer alanlara inat rengarenkti bu oda. Hatta duvarları dahi bir sürü renk barındırıyordu. Büyük bir televizyonun ve oyun konsolu tam ortada geniş koltuğun karşısında yer alırken duvara montelenmiş iki büyük ekrandan birinde restorandaki masaların güvenlik kamerası görüntüleri, diğerinde ise sipariş listesi vardı. Koltukta oturan iki adam ayağa kalkarken köşedeki sallanan koltuktaki kısa saçlı kadın yukarı çektiği bacaklarını indirdi.
‘Bakın keyfinize.’ Şanze’nin cümlesiyle hepsi eski pozisyonlarını alırken Şanze sipariş listesi olan yeri gösterdi.
‘Bundan hem mutfakta var, hem burada. Çocuklar genelde burada oldukları için sipariş önce kırmızı şekilde ekrana düşer.’ Kenarda duran raflardaki kutudan birini alarak sıfıra basıp gönderdiğinde ekrana deneme siparişi olarak düşmüştü.
‘Buradan ve mutfaktan onay verildiğinde sarı olur, mutfak servise çıkması için yeniden onay verdiğinde ise yeşil. Sipariş masaya teslim edildikten sonra müşteri herhangi bir değişiklik istemezse, yani onayından geçerse servis elemanı telefonundan sisteme onay atar ve kasaya düşer, böylece listeden de düşer. Toplama istediğinde ise siyaha dönüşür ekrandaki yansıma.’
‘Kabul etmem gerek çok iyi mekan ve çalışma sistemi.’
‘Abimin yönetiminde olan her yerde aynı sistem var. Tabi bu mekandan mekana değişiyor. Nihat biz kaçarız birazdan.’ Diyerek en köşede kalmış masadaki kağıtlarla uğraşan adama seslendiğinde anında bakışları bizi buldu.
‘Benden dilediğiniz bir şey var mı Şanze hanım?’
‘Teşekkürler, kolay gelsin.’ Başını onay verircesine sallayıp tekrar önüne döndü Nihat, biz de kapıyı çekip geldiğimiz yolu tekrar yürümeye başladık.
‘Mekan sistemi ne kadar iyi işlerse ve ne kadar güzel iş yapılırsa, tabi bu oran orantıya bağlı, ona göre dinlenme odalarına yeni ekler yapılır veya personele işine yarayacak avantajlar sağlanır.’
‘Nasıl yani?’
‘Mesela burası, İz… Abimin işlettiği diğer mekanlara göre çok daha iyi ciro yapar, küçük olmasına rağmen üstelik. Bu iki sene önceye kadar böyle değildi. İki sene önce Nihat çalışmaya başladı. Önce ortama adapte oldu, sonra personele. Ardından özel işletmelerle görüşüp kendi müşterisini kendi bulmaya başladı. Abim de dileyenin Nihat gibi bir yol izleyebileceğini, yapmak isterse bireysel olarak da, buradaki dinlenme odası için de avantajlara sahip olabileceğini açıkladı. Normalde otuza yakın servis personeli var mesela. Fakat belirli günlerde üç dört tanesi gündüz mekanda kalır. Diğerleri ise ister evlerinde olurlar, isterlerse müşteri bulurlar. Zaten müşteriler artık alıştığı için rezervasyonları direkt olarak randevu koduyla yaparlar.’ Mekana küçük demesine mi, yoksa bu kadar komplike bir şekilde işlemesine mi şaşırayım karar verememiştim. Baştan sona kadar her şeyi detaylıca düşünülmüş bu yer için herhangi birisi gelip yorum yapmaya kalksa hata bulamazdı resmen. Türkiye’de veya yurt dışında girdiğim bir çok mekanda ufak detaylar yakalayabilirdim. Bazı yerler zaman geçtikçe kullanımdan dolayı eskirdi ve sahipleri çok üzerine düşmezdi, bazıları çıkardıkları serviste aynı kalamazdı, bazıları ise hizmet kalitesinde değişkenlikler yaşardı. Fakat burası ütopya gibiydi. Sanki gerçekten var olmayacak kadar mükemmel bir yapılanma ve planlama ile ilerleme sağlamıştı.
‘Ne işe yarıyor ki randevu kodu?’
‘Her müşterinin kendi randevu kodu var. Mesela birisi aradı, kodu söyledi. Diyelim ki Feyza’nın müşterisi, Feyza’ya haber verilir eğer o gün mesaisi varsa. Feyza o müşteriyi bildiği için hangi masada oturmak isteyeceğini bilerek ve ne tercih edeceğinden haberdar olarak hareket eder. Diyelim ki müşterinin isteyeceği masa dolu, ona en yakın uygunluğa sahip olanı rezerve eder. Feyza izinliyse sadece mesaj atılıp bilgi verilir. Tercih ederse kendi gelip servis açar mesai ücreti alır ama etmezse de problem değil, o gün en az rezervasyona sahip olana müşteri teslim edilir, o da sistemden müşterinin daha önce tercih ettiği opsiyonları gözden geçirir.’
‘Bu müşteriler için sıkıntılı olmuyor mu peki, kod meselesi falan?’
‘Aslında olmuyor enteresan bir biçimde. Abim genelde bunun gelen insanların düzen sevdiği ve çoğunun iş insanı olduğu, plan programdan hoşlandığı için olduğunu iddia etse de bence hem isimleriyle bir yerlerde özel muameleden sıkılmış oluyorlar, hem birileri onlar için tercih yapsın istiyorlar, hem ilgi seviyorlar, hem de sürekli aynı kişiyle muhatap olmak iyi geliyor.’
‘Bu tür sektörlerde çok personel devridaimi olduğunu duymuştum.’
‘Bizde olmaz. Yeni kişiler gelir ama mecbur olmadıkça gidene rastlanmaz.’ Çıkışa geldiğimizde Adel arabanın kapısını açarken bakışlarım tekrar tabelaya döndü.
‘Neden İz?’
‘Burası abim için bir şeylerin başladığını kabullendiği yer. Kendinde kötü izler bırakan o şey burada başlasa da başkaları için iyi izler bıraksın istedi. Her yer o yüzden siyah biraz da…’ anlamaz halde yüzünde baksam da omuz silkerek koltuğa yerleşti, ‘Neden siyah diye sor, söyler.’ Bende yanında yerimi alırken harelerim bir kez daha gezindi iki harfte. Kalın ve büyük punto ile Bradley Hand stilinde yazılmış o iki harfin iç dünyası, varoluşu, simgelediği ana fikir derindi. Bakıldığı zaman göze hitap eden fakat tıpkı ismi gibi insanlarda iz bırakacak bir yerdi. Akıllarında muhtemelen hem ismi, hem tasarımı kalırdı burasının. Keza kutlamalar, toplantılar, özel günler için de uygun bir mekandı. Çünkü mekanda her şey hem dikkat çekecek kadar derin, hem de tek odak noktası kendinizmiş gibi hissettirecek kadar duruydu.
Ağır şart ve kararlar sonrası açılmış bir mekandı belli ki. Belki de karanlığın içinde bir çıkış kapısı olarak görmüştü Noyan burayı. Farklı yönü hakkında çok nadir konuşuyor olsa da kendini lekeli gibi hissettiğini ancak buna da bilinçlice bulaştığını cümlelerinden seçebilmiştim. Şimdi bu metalik fakat bir o kadar da simsiyah tabela aslında karanlığın tam ortasında Noyan’ı bir iz olarak görmeme sebebiyet veriyordu. Bir ihtimal bu düşüncem doğru olmayabilirdi. Daha yüzeysel veya çok daha derin anlamlar da taşıyor olabilirdi burası. Ancak en nihayetinde İzmir’de şimdiye kadar rastlamadığım, şimdiden sonra da her gelişimde uğramak isteyeceğim bir nokta olabilirdi. Kimi için kötü, kimi için iyi izler bırakıyor ve bırakacak olsa da bende bulanık bir nokta halindeydi.
Otele tekrar gelene kadar sessizliğimizi koruduğumuzda geldiğimiz katla beraber Şanze Denker abinin odasına geçmiş bende Noyan’ın odasına ilerlemiştim. Kapıdaki tabiri caizse zebellah ve isminin Afel olduğunu öğrendiğim adam tıpkı sabah olduğu gibi ancak bu sefer kan lekesi olmadan simsiyah giyinmiş, buz soğukluğunda bakarken kapıyı araladığında hızlıca daldım içeri. Bakışlarım anında ortadaki çalışma masasındaki bilgisayarın başında olan Noyan’la çarpışırken gülümsemeye çalıştım ancak o kulaklıktan anladığım kadarıyla toplantıdaydı. Güzelim İtalyanca aksanla beraber iş konusunda dikkat etmediğim birkaç cümle sıralamaya başladığında adımlarım koltuğa ilerledi. Sessiz olmaya özen göstererek oturup kolumu koltuk sırtına, şakağımı da yumruğuma yaslayarak izlemeye başladım.
İtalyanca konuşurken adamın üzerine bir albeni yapışıyordu sanırım. Ya da bana öyle geliyordu. Fakat yerinde durmayan eli koluyla, mimiklerini seyredip bir de telaffuzunu dinledikçe bir ufak eriyordum adama doğru. Ciddi ciddi dururken de çekim kuvveti vardı, öylece susup boş bakışlar atarken de. Herhalde benim Noyan’a çekilesim vardı. Bir süre kendisini canından bezdirecektim belki ama yine de böylece izlemenin tadı farklıydı işte. Üstelik bugün Şanze’nin Noyan’a dair anlattıkları ve ismi anılmayan büyük abiyi düşünüp şimdi de ona baktığımda daha çok derinleşiyordu işler. Noyan şikayet eden, çok ahlanıp vahlanan bir adam değildi ama sanki bazı şeyleri duydukça yapması gerekiyor gibi hissediyordum. Bu denli güçlü olmak aklıma mantığıma yatmıyordu.
Derin mavileri arada sırada bana dönse de kısa sürede tekrar ekrana odaklanıyordu. Bazen dudaklarında ufak bir tebessüme rastlıyordum ki ufak olmadığını sol yanağındaki gamzeden dahi tahmin edilebilirdi. Böyle bir anda izlemeye kaç kez fırsat bulurdum bilmesem de olduğum halden aşırı memnundum. Yüzünün her detayını zihnime kazımak, hiçbir kuvvetin de o detayları silmesini sağlamamak için direnişim olsun istiyordum. Keskin çene hatları, yeni çıkmış sakalları, beyaz gömleğin altından ben buradayım diyen esmer teni ve geniş omuzları, hep şekillendirilmiş gibi duran saçları, bir de asıl beni salaklaştıran iş terimleri dökülse de öp beni der gibi duran çizilmiş gibi olan dudakları… Ciddiyetine bakılacak olursa öp falan diyemiyordu ama bana göre diyordu. Öpsem ne olurdu ki? Konuştuğu mimari açıklamalara bakılacak olursa pek hoş ve akıllıca olmazdı ama neden olmasındı? Çok zordu direnmek. En azından benim için zordu.
Teşekkür ederek bilgisayar ekranını aşağı indirdiğinde gülümsemem genişledi. Az önce zor dediğim şey artık tuz buz olurken ayağa kalkıp yanına ilerlediğimde o da usulca koltuğundan kalkmıştı fakat fırsat bırakmadan yaklaşıp dudaklarına yapışınca tekrar oturdu yerine. Düşmemem adına yakaladığı belim sayesinde beni de kendine çektiği için dizinde yerimi bulduğumda kıkırdayarak ayrıldım dudaklarından.
‘Atarlı giderli ortam terk edince böyle yükseleceksen hep yapayım.’ Şaşkınlığı sesine dahi yansımış olsa da tekrar dudaklarına ufak bir buse bıraktım.
‘Atarlı giderli olduğundan değil, yükselesim geldi.’ Dediğimde işaret parmağı yüzüme dökülen saç tutamlarını okşayarak kulağımın arkasına sıkıştırdı.
‘Mümkünse nefesin nefesimden her ayrıldığında bana yükselir misin o zaman?’ sorusu ufak tınılı bir kahkaha atmama neden olurken alt dudağımı dişlerinin arasında ezip tekrar gülümsedi.
‘Yemek yemediniz sanırım?’ başımı anında sağa sola salladığımda hala saçlarımda olan parmakları usulca geri çekilirken avucunu yanağıma yasladı, ‘Aynı mekana götürecek olsam da benimle yemeğe çıkmak ister misin?’
‘Elbette…’ başıyla yukarıyı işaret ettiğinde gülümseyip kalktım dizinden. Koltuğa fırlattığım çantamı da alarak basamakları tırmandığımda zaten pekte fazla seçeneğim olmadığını bildiğim için kıyafetleri de zihnimden geçirdim.
Öncelikle kısa bir duş ardından akşam yemeğine uygun kahve tonlarda makyaj, düzleştirilmiş ve nemden kabaracağı konusunda net olduğum saçlarıma ek olarak v yaka dekoltesi olan beyaz zemin üzerine bordo yeşil ve yavru ağızı tonlarla nakışla çiçekler işlenmiş diz üstü elbisemi de giydiğimde hazırdım. Kurtarıcı olan ince topuklu ten rengi ayakkabıları da ayağıma geçirdikten sonra basamakları tekrar indiğimde aşağıda çoktan hazırlanmış hatta telefon konuşması yapmaya başlamış Noyan’a yaklaştım.
Siyahtı. Baştan ayağa, gömleğinden takım elbisesine, hatta yaka aksesuarındaki taşa kadar siyahtı. Fakat öyle ki bu göze batan, rahatsız edici veya ürkütücü siyahlıklardan değildi. Çoğu zaman beni geren, rahatsız eden, hatta daraltan bu rengi Noyan kullandığında önceki kadar karanlık gelmiyordu bana. Bu zamana kadar sevdiğim, kullanınca mest olduğum, bana iyi hissettiren tüm o renkler Noyan kullanırken siyah olsa yine de rahatsız etmezdi benliğimi. Fakat bunun o iyi taşıdığı için olduğunu zannetmiyordum. Bu tamamen sevgiyle alakalıydı. Dönüp baktığımda Simay’da kızıl saçlarıyla beraber siyahı çok iyi taşırdı ancak böyle içim aydınlanmazdı.
Noyan’ın bende olan hareleri ve zihnimdeki cirit atan düşüncelerle telefon konuşmasındaki muhabbeti anlayamasam da kapattığında kendime gelebildim. Dudaklarındaki ufak tebessüm uzattığı eliyle benim dudaklarımda da can bulurken elimin üzerindeki ufak busesiyle beraber kapıya yöneldik.
Her zaman bir düzen ve hazır ol içindeydi olduğumuz an veya Noyan’ın yaşama stili buydu. Çünkü normalde bekleyebileceğim ve beni rahatsız etmeyecek asansör kabini Noyan odadan çıktıysa katta oluyor, kimseye cümlelerle müdahale etmek zorunda kalmıyor, katı terk edecekse isim söylemesine gerek kalmadan belirli kişiler acil çıkış merdivenlerinden ortamı terk ediyordu. Bindiğimiz asansörde de böyleydi durum, geldiğimiz lobide hazır bekleyen insanlarda da, kapısı açık duran araba ve başında bekleyen Adel’de de.
Arka koltuğa yerleştiğime kapanan kapımla Noyan’da diğer taraftan bindi. Ön koltukta ise Adel ve Afel yerini aldı. İsim benzerlikleri konusunda muallakta olsam da tipleri asla benzemiyordu. Adel ve Afel’in tek ortak özellikleri boyları diyebilirdim dahi. Hatta o kadar ki birbirine zıt iki adamdı onlar. Adel sarışın, kahverengi gözlü, uzun yüzü olan, yüzünde ufacık bir iz dahi olmayan sakin ve durgun bakan, istemsizce güven veren bir duruşa sahipti. Afel ise esmer, neredeyse siyah diyebileceğim göz rengi olan, keskin yüz hatlarına sahip, çehresinde birkaç derin yara izi kalmış, karanlık bakan, tedirgin edici ve bana güvenilmez diye bağıran bir tipti.
‘Adel ile Afel kardeş mi?’ fısıltı gibi olan sorumla Noyan’ın bakışları öndeki iki adamı bulduğunda başını sağa sola salladı.
‘Alakaları yok. Birbirlerini de sevmezler hatta.’
‘İsimleri yakın olunca…’
‘Afel’in lakabı o, ismi Ali esasen.’ Kaşlarımı şaşkınlıkla havalandırdığımda bakışlarım iki adamda dolaşsa da tekrar Noyan’a döndü.
‘Afel ne demek ki?’
‘Görünmez.’ Derken gülümsemesini gizlese de derin bir nefes alıp omuzuma dudaklarını bastırdı, ‘Ve evet epey görünmez olduğu için böyle. Lakabını da asla kendisi bulmadı, ona böyle seslenmeyi seçtiler o da kabul etti, daha doğrusu itiraz etmedi. Olduğu yerde istemezse kimse onu fark etmez.’
‘Peki İz’in ismi neden İz?’
‘Yemekte anlatayım.’ Başıyla hafifçe dışarıyı işaret ettiğinde yaklaştığımızı fark ederek dışarı göz gezdirdim. Öğlen derin bir sessizlik ve sakinlik içerisindeki, hatta kapalı gibi görünen mekanın önünde sırasıyla onlarca araç vardı. Ve bunlar park halinde değil, aksine içeri girmek için sıra bekleyenlerdi. İlerlediğimiz sahil şeridi üzerinde uzun bir kuyruk oluşturmalarının yanı sıra bir o kadar da hızlıca hareket alıyordu bu düzen. Arabalarını valeye teslim edenler kadar şoförleri tarafından bırakılanlar da mevcut olduğu için iki sıra halindeydi. Arabanın duraksamasıyla beraber Afel benim Adel ise Noyan’ın kapısını açmak adına hızlıca indiklerinde bizde çıktık arabadan. O kapıları kapalı gibi görünen, öğlen burada varlığını bile göstermeyen yer şimdi ışıl ışıldı ancak abartıdan uzak bir ışıltıydı bu. Derin sarı aydınlatmalar simsiyah cepheyi ince uzun çizgilerle sarmış, kapıya kadar ulaşan yine sarı aydınlatma çizgisi görünür ve elit bir yol oluşturmuştu.
Öğlen incelememişim gibi mekana diktiğim gözlerimi parmaklarıma kenetlenen parmaklarla çektiğimde Noyan’a ufak bir tebessüm sunup ilerledim. O siyah gün ışığı sayesinde iç detayları belli olan mekan şimdi loş bir aydınlatmayla kendini belli ediyordu ancak bunun dışında beni buranın dışında tutan önemli bir olay vardı. Kıyafetim.
‘Mekanın kıyafet kodu mu vardı?’ şaşkınlıkla mırıldandığımda Noyan önce etrafta gezdirdi gözlerini sanki hiç görmemiş gibi ardından da bana baktı.
‘Evet, siyah veya lacivert kullanır gelenler.’
‘Neden söylemedin?’
‘Kurallar herkes için geçerlidir, sen herkes olamayacak kadar özelsin.’ Bu cümleye erimem gerekirdi fakat gerçekçi olmam gerekirse özelden çok çıkıntı gibi duruyordum. Üstelik insanlar rahatsız edici olmasa bile bakışlarını bana çevirmeye başlamışlardı. Sosyal anksiyetem şimdiye kadar yoksa dahi an itibariyle vardı.
‘Noyan bey. Hoş geldiniz.’ Diyen benim Nihat olduğunu öğrendiğim adam ufak bir baş selamı verirken bakışları bana dönmüş ufak bir tebessüm sunmuştu.
‘Hoş bulduk Nihat. Şanze sizi tanıştırdı mı bu arada?’ Noyan’ın sorusuyla ikimiz de başımızı sağa sola salladığımızda Noyan’ın elimdeki kenetli parmakları çözülmüş belime yerleşmişti.
‘Müdür yardımcımız Nihat bey. Nihat bey müstakbel eşim Belgi hanım.’ Kaşlarım bir anlığına havalansa da hızlıca toparlayıp Nihat’ın uzattığı eli sıktım.
‘Memnun oldum Belgi hanım.’
‘Bende.’ El sıkışmamız sonlandıktan sonra Nihat’ın yönlendirmesiyle ilerlemeye başladık. Tabi bu sırada hala üzerimde olmayan son birkaç göz de dönüp bakmıştı. Basamaklara ilerlerken ardımda bıraktığım o ortama ait olmadığımı bağıran gözlerden de kurtulduğumda harelerim tekrar Nihat ve Noyan’ı buldu.
‘Sende miydi sıra?’
‘Bendeydi patron. Dilediğin gibi masanız hazır zaten. Ben butonu getireyim.’ Çıktığımız katla Noyan başını onay verircesine salladığında Nihat kenardaki bankoya doğru biz ise aşağının görünebileceği tarafta duran hazırlanmış masaya ilerledik. Noyan’ın çektiği sandalyeye yerleştikten sonra onun da oturmasını beklediğimde Nihat butonu bırakmıştı ancak gündüz olandan farklı şekilde yanındaki alkol sehpasıyla bakışları üzerimizde dolaştı.
‘Sipariş geçmeden önce ufak bir tadım yaptırmak istiyorum sizin için de uygunsa.’ Noyan’ın hareleri beni bulduğunda usulca başımı sallamıştım ki o da Nihat’a onay verdi.
‘Şarap uygun mu?’ bu kez ikimizde başımızı salladığımızda Nihat alt kattan çektiği iki kadehe servis ettiği şaraplardan birini benim birini Noyan’ın önüne bıraktı.
‘Floransa üretimli, 10 yıllık, kırmızı.’
‘Ne zaman girdi menüye?’
‘Bu hafta girecek menüye. Denker bey seçmişti Floransa’dan ancak denetme fırsatı olmayınca bekletme kararı aldık. Alaçatı’da menüye alındı, misafirlerimiz de memnun aslında.’ Noyan başını sallayıp kadehi kokladıktan sonra bir yudum aldığında gülümsedi anında. Denker abinin iş güç arasında restoran için şarap seçme ihtimalini aklımdan geçirmezdim ama bu da olabiliyordu demek ki. Nihat yeni bir şişeye ve yeni kadehlere hazırlanırken parmaklarım arasındaki kadehin kokusunu derince ciğerime doldurdum. Şarap severdim ancak davetler yüzünden benim için bir tabu haline gelmişti. Fakat bunda enteresan bir is kokusu vardı. O meşe fıçıların aroması ve kokusu dışında bir isti bu. Aldığım bir yudumda o kekremsi tat bırakan bazı insanları rahatsız edecek hissiyatın olmadığını fark ettim. Doğrusunu söylemek gerekirse şarap tadımı şimdiye kadar yapmamıştım. Daha doğrusu bunun için zaman ayırmamıştım. Simay’la İtalya’da birkaç kez şarap evleri veya bahçelerine gitmiştik ancak şaraba karşı daimi ufak bir önyargım vardı.
Nihat yenisini servis ettiği kadehleri bırakıp daha öncekileri aldığında gözlerim yine Noyan’a odaklandı. Bir şeyler yaparken ciddileşmesini ve tam odaklı kalmasını seviyordum. Onu öyleyken izlemeyi sevdiğim gibi.
‘Avustralya, 15 yıllık, kırmızı, Fransız meşe fıçı. Yine menüde değil.’ Nihat’ın açıklamasını duydu mu bilmesem de kadehi kokladığımda meyvemsi koku çarptı ciğerlerime. İs yoktu, mayhoşluk yoktu, ekşi bir koku da yoktu. Duru bir kokuydu sadece. Noyan’ı süzmeyi kesip bir yudum aldığımda kaşlarım da derinlemesine çatıldı. Bunca sene köpek öldüren falan içmiş olmalıydım. O şişesine bilmem kaç yüz dolar harcanan şaraplar hikaye faladı. Veya bu şarap değil şaheserdi. Nihat yenisi için kadehime uzanacak olsa da elimi hafifçe kaldırdığımda gülümseyip Noyan’a döndü.
‘Siparişi verip tadıma öyle devam edelim Nihat.’
‘Nasıl isterseniz.’ Yanımızdan uzaklaştığında harelerimi katran kara görünen denize çevirsem de Noyan çıkardığı sigarasından bir dal ateşleyip derince nefeslendi zehri. Öğlenden kalan menüye girerek göz atmaya başlasam da bu anlamsız bir savaştı biliyordum. Çünkü baştan sona siyah olan o menüde her şey ilgimi çekecekti.
‘Önerin var mı?’
‘Öneri denilemez ama mutfağa güvenim var. Onlara bırakalım dilersen.’
‘Olur.’ Başımı salladığımda Noyan butonda iki kez sıfıra basıp göndermiş, ardından Nihat tekrar yanımıza dönmüştü. Noyan tadıma devam etse de benim bu kadehle mutlu olduğumu görmüş olacaklar ki ikisi de üstelemedi. Bu sırada ise Noyan dört belki de beş tane daha tadım yaptı. Hatta yetmedi menüye girecekleri ve girmeyecekleri de söyledi. Nihat alkol sehpasıyla beraber yanımızdan tekrar uzaklaştığında ise gözlerim kırmızı ancak görüntüde siyah olan şaraba döndü.
‘Bütün menü neden siyah?’ sorum garip olmasa da menünün hali enteresandı. Tıpkı İz’in çok ama çok derin sırlarının olduğunu düşünmem gibi. Noyan’a ait otel dışında herhangi bir yere gitmesem de buranın aurasında bir farklılık olduğunun bilincindeydim, böyle şeyleri hissederdim ve genellikle doğru çıkardı. Sadece gizemli bir renk olduğu için değil, bir şeyleri gizlesin diye de İz’di burasının ismi.
‘En başta olan soruyla başlayayım dilersen.’ Başımı onay verircesine salladığımda bende çantamdan sigaramı çıkarıp yaktım.
‘Burası kocaman kara bir lekenin hayatıma bulaştığı nokta olduğu için değil de o kara izin aslında ben olduğumu anladığım için bu isme sahip. O yüzden de baştan ayağa siyah. Çünkü siyah yutar. İnsanları, mevkileri, göğü ve denizi, hatıraları, hatta benlikleri dahi.’
‘Peki sen bu kadar karanlık mısın?’ diyerek sigaramın dumanının havaya karışmasına müsaade ettiğimde tebessüm yayıldı dudaklarına.
‘Uzun süre bakınca kör olduğunu düşüneceğin kadar karanlığım.’
‘Siyah bile aydınlık görünüyor sana baktığımda.’ Cevabım dudaklarının daha çok kıvrılmasını sağladığında derin bir nefes aldı.
‘İnsan nasıl bakarsa öyle görüyor Deran. Başkası korkuyor o karanlıktan, çekiniyor, ürküyor. Açığını istersen bende şikâyetçi değilim bu zifiriden. Gelgelelim buraya ilk geldiğimde insanların hayatına değdiğim noktada siyah bir iz bıraktığımın farkında olduğum zamanlardan geçiyordum. Sonra burada, tam bu masada otururken düşündüm, bu masanın o yüzden sadece rengi değişti kendisi aynı kaldı. Ben siyahım, dokunduğum yere yine iz bırakacağım ancak insanlar bunu farklı değerlendirebilir dedim kendi kendime. Birinin düştüğü yer başkasının ayaklandığı yer olabiliyor en nihayetinde. Benim kendimi leke olarak gördüğüm bu yerde bir başkası aydınlığını bulabilir dedim.’
‘Peki oldu mu? Bıraktı mı aydınlık izler?’
‘Başkalarına evet. Güzel kutlamalar gördü, güzel yıl dönümleri, mutlu haberler, anlaşmalar, tebrikler, hepsini simsiyah duvarlar içine aldı, kendi göğsünde kaybetti. Aydınlıklar yaşandı, siyah duvarlar o aydınlıklarla kendini buldu.’
‘Senin için?’
‘Bu akşam, evet.’ Derken göğsünü şişirecek derinlikte bir nefes aldığında elini iç cebine atıp kısa bir uğraştan sonra ufak bir kutu çıkardı, ‘Soruma evet dersen, sadece aydınlanmakla kalmayacak, bende aydınlık bir iz de bırakacak burası.’ Yerinden usulca kalkıp yanıma ulaştığında hala tepki veremesem de tuttuğu elim sayesinde ayağa kalktım. O ise birkaç masadan bize dönen gözleri önemsemeden tek dizinin üzerine çöktü. Kutunun kapağını açarken kaşlarımı havalandırdığımda gözlerim Noyan’ın loş ortam yüzünden laciverte yüz tutmuş hareleri ile yüzük arasında gezindi. Üstünde ve altında üçer ufak taşlarla yıldızlar barındıran, iki tarafında birer hilal olan, tam ortasında ise hologramlı gibi ancak daha çok beyazı andıran yuvarlak taşlı yüzük…
‘Aydınlığımı kaybetmemem için hayatını hayatımla birleştirir misin?’ dolan gözlerimle derin mavilerine tekrar baksam da puslu olduğu için gülümsedim. Normalde bir süründürme politikası uygulayacaktın Belgi, diyen zihnime rağmen derince soluklandım. Yaşadığı onca şey sonrasında bugün karşımda, kendini zifiri bir siyah olarak kabullenmiş, hayatını gizli kapaklı kapılar ardında idame ettiren ve bunu canı için yapan adam diz çökmüştü. Çevredeki herkes aşırı derecede garip bir olay var gibi bakışlarını bir Noyan’da bir bende dolaştırıyordu. Bu bakışlar kalabalık bir ortamda evlenme teklifi edilmesiyle alakalı değildi. Muhtemelen çoğu bu mekanın patronu olduğunu biliyor ve evlenme teklifi ediyor olmasına, bir kısmı da o benim için ismi olan varlığını görmediğim Ahter’in diz çökmesine şaşkındı.
Karşımda duran bir beden, iki farklı karakter vardı. Levent’ten bildiğim kadarıyla korkutucu, insanın ürkmesine neden olan, karanlık bakışlara ve tabulara sahip bir adamdı Ahter. Fakat benim gördüğüm insanların ne düşüneceğini önemsemeden sadece gözlerimin içine bakan, o hareleri her gördüğümde gülümseyen, ılıman iklime sahip bir de Noyan vardı işte. Bu birbirinden farklı iki karakter içinse aklımdan sadece tek aforizma geçiyordu;
Gelecek, herkes için belirsizdir; sadece kimileri için yırtıcıyı kafesin dışından seyretmektir, kimileri içinse yırtıcıyla kafesin içinde yüzleşmek…
Ben veya Noyan hem sağlıklı hem de hasta ruhlardık. İkimizin de geldiği nokta ise yırtıcıyla yüzleşmekti. Aksi taktirde o kafes açılır ve izlemekle sınırlı kaldığımız yırtıcı üzerimize üşüşürdü, bir süre sonra da artık yırtıcının kanından olurduk. Noyan o kana karışmış ve yırtıcının yerini almaya karar vermişti.
Peki ben? Buna hazır mıydım sahiden? Yırtıcıyla olmaya veya yırtıcının kendisi olmaya… Yırtıcı olmaya hazırdım ancak aynı yerde iki tanesi yaşayabilir miydi? Tüm sorularıma kendim cevap vermem gerekirse eğer yaşadı. Hazırdım. Kuşkusuz, şüphesiz, belkisiz bir şekilde emindim kendimden. Aklımdan bir dere yatağından süzülen su gibi hızla düşünceler dolaşırken havalandırdığım sağ elimi Noyan’a doğru uzattım.
‘Kim, kimler için yırtıcı olacak bu hikayede?’ derken havalanan tek kaşımla usulca kalktı dizinin üzerinden. Dudaklarında gerçek bir gülümsemeyle beraber ne sorduğumu anlamış gibi dikkat kesildi harelerime yüzüğü kutusundan çıkararak.
‘Ben herkese, sen bana.’ Cevabının tatmin edip etmediğini öğrenmek istercesine hala elinde tuttuğu yüzüğü işaret etti bu kez.
‘Birleştiririm.’ Titreyerek çıkan sesime dahi laf dinletemezken belki anlaşılmamıştır der gibi başımı salladığımda sol yanağındaki o çukur derinleşti. Birbirimize karşı olan sorularımızın cevapları hep vardı fakat bu soru ve cevap ikimiz içinde bir zincir gibiydi. Bağlıyor fakat mahkum etmiyordu. Esaretten bıkan insanlar için de asıl mühim olan buydu zaten.
Bu gece ikinci kez sordu aynı soruyu farklı şekilde. İkisinde de tereddüttüm yoktu. İkisinde de içimde şüphe namına bir şey belirmedi. İkisinde de karanlık olan o üstü kapalı kimliğini gösterdi. Buyum dedi. Bu kadarım. Korkacağın, kaçacağın kadar siyahım. Fakat her ikisinde de korkutmadı. Çünkü izi olan bu mekandaki gibi birbirimize karşı yarım kalmış yanlarımızı tamamlama niyetimiz vardı belli ki. Ucunda, sonunda, sağında veya solunda maddi bir çıkar savaşı olmayan şeydi aramızdaki. Sert bir muharebe meydanında neden var bu çatışma demezdik ama iyi misin diye sorardık. İkimizin de boynunda ince bir kılıç vardı. Farklı nedenler ve farklı eller tarafından tutuluyordu, biz ise sadece el ele tutuşmuş, bunu umursuyorduk, kılıçları değil. Belki de sırf bu yüzden dahi şüphe, korku ve acabalar yoktu.
Yüzük parmağımda hissettiğim o serinlikle Noyan’ın dudakları da alnımda sıcak bir iz bıraktı. Burası tıpkı dilediği gibi başkaları dışında bize de aydınlık bir iz bıraktı. Bir de Noyan’ın dudaklarından dökülen kelimeler aynı izi kalbime de attı.
‘Kim kaybedebilir ki Ahter’i gecesi yanındayken…’ ilk kez duyduğum ve şu an ne anlama geldiğini ayırt edemeyeceğim bu cümleyi defalarca daha duyacak gibi hissediyordum. Bir de çevredeki alkış seslerini işitiyordum Noyan’ın belimi saran kollarıyla beraber. Burası güvenli alandı. Kaos anında, herhangi bir afette sığınacağım, saklanacağım, koşup korkularımla beraber heyecanlarımı paylaşacağım noktaydı kolları. Şimdiye kadar beklediği kişi dışında herkesten bir destek gören Belgi’nin değiştiği, evrimleştiği yerdi. Noyan bana baş kaldırmayı öğretmemişti, Noyan kendime inanmamı sağlamıştı. Noyan beni sadece sevmiyordu, birinin beni gerçekten, nedensiz, sebepsiz sevebilme ihtimalime inanmama neden olmuştu. Noyan sekiz yaşında çocuk olmayı unutmuş Belgi’nin o absürt olgunluğunun duvarlarını yıkıp, yirmi altı yaşında üzerine dondurma döküp bununla mutlu olacak ufacık kız çocuğu Deran’ın gün yüzüne çıkmasına neden olmuştu. Elimden alınan tüm hak ve özgürlüklerimi almak için başımı kaldırdığımda güvenli ve güçlü bir sığınak olmuştu. Öyle olacak, öyle de kalacaktı. Yıllar önce öldüğünü düşündüğüm çocukluğum bu saatten sonra büyümeye başlıyordu aslında.
Genzimi dolduran çıra kokusu gözlerimi kapatmama neden olurken boğazıma yerleşen o garip yumruyu geçirmeye çalıştım fakat başaramadım. Onun yerine kirpiklerim arasından bir damla yuvarlandı yanağıma doğru. Yine ilk olarak gözyaşım firar etti ancak bu kez farklıydı, çünkü hüzünden değildi.
Bazı şeylerin yanlış olduğunu hissettiğinizde içinizde anlam veremediğiniz, kemiren, rahatsız eden bir dürtü olurdu. Bazen de doğru olanları tek kalemde kabullenirdiniz. Kalbinizdeki ferahlık, acabadan yoksun kalmış ruhunuz, doğru mu bu yaptığım sorusundaki derin ve kocaman bir evet cevabı hücrelerinizin her birinde yankılanırdı. Ben öyle bir andaydım. İliklerime kadar doğru olduğunu hissediyordum. Saçlarımdan parmak uçlarıma kadar huzur vardı. Bir de bu huzur kadar bilinmezlik. Gizli bir çırpınmanın ortasında kaldığım o bilinmez okyanus değildi burası. Canhıraş boğaz yakan bağırmayı kapsamıyor, sevginin korkutmadığını haykırıyordu. Benim için imkansız olan yer de tam olarak burasıydı. Sevdiğim tüm insanlara karşı verdiğim o duygu beni şimdiye kadar ürkütmüştü. Çünkü hepsi çıkmaz sokak, mahzen ve zorbalıkla doluydu. Fakat puslu mavilere karşı dik duran sevgimden korkunun esamesi okunmuyordu.
Belirsizliğin içindeki bir iz düşümü gibiydi onu sevmek. Sevgisi ürkütmeyen, fakat o sevginin de neler yapacağı tahmin edilemeyen…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |