19. Bölüm

Bölüm 18

Ceren Öztürk
biceruvar

Selam canlar... Yepyeni, gıcır gıcır bir bölümle daha geldim sizlere. Süreç uzadı biliyorum ama tam gaz devam edeceğiz. Bunu söyleyip ortadan kayboluyorsunuz diye kızmak hakkınız, söke söke de alırsınız kabul. Ancak öyle veya böyle işte geldim buradayım ve Belgi Deran ile Noyan'a sizleri boğmaya hazırım. Öyle uzun bir bölüm ki ben yayınlarken kontrol aşamasında bir miktar tükendim.

O yüzden lafı da çok uzatmadan hadi bakalım girişler ilk sağdan, sonra siz yolu da yolu aydınlatacak satırları da bulursunuz...

İletişim için ve yeni bölüm haberi için instagram kullanıyorum beybiler... (BiCeruVar)

🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘🌑

Dünya’nın kıyameti eş düştü içimle,

Gün en kızıl vaktinde döndü geceye,

Var olduğum vakit, yitip gitti geçmişle…

İnsanoğlu henüz yaratılmamışken Dert tanrısı kasvetle yeryüzünü dolaştığı sıralarda rastlamış Toprak ananın evine. Rastlamakla kalmayıp ziyaret etmiş. Dert tanrısı ve Toprak ananın sohbeti sürerken birden dönüp; Toprak ana eğer iznin varsa topraklarınla, çamurunla vakit geçireyim, biliyorsun bu aralar çok dertliyim, demiş. Hal bu ya bonkörmüş Toprak ana, uygunca kendisinden bir şey talep edenlerden bereketini esirgemez, ondan çare bekleyen kimseyi yüzüstü bırakmazmış. Bu yüzden Dert tanrısına da müsaade etmiş. Kendine bu oyalanmanın iyi geleceğini düşünen Dert tanrısı başlamış çamurla oynamaya, yapmış bozmuş, yapmış bozmuş fakat en sonunda bir insan heykeli oluşturmuş. Heykeli biterken ise oradan geçen Zeus’un dikkatini çekmiş ilginç ama muhteşem eser. Dönüp Dert tanrısına demiş ki; Bu çok hoşuma gitti. Ruhumdan üfleyeyim de can bulsun. Böylece ruhundan bir parça sunmuş çamurdan heykele ve insana can vermiş. Üç tanrı meydana gelen insanı o kadar çok beğenmiş ve sevmişler ki anında mülkiyet kavgasına tutuşmuşlar aralarında. Bir türlü orta yolu bulamayınca da Zaman tanrısını çağırıp hakem olmasını istemişler. Kabul etmiş Zaman tanrısı ve başlamış üçünü de dinlemeye.

Toprak ana; Meydana çıkan eser benim malzemelerimden yapıldı, dert tanrısı ve Zeus’un kattıklarını yadsıyamam ama ana madde benim, o yüzden de insan bana verilmeli, böylesi daha uygun, demiş.

Dert tanrısı; Toprak ananın malzemesini kullandığımı inkar edemem ancak onu böylesine daha önce hiç görülmemiş bir eser haline getiren benim, bu eserin emeği de fikri de bana aittir. Zeus’un katkısıyla daha kıymetli oluşunu kabul ediyorum ancak ben eseri ortaya çıkarmasam ne toprak ananın malzemesi, ne de Zeus’un ona ruhundan bir parça vermesi mümkün değildi. İnsanın benim mülkiyetimde kalması şarttır, demiş.

Zeus ise; Toprak ananın malzemesi, dert tanrısının hünerinden meydana gelen bu şeyin kıymetli olmasının sebebi benim ona bahşettiğim ruhtur, bu yüzden insan bende kalmalıdır, demiş.

Zaman tanrısı karar vermek için üçünü de dinledikten sonra onlardan süre istemiş. Ortada mevcut bir eserde izale-i şuyu davası söz konusuymuş. Önemli bir husus olduğu için de uzun bir vakit düşünmüş ve sonuca bağlamış. Üç tarafı da çağırıp, hükmünü tefhim etmiş.

Zaman tanrısı; Gereği düşünüldü. Zaman tanrısı olarak insanlara bir vade biçiyorum, insanların bu vadesi bittiğinde bedeni Toprak anaya, ruhu Zeus’a ait olacaktır. Bu vade son bulana dek ise Dert tanrısının malı olarak kalacaktır, demiş. Yani kalem kırılmış. Toprak ana malzemesine, Zeus verdiği ruha, Dert tanrısı ise harcadığı emeğe kavuşacakmış. Belki de sadece bundandır dünya üzerinde bilinmezlikle yuvarlanıp, vademizi beklememiz. Belki de sırf Dert tanrısının hükmü altındayız diye her problem çözüldüğünde yenisi ile karşılaşmamız.

Ben problemlere ve dertlere alışkındım. Üç tanrı arasında eğer ki gerçekten bir efsane olmaktan öte anlaşma varsa vade dolana kadar bilinmezliğim devam edecekti. Şimdi de koca bir bilinmezlik olsa da buradaydık. Bir koridordaki odada, koyu kahve deri koltuklarda oturuyor, trajedinin ev sahibi olmak adına ateş yakıyorduk. Bunun farkındaydım, farkında olduğum kadar Noyan’da farkındaydı. Etraf sürekli hareketliydi ve arada sırada alkış sesleri yükseliyordu. İnsanlar genel olarak kalabalık gruplar halindeydi, mutlulardı.

Otoparkta yürürken çoğu arabanın arkasında o beyaz kağıdı görmüştüm. Bizi onlardan ayıran birçok şey vardı. Mesela en başta kalabalık değil sadece beş kişiydik, daha sonra onların sevinçleri kadar yüksek bir perdede değildi sevincimiz fakat eminim ki heyecanımız on katı fazlaydı diğerlerinden çünkü gerilimin esiriydik. Noyan’ın arabasının herhangi bir yerinde yazı yazmıyordu. Fakat diğerlerinde en beğendiğim, Mutluluktan uçmuyorsak Newton’a olan saygımızdan, olandı. Normal bir halde olsak diye düşündüm bir an, ama hayır, böyle şeyler bana da hitap etmiyordu Noyan’a da. Fakat işin asıl komik yanı bulunduğumuz yerde yine ikimize de hitap etmiyordu.

Nikah dairesi.

Ne kadar bize uzak bir konumdu aslında. Simay hep, ‘Sen bu gidişle evde kalacaksın!’ derdi oysa ki. Şu an herhangi bir gerilim hattı olmasa ve o yanımda olsa dalga geçerek çok gülerdi. Çünkü ne zaman amcam, Simay ve ben bir araya gelsek ortada damat aday adayı dahi yokken bir baba damarıyla sizi vermeyeceğim inadına tutulan amcama, Ben seninle kalırım, diyerek destek olurdum. Eğer haberleri olsa ikisi de burnumun dibinde biterdi ve amcam büyük bir kıyamet koparırdı, gerçi haberleri olmadığı için de büyük bir kıyamet koparacaklarından emindim. Fakat tüm bunların arasında bildiğim bir gerçekte amcamın siniri ile Simay’ın destek oluşunun doğru orantıda hareket edeceğiydi. Yani amcam ne kadar sinirlenirse Simay o denli destek olacaktı, sonra, uygun bir vakitte ise bana trip atması gerektiğini anımsayacak, bu telaşlı kararımı burnumdan getirecekti.

‘Şaka mısınız lan siz?’ Denker abinin sesiyle düşüncelerimden sıyrılıp bakışlarımı ona çevirdiğimde Noyan tek kaşını kaldırıp dikkatle süzdü abisini. Elindeki evrakları hava sıcaklığı yüzünden biraz kendine, biraz bana doğru sallarken gülümsemem büyüse de bir devlet dairesinin müdür odasında üzerimdeki keten sütlü kahve şort, beyaz askılı ve ince açık kahverengi keten bir ceketle oturuyordum. Yanımdaki Noyan’ın ise hali benden pek farklı değildi, evraklar yetişmez belki düşüncesiyle altında taş rengi keten bir pantolon üzerinde kırık beyaz bir keten gömlek vardı. Otelden çıkar çıkmaz hastaneye daha sonra da nikah dairesine kendimizi attığımızda Noyan avucunun içindeki tüm imkanları seferber etmişti ki bir an İzmir’de yanımızda olan üç kişiyi artık gerçekten haberdar etmemiz gerektiği gerçeğiyle yüzleşerek Denker abiyi aramıştık. O ise geldiğinden beri odada defalarca voltalar atmış, müdürün bu gerilimden ne çıkacağını kestiremediği için halletmesi gereken işleri olduğunu söyleyerek odasını dahi bize bırakıp kaçmasını sağlamıştı.

‘Oğlum ciddi bir şey soruyorum. Şaka mısınız siz? Lan bu kılıkta evlenilir mi? Ya gelin hanım hadi bu manyak sen bir şey söyle. Üzerinde şort var.’ Diyerek isyanla şortumu işaret ettiğinde gülümsedim.

‘Ben memnunum abi halimden.’ Omuz silktiğim esnada bir alkış tufanı daha koparken odanın karşısındaki kapıdan çıkan kalabalığa ve çifte göz attım fakat o kargaşanın arasından sıyrılıp koşarak bize yaklaşan Şanze’yle kaşlarım havalandı. O ise nereden bulduğunu asla bilmediğim buketi hızlıca bana uzattı.

‘Al birini vur öbürüne. Kadın gelinlik giymemiş çiçek mi buldun sen?’ Denker abi şaşkın ve aynı zamanda sinirli hali yüzünden fark edemese de Şanze’nin kılıf içinde tuttuğu, daha doğrusu tutmakta zorlandığı iki askıyla gözlerimi kısıp onu incelemeye başladığımda arkasını dönen abisine burun kıvırıp göz kırpmıştı.

‘Ya elli kez söyledim abi, hala da söylüyorum.’ Noyan’ın bakışları abisinden bana döndüğünde derin bir nefes aldı, ‘Bir saat var güzelim, hadi gidip alalım gelinlik veya arayayım getirsinler.’

‘İstemiyorum gelinlik falan, halimden memnunum ben.’ İtirazımla gördün mü dercesine abisine beni işaret ettiğinde Gizay yaslandığı duvardan ayrılarak süzdü ikimizi. İçine sinmediği çok belliydi fakat bu ekip içerisinde şu dakika mantık sınırları içinde kalan Denker abinin bize laf anlatmaya çalışmasının yeterli geleceğini düşünerek tek kelime etmiyordu. Ben ise gerçekten gelinlik istemiyordum. Kan dökülmeden, birileri ensemizde bitmeden, olay çıkmadan, silahlar patlamadan imzaları atıp konuyu kapatmalıydık. Şanze’nin kılıflar altında ezilmeme çabasını ise sadece ben ve Gizay fark etmiş olacağız ki atik bir hamleyle kızcağızı ağır yükten kurtardığında bakışları da yeniden bize döndü fakat susmaya devam etti.

‘Abicim...’ Denker abi anında önümüzdeki sehpaya oturup ikimizin de dizlerine elini yerleştirerek derin bir nefes aldıktan sonra dikkatle yüzlerimize bakıp konuşmasına devam etti, ‘Bak babamla Zeren bey gırtlak gırtlağa gelmişler, daha az önce haberini aldım. Siz sabahın köründe otelden çıkıp tahlil falan yaptırmışsınız bir saat sonraya nikahınız var, ben size evlenmeyim demiyorum ama sizce doğru zaman tam da şimdi mi?’

‘Öldürsünler birbirlerini.’ Noyan umursamazca mırıldandığında kaşlarım havalansa da Denker abi sıkkın nefesini bıraktı.

‘Peşinize kaç adam takmış babam haberin var mı Noyan? Lan tamam anladık günahını vermezsin babama da sevdiğin kadını düşünmüyor musun?’

‘Ne yapayım abi? Ben bugün sabah aradım onu, olan biten her şeye rağmen evlatlığımı yaptım, evleniyorum, eğer olmak istersen birkaç saat ileri atabilirim, uçağı ayarlatayım, dedim. Sonuç?’ dalga geçer gibi olan o sinirli gülümsemesi dudaklarında yer edinirken başını usulca sağa sola sallayıp baktı abisine, Denker abi ise sanki bunu asla beklemez gibi şaşkındı, ‘Küfür kıyamet abi. Her şeye rağmen bir tamamı bile yetecekti, gelmek istemiyorum dese dahi alınmayacaktım. Peki şimdi ne yapayım istiyorsun? Kalkıp yanına gidip sakinleştirmeye mi çalışayım? Deran’ı kabul et mi diyeyim? Zeren bey beni kabul etmiyor, babam Deran’ı kabul etmiyor. Etmesinler abi zaten. İstemiyorum, etmesinler.’ Abisinin bileğini yakalayıp sıktığı dişleri arasından konuştuğunda Denker abi dik dik gözlerine bakmaya başlamıştı bile, ‘Ben sevdiğim kadını kabul ettim, o beni kabul etti. Kimse kabul etmesin umurumda değil.’

‘Lan!’ son anda olduğumuz ortamı fark etmiş olacak ki duraksadı Denker abi, ‘Babam, karını öldürmeye çalışacak.’ Sesi fısıltılı olsa da bakışları fazlaca gürültülüydü Denker abinin. Fakat söylediği cümledeki öldürülecek kadın olmaktan ziyade acaba Noyan’a bir şey olur mu tedirginliği kapladı içimi. Ben zaten öyle deli gibi korunan bir insan değildim, zarar görmüştüm ve tüm travmalarımı aile ferdim yaşatmıştı, canımın kolay acıdığını söyleyemez, kendimi de pek önemseyemezdim. Herhalde bir tek şu an olan kararım ben istediğim içindi. Düşüncelerimden Noyan’ın sesiyle sıyrıldım.

‘Saçının tek teline dokunamaz. Şimdi, itiraz edeceksen sende dön arkanı git abi, siz de.’ Gözleri anında Şanze ve Gizay’a döndüğünde kısa süre baksa da abisine bakışlarını tekrar çevirdi.

‘Mutluluğumu paylaşmayacaksanız daha fazla beklemenize de, dil dökmenize de gerek yok. Çünkü ben hayatım boyunca ilk kez kendim için bir şeyler yapıyorum. Birilerini korumak, kollamak, hayatlarımızı rayına oturtmak için değil, kendim için ilk kez bir adım atıyorum.’ Ayağa kalkarken Denker abi de onunla harekete geçtiğinde elini bana doğru uzatmıştı ki sıkıntıyla nefes alıp yakalayarak bende ayaklandım.

‘Kardeşim, ben senin mutlu olmanı istemiyor değilim. Sen savaş çıkarıyorsun ama, canınıza bir şey olacak Noyan.’

‘O herif beni on sekiz yaşındayken öldürdü, sadece beni değil, sizi de öldürdü. Şimdiden sonra yapamaz. Sigara içmeye çıkıyoruz biz.’ Kaşlarım çatılsa da Noyan’la beraber ilerlemeye başladığımda dışarı adım atmıştık ki pantolonunun cebinden çıkardığı sigaradan iki dal ateşlediği gibi birini bana uzattı. Gözlerim puslu mavilerine odaklıyken dumanı ciğerlerine doldurduğunda sıkıntıyla nefesini savurdu.

‘Annemi öldürdü o herif.’ Gözlerini benden kaçırırken duyduğum cümle göğsümün tam ortasına hançer gibi saplanmıştı. Usul usul o hançer çıkarılmadan çevrilirken titreyen elime dur demek istercesine anında sigaramdan bir nefes çektim.

‘On sekiz yaşımdaydım annemi öldürdü. Kaza süsü verdi.’ Konuya dair kurulacak tek cümle bile bulamıyordum. Benim babam normal değildi, annem terk etmişti, tamam Zeren bey de ruh hastasıydı ancak birinin karısını, çocuklarının annesini öldürmesi… Allak bullak olan başımla dumanı derince tekrar çektiğimde sertçe yutkundum. Ne denirdi ki buna, babam annemi öldürdü, bu cümleye karşı ne diyebilirdim?

‘Nikah şahidi kim? Sizin birbirinize sözünüz var, seninki Gizay anladım da, Belgi senin? Kuzenini falan istemiyor musun yanında?’ Bakışlarım şaşkınlıkla yanımızdan gelen sese döndüğüne Denker abi kırık bir gülümsemeyle bakıyordu Noyan’a. Kardeşi için istediği bu değildi, kardeşinin bana az önce söylediği şey ise benim asla duymayı beklemediğim, ihtimal dahi vermeyeceğim şeydi. Gittiğimiz o aile evindeki fotoğraf geliyordu gözümün önüne. Gözleri ışıldayan, dudaklarında gerçek bir gülümseme olan Yıldız hanım ve ona sırılsıklam aşık olduğu hülyalı bakışlarından belli olan Kubilay bey. O kadar gerçek hissettiren bir fotoğrafta olan iki kişi de böyle bir kötü sonun sahibi olamazdı. Bu konunun tafsilatı olamazdı biliyordum ama açık seçik bir cümle ne kadar kan kaybettirebilirse insana o kadar kan kaybediyordum. Noyan ve ailesi için yüzlerce hatırat tasarlayabilirdi zihnim fakat hiçbiri az önceki cümleleri kadar ikrahla dolup taşamazdı. Noyan’ın babasına karşı hep bir mesafesi vardı ancak sebebinin bu olması derin bir acıydı. Oysa benim zihnimden geçen onu zorla bir yetişme tarzına ittiği için veya farklı bir şirket kurduğu için aralarında olan gerilimden ibaretti. Kan, vahşet, sevdiği kadını öldürmesi değil, daha minimal şeylerdi.

Aklımı hengame içinde bırakan düşüncelerden sıyrılamasam da omuz omuza vermiş Denker abi ve Noyan’ı buldu bakışlarım. Duyduğum şeyin şokunu atlatamazdım ancak aklıma Noyan’ın evde söyledikleri geldi, biz burada kedi köpek, iki adım ileride can ciğer oluruz. Muhtemelen bundan hepsi emindi. Çünkü tüm o kanlı zamanların içinde can ciğer olmuş, beraber atlatmışlardı. İsyanları, yakarışları, göz yaşları daima birbirlerinin omuzlarında can bulmuştu. Peki ya Bager Türker Visam’la neden iki adım ötede can ciğer olamamışlardı? Veya bu hem vurup hem düştüğü yerden kaldırmak ondan sonra mı başlamıştı? Bir pişmanlığın geç telafisi olabilir miydi bu tavırları?

‘Yanımda mısın?’ Noyan yan bir bakış atarak tebessüm ederken Denker abinin bakışları bir anlığına beni buldu. Daha ne olduğunu anlamadan beni kendine çektiğinde son anda sigaramın düşmesini engelledim.

‘Tüm bu mevzu kapanınca gelin hanıma adam akıllı düğün yapmazsan o zaman karşında olurum. Ben senin mezara kadar yanındayım, konu tartışmaya açılamaz bile.’ Mezara kadar kısmı tüylerimin ürpermesine neden oldu. Bütün bu şeyleri yaşamışken bu kelimeleri kullanabilmeleri dahi garipti. Annelerinin katili babalarıydı. Annelerinin mezarlarına babalarından utandıkları için gidemiyorlardı. Ona bunları yaşatmış adamla Noyan’ın yüz yüze gelmeye dahi tahammülü yoktu fakat gelmesini üstü kapalı istemek için evleniyorum demişti. Tahammülsüzlük hakkıydı da zaten. Öğrendiğim iğreti o bilgiden sonra herhangi bir ses kaydında Kubilay beyin fısıltısını duysam ne tepki verirdim bilmiyorum. Üstelik ben sadece kısa cümlelerle duymuştum, onlar ise yaşamıştı. Annelerinin cenazesinin üzerine abilerini kaybetmişlerdi, hastalıktan, kazadan değil, saldırıdan dolayı kaybetmişlerdi. Gencecik bir adama karşı ve ailesinden binlerce mil uzaklıktayken düzenlenen suikast almıştı onlardan kardeşlerini ve küslerdi o sırada. Cümlelerle canımı yakan, beni bu kadar sarsan şeylere şahitlik etmişlerdi onlar. Acıyı iliklerine kadar yaşamışlardı.

‘Monte Carlo’ya gidelim mi nikahtan sonra?’ Noyan tek kaşını kaldırıp dikkatle Denker abiye bakarken ben hala neden kolunun altında olduğumu bilmesem de, daha doğrusu ortamda olup olmadığımı dahi ayırt edemesem bile beline tutundum. Dengemizi iyice kaybetmiştik sonuçta fakat zamanın bir diliminde eğer bir abim olacaksa o Denker abi olmalıydı. Çünkü normal şartlarda abi olduğu halde dinlenmeyişine yeri göğü birbirine katacak insanlar varken Denker abi çok başkaydı bu konuda. İsmi gibiydi belki de, ölçüsü vardı, uyum sağlıyordu fakat ne olursa olsun abi vasfıyla kardeşlerinin yanında durup tüm düzeni bozukluğu onlara denk düşürüp yok saymaya çabalıyordu. Belki de kardeşinin bir kez daha pişmanlık yaşamasını istemiyordu.

‘Önce ada sözünü tut Şanze’ye.’ Diyen Denker abiyle tek kaşını havalandırdı. Bir süre bakışları adamın üzerine dikili kalsa da sanki eninde sonunda söylediğinin olacağını bilir gibi devam etti, ‘Arkasından uçağı ayarlatır direkt geçeriz. Fakat önce sözün.’ Noyan’da başını sallayıp onay verirken diğer tarafıma geçtiğinde elimdeki sigarayı kenarda duran küllüğe söndürüp bir elimi de Noyan’ın beline yerleştirdim. Hala aklımın duvarlarına çarpan cümleyle, Annemi öldürdü o herif, sarsak adımlarla eşlik ettim onlara. Geldiğimiz koridoru dönerken sonunda yine o odaya ulaştık.

Ulaştık ancak ne olduğunu anlamadan aklımın içinde dönüp duran o kelimelerle Şanze beni odaya çekti, Gizay ise Denker abi ve Noyan’ı alıp koridorda ilerletti. Şanze’nin az önce altında ezilmek üzere olduğu kılıflardan biri odanın dolabındaki kulpa asılı ve fermuarı sonuna kadar açık şekilde duruyordu. Tasarladığı o beyaz elbise buradaydı. Tam karşımda ve yanında ondan bağımsızmış gibi dursa da tamamlanmış halde duvağıyla.

‘Nasıl yaptın bunu?’ dediğim esnada elbiseyi tamamen askısından indirdiğinde gülümseyerek omuz silkti.

‘Tasarlarken de bunun için tasarlamıştım zaten. Ada konusunda abim söz verdiğinde yakın zamanda olacağını da tahmin etmiştim bu nikahın. Sadece şimdi olduğundan emin olamamıştım ve gelirken yanımda getirdim. Çocuklara verip adadaki eve götürmelerini isteyecektim. Tam yeri ve zamanıymış.’ Odanın kapısını kilitlediği esnada üzerimdeki ceketten kurtulurken bende gülümsedim.

‘Noyan’ın takımı zor olmadı sanırım…’ yorumuma yüzünü buruşturdu önce fakat kısa süre sonra gülümsedi.

‘O biraz meşakkatli oldu aslını istersen… Düşündüğün gibi düzinelerce olan takımlarından birisi değil.’ kaşlarım havalanırken üzerimdeki kıyafetleri çıkarmaya başladığımda çekinmediğimi görerek tebessümünü daha da büyüttü.

‘Seninle tanıştığında daha doğrusu yatta konuştuğunuz gece benden bir çizim yapmamı istemişti. O gece herkes uyuduktan sonra oturup öyle boş muhabbet ediyorduk. Zaman buldukça yaparız boş muhabbetleri biz.’ Kıkırdamasıyla beraber bende güldüğümde iç çekerek elbiseyi giymeme yardım etti. Arkama geçip düzeltmelerini yaparken de devam etti anlatmaya, ‘Abini evlenirken nasıl görmek istersin, dedi. Anlattım. Hepsi için aklımda oturmuş renkler vardır. Denker abim için krem, Noyan abim için lacivert, Gizay abim için ise epey koyu bir kahve… Anlatmaya başlamadan önce defter alıp getirdi, hem anlat hem çiz, dedi. Bitince de defterden kopardı o kağıdı masaya bıraktı ve şimdi de Deran yanımdayken nasıl görünmemi istersin onu çiz, dedi. Çizdim. Beğendi mi bilmiyorum, yorum yapmadı ama zaman buldukça atölyeyi çalıştır bunun için dedi. Güvenlik için devir daim yapan ekip geliyor olunca istedim ve getirdiler.’ Sonunda elbisenin arkasıyla uğraşı bittiğinde yüzümü dönerek derin bir nefes aldım. Mutluydum fakat içimde kalan o cümle, annelerinin kaybının nasıl olduğunu öğrenmem derin bir yara gibi orada duruyor ve gerçekten gülümsememi engelliyordu. Fakat karşımdaki genç kadın tüm o cümlelere rağmen içten bir şekilde gülüyordu. Dakikalar önce onda derin bir iz olan ölümden bahsedilmemiş gibi.

‘Bunu bugün öğrenmeni istemezdim.’ Kaçak göçek olan bakışlarım Şanze’nin yeşillerine dönerken dudaklarındaki o acı gülümsemeye rağmen omuz silkti.

‘Abim işte, bazen dengesiz ve empati yoksunu olabiliyor. Şimdi zamanı değildi ama belli ki daha fazla içinde tutmak istemedi veya tutamadı.’

‘Nasıl anladın?’ kaşlarım derinlemesine çatılırken elinde salladığı duvağın tokasını saçlarımın arasına sıkıştırıp geri çekildi.

‘Ailemdeki herkesi anlarım Belgi. Belki bir belki iki cümle söylemiştir abim konuyla alakalı ama sen şuan o cümle yüzünden iç organların sökülüyor gibi hissediyorsun. Acı her devirde var ve az çok diye nitelendirilemez. Acı acıdır… Gözlerin acı çekiyor. Fakat şimdi değil. Bugün olmaz. Acını daha sonra yaşa, bugün tek odağın abimle birleştirdiğin hayatın olsun. Sende mutlu olmayı hak ediyorsun.’ Kolumu usulca okşayıp yanımdan uzaklaşmak üzereyken yakaladığım bileğiyle gözleri yeniden buldu harelerimi.

‘Her biri senin iki mislin olan o adamlardan çok daha güçlüsün.’ Sanki bunu zaten bilir hatta ezberinde dururmuş gibi mimiklerinde en ufak oynama olmadan salladı başını.

‘Öyleyim. Neden biliyor musun?’ neden dercesine sağa sola salladım başımı. Hala kolunda olan parmaklarımın üzerine usulca vurarak iç çekti.

‘Onlar benden eksikler, çünkü inkar ediyorlar. Ben her ne kadar inanmasam da aşık olduğu kadını katleden Kubilay Visam’ın ahu bakışlı nuru, sevdiği adam tarafından öldürülen Yıldız Keskin Visam’ın ise isyankar kızıyım. İçimde cellatta var, doktor da.’ Dudaklarımı tekrar aralayacak olsam da başını sağa sola salladı Şanze. Bu şimdi değil demekti. Yıllar sonra birisine bütün bunları tek kalemde anlatamam, üstelik abim evlenirken olmaz demekti. O yüzündeki donuk ve mimiksiz hali silerek kocaman bir gülümsemeyi dudaklarına yerleştirdiğinde kolundan kayan parmaklarımla kapıya ulaştı sonunda. Ardına kadar açtığında ise tamamen lacivert fakat yaka detayları katran kara olan dar kesim bir takımla Noyan karşımda duruyordu.

Sanki tüm bu kıyafetler için haftalardır uğraşır gibi bir görüntü çiziyorduk. Kuşkusuz bir mükemmellikte hazırlanmış gibi hissettirmişti bana halimiz. Oysa bize kalsa günlük birer kıyafetle evet de diyebilirdik ancak Noyan’ın arkasında kalmış ve hemen bir adım önünde duran o bedenler bana ailenin sözlük anlamından fazlasını anlatır gibiydi. Ve Noyan’ın gözlerine şuan baktığımda o puslu mavilerde gördüğüm manzara başkaydı. Rengi hala aynı bakışları da hep olduğu gibi derindi fakat manzara koca bir okyanustu, üzerine kızıl bir günbatımı çarpmış, yüzüne hafif bir meltem estiren iyotlu koku gibiydi.

Usul iki adımda içeri girerken sessiz sakin daha doğrusu umursamaz halde bakan iki adam ve onların tam aksine kocaman gülüşüyle Şanze bakışlarını üzerimizde gezdirse de, Noyan’ın tek odağında ben vardım.

‘Müsaade eder misiniz…’ tek cümlesi Şanze’nin de dışarı çıkıp kapıyı çekmesine neden olduğunda şiddetle aldığım nefes yüzünden göğüs kafesim şişti. Bu planlarımız dahilinde bile olmayan bir durumdu. Evlenecektik fakat bizim için normal, dümdüz bir evet kelimesinden ibaret olacak bu anın basit kalmasına engel olmuştu Şanze. Hala adam akıllı yüzüne bakmayan abisine rağmen bir anda organize oluvermiş ve bana göre eksiksiz şekilde hazırlamıştı.

‘Çok güzelsin.’ Cebine yerleştirdiği elleri ve hafifçe sağ omuzuna doğru düşmüş başıyla beni incelediğinde gülümsemem yüzüme dağılsa da bende onu süzdüm. Karşımdaydı, net bir şekilde takım diyebileceğim ama kasıntıdan uzak lacivertin olabilecek en koyu tonuyla tam karşımda duruyordu. Ceket cebindeki kırık beyaz ipek mendili, birkaç düğmesi açık yakası, gözlerindeki puslu bakışlar, tamamen karşımdaydı işte.

‘Teşekkür ederim. Sende epey yakışıklısın hakkını yiyemem.’ Dudaklarındaki gülümseme gittikçe büyürken sol yanağındaki o gamze iç çekmeme neden oldu fakat Noyan elinin birini cebinden kurtarıp yaklaşarak birleştirdiğim parmaklarımın üzerine yerleştirdi.

‘Deran.’ Sesindeki rahatsız tını sadece bana işlememişti, kendi de fark etmişti anlaşılan o ki boğazını öksürür gibi yapıp temizleyerek derin bir soluk aldı.

‘Hayatım boyunca her yaptığımı tam anlamıyla halletmek isteyen bir insan oldum. Eksiksiz, olması gerektiği gibi, ne gerekiyorsa gerekeni bulup, yaparak tamamladım. Bugün yine aynısını yapabilirdim. Güzel bir mekan, mekanda birkaç insan, olması gerektiği, tatmin edebileceği halde. Fakat ilk kez şunu düşündüm. Hayatlarımızı birleştirmemizi kutlayacaksak gerçekten yanımızda olmasını istediğimiz insanlar olmalıydı. Kuru bir kalabalık değil, değer verdiğimiz, saygı duyduğumuz, o an bizimle olmasını istediğimiz insanalar…’

‘Doğru düşünmüşsün, bende öyle olsun isterdim. Fakat bir kutlama şart değil.’

‘İşte sadece bu yüzden de talebin olmasa dahi sana bir söz vermek istiyorum. Hayatımızın hangi kısmında olur bilmiyorum, ne zaman olmasını istediklerimiz tam anlamıyla bir araya toplanabilir bir fikrim yok fakat elimden geldiğince hızlı olacak şekilde bu evliliği değer verdiğimiz insanlarla kutlayacağız. Sadece bir hayalin varsa dahi bunu şuan eksik bıraktığım ve annem hakkında olan gerçeği bugün öğrendiğin için özür dilerim…’ elimin birini parmaklarının hapsinden kurtararak sakallarına çıkardığımda usulca okşadım yüzünü.

‘Hiçbir şey için özür dileme Noyan. Bana bu evliliği, bu şartlarda zorla yaptırmıyorsun. Annene gelirsek de anlattığını yaşamamanı dilerdim.’ Dudaklarını aralasa da sözlerini zincirlemek istercesine sertçe yutkundu. Bir şey söylemek istedim fakat bu halinin sırtını sıvazlayacak kelimelerim uçup gidivermişti. Zaten böyle bir durumda sırtta sıvazlanmazdı, teselli de verilmezdi. Her milimine kadar acı olan bir gerçeğin kanı pansumanla, dikişle durmazdı işte. Biliyordum, bu da, o geniş çaplı operasyon gerektirecek fakat hastanın hayatının bir daha asla aynı olmayacağı uzun zamanlı ameliyatlardan biriydi. Gözleri açıktı Noyan’ın, çünkü yaşaması için bu gerekiyordu, bilinci yerli yerindeydi, görmese ve tenine dokunduğunu hissetmese de neşterin hareket ettiğini insanların duruşlarından anlayabiliyordu ve sadece nefes alıp vermek için yatıyordu o soğuk masada.

‘Henüz zamanımız var, bir nebze modunu düşürdüğüm için yükseltmekte bana düşer sanırım. Sana şuan herkes burada ve her detay normal olsa neler olacağını anlatmamı ister misin?’ kaşlarını havalandırıp tebessümüyle konuştuğunda ikilemdeydim. Onun mu modu düşüktü yoksa benim mi? Nihayetinde olanları bire bir yaşayan kendisiydi. Yine de başımı onay verircesine salladığımda yanıma geçerek kolunu belime doladı.

‘Çerçevenin yeri değişmiş ofisimde, o yüzden Şanze’nin Bager’den bahsettiğini tahmin ediyorum.’ Sertçe yutkunup başımı onay verircesine salladığımda iç çekti.

‘Güzel… Tam şu köşe.’ Diyerek dolap ve duvarın birleştiği yeri işaret ettiğinde dudaklarını ıslattı, ‘Bager abim eşofman ve tişörtle duvara yaslanmış, ondan tamamen farklı ve muhtemelen hayatında görüp görebileceğin en şaşalı elbiseyi giymiş Şanze’nin sırtını da göğsüne çekmiş olurdu. Olan biten her bir cümlede ya güler ya da dalga geçecek bir husus bulup çenesini tutamazdı. Şanze’de ona eşlik ederdi. Kötü esprilerine dahi gülerek üstelik ve bu çok sinir bozucu olurdu emin ol ki…’ az önce olan içimdeki şiddetli ağrılı his yerini gerçek bir hayale bıraktı. Asla olmayacak fakat gözlerimin önünde yaşanan bir hayale.

‘Orada.’ Diyerek bu kez parmağıyla kapının hemen yanını işaret etti, ‘Kubilay bey orada olurdu. Annemin seçtiği bir takım giymiş ama sanki hemen yanındaki karısını biri kaçıracak gibi elini sımsıkı tutmuş halde sadece gözlerime bakardı. Tek mimik oynatmadan. Onay veya ret göstermeden, öylece bakardı. Hemen yanında parmakları parmaklarına kenetli annem olurdu. Yüksek ihtimalle babamın cep mendiliyle aynı renk ve kumaşta bir elbiseyle, gözleri dolu dolu. Fakat Bager’in saçma esprilerine de gülmeden duramazdı. Hatta, bu kadar zaman evlenmememin tek nedeninin turnayı gözünden vurmak olduğunu dile getirirdi.’ Gülümseyerek yüzüne baktığımda eminmiş gibi başını salladı Noyan. Sanki bu anı sadece hayal ettirmiyor da yaşıyor gibi…

‘Tam pervazda…’ diyerek yine kapının orayı işaret etti, ‘Denker abim olurdu. Her şey normal diye hayal kuruyoruz ya, bir adım önünde karısı, karısının omuzunda bir eli, diğer kolunda da muhtemelen üç yaşlarında çocuğu…’ kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken bakışlarım kapıdan Noyan’a döndü yine.

‘Evli miydi Denker abi?’

‘Nişanlıydı. Korkma bu kez ölüm yok, yaşıyor.’ Başımı onay verircesine salladığımda iç çekti derince, ‘Kubilay bey gibi izlerdi abim. Fakat tam emin değilim, muhtemelen zerre bir tarafına takıp bizi umursamadan karısı ve çocuğuyla ilgilenirdi. Bu daha güçlü bir bakış açısı.’ Kıkırdadığım esnada bakışlarını odada gezdirdi. Yerlerine yerleştirdiği herkeste, bir bir dolaştırdı.

‘Gizay peki?’

‘Kayıp…’

‘Ne?’ çattığım kaşlarımla anlamazca baksam da omuz silkti anında.

‘Kaybolurdu ortadan. Evlenmemi yediremezdi. Üstelik ben beraber büyüdüğü adamım sen ise dostusun, kızılca kıyamet kopardı. Keza tahminlerimde yanılmıyorum sayarsak yaklaşık iki saat önce de çok saçma bir sebeple benimle kavga etmiş olurdu.’

‘Gelmez miydi yani?’ omuzlarım düşse de Noyan derin bir nefes alıp gülümsedi.

‘Son dakikada gelirdi. Biliyor ki o nikahta olmazsa benim şahidim de olmaz ve nikah bu yüzden iptal olursa eğer onun burnundan getirir, evlensem dahi hayatı zindan ederim. Yüksek olasılıkla otoparkta sigara ve viski içiyordur. Nasıl ne içtiğine kadar biliyorum diye soracak olursan eğer, net bir şekilde eminim ki odaya henüz kimse gelmemişken ikimize de birer kadeh yuvarlatmış ve öylece ortadan kaybolmuş olur.’ Gülerek başımı salladığımda dudaklarını ıslatıp bakışlarını sonunda bana çevirdi.

'Sıra sende…’ der demez baktım bomboş odaya. Onun yerleştirdiği kadar kolay değildi benim için. Çünkü kimin ne giyeceği bir kenarda dursun olup olmayacağını bile bilemezdim fakat hayaldi bu değil mi? Birilerini tamamen tanımam şart değildi, mesela annemi…

‘Orada olurlardı…’ diyerek sağ tarafımızda kalan koltuğun hemen arkasını işaret ettim, ‘Bahar hanım ve Zeren bey. Yan yana ve Zeren bey Bahar hanımın omuzunu sarmışken bakarlardı. Olabilme ihtimaline göre mi anlatmalıyım?’ sorumla beraber ona dönen gözlerime baktı tebessüm ederek.

‘Olmasını istediğin gibi anlatmalısın.’ Başımı onay verircesine salladıktan sonra tekrar baktım o duvara.

‘Bahar hanım kocaman bir gülümsemeyle bakardı, Zeren bey ise çatık kaşlarıyla. Kızını kıskanan ve hala kabullenememiş o bakışları sinirle birçok kez seni bulurdu.’ Diyerek kapıya döndüm. Silüeti net bir şekilde kapalı kapıya rağmen görebiliyordum Gökmen abiyi, oradaydı işte.

‘Gökmen abi orada olurdu. Sanki gizli bir güç gibi, geride, oradan öylece bakardı. Gülümsemezdi ama gülümsediğini bilirdim. Amcam, yengem ve Simay… Burada olurdu.’ Diyerek arkamızda kalmış deri koltuğu işaret ettim.

‘Amcam ve yengem otururdu, Simay ise koltuk koluna yerleşirdi, hatta amcam yer sizden kuvvetli diye dalga geçerdi. Ve orada da Levent ile babaannem olurdu.’ Diyerek sol tarafımdaki koltuğu işaret ettim.

‘Babaannem koltukta oturur, Levent arkasında dikilirdi. Kolları göğsünde bağlı, seni bilmesine ve tanımasına rağmen kız kardeşini evlendiriyor gibi değil de cepheye gönderiyor tavırla surat asmış halde. Yanında Gamze… İkide bir dönüp ne aceleleri var bunların, kaçıyor mu Belgi, gibi cümlelerini savurdukça Gamze sakinleştirmeye çalışırdı onu.’ Kıkırdamamla Noyan’da tebessüm ettiğinde derin bir nefes aldım.

‘Levent’le bu kadar yakın olmanıza rağmen karşılaşmamış olmamız berbat bir talihsizlik.’ İç çekişi bakışlarımın tamamen ona dönmesine neden olurken dudaklarımı ıslattım. Heyecan mı yapmıştım, uzun konuşmadan mıydı yoksa hava gerçekten sıcaktı da farkında mı değildim bilmiyorum ama dudaklarım kurumuştu.

‘Ufak tefek şeylerin farkındaydım. Mesela bir mekanda kokteyl içse pipet kullanır, onu da muhakkak yanına alıp götürürdü. Kontrolü altında olmayacak herhangi bir yerde oturmaz, bizim de oturmamıza müsaade etmezdi. Dışarıda sigara içecek olursa ekstra bir kül tablası ister, kimsenin sigarasını ona söndürmesine izin vermez, mekandan kalkarken de yanında götürürdü.’

‘Hepiniz Levent’in uğraştığı işleri biliyorsunuz o zaman.’ Başımı usulca sağa sola salladım.

‘Herkes kısmi olarak biliyordu. Kendini sözleşmeler yüzünden korumak için yanında adam taşıdığını, silahını hiç kullanmadığını sadece acil durumlarda kullanmak için eğitim aldığını, karanlık tarafı tanıdığını ancak içlerinde olmadığını düşünüyorlardı. Gamze, ben ve benim yüzümden Simay gerçeklerden haberdardı. Geriye kalanların üstün körü bilgisi vardı.’

‘Gamze nişanlısı, Simay’da senin yüzünden öğrendi, peki pipet veya sigara gibi detaylardan sen anladıysan kalanlar nasıl anlamadı?’

‘Levent bizim hep tanıdığımız biriydi. O çizgide onu görmek komik gelirdi. Fakat bende o ufak tefek detaylardan anlamadım zaten.’ Kaşları havalanırken usulca omuz silktiğimde gözlerinden geçen kuşkuyu izledim bir süre. Dip köşe kolaçan ettiği bakışlarımdan sessizliğimin anlamını çıkaramamış olsa gerek yüzümü gölgeleyen saçımı okşayarak geriye attığında derin bir nefes aldı.

‘Senin şahit olduğun bir şey mi oldu?’

‘Sadece şahit olmadım, benim yüzümden bir şey oldu.’ Cevabımla kaşları derinlemesine çatıldığında bir cümleden daha fazlasına ihtiyacı olduğunun farkındaydım. Fakat mesele şuydu ki birazdan eşim olacak adama, arkadaşım babama karşı beni korudu, nasıl denir bilemiyordum.

‘Zeren beyle karşı karşıya kaldı.’

‘Neden?’

‘Benim yüzümden.’ Zaten çatık olan kaşları alnının ortasında çizgiler oluşturacak raddeye gelirken gözlerinden geçen o puslu hal iyice bir sis haline dönüşüyor gibiydi. Düstursuz, ipe sapa gelmeyecek bir tehlike sinyaliymişçesine rahatsız etmişti bu bakışlar beni.

‘Levent o dünya içinde tanıdığım en kontrollü adamlardan biridir. Durduk yere de baş kaldırıp, huzursuzluk çıkarmaz. Keza senin yüzünden olsa karşısında durduğu kişi Zeren bey değil, sen olurdun. Neden zıtlaştılar?’

‘Levent’in yanında bana hitap eden bazı kötü kelimeler kullandı, Levent’e güvendiğimi ve o yüzden baş kaldırdığımı da ekleyerek.’ Hayır, böyle olmamıştı… Fakat Noyan’a şiddet görmek üzereyken Levent’in şans eseri şahit olduğunu ve Zeren beye silah doğrulttuğunu söylersem, gözlerindeki pus Zeren beyi bir kaşık suda boğardı.

‘Yalan söylüyorsun.’ Şaşkınlıkla dudaklarımı aralasam da başını sağa sola salladığında itiraz nidalarımı yuttum.

‘Yalan söylüyorsun biliyorum. Çünkü Levent’i tanıyorum. Böyle bir durumla karşılaşsa o yüzünü göstermez, seni o ortamdan alır çıkarır. Sonra geri döner ve sesini kesmesini sağlar. Her ne olduysa Levent’in canını yakmış olmalı. Hem de fazlasıyla ve tahammül edilemez şekilde. Sen onunla uzun bir zaman geçirmiş olabilirsin fakat ben Levent’in neye sinirlenip, ne zaman kim olduğunu göstereceğini bilecek kadar tanıyorum onu. Ne oldu?’ dudaklarım aralansa da kelimeler sanki birbirine takılıp düşmüş gibi bir türlü dökülmedi dilimden. Tekrar kapandı, tekrar aralandı dudaklarım ama doğru kelimeler yine yoktu, söylenmesi gerekenler ise zihnim ve kalbimde zindanlara atılmıştı. Vurulan kapı sesiyle o puslu mavilerden anında kaçtım. Bir fırsat olsa dedikleri yer sanırım benim için burası ve başını kapıdan uzatmış Şanze’ydi.

‘Sanırım artık salona geçmemiz gerekiyor.’ Bana odaklanmış abisine bakmayı sürdürdüğünde gülümseyip yaklaşmaya çalışsam da nahifçe yakalanan bileğim yüzünden adımlarım da duraksamak zorunda kaldı.

‘Beş dakikaya o koltuğa oturacağız Şanze.’ Bakışlarım Noyan’a dönse de Şanze havalandırdığı kaşlarına rağmen anında geri çekilip kapıyı örttüğünde alt dudağımı ısırarak iç çektim.

‘Sana zarar vermeye yeltendiğinde mi denk geldi Levent?’ kulaklarıma ulaşana kadar dahi boğuldu sesi. Sanki karanlığa gömüldü, kocaman bir bataklığın derinlerine doğru süzülüp gitti. Bir insanın sesinin böylesine nefretle çıktığına daha önce hiç şahit olmamıştım ama iliklerime kadar hissettirmişti şimdi. Saf bir nefret ve anlık bir kin. Bulaşıcı hastalık gibi önce dudaklarından dökülen kelimelerde dolaştı usulca, sonra gözlerine yansıdı. O benim için puslu olan mavilerin rengi olduğu gibi kalsa da katran karası bakmaya başladı. Yanıtsız kaldığını fark ettiğinde ise yüzündeki her bir mimik gerildi.

‘Yanıtlamadığın her sorunun cevabını evet olarak kabul ederim ben Deran.’ Daha da koyulaşan ses tonuyla ne fark etti bilmiyorum ama gözlerini kaçırdı. Yerdeki beyaz ve gri karışımı karoları incelerken dilini dudaklarının üzerinde gezdirdikten sonra o sol yanağında çukuru gösterecek bir gülümsemeyle döndü yüzüme.

‘Gidip evlenelim mi?’ hala kolumda nazikçe duran parmakları usulca kayıp elime ulaştırırken başımı salladım. Görmediğim o yüz, az önce anlık bile olsa buradaydı. Şimdi elimi tutan adam ise saniyeler içinde sıyrıldığı ruh halinden sonra benim tanıdığım, bildiğim kişiydi. Fakat saniyeler önce olan kini, nefreti geçip gitmemişti. Bu kadar çabuk bir insan nefretinden cayamazdı. Sadece bildiğim en gerçek olan konu, o kin artık Noyan’ın değil, Ahter’in idi…

Hayatımızın değişeceği an tam da şimdiydi. Aslında çoktan evrime uğramış yaşamlarımız, şu saatlerde bir bir kendini gösterirken beş beden bir devlet dairesi odasında, Şanze’nin son dakika yetiştirdiği kıyafetlerle kabuğumuzdan sıyrılır gibi olmuştuk. Onların akıllarında ne dolaşıyor bilmesem de benim zihnimde dört kelimelik o cümle kaknem bir tavırla kendini yerlere atıyordu. Hala Noyan’ın bıraktığı yerde, babasının, annesinin canına kıymış olmasında takılıydı zihnim. Fakat bedenim buna rağmen harekete geçmişti sakin adımlarla ve Noyan’ın avucunda kaybolan elimle çıktığım o odaya bir kez daha gelecek olsam bile aynı kişi olarak gelmeyecektim biliyordum.

Takvim 10 Nisan’ı gösteriyordu. Baharın ilk günlerinde burada böylece biz vardık. Ne olursa olsun Noyan’a destek olmak adına ant içmiş gibi Denker abi, Gizay ve Şanze, bir de ikimiz, Noyan ile ben. Kapının önünden geçip giden insanlarla, tüm zamanla beraber 10 Nisan, saat üç buçuk. Sevdiğim adamın annesinin katilinin babası olduğunu öğrendikten on dakika sonra. Nisanın en güzel fakat benim için on dakika önce netameli zamanı olan o anı…

Bütün bu kargaşa dolu düşünceleri sonraya saklamam gerektiğini biliyordum. Herhangi bir yerden Firdevs hanım çıkıp gelse; Saçmalama, sen Belgi Deran İmerler’sin, dese fazlasıyla işime gelirdi açıkçası. En azından biraz sonra evleneceğimi anımsayıp kafamdaki o vahşetten kurtularak, Birazdan Belgi Deran Visam olacağım, diye itiraz ederdim. Odağımı Firdevs hanım gelmediği için kendim değiştirmeye kararlıydım.

Mesela tam şu anda Simay’ı yanımda ister miydim?

Evet isterdim. Amcamı da yanımda isterdim. Fakat ortalık bu kadar karışıkken buna kafayı takacak ve üzülecek değildim. Bunu yapmak istiyordum, sonu iyi de olsa, kötü de olsa şimdi yapmak istiyordum. Noyan sabahın altısında kahvaltı yaparken beklemek isteyip istemediğimi hatta laf arasında nasıl bir düğün istediğimi sormuştu. O zaman da cevabım beklemek istemiyorum olmuştu, şimdi de aynıydı. Benim hiçbir zaman hayalimde de tam olarak bir düğün olmamıştı. Kaldı ki testler için hastaneye gitmeden önce bir moda evinin önünde sabahın yedisinde durup açtırmak için girişimi dahi oldu ama umurumda değildi. Olan değişik düzende içimden geldiği gibi yaşamak için kıyafetlerim anlam taşımıyordu. Keza normalde aşırı önem taşırdı ama hayat bana amuda kalkmışken yaşamam için fırsat sunduğundan olsa gerek eteğim resmen kafama geçmiş ve ben bir şeycikler göremiyor haldeydim.

Fakat tüm bunların dışında gözlerim en çok Gökmen abiyi arıyordu. Onun bir baba gibi burada olmasını isterdim, tam karşımda yanlış olduğunu gözleriyle belli etse de benimle olduğunu görmek. Tek kelime etmeden onlarca cümle kuruşunu fakat bir itiraza dahi kalkışmayışını bilerek veda olmayan bir vedada bulunmak...

Noyan saatini kontrol edip önünde olduğumuz kapıdan içeri girmemizi sağladığında derince soluklandım. Bakışlarım koridorda gezindi yeniden. Evet demekten yana korkum yoktu fakat eksik hissediyordum. O eksiklik ailemden kimse olmayışı yüzünden değildi. Kırgındım, çok insana kırgındım ve baktığım o koridorda eksikliklerinden ziyade kırgınlıklar vardı. Bugün burada olduğumu babaannem muhtemelen biliyordu, hatta bildiğinden eminim dahi diyebilirdim fakat uzaktan da olsa görünmek istememişti. Amcam veya Simay’a tek kelime edemezdim çünkü amcam eminim ki babam peşimize kendi kendine düşmesin diye onu İstanbul sınırlarında tutuyordu. Gökmen abi muhtemelen babamın emirleri neticesinde yola çıkan adamları bana ulaşmamaları adına çeşitli taraflara dağıtıyordu ve o kadar koşturuyordu ki aklına biraz bile burada olma ihtimalimiz gelmemişti. Son bir kez daha baktığım o koridordan sonra geniş salona adım attım.

Oturduğum masadan çevreye göz atmak için Gizay ve yanındaki Denker abi ile Şanze’den bakışlarımı kaçırarak birer metre arayla duvara yaslanmış adamları seyrettim. Bundan sonraki hayatımın içinde bütün bu gölgeler olacaktı. Şuan salonu korumak için hazır ol halinde duran onlarca adam hep çevremde kalacaktı. Buydu girdiğim, adım attığım veya evet diyeceğim hayat. Kan bulaşmasın diye, karanlığın çöktüğü bir zamana ev sahipliği yapmam gerekecekti. Dakikalar önce puslu mavilerin saniyelik bir anda gizlediği o dipsiz kuyu aslında burada, gülümseyerek otururken dahi rengini belli ediyordu.

Gülümsemem parmaklarımın arasında kenetlenen parmaklarla yüzümde yer edinirken Noyan’a başımı çevirdiğimde elimin üzerine dudaklarını bastırıp derince nefeslendi. Son bilgileri yazan nikah memuru başını kaldırıp şaşkınlıkla Noyan ve bana göz attığında durumun gerçekten bizim gördüğümüzden çok daha garip olduğunun bilincindeydik. Sonuçta ben ve Noyan tam görünüyor olabilirdik giyim konusunda ancak sözde davetliler, keza bu üç kişiden oluşuyordu, beş dakika önce plajdan çekip getirmişiz gibi bir izlenim yaratıyorlardı. Gerçi Şanze böyle bir atılımda bulunmasa biz de onlar gibi olacaktık. Fakat ne olursa olsun normal gelmiyordu bu işte ya da biz gerçekten de her insan kadar normal olmaya bilirdik. Müdürün odasında öğrendiğimiz kadarıyla zaten birbirine girmiş aile bireyleri ve peşimize takılan insanlar söz konusuyken öyle olmamız da beklenemezdi.

Bakışlarım tekrar Noyan’a yöneldi, o an bulunduğumuz yere bakmak değil, tüm kalp çarpıntımla onu incelemek istedim. Yüzünün her bir hattını zihnime kazımak, bu halini belki de seneler sonra yine hatırlıyor olmak, yan yana durduğumuz pek çok an olabilirdi fakat bu kez olanın ne denli özel olduğunu iliklerime kadar hissetmek başkaydı. Keskin çene hatlarını, yüzündeki ufak tefek çizgileri, dudaklarının ve kirpiklerinin kıvrımını uzunca süzdüm.

İnsan tüm yaşamı boyunca kaç kez bu durumun içine düşerdi fikrim yoktu ancak ben bir adama dibine kadar düşmüş halimle bakıyordum. Varlığım, ruhum, bedenim, düşüncelerim kör kütük şekilde Noyan’dayken aklıma başka bir detay gelmiyordu. Acaba soruları bile üşüşmüyordu zihnime. Normalde hayatı planlı yaşayan, tek düze zamanları olan bir kadınken şimdi gözüm kararmış şekilde hayatımı değiştirecek halde bir deftere imza atacaktım ancak gram pişmanlık duymuyordum. Kendim için yaşamaya bir adım atmışken ilk olarak yaptığım dünyaya baş kaldırmaktı. Tüm ama tüm dünyaya baş kaldırarak yanımdaki adamın elini tutmak insanlara göre akıl almaz bir delilikti muhtemelen.

‘Siz Belgi Deran İmerler, iyi günde kötü günde, hastalıkta sağlıkta, yanınızda oturan Noyan Cenker Visam’ı eşiniz olarak kabul ediyor musunuz?’ bakışlarım kısaca tekrar Denker abide, Şanze’de, Gizay’da gezindikten sonra Noyan’a döndü. Dudaklarındaki hafif tebessümle bende gülümseye başladığımda derin bir nefes aldım. Dudaklarımı aralarken açılan kapı sesiyle gözlerim o tarafa döndüğünde sessizce içeri giren Gökmen abiyle çakıştı bakışlarım.

Gelmişti. Saat üçü kırk beş geçiyordu.

Tahmin etmişti veya bulmuştu ama gelmişti. O sakin adımlarla yürürken, ön sıraya gelene kadar sustuk. Nikah memuru dahi öylece hareketlerini izliyordu ve kimsenin kılı kıpırdamıyordu. Gökmen abi öndeki koltuğu açıp oturduğunda derince soluklandı. O bakışlar vardı gözlerinde, doğru olmadığını sözsüz anlatan fakat yanımda olan bakışları. Dolan gözlerime engel olmak için başımı havalandırıp kirpiklerimi hızlıca hareket ettirdikten sonra gülümseyerek döndüm memura.

‘Evet.’ Tüm zaman dilimlerinde, iyisi ve kötüsüyle, ki umuyorum daha kötülerinin olmamasıyla, hastalıkta, sağlıkta veya aklımız nereye götürürse orada Noyan Cenker Visam’a kalbimi emanet ediyordum. Elimin üzerini tekrar öpüp bir an olsun bakışlarını benden çekmediğinde tekrar konuşmaya başlayan nikah memuruyla dudaklarımı ıslattım. Bakışlarım Gökmen abiye kaydığında gözlerinin dolduğunu fark ediyordum ama kendini öyle kasıyordu ki bir damla dahi süzülmüyordu.

‘Siz Noyan Cenker Visam, iyi günde kötü günde, hastalıkta sağlıkta, yanınızda oturan Belgi Deran İmerler’i eşiniz olarak kabul ediyor musunuz?’

‘Ölüm bizi ayırdıktan sonra bile…’ fısıldayarak derin bir nefes alıp gözlerini memura çevirdi, ‘Evet.’ Başını onaylarcasına sallayıp tekrar bana dönerken Gizay, Denker abi ve Şanze’ye de şahitliklerini sorduğunda önümüze yaklaştırılan defterin ortasındaki kalemi aldım. Kalem elimden çekilirken gözlerim şaşkınlıkla Noyan’a dönse de gülümseyip nefes nefese kalsa da dik durmaya çalışan Can’ın elindeki kalemi alıp bana uzattı. Gözüme takılan saate bir kez daha baktım. Üçü elli geçiyordu. Ve ben tam üçü elli geçe güzel bir nisan ayının onunda hayatımı değiştirecek şekilde hareket ettirdim kalemi.

Kalemi alıp imzamı attıktan sonra kendisi de imzaladığında Gizay’a doğru uzatmıştık ki ayağa kalkan nikah memuruyla biz de oturduğumuz sandalyelerden kalkarak baktık yüzüne.

‘Belediye başkanımızın bana verdiği yetkiye dayanarak sizleri eş ilan ediyorum. Mutluluklar.’ Adamın uzattığı defteri aldıktan sonra elini sıktığımda Şanze’nin işaretleri gözüme çarpmıştı ki gülerek ayağımda topuklularımın olmasını fırsat bilip Noyan’ın ayakkabısına bir miktar çöktüm. Çöktüm diyorum çünkü o anki inlemesini hayatım boyunca unutacağımı düşünmüyorum. Noyan’a göre ufacık olan bünyem pek bir etki etmeyeceği için diğer ayağımı havalandırdığımda anında belimi yakalayıp dengemi sağlayarak bakışlarını mavilerime odaklandı. Bana meydan okumak nedir anlatmasa da göstermese de öğreten, omuzları ve başı kadar dik bakışlar atan, derinlerde sevgiye hayran bir adam gibi bakan o puslu gözlere on saniye boyunca bakarken dudakları sağ yanağıma derin bir öpücük için yaklaştı.

Bu hayat kimseye olmadığı gibi bana da adil değildi. Bu hayat parası olana huzuru, huzuru olana ise parayı aratıyordu ve acımasız bir ikilem içinde defalarca savrulmamızı sağlıyordu. Fakat yine bu hayat benim Noyan’a sıkı sıkıya sarılmam için var gibiydi. Genzimi dolduran çıra kokusu her seferinde beni bilinmez bir diyara çekiyordu. Noyan, benim görmediğim ama zihnimin en karanlık noktalarında yankılanan bir kötüydü. Noyan, aldığım her nefeste değerli hissetmeme sebep olan adamdı. Noyan yanındaki herkese bir robot gibi davranan fakat bir bakışıyla içimin erimesine neden olacak kadar derindi. Ve Nisan aynın, onuncu gününde, saat tam olarak dörde on varken Noyan Cenker Visam hayatımı birleştirdiğim adamdı. Olağan her şeyiyle…

Denker abi, Şanze ve Gizay’a sarıldıktan sonra hala koltukta öylece oturan Gökmen abiye baktım. Noyan kenetli parmaklarımızı serbestleştirip eliyle sırtımı okşadığında bunun bir bakıma, git, demek olduğunu biliyordum. Git ve sarıl, bir baba ile kızı nasıl sarılırsa sende öyle sarıl, ben burada bekleyeceğim. Adımlarım hızlıca Gökmen abiye yönelirken önümdeki iki basamağı uçar gibi indim. Ben ne kadar hızlıysam o da o denli atik davranıp ayağa kalktığında sarıldım sıkıca.

Bu zamana kadar kendi babamdan görmediğim şefkati hep gösteren, yaralarımı saran, beni ailemden daha iyi tanıyan oydu. Her şey başlarken de vardı Gökmen abi, şimdi karışırken de. Boynundaki kollarım çözüldüğünde başımın iki yanından tutup gülümsemeye çalıştı ama olmadı, desteğini o kadar üzerimden çekmesini istemiyordum ki bende boynundan çözdüğüm ellerimi kollarına yasladım. Bakışları evladına hasret bir baba gibiydi, gözleri hem gurur duyuyor hem de kederle kavruluyordu hatta o kadar ki yutkunamadı bile sadece gözlerime baktı. Bakışlarında üzerimdeki kıyafet yüzünden garipser veya ayıplar bir ifade yoktu. Olmazdı da. Çünkü Gökmen abi bu zamana kadar kuşandığım bütün zırhların fazlaca maliyetli ve kalemi güzel insanların elinden büyük bir özveriyle çıktığını biliyordu. Buraya bunu planlayarak gelmediğimi bildiği gibi bunu önemsemeyeceğimin de farkındaydı. Eğer gerçekten derdim kocaya kaçmak olsaydı bunu Gökmen abiye söylerdim, tıpkı Noyan’ın burada olacağını söylediğim gibi açık yüreklilikle davranırdım.

‘Şimdi için uygun bir özlü sözün yok mu?’ dediğimde derin bir nefes almaya çabaladı. Dudaklarını ıslatıp güçlükle yutkunduğunda gözleri bir anlığına hala yanımıza gelmemiş Noyan’a döndü.

‘Bazıları Yusuf, bazısı kuyudur…’ derken kaşlarını havalandırıp gülümsemeye çabaladı, ‘Yusuf olana denk gelmiş ol diye o kadar dua ediyorum ki Belgi.’ Başımı salladım sadece. Dolan gözlerimden bir damla yanağıma doğru aktığında baş parmağıyla temizleyip o da başını salladı, ‘Ne zaman ihtiyacın olursa, o vakit beni bulursun.’ Derken yeniden başımı salladım, ‘Ve ne zaman ihtiyacın olduğunu hissedersem o zaman arkanda olacağım, biliyorsun. Mutluluklar.’ Yeniden salladım başımı ama çok geçmeden Gökmen abi sarılmıştı. Bir babanın yapması gerektiği gibi saçlarımın arasına dudaklarını bastırdıktan sonra iç çekerek ayrıldığında bedenlerimiz tamamen birbirinden koptu, bakışları da Noyan’a döndü.

‘Unutma, dil şikest edenler hasmullah olurmuş.’ Noyan’a seslendiğinde ben ne dediğini anlamasam da o anlamıştı sanırım. En azından benim kadar boş bakışlar atmak yerine başını onay verircesine sallarken gülümsedi, içten, gerçekten samimi bir tebessümle. Gökmen abi elini hafifçe havalandırıp geldiği adımlarla olduğumuz salondan çıkarken Noyan’ın yanıma yaklaşmış bedeniyle çıra kokusunu derince doldurdum ciğerlerime.

Ardından baktığım adamın benim için ne kadar değerli olduğunu da, aramızdaki bağın gücünün de farkındaydı, belki de bu yüzden oradan öylece izlemiş daha sonra da destek olmak istermiş gibi giderken yanıma gelip belime elini yerleştirmişti. Salonun kapanan kapısıyla iç çekip bakışlarımı ona çevirdiğimde göz pınarlarımdan firar eden bir damla yaşı nazikçe yakaladı baş parmağıyla. Aynı anda dudakları şakağıma temas ederken ilerlememizi sağladı. Çıkacağımız o koridorda Gökmen abinin esamesi olmayacaktı fakat bugün burada, tam karşımda durması bana çoğu andan daha fazla mutluluk vermişti. Gelmese de alınmazdım ancak gelmişti. Üstelik o, baba, abi veya ne denilebilirse bana huzur ve güç veren bir sıfatla buradaydı.

Hali hazırda bekleyen arabalara yerleştiğimizde Noyan arabayı park alanından çıkarırken elimdeki bordo defterin dışına göz attım. Üzerinde altın renkteki büyük punto harflerle yazılmış AİLE CÜZDANI ibaresinde bakışlarım gezinirken dudaklarım istemsiz bir tebessümle gerildi. Benim bu zamana kadar adam akıllı bir ailem olmamıştı, arkadaşlarım, sevdiğim insanlar, amcam ve Simay, hatta babamın yakın koruması Gökmen abi de dahil olmak üzere birçoğunu aile gibi benimseyip hissetmiştim fakat çekirdek aile denilen o kavram epey uzağımda kalmıştı. Halbuki ilkokulda çekirdek aile ne demek, geniş aile ne demek öğretilirdi. Fakat bilinmeyen şuydu ki hayatın jargonuyla, ders kitabınınki aynı olmuyordu.

Bugün belki de bir saat önce edindiğim bilgiyi baz alacak olursam Noyan’da aile kavramını bilmiyordu. Kardeş ne demek, abi nasıl bir destekçidir haberdardı ancak o da çekirdek ailesinin altına dinamit yerleştirilmiş bir ev gibi dört yana dağılmasını sadece izleyebilmişti. Kırk yıl düşünsem aklıma dahi gelmeyecek o itirafı yaparken şaşkınlığım dışarıdan çok küçük görünmüş, hatta tepki bile vermemiş olabilirdim ancak iç işlerim büyük bir savaşın tam ortasında kalmıştı.

Denker abinin ilk karşılaştığımızda barda Gizay’ın dövdüğünü belirten cümlesine tepki vermesinin nedenini anlamıştım mesela. Veya Şanze’nin bütün irdelemelere rağmen neden kısa süreli kısıtlamalara maruz kaldığını, bunun dışında el üzerinde tutulduğunu da… Gizay’ın aslında üç kardeşi ne kadar iyi anladığını… Noyan’ın bakışlarındaki o ayırt edilemez fakat fark edilince büyük bir kederle boğulduğu anlaşılan gözlerindeki derinliği… O itiraf içimden bin bir parça sökmüş, hücrelerimin irkilmesini, kalbimin titremesini sağlamıştı. Şimdi elimde tuttuğum bordo bir deftere bakarken de aynı şeyleri zihnime getiriyordum. Fakat insanlar için küçük, ben ve Noyan için çok ama çok büyük bir farkla. Artık o bilmediğimiz, toplumun en küçük yapı taşı olan aile kavramına dahil iki insan olmamızla.

Parmaklarımın arasına kenetlenen parmaklarla gözlerim elime odaklandığında derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Oksijenle tüm ciğerlerimi doldurmak adına uzunca soluklanırken defteri önce çantama yerleştirdim ardından çantamı da arabanın torpido gözüne. Çünkü olduğum yer henüz dünya değildi. Ayaklarım zemine asla sağlamca basmıyordu ki o en küçük yapı taşı olduğumuzu kanıtlayan defteri korumak, sakınmak ve saklamak istedim. Bu kafayla sağlama almazsak kaybederdik daha doğrusu ben kaybederdim. Ki kimseciklere düzen ve tertip bağımlısı olduğum iddiasında da bulunmamıştım.

Harelerim Noyan’a dönerken dudaklarımda ufak bir tebessüm varken yola odaklı haline rağmen çenemi incitmekten korkar gibi yakalayıp saniyelikte olsa dudaklarıma kapandığında gülümseyerek geriye çekildi.

‘Hayatıma hoş geldin Tanrı’nın hediyesi…’ derken olan derin bakışları iç çekmeme neden oluyordu. Ne yaptığımız o kadar anlamını yitiriyordu ki doğrunun içinde olduğumu hissetmekten başka bir yol yokmuş gibiydi. Artık yeni bir durum vardı, artık bir hayatımız vardı. Yer yer gök gürültülü olsa da Noyan’a her baktığımda güneş açacağını düşündüğüm bir hayatımız… Bizim oluşu içime sinen en güzel detay olsa da duygusal yanım daha ağır basıyordu.

‘Hoş buldum sevgilim.’ Göz kırpıp yakasındaki gözlüğü burnunun üzerine yerleştirerek önden geçen Gizay’ın kullandığı arabayı takip etmeye başladığında başımı koltuğa yaslayıp dizimdeki elini tutarak izlemeye devam ettim. Keskin ve net yüz hatlarını, o masaya oturduğumuz andan beri bir an sol yanağından eksik olmayan o ufak çukuru, arada dikkat kesilip aynaları kontrol edişini. Uzun uzun, soluksuz şekilde izledim.

İncecik bir ip üzerinde yürüyorduk ve ben o ip boyunca hep böyle dikkatli şekilde izleyecektim Noyan’ı. O içine attığı sırlarıyla, yasaklarıyla, açık açık olan gizli saklılarıyla var oluşuna uzanacak sımsıkı sarılacaktım. İçindeki annesine hasret kalmış çocuğa hayran olmuş şekilde bakacak, hayata nasıl da dört elle tutunduğuna şahit olacaktım. Çünkü ben annesiz büyüyen bir kadındım fakat annem ölmemişti. Bir gün, bir yerlerde ansızın tekrar dokunabilme ihtimalimin olduğunu bilsem de yokluğu içimi yakarken, Noyan’ın bir daha ulaşamayacağını bilmek daha da kanatıyordu kalbimi, üstelik alenen Kubilay beyin üç çocuğunun annesinin canına kıymış olması tüm ruhuma kızgın şişler saplanmasını sağlıyordu.

Oysa pırıl pırıl benim gözlerimle şahit olduğum üç çocuğu vardı o tanımadığım kadının. Birbirlerine bağlı, seven, sayan ne olursa olsun ayrılmayan üç evladı vardı. Daha da ötesi sevdiğim adama iç çektirecek güzellikte bir annelikti bu. Saygı duyacağım ve kulaklarımdan Noyan’ın, ‘Annem çok güzel kadındı.’, cümlesini asla silmeyeceğim biriydi. Tanımadığım ama Noyan’ı bana denk gelmesi için doğurduğu için sevebileceğim bir kadındı…

‘Gökmen abi sana ne dedi?’ dikkat kesildiği yoldan bakışları ayrılmazken ufak gülümsemesi büyüdü dudaklarında.

‘Aramızda kalsın. O söyledi, ben anladım.’ Dedi gözleri kısa bir anlığına bana dönerken. Kaşlarımı havalandırdığımda elimi tutan baş parmağı usulca okşadı tenimi, ‘Çok derin adam ama hakkını yememem lazım.’ Başımı onay verircesine sallarken devam ettiğimiz yolun Çeşme’ye gittiğinin farkında olarak bende tebessüm edip tekrar Noyan’a odaklandım.

‘Özlü sözleri çok güzeldir Gökmen abinin.’ Mırıldanmamla beraber konu Noyan’ın ilgisini çekmiş olacak ki kaşlarını havalandırıp göz ucuyla bana baktı.

‘Çok konuşan biri değil gibi.’

‘Çok konuşmaz zaten. Dinler, uzun uzun dinler, birini anlaması için de dinlemesi bile gerekmez bazen, sonra bir laf söyler, kalırsın öyle.’ Derken omuz silktim. Babamdan bahseder gibi bahsediyordum Gökmen abiden. Ufak bir kız çocuğu kahraman gibi gördüğü babasını nasıl anlatırsa öyleydi tavrım.

‘Babam daha evlenmemişti yeniden, şirketten de gelmemişti, gece saatleriydi. O dönem evin çalışanları kalmazdı evde, bende korkar bahçeye çıkardım babam gelene kadar. Ne zaman kapıya arabasının far ışığı yaklaşmaya başlasa koşarak dönüp tekrar eve girerdim. Bir kere çok yağmurlu bir geceydi, şimşek çakıyor, gök gürlüyordu, yine çıktım. Gökmen abi bizim evin koru tarafında kalan tek katlı bir yerde yaşardı, hala da orada yaşar, kimse olmasa da o olurdu evde. O gece korktuğumdan herhalde kapının önünde bile duramadım onun yanına gittim. Benim korktuğum havada kapının önüne çıkmış çay içiyordu, çok şaşırmıştım. Çocukluk mu denir ergenlik mi bilmiyorum...’ Yüzümü buruştursam da Noyan’ın dikkat kesilmiş haliyle derin bir nefes aldım.

‘Korktuğumu yüzümden anlamıştı herhalde, eve koşunca anında karşıladı beni, evden battaniye aldı, sarıp sarmaladı, kendine demli bana da paşa çayı hazırladı. Ben çay içmeyi pek sevmezdim, hala sevmem ama Gökmen abiyle içmek hep güzel gelirdi bana. O gece babam gelmedi, biz orada sabaha kadar oturup şimşeklerden aydınlanan geceyi izledik, kapının üzerindeki ışığı kapatıp bahçe ışığında çiseleyen yağmura baktık, çay içtik. Gün aydınlandığında son çaylarımızı doldurdu ve Bazen geceler asırlarca sürer ama bir şekilde biter dedi. O son çayı içemeden uyuyup kalmışım, uyandığımda kendi yatağımdaydım ama sözünü hiç unutmadım.’ Ne zaman geldik veya ne ara Noyan arabayı park edip dikkatle bakmaya başladı bilmiyorum ama gözleri üzerimden bir an ayrılmazken tebessümü dudaklarında, kaşlarını havalandırmış haldeydi.

‘Bitti mi peki?’ dediğinde geldiğimiz yemyeşil alanla duran arabadan sonra bakışlarımı etrafta gezdirdiğimde Alaçatı’da olduğumuzu fark ederek kaşlarımı havalandırdım. Öndeki arabadan Denker abi, Şanze ve Gizay inip ilerlemeye başladığında bakışlarım tekrar Noyan’ı buldu.

‘Ne bitti mi?’

‘Asırlarca süren geceler, bitti mi?’ sorusuna gülümseyerek başımı sallayıp onay verdim. Bitmişti. O geceler gerçekten asırlarca sürmüştü fakat bana baharda İzmir rüzgarının iç ısıtan hali gibi bir şimdi vermişti. O içimi ısıtan hafif meltem tam karşımda bir çift puslu mavideydi.

Burası için ne zaman sözleştiklerini bilmesem de Noyan derinden bir nefes daha aldı, ‘Abimin restoran, siz Şanze’yle lavaboya gidince bir sürü küfür etti, normalde planım farklı olsa da en azından küçük bir kutlama yapalım istedi.’

‘Denker abi ve restoran işletmek?’ kaşlarımı havalandırdığımda gülümsemesi büyüdü Noyan’ın.

‘Annemindi, sonra abim ilgilenmeye başladı işte. Kâr zarar marjı için tutmuyor, tüm sene açık olur, hatırası yaşasın istiyor.’

‘Çocukluğun burada mı geçti?’ heyecanla mırıldandığımda başını onaylarcasına sallayınca kapıyı hızlıca açıp indim aşağıya. Noyan’da benimle beraber indiğinde etrafta gözlerimi tekrar gezdirdim. Kocaman, duvarları dahi olmayan ama ağaçlar sayesinde adeta bahçesi görünmeyen, sahilin tam karşısında bir alandı. İlerlemeye başlarken Noyan’ın belimi sararak yönlendirmesiyle ağaçlara takılmama çabasıyla devam ettik. Onlarca beyaz ve mavi sandalye, beyaz masalar, ağaçlar arasında artık yer edinmiş ampuller, bahçeyi dolduran nergis kokusu ve ona eşlik eder gibi sürekli çalmaya devam eden parçalar. Kimsecikler yokken bahçenin tam ortasına birleştirilmiş üç masa ve altı sandalye biraz ileride mavi pencere ve kapıları olan taş yapı. Noyan’ın çektiği sandalyeye yerleştiğimde bakışlarımı tüm bahçede dolaştırmaya devam ettim. Şimdi kocaman olmuş hallerine rağmen bir zamanlar bu bahçeyi talan eden yaşlarını dahi görebiliyordum. Bir kez bile çocukluk fotoğraflarını görmemiştim ama burada yaşananlara sanki şimdi dahi şahitlik ediyor gibiydim.

‘Yengecim, bak sana yardımcı olayım.’ Karşımdaki sandalyeye oturan Şanze elindeki çerçeveyi uzattığında şaşkınlıkla baksam da gülümseyerek aldım.

‘Annem çekmişti bu fotoğrafı, limon ağacının altında.’ Beyaz evin hemen dibindeki ağacı işaret ettiğinde dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken ufacık üç bedeni süzdüm. Ortada çimlerin üzerine oturmuş Şanze’nin saçları iki yanından toplu, üzerinde beyaz bir elbise vardı, elbisenin önü muhtemelen yediği herhangi bir meyveden kıpkırmızı lekelerle doluydu ancak o kadar güzel gülüyordu ki hayran olmamak elde değildi. Hemen arkasında duran iki bedende gözlerimi gezdirdiğimde kız kardeşlerini sahiplenircesine saran, deli gibi seven iki abi vardı. Net bir şekilde yaş gözetmeksizin o zamandan beri korudukları belliydi Şanze’yi. Fotoğraf karesinde yüzü görünmese de orada olduğunu parmaklarıyla belli eden birisi daha vardı. Saklanmaya çalışıp parmaklarıyla Denker abi ve Noyan’a iki kulak yapan birisi, yüksek ihtimalle Gizay. Bir de diğer bedenlerden daha uzun boylu ancak sırtı dönük olduğu için yüzünü göremediğim, fotoğrafın köşesinde kalmış saçlarına güneş vurmuş kumral bir erkek çocuğu daha.

‘Çok güzelsiniz.’ Mırıldanıp Şanze’ye baktığımda fotoğraf karesini ona doğru çevirdim, ‘Arkadaki Gizay mı?’ etrafta kimsenin olmamasını fayda bilmiş olacak ki dudaklarını ıslatıp daha da büyüttüğü gülüşüyle başını onay verircesine salladı.

‘Buradayken bir olup beni satışa getirirlerdi. Gerçi hala bana postayı koyabiliyorlar.’ Göz devirerek kahkaha attığında bende gülmeye başladım.

‘Peki arkası dönük olan kim, Bager mi?’ sorumla fotoğrafa bakmak için hamlede dahi bulunmadan tebessüm etti.

‘Öyle…’ hafifçe omuz silkse de içten içe yatan duygusallığını fark etmemek mümkün değildi. Yine de hızlıca toparlanıp gülümsemesini genişleterek yan tarafımızda kalan çınar ağacını işaret etti.

‘Benim küçük olan abim, seninse kocan olan şu ağaçtan düşüp kolunu kırdı biliyor musun? Sırf beni atlatmak için.’ kaşlarımı havalandırdığımda saçlarımın arasına basılan dudaklarla başımı kaldırıp Noyan’a baktım.

‘Karıma mı şikayet ediyorsun beni?’ elindeki şişeyi ve tabağı bırakıp yanımdaki sandalyeye yerleşerek Şanze’ye doğru konuştuğunda anında baş sallayarak onay verdi o da.

‘Ediyorum valla. Çok çektirdiniz bana küçükken. Olurda hem oğlunuz hem kızınız olursa oğluna dikkat etsin de kızınız üzülmesin diye şimdiden garanti altına alıyorum yeğenimi.’

‘Asıl sen bize çektirdin kızım. İki dakika rahat bırakmadın ki.’ Denker abi ve Gizay’da sandalyelere yerleşirken Noyan karşılık verdiğinde kolunu masaya yaslayıp gözlerini abisine çevirdi.

‘Haksız mıyım abi? Beş dakika düşmezdi yakamızdan.’

‘Doğru söylüyor valla. Gerçi şimdi de düşmüyor, bir farkı yok ki kardeşim.’ Denker abi omuz silkip gülerek bakmaya başladığında Şanze’nin kaşları çatılmıştı bile.

‘Aşk olsun be büyük boy abi. Senden beklemezdim bunu, benden bıktın demek.’ Küskün haliyle başını Gizay’a doğru çevirirken Denker abi anında yanağından bir makas aldı.

‘Senden bıkmak mümkün mü Ahu’m...’ içinden dolu dolu geçirerek ismini söylemesi bile o kahvaltı masasından sonra kendine gelebilmiş Şanze’yi kutlamaktı sanırım. Sesi parlamıştı Denker abinin. Kız kardeşinin ismini söylerken kaç insanın sesinin parladığını hissedebilirdim ki? Fakat yapmıştı işte. Standartlara göre ortanca ama şuan en büyük olan abi olarak kıyamamıştı gözyaşlarına…

‘Yemem vallahi, hiç kusura bakmayın. Sıkılmışsınız siz benden. Gizay abi? Sende mi aynı fikirdesin bu iki abi demeye bin şahit isteyecek insanla?’

‘Cevap veririm de bu kez benim yakamı bırakmazsın diye korkuyorum.’

‘Aşk olsun hepinize.’ Kolları hala göğsünde bağlıyken Gizay’dan da umduğunu bulamayarak başını gökyüzüne kaldırdığında hepimizin kahkahası da ortalığa döküldü. Doldurulan bardaklarla beraber bakışları tekrar bizi bulsa da Şanze’nin sözde küsmesi devam ederken derin bir nefes aldım.

‘Asma güzelim suratını, şurada kutlama yapacağız.’ Denker abi anında kolunu okşadığında o sözde küsmeleri de havaya savrulurken beyaza dönüşmüş kadehi parmaklarım arasına aldım. O anda Denker abi bir kez daha Şanze’nin yanağından makas almıştı ki kaçak bakışları abisini süzdüğünde gülümsememek adına dudaklarını ısırdı.

‘Ahu’m…’ yine o kadar içten söylemişti ki ismini eğer abim olsa ve bana aynı tavrı takınsa tıpkı Şanze’nin yaptığı gibi boynuna atılırdım.

‘Abim…’ uzatarak sarıldığı boynundan konuştuğunda Denker abi parmakları arasına kadehini alırken Şanze’yi çektiği kanatlarının altından da çıkarmadan bize çevirdi bakışlarını.

‘E o zaman ne diyelim… Geçmiş olsun Noyan bey ve hoş geldin Belgi Deran Visam.’ kadehini ortaya uzatırken gülerek kadehimi kadehine çarptığımda bahçede yankılanan bardak şıngırtılarıyla beraber aslında bir arada olmanın ne kadar iyi geldiğini fark ediyordum. Aylarca kendimi kapana kısılmış şekilde sorgusuz sualsiz tutarken olduğum bahçenin ortasında özgürce nefes alabilmek ve bunu gerçekten samimiyetine inandığım insanlarla yapmak çok başkaydı.

Ben kendini güçlü gören fakat güçsüz bir kadındım. Elim kolum titreyebilir, sinirlerim yerinden oynayabilirdi fakat gerçek bir gülümsemeyle çok hızlı toparlanırdım. Bir adamın bakışlarında kaybolurken artık olduğumdan çok daha farklı birisiydim. Daha aşık, daha kendinde, daha çok savaşması gereken. Peşimizde bir dizi adam olmasına rağmen oturup kadeh tokuştururken hiç birimizin umurunda değildi yaşananlar veya yaşanacaklar.

Felaket senaryolarının içinden fırlamış insanların umurunda olmazdı zaten.

Uzak olduğum o kardeşlik duygusuna en yakın hissettiğim Gizay’ken veya bir ailenin varlığını dahi hissetmezken şimdi kendi ailemi kurmuştum. Tüm çöküşlerin arkasından yine de birbirlerine yaslanarak sapa sağlam duran insanların yanındaydım. Eksikliklerimiz yok değildi ancak fark etmeyecek kadar iç içeydik. Hepimizin bir yarası vardı fakat dönüp izlerine bakma zahmetine girmiyorduk.

Sırtımın sarılmasıyla bedenimi Noyan’a daha çok yaklaştırdığımda parmakları kolumu okşadı. Ortada dönen muhabbeti geriden izlemek istercesine sessizliğimizi korurken Noyan bu kez başıma dudaklarını bastırıp öylece kaldı. Derin bir nefeste genzime tamamen çıra kokusunu hapis ederken daha çok sokuldum güven veren bedenine.

‘Ağır geldiyse şarap açtırayım?’ fısıltısına karşılık başımı sağa sola salladım sakince. Ağır gelen rakı değildi, çok erken gibi görünse de geç kalışımdı. İsyana, baş kaldırmaya, Noyan’a kavuşmaya bu kadar geç kalışım... Kendimce daha hızlı koşmayışım ve bir an önce kavuşmayışımdı. Kulaklarımdan kalbime dolan parçayla gülümsemem kendimi gösterirken başımı geriye attığımda Noyan’ın puslu mavileri benim mavilerimi buldu. Elimi uzatıp kadehi bırakmadan kendime çekerek yanağını sıkıca öpüp derin bir nefes aldım.

‘Bak kokun İzmir, bu şarkı da sensin.’ Mırıldanıp yanağımı öptüğünde gülümseyerek başımı sallamıştım ki elindeki kadehle işaret parmağını kaldırıp müziğin yayıldığı hoparlörü işaret etti.

‘Aradan zaman geçmiş kadın bıkmış,

Uzaklaşmış evinden yola çıkmış,

Bütün gördüğü aşklara inanmayınca,

Biraz ileri gitmiş ve ona sarılmış.’ Eşlik etmesine gülümsemem daha çok büyüdüğünde dudaklarımın üzerini kapatıp kahkaha atarak başını geriye attı. Sarhoş değildik ama öyle hissedecek kadar aşık olmuştuk. Başımız dönmüyordu fakat biz onun döndüğüne dair bir inanç içerisindeydik. İnsanlar parmağını kaldırıp ‘Bu kaç?’ diye sorsalar ikiyi görsek bile ‘Bir!’ diyecek haldeydik. Ve yıllardır içinde sıkıştığım kabuslardaki o bir sayısı bizim bir olmamızdan başka şeyi işaret edemiyordu, en azından ben böyle düşünmek istiyordum. Özellikle Noyan’ın koca bir kahkahayı kenara bırakayım kahkaha atıyor olması dahi bir özgürlük meşalesi gibiydi.

Buradaydık, güvende hissedilen o yerde. Benim daha önce aile evi diye betimlediğim o kapısı renkli içi kasvetli güzel anıların ev sahibi olan dört duvarken muhtemelen bu dört beden burayı o ev diyerek anlamlandırıyordu. Ve evet burası da aile eviydi. Yıldız Keskin Visam’ın çocuklarını yokluğunda dahi kanatları altına aldığı aile evi. Fazlaca uzaktan izlediğim masaya yakinen şahit olmak, belki de daha çok içinde hissetmek için derin bir nefes aldığımda Şanze’nin gülümseyen gözleri de gözlerimle çakıştı.

‘İsminin anlamı ne?’ sorum hepsinin durulmasını sağlarken tebessüm eden sadece Şanze’ydi. Bakışlarındaki o gülümseme öyle güzel ve saftı ki anlatılması çok güçtü.

‘Şanlı kız demek.’ Derken usulca sağ omuzunu silkip kadehinden bir yudum içti, ‘İlk ismimi abim, ikincisini babam bulmuş. Bana da hep abilerinden daha şanlı olacaksın derdi. Hala der gerçi.’ Alt dudağını bükse de diyecek tek cümle bulamadığımdan ve pek tabi masadakilerin de konu Kubilay bey olunca gerilmelerinden cümleleri havada kalmıştı. Ancak böyle olmasını istemiyor gibiydi Şanze, babasının adı geçtiğinde kimsenin gerilmesini, gücenmesini, kasvete bürünmesini istemiyordu.

‘Eski beylikleri çok sever babam, tarihi, medeniyetleri, kuruluşları… Abimin ismini de babam koymuş zaten.’ Diyerek başıyla Denker abiyi işaret ettiğinde bakışlarım usulca ona dönse de dudaklarındaki ufak tebessüm görünmeyecek gibi değildi, ‘Abimin ikinci ismini de o koymuş.’ Dedi bu kez kolları bedenime sarılı Noyan’ı işaret ederken, ‘Hepimize bir amaç için isimler seçmiş. Yanlış bilmiyorsam Gizay abi için bile geçerli bu durum.’ Cümlesinden sonra kaşlarım şaşkınlıkla havalandığında hareleri masaya odaklı Gizay’a döndüm. Rakı kadehini tutan parmakları o kadar sıkılaşmıştı ki eklemlerindeki beyazlaşma buradan seçebilecek hale gelmişti. Tek mimiği kıpırdamıyordu üstelik. Parmakları dışında ufacık bir belirti yoktu yaşadığına dair.

‘Oldun sen abicim, bırak hadi.’ Denker abinin sesiyle gözlerimiz uğraştığı Şanze’yi bulduğunda o kahkaha atarak başını sağa sola sallayıp ayağa kalktı. Gizay ise hala etkisinden çıkamadığı bir şokun içinde gibi dönmemişti bizim döndüğümüz yere.

‘Bugün kutlama günü! Şarkımızı açtıracağım.’ Bakışları arkaya doğru döndü, ‘Haldun amca! Öleceksek Ölürüz’ü açar mısın!’ içeri doğru seslenip elindeki kadehi tepesine diktiği gibi masaya bırakıp koşarak içeri gidip bir çerçeveyle tekrar dönerek masanın diğer ucundaki boş sandalyenin önüne yerleştirdi. Bakışlarım çerçevenin içindeki koyu kumral saçlı, derin mavi gözlü, gülümseyen kadını bulduğunda Noyan’a dönse de onun tebessümüyle tekrar baktım Şanze’ye.

Az önce masaya bıraktığı kadehi tazeleyip eline alarak abisinin de arkasına geçtiğinde kollarını boynuna doladı. Değişen şarkı ve yükselen sesle beraber izlemeye başladığımda ilerleyen şarkının nakarat kısmıyla hepsinin ellerindeki kadehlerini havalandırdığını fark ettim. İşaret parmakları gökyüzünün alacasını gösterip birer yudum kadehlerinden içtikten sonra tekrar kadehi tutan parmakları havaya kalktı.

Öleceksek ölürüz! Bırakmam seni!

Savaşırken kaybederiz! Dönmem bu yoldan!

Gelse bile son durak! Çağırsa da bizi!

Dile destan bu sevgimiz! Unutulur sanma! Diyordu cümlelerde. Her bir cümleye de gözlerinde karartılarla Gizay, dudaklarında kırgın bir tebessümle Noyan, özlem dolu bakışlarıyla Denker abi ve hepsinin aksine olağan neşesiyle Şanze eşlik ediyorlardı. Harelerim fotoğraf karesini bir kez daha buldu. Güzel gülümsemesiyle, bugün bu masada 3 kişinin biyolojik, birinin ise manevi olarak annesi olan genç bir kadın vardı orada. Bir fotoğraf karesi çok şey anlatırdı ve ben Yıldız hanımın gözlerinin içinin parlamasından donmuş bir karede dahi olsa mutlu olduğunu okuyabiliyordum. Eğer onunla şimdi konuşabilecek olsam neler söylerdim diye düşündüm.

Oğlunuzu kendi kararlarını dik başlılıkla alıp uygulamaya koyacak cesarette yetiştirdiğiniz için teşekkürler Yıldız hanım.

Oğlunuzu kendi sevgisinden korkmayan bir adam olarak büyüttüğünüz için minnettarım size.

Oğlunuz yaşadıklarına rağmen merhametini tamamen söküp atmadı, içiniz rahat olsun.

Oğlunuz sadece kendisi değil, başkalarının da baş kaldırmasına sebep ve güç oldu, ondan ümidinizi hiç kesmeyin.

Oğlunuz muhtemelen tıpkı sizin istediğiniz gibi, bağlı ancak bağımlı bir adam değil, eserinizle gurur duyun.

Oğlunuzun yanındayken güvende hissediyorum ve bu hissiyatı herkes veremez biliyorum Yıldız hanım.

O tıpkı sizin bakışlarınız gibi ışıldayan hareleriyle bakıyor bana ve bu paha biçilemez bir durum.

Oğlunuza aşığım Yıldız hanım…

Ve size söz veriyorum, imkanım dahilinde mutlu olması için elimden geleni yapacağım. Huzurla izleyin tüm olan biteni…

Hala havada olan kadehleri ortada birleşirken bakışlarım yeniden onlara döndü, Şanze gözleriyle benim kadehimi işaret ettiğinde gülümseyip bende alarak dört kadehle birleştirdim. Hepimiz geri çekilirken tamamını tepemize diktiğimizde akıllarından geçen tek kişi o derin mavilere sahip masanın baş köşesindeki güzel kadındı. O sandalyenin neden boş olduğu ise aslında hiçte boş olmayışında gizliydi belki de. Hepimizin gözleri bir fotoğraf karesinde takılıyken Noyan derince iç çekip kalktı sandalyesinden.

‘Bize müsaade artık.’ Gözlerim şaşkınlıkla yüzünü bulsa da elimi yakaladığında bende ayağa kalktım fakat benimle beraber harekete geçen Şanze’de vardı ortada. İkisinin de gözleri birbirlerinde çakılı kalırken Noyan’ın elinin üzerini baş parmağımla okşayıp serbestleştirdim tutuşumu.

‘Özür dilerim abi.’ Diyerek birkaç adımda Noyan’ın karşısına dikildiğinde dudaklarını aralayacak olsa da vazgeçmesini ister gibi devam etti, ‘Sana olan biteni en başında anlatmalıydım. Senden bir şey saklamam aptallıktı. Güvenini ve inancını kırdığım için özür dilerim.’ Başı sağ omuzuna doğru düşerken ağlamamak için sertçe yutkunduğunda Noyan derin bir nefes aldı.

‘Sana olan güvenimi ve inancımı kıramazsın Şanze. Sana öyle bir güvenim, o kadar yüksek bir inancım var ki, yedi alemin doğrucusu gelse hakkında bir laf söylese, yine kırılmaz. Olduğun yer, gittiğin mekanlar, görüştüğün insanlar benim için mühim değil. Mühim olan tek şey var. Canın. Senden tek bir isteğim var. Bir daha beni canınla sınama. Olur mu?’ dudaklarındaki ufak tebessümle cümleleri pamuk gibi yumuşakça sıralandı. Bakışları Şanze’nin çağla yeşillerinden bir an olsun ayrılmazken onun onaylayan baş sallamasıyla uzattı elini kardeşine. İki adım önce kanlı bıçaklı, şimdi can ciğer…

Bir anlık bekleme dahi yaşanmadan sindi göğsüne Şanze’nin renkli saçları. Gökmen abinin bana uyguladığı tarifeyi izler gibiydim. Sımsıkı göğsüne bastırıp, saçlarının arasına öpücükler bırakan bir baba edasıyla koruma kalkanına aldı Noyan, Şanze’yi.

‘Tek soluğun dahi benim servetim Ahu, bir damla gözyaşın cehennemim. Canından kan yitip gitse aklımı kaybederim ben, her haltı yap ama sınama canınla. Bir daha sakın… Günler oldu, o görüntü zihnimden silinmedi.’ Şanze’nin az önce o tutmaya çalıştığı gözyaşları Noyan’ın göğsüne kendini emanet ettiğinde derin bir soluk almak için başını havaya kaldırdı. Puslu gözleri tekrar bana yöneldiğinde ise sandalyeme oturdum. İhtiyaçları vardı. O göğüste o gözyaşlarının kendine ev bulmasına da, tek kız kardeşini kaburgalarının altına saklamasına da ihtiyaç duyuyorlardı. Noyan teşekkür edercesine gülümsediğinde hala yüzünü göğsüne saklamış halde hıçkırarak ağlayan kardeşini de alıp taş eve yöneldi.

‘Daha fazla patlamadı şükür ki.’ Gizay’ın yorumu artık mavi kapıdan geçip kaybolmuş bedenlerden ona dönmeme sebep olurken derin bir iç çekmeyle baktı yüzüme.

‘Şanze kiminle çatışırsa çatışsın gideceği adres bellidir, Noyan. Eğer şimdi de ters düşselerdi, gidecek yeri kalmamış gibi hissedecekti.’ Diyerek açıklamaya devam ettiğinde dudaklarımdaki tebessümle kaşlarımı havalandırdım.

‘Çünkü yıllardır göğsünde uyutur onu.’ Bu kez Denker abi konuştuğunda harelerim ona döndü fakat belli ki bir şey söylememe ihtiyaç duymayacak şekilde devam edecekti.

‘Belki babamdan bile daha çok baba olmuştur Noyan, Şanze’ye. Tırnağı kırılır, istese onlarca kişi kuaföre götürebilir onu ama o abisine gider, Noyan’da erinmez, deli misin demez alır kendi götürür. Arkadaşlarıyla tartışır, depresyona girer, kavga eder, psikoloğa gitmez, Noyan’a koşar. Dinler saatlerce, yorum yapar, yol gösterir, haklıysa haklısın, haksızsa haksızsın der. Cebinde şirketin, benim, Gizay’ın ve Noyan’ın ek kartları vardır, sınırsız, bir defteri çok beğenir ama almaz. Dakikalarca anlatır, över, sanki dünya üzerinde tek üretilmiş bir şey gibi bahseder, kıyamaz Noyan, gider alır gelir. Anksiyete atağı tutar, direnir, dayanır, yakınında değilse bile o arabaya biner abisine koşar. Uyuyamaz, kapısını çalar. Kabus görür bir bardak su içeyim demez onu arar. Küçükken düşerdi, dizini yaralardı, bizim de çocukluk aklı tabi yıkar üflerdik, abisi için ağlardı. Sanki herifin üflemesine vahiy iniyor. O gelip dizine üfleyene kadar ağlaması durmazdı. Ne zaman Noyan gelir, üfler, o zaman bir anda gözyaşı dinerdi.’ Sabır direnir gibi bir gülüşle cümlesini bitiren Denker abiyle kıkırdadığımda Gizay’da gülüşüme eşlik etti.

‘Hatırlamıyor musun, beş yaşındaydı sanırım, Yıldız teyze saçlarını taramak istemişti, kızılca kıyameti kopardı, bir türlü müsaade etmedi kadına. Hepimiz başına toplandık bana mısın demedi, Noyan’ı kapıda görünce koşa koşa gidip elinden tutup yatağa oturttu. Yıldız teyzeden de tarağı alıp eline tutuşturup önüne kuruldu. Çıtı çıkmamıştı Noyan saçını tararken.’ Denker abi Gizay’ın hatırlattığı olaya başını sallayarak onay verdikten sonra rakısından bir yudum daha alıp gülümsedi.

‘Babam bir elbise için yaşına uygun değil diye kırk dil dökmüştü, on beş yaşındaydı sanırım. Gerçekten de kırk yaşında kadının giyebileceği elbiseydi. İnat etti, illa ki giyeceğim diye de Noyan gelince, bu ne Şanze hiç yakışmamış, fıstık gibi kızsın sen ne zaman öğretmen emeklisi olmaya karar verdin, deyince elbiseyi bile değiştirmeden yeni model seçmeye başlamıştı.’ İkisi de bu kez kahkaha atmaya başladıklarında az önce kayboldukları kapıdan tekrar görünen ikiliye baktım. Ufak bir tebessümle fakat Şanze’nin yoğun cümleleriyle bize yaklaştıklarında Noyan tekrar saçlarının arasına bir öpücük bırakıp ayrıldı kardeşinden.

‘Şimdi tam olarak müsaadenizi isteyebiliriz.’ Dediğinde uzattığı elini yakalayıp sandalyemden kalktım. Bir nebze daha kafası rahatlamış görünüyordu ikisinin de. Daha sakin ve birbirleriyle o kahvaltı masasının gerginliğini yaşamamış gibilerdi.

‘Müsaade sizin, yarın görüşürüz ama dikkatli olun.’ Noyan başını sallayıp Denker abiye onay verdiğinde hala parmaklarım arasında esir olan boş bardağı bırakıp masadakilere el sallayarak beraberinde ilerledim. Bahçeden çıkıp kapının önündeki arabada arka koltuğa yerleştiğimizde başımı omuzuna yaslayarak sımsıkı tuttum parmaklarını iki elimle.

‘Annen…’ bu kez o benim sessizliğimi beklerken derin bir nefes alıp pencerenin açılmasını sağladım, ‘Çok güzel kadın.’

‘Öyledir.’ Tekrar iç çekerek kolunu yine bedenime sardığında gideceğimiz yeri bilemesem de kapattım gözlerimi. Ölü biriyle tanışılır mıydı emin olamıyordum. Fakat ben tanışmış, selamlaşmış, çokta memnun olmuştum. Kendiyle tıpa tıp aynı bakışlarını taşıyan oğluna aşık olduğumu da dillendirmiştim içten içe. Sevgisi hayran olunası bir evlat yetiştirdiğini, dik başlılığını bana da bulaştırdığını, onunlayken isyan edecek kadar güvende hissettirdiğini anlatmıştım Yıldız hanıma. Gözlerindeki ışıltıların isminin hakkını verdiğini ve bu özelliğini aşık olduğum oğluna zifiri anlarda dahi aktardığını dile getirmiştim suskun cümlelerle. Tanımamıştım ama tanışmıştım. Genzime çıra kokusu dolan ve onu çok güzel kadın diyerek anımsayan oğlunun yanımdayken mutlu olması için söz vermiştim. Benden böyle bir talebi yoktu, bu tür bir dayatmada bulunmamıştı ama puslu mavileri parlayacaktı. Yaşadığı tüm acılara rağmen, benim kalbimi Noyan, Noyan’ın gözlerini ben ışıldatacaktım.

Bedenimin havalanmasıyla gözlerimi araladığımda Noyan alnıma ufak bir buse bırakırken başımı hafifçe kaldırıp etrafa bakındığımda yata çıktığımız fark ettim. Başımı tekrar Noyan’ın omuzuna yaslayıp kollarımı da boynuna doladığımda yine hissettim alnımdaki dudakları.

‘Dinlen güzelim, farklı bir yere geçeceğiz.’ Saçlarımı okşadığında bedenimi çeken karanlığa bıraktım ruhumu. Huzursuz zamanlarımın acısını çıkarmak istercesine tüm huzurumla teslim oldum uykuya.

‘Deran’ım…’ kulağımda çınlayan belli belirsiz seslenmeyle gözlerimi aralamaya çalıştığımda etrafa dağılan loş gece aydınlatmasını fark ettim.

‘Uyan güzelim hadi.’ Bakışlarımı bu kez saçlarımı okşayan elin sahibine çevirdiğimde Noyan ufak bir tebessümle izliyordu.

‘Neredeyiz?’ yerimden doğrulup tekrar etrafa bakındığımda hala yatta olduğumuzu anlamam zamanımı fazla almamıştı ki Noyan oturduğu yatağın kenarından kalkıp elini uzattı.

‘Seninle el ele adım atmak istediğim bir yerdeyiz.’ Kaşlarım havalansa da doğrulup ayakkabılarımı giydikten sonra uzattığı parmaklarını yakalayıp kamaradan çıkarak basamakları tırmandığımızda önümüzde duran yemyeşil adayla gözlerim Noyan’ı buldu. Daha önce İzmir’de olan bütün adaları gezme veya bir şekilde görme fırsatım olsa da burası hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Varlığından haberdardım, uzaktan birkaç kere göz gezdirmiştim ancak ne zaman denk gelsem o vakit inşaat olan, diğerlerine oranla daha gözden uzak olan bu adada ne olduğuna dair bir fikrim olmamıştı. Şimdi ise üzerinde sürekli çalışma olan ve neler olduğunu bilmediğim o kara parçasında dönüp duran şeyleri öğrenecektim.

Noyan önden ilerleyerek ahşap iskeleye indiğinde belimin iki yanından tutarak benim de yanına ulaşmamı sağladı. Bakışlarım tekrar etrafta gezindiğinde tam ortaya yerleştirilmiş neredeyse bütün duvarları pencerelerle kaplı olan eve göz attım. Öyle güzel aydınlatılmış şekilde duruyordu ki ormanın tüm yeşili, ortadaki evin asaleti geceye rağmen göz kırpar gibiydi. Noyan’ın parmakları belimden karnıma doğru sarılırken dudaklarını da omuzuma bastırıp daha sonra çenesini yerleştirdi.

‘Ben burayı alalı beş sene olmuştur, şimdiye kadar ayak basmadım. Çocukken ne zaman annemlerle açılsak hep görürdüm burayı, tam anımsamıyorum başka bir ada da olabilir fakat her seferinde de büyüyünce bu adayı alacağım diye anneme anlatırdım. Ev yapılırken de sadece çizimini gönderdim, fotoğraflarla onay verdim.’ Başım şaşkınlıkla omuzuma tekrar dudaklarını basan adama döndü.

‘Yaşım küçücükken anneme ne zaman burayı alacağım desem, Mabedi kalbinde gizli bir kadına ada bu adayı aldığında, derdi. Aklımda adayı alırken de evi yaptırırken de tek şey vardı. Gerçekleşmesi meçhul bile olsa burası çok özel bir güne ve mabedimi kalbine emanet edeceğim bir kadına ait olacaktı. Ve o gün gelirse topraklarına ilk kez o benim için çok özel günde adım atacaktım. O gün on Nisan, yani bugünmüş.’ Başını omuzumdan çektiğinde sırtıma elini yerleştirip ahşap iskelenin ucuna doğru ilerlememizi sağladı. Kuma ayak basmadan önce duraksayıp bakışlarını bana çevirdiğinde yüzünde anlatılması çok güç bir gülümseme vardı. Çocukluk heyecanı ve hayalleriyle beraber doğru şeyi yaptığına dair inancı puslu mavilerinde derin dalgalanmalara neden oluyordu.

‘Yapar mısın benimle bunu?’ sırtımdaki elini çekip hafifçe havaya kaldırdığında başımı onaylarcasına sallayarak avucunun içine bıraktım parmaklarımı. Noyan cebinden çıkardığı telefonla benim gece aydınlatmaları olarak düşündüğüm tüm kumsal boyunca belirli mesafelerde yerleştirilmiş ve kırmızı ışıklarıyla parlayan ufak direklerin yansımalarının yeşile dönmesini sağladığında adım atacakken aklıma gelen şeyle duraksadığımda gözleri yeniden beni bulsa da ayağımdaki topukluları çıkarıp kenara itekledim.

‘Çıplak ayakla dolaşmak özür hissettiriyor. Senin yanındayken daha da özgür.’ Kendisi de ayakkabılarını çıkarınca kuma adım attığımızda gülümseyerek belimi sarıp çekti kendine. Nefesim beklemeden nefesine bulaşırken gözlerim de kapandı. Ada demek literatürde dört tarafı denizlerle kaplı kara parçası diye geçiyor olabilirdi ancak bana göre dört tarafımın Noyan’la bezeli olma haliydi. Hiçbir şekilde kara ulaşımı olmayan, herkese gizli bir tek öptüğüm adama görünen bir bendi. Sevgisi dört tarafımdan kalbimi yutarken bu teslim oluşa aşık olmamak mümkün değildi.

Zıplayıp bacaklarımı beline doladığımda dudaklarından firar eden gülüşe rağmen öpmeyi bırakmadı. Açılan yırtmacımdan sızan parmakları bacağımı sıkıca kavrarken diğer eliyle de elbisenin ayağına dolaşacak parçasını çekti. Soluksuz kalsam bile şu an benimde kopmak gibi bir niyetim yoktu ondan. İlk öptüğünden beri çekilirken ona karşı bu kadar özgür, düşünmeden öpebilmek aidiyetimi kamçılıyordu sanki. Kısa bir anlığına dudaklarımız birbirinden ayrılsa da sonunda kapının kolunu bularak sürgüyü açtığında tekrar nefeslerimizin çarpışmasına izin verdi. İçeri adım attığımızda ise dudaklarımız birbirinden kopsa da nefeslerimiz yüzlerimize çarpıyordu.

Baktı, öyle uzun baktı ki gülümsemeden edemedim. Sarhoş gibi hissetsem de bunu alkolle bağdaştırmıyordum. Noyan’ın o puslu mavileri adeta sarhoş ediyordu beni ve bu sarhoşluk çok başkaydı. Anlatmak bir o kadar güçken, yaşanılan her dakikada özgür hissettirmesi dahi enteresandı. Dudakları dudaklarımı tekrar bulduğunda bu kez nazik olan öpüşü kısa sürmüş ve kaşlarını havalandırıp alt dudağını dişleri arasında ezmişti.

‘Önce çözmemiz gereken bir mesele var.’ Dediğinde ne demek istediğini anlamayarak bende havalandırdım kaşlarımı. Beline sarılı bacaklarımı çözme ihtiyacı duymazken ilerlemeye başladığında kalçamın mutfak tezgahına yerleşmesiyle serbest bıraktım Noyan’ı. Sessizliği devam etse de kenarda duran makineye su ve kahve ekledikten sonra tuşuna dokunduğunda gözlerimiz yine buluştu.

‘Çözeceğimiz mesele ne?’ damlayan kahveye gözlerimi çevirdiğimde Noyan ellerini tezgaha yaslayıp kendine odaklanmama mecbur kıldı. Bundan pişman mıydım? Kesinlikle değildim. Fakat az önce gülümseyen hali dakikalar önce olduğu kadar gerçekçi değilken dudaklarını ıslattı bu kez. Ona sığınmaktan korkmuyordum, korktuğum kendi içimde yaşanan savaştı. Aldığım nefes göğsümün tam üzerine gölge misali düşerken bu gölge beni ürkütüyordu.

‘Korkarken sana dokunamam Deran.’ dedi anlayış dolu sesiyle. O an yine aynı şimşekler kafatasımın içinde kendini gösterdi. Noyan’ın cinsel bir birliktelik için evlilik istemediğini biliyordum fakat açıklayamadığım o şeyi öğrenmek istediğini anlıyordum. Neden korktuğumu, bu durumun nasıl böyle kasılmama neden olduğunu, tüm detaylarıyla bilmek istiyordu. Haklıydı da. Ben zorlukla yutkunsam bile haklıydı.

Yalnız başıma savaşmam onun olgusunda yer alan bir detay değildi fakat o her daim yalnız savaşırdı. Bu ne kadar acı veriyordu bir fikri var mıydı acaba? Zaten kimse onun duygularına ulaşamazken ve ben kendimi bu kadar değerli hissederken dahi ona ulaşamıyordum. Bu nasıl bir acıydı Tanrım, diye bağırmak istiyordum. Bu ne tür bir sancı ve bilinmezlik, diye attığım çığlık adanın her bir santiminde yankılansındı. Fakat içimden kopup gelen bu bağırma isteğine karşın kalbimin bana sunduğu tek karşılık ona sarılmaktı… Kolları arasında son derece güvenilir bir liman vardı ve ben limandan ayrılsam da Noyan denizi kucaklardı fakat ya o? O bu kadar kalabalık arasında tek başına mücadele etmeye alışmışken benim yanında oluşuma nasıl alışacaktı?

‘Senden korkmuyorum.’ dedim fısıltıyla, yeterli gelmesini umarak. Fakat Noyan zaten bunu biliyorum dercesine başını salladı. Keza bilirdi. Kafasında hesap ettiği detaylar doğru veya yanlış olsa da sorulacağı zamandan emindi ama ben öyle değildim. Ne vakit aklımdan bir soru işareti geçse kelimeleri toplama zahmetine girmeden dağınık şekilde atardım yollara. O, onu anlamadığımı zannedebilirdi fakat benim düşüncelerimin sıfatlarının, fiillerinin, öznelerinin yeri değişken dahi olsa anlardı olup biteni.

‘Benden korkup korkmadığını bugün evet derken anlayacaktım ve anladım da. Mesele dokunmamın seni neden ürküttüğü. Sorduğum için önden peşinen özür dilerim-‘ gözlerini sıkıca kapattığında dilini dişlerinin üzerinde gezdirerek derin bir solukla tekrar gösterdi puslu mavilerini, ‘Deran, baban sana farklı şekillerde-‘ yine duraksadı. Artık nefes alması da, kendini kontrol etmesi de güçleşiyordu.

‘Hayır.’ Başımı iki yana sallarken gözlerimin dolmasını engelleyemedim, ‘Hayır, bana düşündüğün gibi dokunmadı.’ Aralıksız tekrar salladığım başımla az önce alamadığı nefesi rahatlamışçasına bıraktı.

‘Herhangi birinin tacizine, tecavüzüne-‘ başımı yine sağa sola salladım. Bilmiyordu, bu bir psikolojik savaş değildi, hayal kırıklığıydı. Noyan bunu bilmiyordu ve bende tıpkı onun bilmediği kadar ne açıklayacağımı bilmiyordum. İki yanımda tezgaha yaslı elleri çekilirken gülümsemeye çabalasa da çok zoraki olduğunun farkındaydım. Ondan belki de sustum. Noyan iki tane fincan çıkartırken, onlara yeni yaptığı kahveyi doldururken, tek eline iki kulpu sığdırdıktan sonra bana elini uzatırken, sustum. Parmaklarım avucunda kaybolduğunda indim tezgahtan, takip ettim adımlarını. Çıktığımız bahçede kenardaki takıma ilerleyip koltuğa otururken sıkıştırdığı kupalardan birini bana verdi ve ben onu alırken de sustum.

Nereye kadar süreceğini bilmediğim bir sohbete uzanan her saniyede derin bir sessizlik kapladı içimi. Uğultularla sonu gelmeyen rüzgarlar esti karanlık zihnimin çeperlerinde. Derin bir kuyunun dibine batar gibi, boğazıma kadar balçığa saplanmış, nefesim kesilmeden ölmeyi bekler gibi…

‘Anlat.’ dedi içimi ezer, beni görmek ister gibi. ‘Anlat ki aşabileyim bu duvarları.’ Tüm duvarlarımı yerle bir eder gibi… Başım dönmese de aklım yerinde tam olarak değildi. Bu yüzden oturduğumuz bahçe takımının sırtına şakağımı yaslayıp iç çektim, o da üzerindeki ceketi çıkarıp gömleğiyle kaldı. Beni defalarca yıkılırken, üzülürken görmüştü ancak bu halde görmemişti. İçsel bir çırpınış yaşıyordum ki normal şartlarda ben dışarıdan çırpınırken görünürdüm fakat içsel olarak bu derece diplere dalmazdım ona göre. Bu halim genelde geceleri gelirdi, kimsenin olmadığı, bana ulaşamayacağı noktalarda. Hatta bu halim geceleri kendi odamda bile gelmezdi, Zeren bey hangi vakit beni bir yere kapatsa ve ben artık o kapana kısıldığım noktadan çıkamayacağımı anlasam bilinçsiz halime rağmen içsel bir çırpınma halinde kalırdım. Dilimle dudaklarımı ıslattığım esnada bir kez daha iç çektiğimde nereden çıktığını bilmediğim kırmızı kareli bir battaniyeyi örttü üzerime.

‘Tarihi, zamanı bilmiyorum.’ Dedim acı çekercesine, işte bu yalandı, tarihi de saati de hatırlıyordum, hatta o kadar net hatırlıyordum ki haykırarak ağlamaya başlamadan saniyeler önce o odadaki saatin saniye seslerinin tik taklarını dahi duymuştum fakat içim acı çekiyordu. O gece ne zaman aklıma gelse anlam veremediğim bir acı tüm bedenimi esir alıyordu ve o ana ait tüm zamanı silmek istiyordum. Bu belki ihanetten, belki terk edilmekten, belki de o saatlerden sonra artık insanlara olan güvenimi tamamen kaybettiğimdendi. Ama emin olduğum tek şey vardı, Noyan’ın bunu bilmek hakkıydı. O yüzden belki de kelimelerle araya girme ihtiyacı duymadan başını onay verircesine salladı, bunun bir problem olmadığını açıklamak istercesine.

‘Çelik…’ fısıltım bomboş arazide kaybolup dalgaların sesiyle benim tekrar yüzüme çarparken, o kahvesinden bir yudum aldı. İsmini söylerken midemin bulandığını şimdi fark edebilmiştim. Bunca zaman sonra bir ismin beni böyle iğrenir bir hissiyatla tetiklediğine ilk kez şahit oluyordum. O kadar uzun zamandır telaffuz etmemiştim ki ismini farkında bile değildim ancak bunun yeni olduğunu da sanmıyordum.

Ekşittiğim yüzümle derin bir nefes aldım. Birinin ismini söylerken insanın midesi nasıl bulanırdı ki? Bana bu olmuştu, üstelik seneler sonra… Hem de gündelik bir olay anlatırmışım gibi karşımdaki sevdiğim adamın kahve içişini ve cebinden çıkardığı bir paketten sigarasının ucunu ateşleyişini izlerken.

Verdiğim uzun boşluklarla gözleri bana döndüğünde orada her bir felakete göğüs gerecek adam vardı, biraz korkuyordu fakat ben buradayım diyordu bakışları. Ne anlatırsan anlat sana bakışım, gülüşüm değişmeyecek der gibi… Ucunu ateşlediği sigarayı ihtiyacım olduğunu anlarcasına bana uzattı uzun parmaklarıyla, aldım, bir tane daha yaktı ve bu kez derin bir nefes çekti, ardından gri dumanı simsiyah gökyüzüne doğru serbest bıraktı dudakları arasından.

‘O zamanlar erkek arkadaşımdı. Ben yalan söyleyebilen fakat bunu tercih etmeyen insanlardan oldum Noyan. O yüzden bilmelisin ki ona değer verdim. Levent, Gamze, Sergio, Atakan, Arıkan veya Simay, hepsi ama hepsi şahitti ilişkimize. O geceyi ise sadece Levent ve Simay biliyor üç kişi dışında.’ Tepkisini görmek istedim, belki de bir tepki vermesini istedim fakat öylece kahve içmeye devam etti simsiyah denize diktiği gözleriyle. Tek yaptığı boşta olan kolunu koltuğa yaslayıp uzaktan da olsa saçlarımı okşamaktı.

Sanki benim midemi bulandıran bir isimden veya canımı yakan olaydan değil de çocukken dinlediğim bir masaldan bahsediyormuşum gibi olan tavrı açıkçası beni de rahatlatıyordu. Çünkü benim bildiğim Noyan yanımda kalır, saçlarımı okşar, benimle saatlerce konuşabilirdi fakat Ahter’i bilmiyordum. Ahter’in ne yapacağını hesap edemiyordum veya Cenker’in. Kocam hakkında düşünürken bile onun yanı sıra sanki çok başka kişilermiş gibi iki farklı bireyi de tartıp ölçüyordum. Bu garipti ancak ben emindim ki şimdiye kadar tanıdığım, gözlerine bakıp, söylediklerini dinlediğim, bire bir muhatap olduğum bu üç kişilikten sadece birisiydi, yani Noyan’dı, diğer ikisi değil.

‘Babam bilirdi Çelik’i. İlginçtir ki severdi de. Ona verdiğim değeri takdir de ederdi. O gece Levent ve Simay’ın olmadığı ama diğerlerinin olduğu bir mekanda yemek yedik, sohbet ettik. Levent toplantıdan çıkıp bize katılacaktı fakat uzun sürdüğü için gelemedi, Simay ise erkek arkadaşı olduğunu itiraf ettiği için amcamla savaşmakla meşguldü. O akşam Simay’a geliyorum dediğimde, keşke ben hallederim keyfine bak, belki size yetişirim bile dediğinde onu dinlemeyip yanlarına gitseydim.’ Elimin birini bacaklarımın arasına sıkıştırıp sigaramdan derince soluklansam da iç çekmeden duramadım. Bazen içimde bir yerlere o kadar çok keşke kelimesi sıkışıyordu ki çaresizce onları tekrar ediyordum fakat bir sonuç elde edemiyordum. İhtimaller, acabalar, öyle olsaydı nasıl olurdu veya böyle olsa bir hayal kırıklığı yaşamaz mıydım sahiden düşünceleri beni kendimden kilometrelerce öteye sürükleyebiliyordu.

Mesela o gece o mekana gidip, onlarla vakit geçirmek yerine Simay’a gitseydim ne olacaktı? Peki ya Simay amcama önce değil de yemekten sonra açıklama kararı alsaydı ve beni de yanında sürükleyerek götürseydi? Bana planlanan oyunun tam ortasında şok halinde kalmamam adına bütün hayat olağan tüm şartlarını zorlasaydı ne kadar süre sonra aynı dümenin içerisinde bulurdum kendimi acaba?

Biliyordum, sonuç değişmezdi fakat zaman, mekan değişebilirdi. Peki bu değişiklikler beni tatmin eder miydi? Daldığım o derin çukurdan bir kere daha iç çekip Noyan’ın devam etmem adına beklentiyle bakan hareleriyle karşılaştığımda çıktım.

‘Kulağıma Çelik hakkında çok şey gelse de inanmak istemediğim bir gündü. Çünkü o bizim standartlarımızda büyümemişti, bizim kadar havai bir hayat yaşamamıştı. Normal bir ailenin, gayet normal bir çocuğuydu. Çevremdeki insanların onun hakkında konuşuyor olmaları bana sürekli olarak bu maddi sınıf ayrılığı yüzünden gibi geldi. Ayrıldık mekandan, hep gittiğimiz bir dağ evi vardı, oraya gittik. Bu kesinlikle isteksiz veya saldırıyla değildi, beraber olduk.’ Bakışlarım hala Noyan’da olsa da yüzünde ufacık bir mimik oynamadı. Sadece parmakları arasında tuttuğu sigaradan derin bir nefes çekti ve başını salladı.

‘Çelik’le senelerdir bir aradaydık zaten, uzun zamandır tanıyorduk birbirimizi, üç senedir süren de bir ilişkimiz vardı ve o gece ilk değildi yaşadığımız. Fakat o gece sondu, acı vericiydi. Çünkü ben üç sene kulaklarımı tıkadığım, duymamazlıktan geldiğim, umursamadığım, o yapmaz dediğim ne varsa her birinin aslında gerçek olduğunu beraber olduktan dakikalar sonra anladım.’ Noyan’ın kaşları derinlemesine çatılırken gözleri anlamadığını belli eder bir şaşkınlıkta bakıyordu. Konuşmaya başladığım andan itibaren tek bir mimiği oynamayan adam ne olup bittiğine, o gece üç sene süren ilişkinin nasıl sekteye uğradığına, bir kadının nasıl beraber olduğu adam tarafından vurulacağına anlam veremez gibiydi. Hakkını yiyemezdim, bende anlam verememiştim o anda. Hatta o kadar ki algılarım hayal falan gördüğümü düşündürmüştü.

‘Üzerini giyindi, hareketleri o kadar sakindi ki ne yapmaya çalıştığını anlamadım. Üzerimi giymemi rica etti. Hep olduğu kadar nazikti, samimiydi fakat bir gariplik vardı, belliydi. Aynı zamanda sesinde beni incitmek istemeyen bir ifade vardı. Birini bekliyordu ve ben bunu durgun halinden fark edemedim. Yaptım dediğini ama öyle bir anlayamamaktı ki evin dış kapısının sesini de duymadım mesela, babam odaya girene kadar ayak sesi de işitmedim. Bu kadardı dediğinde ancak algılayabildim halinin tavrının nedenini.’ Artık gözyaşlarım yüzünden odağım net değildi fakat Noyan kasılan çenesiyle olduğu noktaya bakmaya devam ediyordu. Bana bakmıyordu artık, arkamda bir noktaya odaklanmıştı ve ben elimin tersiyle gözlerimi temizlemesem ayırt edemezdim.

O gece dönüp odanın kapısında duran babamın gözleriyle birleşmese harelerim olanı da ayırt edemezdim. Bu gece bir şey daha fark etmiştim, artık o gece olan olaylardan değil veya Çelik’in çekip gitmesinden de değil, sadece babamın bunu yapmış oluşuna yanıyordu canım. O bana güvenmezdi fakat ben Zeren beye güvenirdim. Beni sevmezdi, bunu kendisi de dile getirdiği için biliyordum fakat ben onun hayal meyal hatırladığım birkaç tebessüm eden baba halini severdim. Dudaklarımda hayal kırıklığıyla dolu bir tebessüm kendini bulurken omuz silktim.

‘Zeren İmerler’in verdiği çeki alıp arabaya binip gittiğinde. Bir an dönüp bakmadığında. O lanet yatağın kenarına dizlerimin üzerine düştüğümde, babama en rezil şekilde gözüktüğümde, asıl rezaletin benim halim değil de babam ve Çelik’in yaptıkları anlaşma olduğunu fark ettiğimde, güçlükle tek eksik oymuş gibi ayakkabılarımı giyindiğimde. Babam insanların satın alınacağını, bu yüzden alınabilecek değil alabilecek güçte olmamı ve kimseye güvenmem gerektiği adına cümleler kurarken de, onun da gidişini izlediğimde. Levent gelip suçu olmadığı halde özür dilediğinde. Simay korkudan titreyip kapının önüne çöktüğünde. Hepsini o anlarda anladım. Defalarca…’

‘İntihardır hayal kırıklıkları.’ dedi Noyan iç çekerken. Gözleri bana bir an dönmese de benimle acı çektiğinin bilincindeydim. Paketteki sigarasından bir dal daha ateşledi, ‘Hiç intihar etmeyi dahi beceremeyen bir insanın gözlerine baktın mı Deran?’ puslu mavileri artık çakmak çakmak bakıyordu, ardında kızıl alevler ve her an daha da yükselecek gibi hareleri beni bulmuştu. Az önce aklımdan geçen Ahter ve Cenker’i bilmem ama Noyan benim hissettiğim o gün olan acıyı benimle hisseder gibi kanıyordu. Diğerleri umurumda değildi fakat Noyan bunu hissedebilecek, bununla canı acıyacak, tüm olan bitenin ortasında gibi an ve an yaşayacak kadar duyarlı bir adamdı. Başımı sağa sola salladığımda gülümsedi.

‘Ben defalarca baktım. Şimdi de bakıyorum, her aynaya baktığımda da...’ Başını onay verircesine sallayıp gülümsemeye çabaladı fakat bu boştu, ‘Telaş vardı hep. Sessiz sakin bir yer arayışı, ölmek için. Fakat istedikleri şartlar sağlansa da kesmezler o insanlar şah damarlarını. Günlerce ağlarlar veya iyi görünmeye çalışırlar. Çünkü ölmek için ana kural yaşamak…’ altı dudağı dişleri arasında ezilirken iç çekip gülümsemeye çabaladı yeniden, ‘Bahar bahçe ormanlar, gün batımı akşamlar, dans eden mutlu insanlar yalandır onlar için. Hiç iyileşmezler. Yürüdükleri yollar birbirinin fotokopisidir fakat gözlerini kapatınca olmak istedikleri yerde olurlar… Çünkü zannederler ki görmez ve yok sayarlarsa kalplerindeki o inançsızlık çürür, yok olur. Sadece zannederler…’ içine sığmayan nefesini gördüğümde yaslandığı yerden kaldırdım başımı ve kollarımı uzattım ona. Bir an tereddüt etmedi. Sarıldı. Parmakları saçlarımın arasına daldı, nefesi omuzumdan kayıp gitti.

‘Küçük çocuklar gibi oynarlar hayatla. Ufak yaşta kız çocukları babaları tarafından saçı okşanmış gibi hisseder.’ İkimizin de göğsüne sıkışan o hıçkırık öylece kaldı fakat Noyan’ın parmakları saçlarımda dolaşmayı bırakmadı, ‘Dünyayı tek eliyle kaldırdıklarını zannederler oysa dünya altına alıp ezer onları. Akşam olup karanlık çökmesin, o kurdukları hayal dünyasındaki oyun bitmesin diye dua ederler. Fakat bazı babaların bazı insanların saçlarını okşamasına gerek kalmaz.’ Dedi dudakları saçlarımın arasına gömülürken, ‘Onlar kendi saçlarını okşayıp büyürler.’ Dudakları omuzuma yönelirken kokumu çekti içine.

‘Su vermeyi unuttuğumuz çiçekler vardır. Sen, yapraklarına her gün parmaklarımın değmesi gerektiğini unuttuğum bir çiçek olmayacaksın Tanrının hediyesi.’ Boğuk sesi boynumda nefeslendiğinde gözyaşlarım yanaklarıma süzüldü fakat ben gülümsedim, ‘Sen ve senden olacak olan, kendi saçlarınızı okşamak zorunda kalmayacaksınız.’

Tarumardı ruhum ve bir o kadar başında değildi aklım. Defalarca öldüğüme inanan bedenim bile ruhumla kavgaya tutuşmuştu. Çünkü güvenmek ile birinin sana güven vermesi çok farklı duygular içinde kalan kıskaçtı. Hiç iyi olamamıştım ben. Adam akıllı, tam olarak becerememiştim bu duyguların karmaşasındaki çıkmazı. Canım acımış gülmüştüm, eksik kalmış kahkaha atmıştım. Fakat hiç tam olamamıştım. Defalarca fiziksel olarak çürümüştü etlerim ama canımı en çok ruhumdaki morluklar yakmıştı. Bir de sevilmemiş olmam. Kalbimde bir okyanusun dalgalanması kadar geniş açılı sancılar vardı, korkular, çıkmazlar, yitip gitmeler… Tüm galaksilerde kaybolur gibi hissetmiştim hiç kendimi bulamazken. Çünkü korku esir almıştı beni. Bileklerimde kelepçeler olmuş, ruhumda sancılara yer açmıştı.

Fakat artık istemiyordum. Ağlamak, sızlanmak, bu durumda yok olmak istemiyordum. Yanan canımı değil, saran adamı hissetmek istiyordum. Korkmak değil, hevesle koşmak istiyordum. Çünkü bu kolların sonunda, koşacağım ve bitişini bulacağım yolda çiçek bahçesi vardı. Ben o çiçeklerle dolu olan bahçeyi görmek istiyordum.

‘Bu arada…’ derken ufak bir öksürükle sesini düzeltmeye çabaladığında güvende hissettiren kollarını ayırdı bedenimden. Önümüzdeki sehpanın üstünü kaldırıp gizli bir cep gibi duran yerden dosya ve kalem çıkardığında acaba sinir krizi geçirmem gerekecek mi diye düşünmeden edemiyordum.

‘Adaya adım atarken söylediğim gibi mabedi kalbimde gizli kadına adayacaktım burayı ve ben annesinin sözünden çıkan bir adam değildim.’ Kalemi bana uzattığında kaşlarımı çatarak dosyanın kapağını açtığımda satırlarda üstün körü dolaştırdım bakışlarımı. Parsellerden, metrekareden, yapılardan bahsedilen bir sözleşme vardı önümde. Daha doğrusu tüm bunları içeren adanın üzerime geçmesi için vekaletti.

‘Bana adadın tamam ama üzerime yapmana gerek yok Noyan.’ Bakışlarımı kağıt yığınından ona çevirdiğim esnada onaylar gibi olan bakışlarına rağmen derince soluklandı.

‘Elbette gerek yok. Ancak ben böyle istiyorum.’ Hala elinde duran kalemi tekrar uzattığında dosyanın kapağını kapatıp arkama yaslandım.

‘Bu senin yatırımın. Ve şuan işleyen şirket sayesinde olan bir yatırım. Burada Denker abi, Şanze ve Gizay’ın hakkı var. Kabul edemem.’

‘Burada sadece benim hakkım var. Şirketimin muhasebesinde ekstra bir kişisel yatırım fonu yok. O yüzden ister sana adarım, istersem yakarım, kimseyi alakadar etmez. Eğer şuan imzanı alıp dilediğim gibi senin mülkiyetin haline getirmezsem, farklı yollarla yine istediğimi yaparım, fakat uzun sürer. O yüzden lütfen.’ Hangi adamın aklından evleneli yirmi dört saat dahi dolmamış karısına ada vermek geçerdi ki. Yapılmasını geçmiştim, aklından geçmesi bile garipti. Fakat karşımdaki adam Noyan’dı, onun için bazı şeyler garip, enteresan, saçma değildi işte. Sadece öyle isterdi ve yapardı. Ateş hattında evlenmek isterdi, teklif ederdi. Ortalık can pazarı iken öleceğini bilse dahi beni görmek isterdi ve doktorlar direncini kıramazdı. Pazarlık yapmazdı o. Çünkü istediğini istediği gibi elde edecek yol bulurdu. Tıpkı bu akşam öğrenmek istediklerini uysal bir duruşla öğrendiği, imza attırmak istediği evrağa tutarlıca imza attırdığı gibi. Noyan Cenker Visam sadece bir isim veya vasıf değil. Ayırt edilmeyecek kadar çeşitliliği olan karakterlerin bütünüydü.

İki gün geçmişti. Zaman her daim geçerdi ancak o gece olan konuşmamızın üzerinden iki gün geçmişti ve bu iki günün her gecesinde Noyan yanımda yatsa da, sarılarak uyusa da dokunmak istememişti. İlk başlarda bunun böyle devam etmeyeceğini kafama takmıştım fakat Noyan sanki ilk kez beraber uyuyor gibi rahatsız olup olmadığımı sorguladığında aklımdaki tüm kıvranışlar son bulmuştu. Biliyordum, bir yerde, bir zaman sonra olacaktı bu fakat Noyan sanki bekle desem yıllarca beklermiş ve bundan sıkılmazmış gibiydi.

Resmi olarak karı koca olduğumuz bu iki günde bana yine sarılmış, beni yine öpmüştü fakat cinsellik için her girişiminde nefesim ne zaman kontrol edemeyeceğim hale gelse o anda durmuştu. Üstelik henüz çok kötü duruma gelmeden, hatta ben bile krizin eşiğinde olduğumu fark etmeden. Alıştırmaya çalışıyordu, bunu hissediyordum, görüp yaşıyordum fakat isyan edeceğini de biliyordum en azından öyle tahmin ediyordum.

Ben Zeren İmerler’in çok başka bir ders verme şekline zihnimi kurban etmiştim. Bana o kadar net şekilde, birini sevmenin yalan olduğunu, her adamın para için bir gün gideceğini, herkesin güvenilmezliğini aşılamıştı ki o gece Levent ve Simay kilometrelerce koşmuş gibi nefes nefese odaya girmeden hemen önce söylediği cümleler Noyan’la her bir adım ilerlememizde kulaklarımda çığlık gibi yankılanmıştı.

Aşk zayıflıktır Belgi. Aşk üzerinde rakamlar yazan bir kağıt parçasıyla bitebilecek aldatmadan ibarettir. Gördün mü? Çelik, sözde aşkınızdan öldüğünüz o herif bile seni beş milyona sattı. İnsanları satacak değil, satın alacak yerde dur daima. Cümleleri, yaptıkları değil de kızını beş milyona satmış olması yakmıştı canımı her kulaklarım uğuldadığında. Fakat sanki o cümleler zihnimi ne zaman çalkalasa Noyan değerli olduğumu hissettirmek istercesine duruyordu. Artık ben de kararlıydım, bu iş bir son bulmalı, zihnimdeki o ses susmalıydı. O kadar terapi görmüştüm ki daha fazlasını istemiyordum ve ben bu durumu terapi veya ilaçlar olmadan da noktalayabileceğimi düşünüyordum.

Noyan’a güveniyordum.

Noyan’a o kadar güveniyordum ki cinsellik kenarda dursun soyadını sahiplenmiş, kalbimi açmış, gözyaşlarımı göstermiş, ona sığınmıştım.

Bunları çevremdeki onca insana yapmamış, Noyan’a yapmıştım. Simay, her şeyi bilen, bana destek olmak adına çaba harcayan kuzenimin bile kollarına sığınıp ağlamamıştım ben o gece. Bana abi gibi affet diyen Levent zehirli gözyaşlarımı görmüştü, şimşekten korktuğumu bilen Gökmen abi saçlarımı okşamıştı fakat o ikisi dışında zehrimi sadece Noyan görmüştü. Gizay’da çoğu zaman dinlemişti beni ancak ben ona sığınmamıştım. Sığınmak, birini sığınak yapmak farklıydı. Oysa en çok şeyi Gizay’la paylaşmıştım söz konusu anlatmak olunca. Ancak hayatım boyunca üç adama açmıştım işte kalbimin katranla kaplı kapılarını. Birisi olan biteni anlattığım abim, diğeri ise tüm yaşadıklarıma şahitlik eden babam gibi gördüğüm adam olmuştu. Üçüncüsü ise eşimdi. Aynı kandan olduğum fakat babam diyerek dahi boynuna atılamadığım Zeren beyin bugün beni tarumar eden cümleleri susacaktı. Sonsuza kadar da tekrar ses bulup yankılanamayacaklardı.

Parmaklarım açık dolapta asılı kıyafetlerde dolaşırken derince soluklandım. Noyan iki saat önce bilgisayarın başına oturmuş ve şirkettekileri akşamın saat onunda toplantıya davet etmişti. Ben yarım saat dayanıp yanlarından ayrıldığım sırada ise aslında hiçbir çalışanının bu durumdan şikâyetçi olmadığını kahkahalarından anlamıştım. Odaya geldim geleli de dolabın içindeki tüm kıyafetleri incelemiş, üzerimi değiştirerek kan kırmızısı saten geceliği giymiş ve incelediğim tüm kıyafetleri renklerine göre ayırmıştım. Hayır bu bir atak tavrı değildi, mani dönemim falan da yoktu ancak Noyan bu denli düzenliyken hemen yan dolabının Çarşamba pazarı kıvamında olması beni dahi rahatsız edebiliyordu.

Adaya göre seçilmiş ve çoğunluğu yaz mevsimine hitap eden kıyafetler olsalar da bulunduğumuz mevsimin şartları da göz önüne alınmıştı ve tahminlerim beni yanıltmıyorsa bunları Şanze seçmiş olmalıydı. Ben olsam bu ada için kesinlikle daha rahat ve kendinden geçmiş parçalar seçerdim ama Şanze olabildiğince duru ve aynı zamanda şık tercihleri olan kadınlardandı. Gerçi bende öyleydim, her an insanlarla bir arada olacağım giysilerim olurdu fakat bunlar daha kadındı. Yani öyle ki gerçekten kıyafetler kızlar ile kadınlar olarak ikiye ayrılabiliyordu ve bunun herhangi bir cinsel eylemle alakası yoktu.

‘Deran sabah kahvaltıya abim-‘ Noyan’ın sesiyle giyinme odasından yatak odasına açılan kapıya yöneldiğimde elindeki telefona rağmen şok olmuş gözlerle bana bakan mavilere odaklandım. Noyan bakışlarını benden ayırmazken elindeki telefonu kulağına götürüp sertçe yutkunduğunu da adem elmasının hareketinden anlıyordum. Dudaklarımda kendini bilmez bir tebessüm can bulurken havalandırdım tek kaşımı.

‘Abi, ben seni arayacağım.’ Cevap beklemeden kapattığında dudaklarını ıslatıp derin bir soluk çekti ciğerlerine. Kulağından çektiği telefonla arkasını işaret ettiğinde cümlesini toparlayamamış olacak ki dudaklarını aralasa da vazgeçti konuşmaktan.

‘Bitti mi toplantın?’ mırıldanıp yaklaşmaya başladığımda Noyan iki adım gerileyerek başını hayır der gibi salladı.

‘Kahve yapacaktım, içersin değil mi? İçersin, içersin.’ Az önce hangi hızla geldi bilemem ama şu an koşarak yatak odasından çıktığını biliyordum. Arkasından gülerek baktığımda gittiği istikametin mutfağın tam tersi olduğunu görerek dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım. Muhtemelen bir hava alıp gelecekti çünkü gittiği yerden ormanın içine açılan bir kapıya, üç odaya veya banyoya ulaşılıyordu. Eninde sonunda mutfağı bulacağını umarak bende tam tersi yöne ilerlediğimde kırmızı şaraba uzandığım sırada gözüme çarpan viskiyle yakaladığım şişe arasında gidip geldi harelerim. Biraz daha hızlı gevşemem gerekebilirdi. Tuttuğum şarap şişesini yerine bırakıp viskiyi alarak iki kadeh çıkardığımda duyduğum ayak sesiyle beraber gülümseyerek açtım kapağı.

‘Vi-viski mi içeceksin?’ Noyan’ın sesinden de yüzünden de hala şaşkınlık akarken başımı onaylarcasına sallayıp kenardaki paketten aldığım sigarayı dudaklarımın arasına sıkıştırarak yaktım. Bu halime anlam veremiyordu, dahası ne yapmaya çalıştığımı da anlamış sayılmazdı. Evet ada sıcaktı ve ben normalde de açık giyinen bir kadındım fakat üzerimde kan kırmızısı bir saten gecelik görmeyi en çok Noyan beklemezdi herhalde. Açıkçası onun sabrının sınırlarını da ben pek bilmiyordum fakat zaten sabretmesini istemiyordum.

Kapağını açtığım şişeyle iki kadehi doldurup birini Noyan’a uzattığımda şaşkın da olsa aldığı gibi tepesine dikti. Gevşemek adına bende onun gibi kadehi tepeme diktiğimde boğazımı yakıp geçen tatla buruşturdum yüzümü. Boğazımdan mideme doğru bir ateş parçası düşmüş gibiydi ama iyi geldiğini inkâr edemezdim.

Sessizlik içinde geçen bir saat… Çok daha doğrusu Noyan’ın beklemeye aldığı toplantıya tekrar girip asla odaklanamadığı halde konuşmaya çalışması ve benim susup dinleyerek içmeye devam ettiğim bir saat… Öyle ki hava çok sıcak olmasa da, hatta denizden esen rüzgarın serin olmasına rağmen Noyan’ın ecel terleri döktüğü zaman dilimi olmuştu. Toplantıyı sonlandırıp bilgisayarının ekranını aşağı indirdiğinde dudaklarını ıslatmış, uzun uzun beni incelemişti. Söyleyecek bir şeyleri, en azından soruları var gibiydi ama onları da kendine saklıyordu. Alt dudağını ısırıp bir kez daha soluklandığında kıstığı puslu mavileri benim mavilerime odaklandı.

‘İyi misin?’ aklımı kaybettiğimi düşünüyorsa eğer haksız da diyemezdim bu soruyla. Nihayetinde karşısındaki beni biraz fazlaca seksist halde ilk kez görüyor olabilirdi. Bu gecenin dışında ürkek bir ceylan edasıyla etrafta dolaşsam da, tam da şimdi avına odaklanmış çıtaya benzetilebilirdim. Fakat yanıt vermek veya onun bu haliyle daha fazla mücadele etmek istemedim. Çünkü o benim için sabrediyordu, ben ise sabretmesini istemiyordum.

Yanına yaklaşıp içmeye devam ettiğim sigaramdan derin bir nefes daha çekerek bacaklarımı dizlerinin üzerine uzattığımda göğsünün sertçe şişmesini sağlayacak nefesler aldı, kendi kendine çok fazla sabır dilendi ama o nahif tavrından da ödün vermedi. Parmakları usulca bileğimi okşarken havalandırdığı kaşlarıyla beni izlemeyi sürdürüyordu.

‘Bir şeylere mecbur his-‘ cümlesini yarıda bırakmasına neden olan şey viskinin o acı tadını kadehten değil onun dudaklarından almaya karar vermemdi. Mecbur değildim, öyle hissetmiyordum, hiç öyle hissetmemiştim. Aşmam gereken duvarlar, yıkmam gereken koca bir dağ vardı. Mecbur olduğumdan değil istediğimden. Keza isteğimi karşılıksız bırakmadı.

Tenimiz bir bütünmüş de biz çok geç fark etmiş gibiydik. Dudakları hem açlıkla hem de bir o kadar nezaketle dudaklarımı hırpalarken uzandığım noktadan daha fazla bedenimi yaklaştırmak isteyerek sırtıma ve kalçama yerleştirdiği eliyle kucağına çekti bedenimi. Viski mi çarpmıştı yoksa öpüşü yüzünden mi bilmesem de başım dönüyordu. Hatta o kadar ki gözlerim kapalıyken bile bu dönme hızını hissediyordum. Parmaklarım üzerindeki ince yazlık gömleğin iliklerini çözerken sanki buna sabrı yokmuş gibi ayırmadığımız nefeslerimize rağmen iki yana çekti kumaş parçasını. İki göğsümün tam ortasına çarpıp arasına süzülen ufak düğmeyi hissetsem de bakmadım. Gömlekten sonunda kurtardığı elleri bacaklarımı sıkıca kavradığında ayağıyla ittiği masanın sürüklenme sesini işittim. Ayağa kalktığı için sarsılan bedenimle elimin biri ensesindeki saçları, diğeri omuzunu bulduğunda bacaklarım da sıkıca beline dolaştı.

Nefeslerimiz hırıltılıydı ancak şuan için aldığım nefes pek kayda değer değildi. Aksine nefes almadan, duraksamadan öpmek istiyordum Noyan’ı. O barın tuvalet kabininde öptüğü andaki gibi titreyen kalbime söz geçirme ihtiyacı duymuyordum. Artık kendime, hislerime, duygularıma ket vurmama gerek yoktu. Tenime dokunan parmakları sorgulamak, gözleri bir kuyunun dibindeki derinlikte bakan puslu mavilere erimek, her hücremle bu adama akmak kuşkular içinde boğmayacaktı beni, boğmuyordu da.

(Bir miktar +18 arkadaşlar, yaşı tutmayan kesimi ilerideki kapıya doğrun alalım lütfen…)

Parmakları sırtımda gezinirken sımsıkı sarıldığım bedeniyle bedenimin yatağa temas etmesini sağladı. Dudakları dudağımdan koparken gözleri gözlerime kenetlendiğinde tebessümüyle dudakları kıvrılmış ardından usulca kayıp alnımda yer edinmişti. Alnımdan şakağıma, oradan şah damarıma, daha sonra omuzum ve koluma inen dudakları en sonunda karnımı bulduğunda kıvranışımı fark ederek tekrar yaklaştı yüzüme. Sertçe yutkunup gözlerine bakarken bir kez daha kayboldum puslu mavilerinde, benim için var olduğuna inancım tamken insanın kendine şah damarından daha yakın bir sevgili arayışı evresini çoktan geçmiştim. Aramıyordum, şah damarıma yakın bir sevgiliye ihtiyacım yoktu. Çünkü Noyan Cenker Visam tam olarak şah damarımın kendisiydi.

Dudakları tutkuyla yeniden tenime değerken sevişmenin birçok anlamı olacağını fark ettim. İnsan bir başkasında kaybolurken de sevişebilirdi. Tam da birbirimizin tenlerine dokunurken olduğu gibi usul usul, kırmaktan korkarcasına ama bir o kadar da yıpratırcasına. Üzerimden firar eden tek parça ve Noyan’dan eksilen her parçada doğmaya böylesine yaklaştık biz de.

Zihnimde o cümleler yoktu, aklım fikrim sadece Noyan’ın dudaklarını öpmekte, nefesini hissetmekte, kendimi ona teslim etmekteydi. İki gündür gözlerimde gördüğü o korkuya rastlamadığından belki de o da kaçmıyor veya durumu değiştirerek normal bir sohbet haline çevirmiyordu bizi.

Tenimde gezinen parmakları boğazımdan karnıma kadar ılık bir yol çiziyordu. Öyle ki kendi içimde kendimden kayboluyordum. Noyan’ın parmakları yüzümü okşarken, belimde parmaklarının dışı sürüklenirken, kalçamı kavrarken kendimi ona bırakıyordum. Dokunduğu her noktada karıncalanmalar olurken içimin titremesine de engel olamıyordum. Noyan ise sadece bedenime değil ruhuma dokunuyordu nahifçe. Dudaklarının iz bırakıp geçtiği tenimdeki her nokta alev aşev kavrulup fazlaca ona çekilmemi sağlayan bir nedendi.

Bence bende bir gerginlik yoktu fakat bu asla olmadığı için değil de Noyan sakinleştirmek, aklımda kötü kalmasını sağlamamak adına uzun uzun öpüşlerinden de olabilirdi. Ben şu an Noyan’la bir adanın ortasındaki tek evde bulunan yatakta sevişmiyordum. Ben şu an olağan mekânı dahi hissedemediğim bir ütopyadaydım onunla. Uzay boşluğunda sürüklenir gibi hafifti varlığım, adeta yok gibi fakat bir o kadar da ağırdı. Yangın yeri bir alanın tam ortasındaydık sanki, ruhumuzu kaplayan ürperti saç tellerimden parmak uçlarıma kadar yokluyordu bedenimi. Öyle ki Noyan ateşin bire bir kendisiydi. Ve nihayetinde; külden doğan, ateşe aitti.

Bacaklarımda gezinen nefesi uzaklaşırken, heyecandan aldığım soluklar yüzünden hızla inip kalkan göğüslerime baktı, ardından hareleri harelerimi buldu. Gözlerindeki bu bakışı daha önce görmemiştim. Fakat açıklamaya kalkacak olursam sanki birisi önüne bilmem kaç milyon dolar değerinde bir parça bırakmışta onu büyük bir merak ve istekle izler gibiydi. Noyan’ın samimi gülüşleri ardındaki bakışlarını biliyordum, düşünceli olanı, kızgın olanı, sabırsız olanı, çoğunu biliyordum fakat buna ilk kez rastlıyordum.

Arzuyla bakıyordu.

Gözlerinde o gece anlatmadan veya tedirginliğimi fark ettiğini anlamadığımda dahi olmayan arzu pırıltıları şimdi vardı. Gecenin karanlığına rağmen odada zerre ışık yoktu fakat sahildeki aydınlatmalar Noyan’ın gözlerindeki o ışıltıyı gösterecek kadar yansıyordu odaya. Öyle ki bir dakika boyunca izledi. Aklından neler geçiyordu tahmin edemiyordum fakat yatağa dağılan saçlarımda, yüzümde, omuzlarımda, göğüslerimde, kollarımda, parmaklarımda, kısacası tüm bedenimde dolaştırdı puslu mavilerini. Mutena bir hususa bakar gibiydi hareleri, temaşa içinde. Zihnine kaydetmek, olan halimi asla unutmak istemezcesine.

Tıpkı onun bana yaptığı gibi bende baktım ona. Altmış saniyede görebileceğim en detaylı halini görmek istedim. Hızla hareket eden göğsünü, karışmış saçlarını, gözlerindeki parlamaları, dudaklarındaki varla yok arası tebessümü, belirgin çene çizgisini, dolgun dudaklarını, sol yanağındaki gamzesinin yerini, köprücük kemiklerini, göğsündeki yara izlerini, karın kaslarını, olağan tüm varlığını milimi milimine kaydettim zihnimin kuytularına.

Aramızdaki mesafeyi kapatırken dudaklarında usul bir tebessüm kendini gösterdi. Gözleri gözlerimden çekilip dudaklarıma doğru inerken derin bir nefes aldı. Dudakları dudaklarımın üzerindeyken nefesi nefesimle kavgaya tutuşuyor gibiydi. Fakat bakışları yine ayrılmadı benden.

‘Sezai Karakoç Mona Roza şiirinde demiş ki; Zambaklar en ıssız yerlerde açar ve vardır her vahşi çiçekte gurur. Sana zambaksın demeyeceğim, sen benliğimin en köhne ve umursanmayan yerlerini dahi çiçek bahçesi yaptın Deran, sadece bir çiçek deyip geçemem.’ Gözlerindeki o derinliğin anlamını ayırt edemiyordum belki ama her bir kelimesinden minnet akıyor gibiydi. Kendinden dahi ummayacağı bir şeyi bulup ben yerine getirmişim, hayatı boyunca hayal dahi edemeyeceği bir şeyi hissettirmişim gibi. Zamanın aktığı veya durduğu yerde, fark etmeksizin onunla olmak hem yok, hem de çok olmaktı. Parmaklarının dışı usulca yanağımı, çene çizgimi okşarken dudakları yumuşakça değdi yine dudaklarıma.

Onu hissediyordum, benim acelem varmış gibiydi ancak anladığım kadarıyla Noyan’ın hiç acelesi yoktu. Sanki ant içmiş gibi her bir noktamda gezdirmeye meyilliydi nefesini. Bedenimde hissettiğim dudakları tenimi ürpertiyordu fakat Noyan durmuyordu, aslında bende durmasını istemiyordum. Dudaklarımdan boynuma, oradan usulca omuzuma kadar süzüldü soluğu. Anlık bir lahzanın içinde parçalıyordu sanki varoluşumu ve ben moleküllerime ayrılmaktan dahi şikâyetçi değildim. Uzun parmakları sağ göğsümü kavrarken dudakları sol göğsümde oyalanmaya başladı. Gözlerimde ufak karartı noktaları kendini gösterdi fakat nadide bir parçaya dokunur gibi nezaketle ama aynı zamanda hararetle devam etti hareketlerine. Onlarca öpücüğü gezindi karnımda, belimde. Kasıklarıma dokunan dudaklarıyla gerilen belime dahi laf geçirmek ister gibi okşadı tenimi.

Korku değildi bu. Şehvetti. Şehvetin yaşattığı gerginliğim dahi benim aslan, Noyan’ın aslan terbiyecisi olmasına neden oluyordu. Üstelik işini bilen bir aslan terbiyecisi. Hızla inip kalkan göğsüme rağmen avuçlarım arasında ezilen çarşafı kurtarıp parmaklarımızı kenetledi. Bacağımın içinde dolaşan dudakları oradaydı artık. Başımı döndürecek kadar hissedilebilir halde, gerilen vücudumun kasılmasına neden olacak seviyede…

Nefesi kadınlığıma dokunduğu anda dudaklarımdan firar eden inlemem çarptı odanın duvarlarına. Parmaklarıma kenetli parmaklarını sıkıştırırken umursamadan soluğumu kesmeye devam etti. Onu hissetmek, üstelik böylesine güçlü bir duyguyla buz gibi bir denize bedenimin atılması gibiydi adeta.

Alegorik sanat gibi açıklanması güç şeyler hissediyordum her bir hücremde. Sanki kan akışımda dahi hükümranlık ilan etmişti de ben öylece olacakları izlemek zorundaymışım gibi bir histi bu. Bedenim benim sakinliğimi korumak istememin aksine tepkiler veriyor, zaten yay gibi gerilmiş olan belim daha çok harekete geçiyor ve bacaklarım Noyan’a itiraz etmek istercesine kapanmaya çabalıyorlardı. Kenetli ellerimizden birini kurtarıp parmaklarını belime yerleştirdiğinde usul okşaması rahatlattı fakat olduğu yerden asla çekilmeye niyeti yok gibiydi. Bakışlarım usulca onu bulurken parlayan harelerini gözlerime dikerek bastırdı dudaklarını yine.

Bundan şeytani bir zevk alır gibiydi. Onun için kıvranıyor olmam, istemem, yaptığı her harekete karşı başı boş tepkiler vermem puslu mavilerinin ardında alevler varmış gibi parlamasına neden oluyordu. Bakışlarımız kenetlenmişken buna devam ediyor olması dahi kanıtlıyordu gerçekleri aslında. Kafayı yemek üzereydim. Dilinin ıslaklığından, dudaklarının baskısı yüzünden feryat etme isteği yükseliyordu göğsümün ortasından. Her hamlesi kasıklarımın gerilmesine, ağrımasına sebebiyet verirken sanki hipnotize olmuş gibi bakışlarımı ayıramadım ondan. O ise usulca tekrar kasıklarım ve karnıma yöneldi. Bedenimin üzerinde tırmanırken göğsümde ufak bir diş izi bıraktığında iç çeksem de aramızdaki belki de milimlik mesafede dudaklarını kurumuş dudaklarıma sürttü, nefesi usulca kayıp omzumda can buldu ve fısıldadı.

‘Mabedim senin kalbin sevgilim.’ O an gök aşağı inse veya yeryüzü yıldızlara karışsa da biz birdik. Tek rakamdık, dümdüz duran çoğu insana anlam ifade etmeyen ama bizim için destansı diyebileceğim şekilde. İnsan bazen sadece bir sayı olmayı severken üzerine methiye dizebilirdi. Bende içinde kaybolduğum puslu mavilere tek kelime etmeden destanlar yazdım. O kadar çok destan birikti ki içimde Amine Azat’ın sözleri düştü zihnime; Dilim sükût etti diye, gönlüm de lal mi sandın…

‘Deran…’ gerilmiş bedenimle fısıldayışını duyduğumda kurumuş dudaklarımı dilimle ıslatıp gözlerimi tüm loşluğa rağmen gözlerine çevirdim. Göz bebekleri resmen korkudan titrer gibiydi, hatta öyle ki belimin iki yanını saran elleri daha çok gerilmiş, sert yutkunuşuyla adem elması hafifçe harekete geçmişti.

Kıpırdamadan öylece dururken gözleri usulca bedenimde gezindikten sonra belimize indiğinde sertçe yutkunup kaşlarını çattığı gibi tekrar baktı, ‘Yaptın mı bunu gerçekten?’ yüzünde asla aklına getirmeyeceği şey karşısına çıkmış gibi bir ifade vardı fakat tek kelime etmiyordum, acıdan kasılan vücudum da elverdiğince aslında neler olduğunu bilmeme rağmen sorarcasına gözlerine baktığımda belimdeki elini çekip saçlarımı okşadı.

Yapmıştım, kendimden o gece ve ondan sonraki yüzlerce gece o kadar utanmıştım ki yapmıştım. Kendimden utanmamam gerektiğini, aslında utanması gereken kişinin ben olmadığımı Noyan’la tanıştıktan sonra anlamıştım ancak yapmıştım. Yüzündeki ifade burada olmayan o kadar çok insana küfür eder gibiydi ki ama bana sadece, neden kendine bunu yaptın, dercesine bakıyordu.

Aklımda o sesler yoktu, Noyan’ın korktuğu gibi bir gerginlik değildi bedenimdeki fakat o ters bir hareket yapmaktan korkarcasına kıpırdamamaya çalışarak nefeslendi. Yıllar sonra zihnimdeki Zeren İmerler’in sözde ders veren sesi dibi kara bir kuyuda usulca yok oluyordu. Onun bağırıp çağırdığı, akıl almaz şekilde ders verdiği, söz yerindeyse dayakla uslandırmaya çalıştığı Belgi dünyayı terk ediyordu artık. Sadece ve sadece Deran vardı. Noyan’ın Deran dediği, sevdiği, gözlerine bakınca gözlerinin parladığı o kadın kalmıştı geriye.

‘Canın yanıyor mu?’ yanıyordu fakat o korku gözlerinde büyürken bilmesine ne kadar gerek vardı emin değildim. Başımı sağa sola sallayıp sertçe yutkunduğumda usulca üzerime eğilip dudaklarını omuzuma bastırdı.

‘Yanıyor tabi, benimki de laf.’ Bedenini geri çekmeye çabalarken sırtına ne zaman ulaştığından bir haber olduğum parmaklarımı sıkılaştırdığımda gözleri yeniden gözlerimi buldu. Böyle korkak bakmasını istemiyordum, bundan kaçmasını, olduğunun dışında bir nezaket göstermesini. Tek şey istiyordum, o da az önce gözlerinde deli alevler olan, onun için kıvranıyor olmamdan zevk alan, nefesi yüzüme çarpan adamdı. Ona güveniyordum. Noyan üzerinde rakamlar yazan bir kağıt parçası değil dünyalar verilse sevdiği şeyi bırakmazdı. Ona o kadar çok güveniyordum ki eğer şimdi kaçarsa bu cesareti bir daha bulamazdım.

‘Seni istiyorum.’ Neredeyse benim bile duymayacağım fısıltıyla mırıldandığımda dudakları tekrar omuzuma temas etti.

‘Canını yaktım, düşünemedim, düşünemedim… Düşünsem bile tahmin edemezdim ama etmeliydim. Kendine bunu neden yaptın ki? Kimse seni bir perde yüzünden reddedecek veya sevmeyecek değil.’ Bunu konuşmanın gerçekten yeri mi Noyan, diyecek olsam da vazgeçtim. Eğer Noyan’ın yerinde ben olsam muhtemelen aynı şeyi kendime söylerdim.

Sen bir kadının zarından ibaret değilsin Belgi Deran derdim. Sen sadece birkaç damla kan değilsin. Sen tıp okumuş, bilgili, hymenin bakteri veya yabancı cisimlerden korumak için var olduğunu bilen bir kadınsın. Sen doktorsun Belgi ve bu yaptığın akıl almaz bir şey diyerek ona kızmak isterdim. Fakat Zeren İmerler’in kızı Belgi Deran İmerler onun günahını sırtına alırken garipsememişti. Bunu garipseyen Deran’dı. Kendini yeni bulmaya başlamış, büyümüş, işinin bilincinde olan Belgi Deran Visam’dı. Soyadı değil, bakış açısı değiştiği için kızardı Belgi’ye ve kalbini kırmak istemese de bunun insanlık suçu sayılabileceğini söylerdi. Çünkü Deran, bedeni, hayatı, varoluşu hakkında kararları kimseye değil, sadece kendine aldıracak o kadındı.

‘Noyan, seni istiyorum dedim.’ İnatla bir kez daha mırıldandığımda o gözlerindeki sıkkın ifade yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Unutmadı fakat daha sonra konuşmak adına en gerilere attı bunu biliyordum. Yerine arzu ve belki de harman olması mümkün olmayacakmış şekilde şefkat yerleşirken bir kez daha sertçe yutkundu. Kendini zapt etme çabası, bir yandan isteyip diğer yandan da incitmekten korkması, bire bir yüzünün her mimiğinde, gözlerinin her dirheminde yaşıyordu.

Tepki vermeyeceğini anlayıp başımı hafifçe kaldırdığımda tekrar karıştırdım nefesimizi. Sanki yarını yokmuş, sadece bugün bize aitmiş ve bir daha asla gerçek olmayacakmış gibi öptüm. Tüm sinir uçlarımız birbirini ezberlemek ister gibiyken, daha da sardı bedenimi. Artık sevişmekten veya insanlık dışı dürtülerden çok daha farklıydı durum. Çünkü biz her ikisi içinde yoktuk, sadece bir olmak için vardık. Önümüze geçebilecek her engelin koşup üzerinden atlayacak, tüm gözyaşlarında birbirimize korkarak sarılacak kadar bir oluyorduk.

Belki yüreğimizin verdiği savurganlık, belki aslında yıllardır birbirimize aç oluşumuz fakat fark etmeyişimiz, hepsi gecenin karanlığına gömülürken tükeniyordu. Noyan’ın tenimdeki parmaklarının sahiplenici baskısı, benim tırnaklarımın sırtında ve boynunda çıkardığı sert hasarlar, öyle veya böyle ruhlarımızın eksik kalan yanlarını tamamlıyordu.

Sinir uçlarım tamamen Noyan’dı ve umuyorum ki bende onun için öyleydim. Sanırım bir başlangıç veya bitiş böyle tahmin edilemez olamazdı. En azından benim için Belgi Deran İmerler’in bittiği ve Belgi Deran Visam’ın başladığı nokta burasıydı. Tıpkı her sonun bir başlangıcı olacağı gibi bana heyecanı iliklerime kadar hissettiriyordu Noyan.

İlk ismi Moğol İmparatorluklarında yüksek rütbeli komutanlara verilen bir unvan, bazı Türk boylarında lider veya bey olarak anılan, şimdide ise güçlü liderlik ve komutanlık sözlerini çağrıştıran adam Noyan…

İkinci ismiyle, iyi savaşan, savaşçı ve kahraman, Cenker…

Bu ikisine rağmen benim tam olarak tanışmadığım fakat insanları tedirgin eden ve çoğunlukla yüksek sesle dile getirilmeyen, bulanık bir anın arkasına saklanmış, anlamı yıldız olan Ahter…

Benimle sevişen tek adam olabilirdi ancak içinde onlarca ruh, yüzlerce de sıfat taşıyordu. Puslu mavileri harelerime her değdiğinde içimi delip geçen ve denizin üzerindeki yakamoz gibi bakan sevdiğim adam. Kim olursa olsun düşünmeden adım atabildiğim ilk ve tek insan, Noyan Cenker Visam…

Tenimde dokunduğu her bir nokta köz değmiş gibi kavrulurken nefesime çarpan nefesi dudaklarımı kuruttu. Bedenlerimizin birbirine teması olağan dünyadan kopardı beni. Olduğumuz nokta belki de sık nefeslerimizle, birbirimizi düşmemek adına daha sıkı tutmamızla, boğazımızdan dökülen inlememizle zirvemizdi. Kavislenen belime parmakları güçlü bir baskı uygularken dudakları yanağımı buldu. O an bir gerçek daha zihnime şimşek gibi çaktı. Seks için kıyafetler çıkartılıyordu, sevişmek için ise duygular giyiliyordu. Yani yabancı kökenli sekse galip gelip, işteş bir fiile kendimizi kaptırmamız an itibariyle gerçekti. Noyan’ın dokunuşları veya benim ona duyduğum arzu, seks olarak basitleşmeyecek bir eylemdi.

Tüm ruhumuzla buradaydık ve yine tüm ruhumuzla birbirimize dokunabiliyorduk. Odanın duvarlarına çarpan yüksek iniltimle beraber kavislenen belimi yatağa bıraksam da olağan halime karşı çıkamayarak tekrar kavislendirdiğimde parmakları sıkılaştı, alnını omuzuma yasladı ve tüm gerçekliğiyle kendini gösterdi. Benim kendinde kaybolmaya niyetlendiğim adam olarak. Sık nefeslerimiz koca adada belki de iniltimiz dışında olan tek ses gibi geliyordu.

(+18 sonu arkadaşlar, yaşı tutmayan kesimi buradan alalım lütfen…)

Kendini kontrol altına aldığını düşünmüş olacak ki bedenlerimizi ayırma girişiminde dahi bulunmadan tek koluyla belimi kavrayıp sırtını yatağa bıraktı beni de kendisiyle beraber çekerken. Göğsüne yasladığım kollarımla gözlerine baktığımda birkaç saniye tavanda gezen hareleri yeniden parlayarak bana döndü.

Usulca sırtını attığı yataktan ayrıldı, belime yeniden uzanmış elinin biraz üzerine sırtıma diğer elini yerleştirdiğinde parmakları tenimi okşadı. İkimizin de bacakları birbirimizi çevrelerken dünyanın bizi ne kadar kıskacına aldığı önemli değildi. Daha önce gömleğini silkelerken gördüğüm göğsünde, köprücük kemiğinin biraz altındaki izde gezindi parmaklarım ama harelerim asla bakışlarını terk etmedi. Parmak uçlarımın altındaki yara izinin dokusunu okşadım, boynu ile saçları arasında dolaştı sinir uçlarım. Sırtımdaki parmakları omurgamın üzerinde dolaştı, her birini hissetmek istercesine usulca. Omurgam tüy hafifliğinde olan dokunuşuyla bedenimi ayakta tutan organım olmaktan vazgeçti ve bu caymanın ürpertisi döküldü Noyan’ın parmaklarına.

Bir kez daha sevmemi sağladı anatomiyi. İsmini gözüm kapalı sayabileceğim bütün kemikleri boş verdim ve unutmak istedim. C, Th, L hepsi ama hepsi kendi hallerine dönsünler ve Noyan’ın coccyx kemiğime, kuyruk sokumuma kadar uzanmış işaret parmağının tüm omurgamı izleyerek servikal kemiklerime, boynuma kadar ulaşmasını beynimin her kıvrımında hissedeyim istedim. Öyle de yaptım. Bir bir bütün omurgamı takip edişini hissettim, boynuma kadar ulaşan işaret parmağı usulca enseme dökülen tutamları okşadığında gülümsedim, dudakları dudaklarımı bulurken de tebessüm etmekten vazgeçmedim.

Uyanmaktansa böylece saatler geçirebileceğim yatakta Noyan’ın bedenine daha çok sığınırcasına sokuldum. Yüzümün yarısının gömüldüğü yastıkla araladığım gözlerimle sahile göz attım. Bedenimi saran kollar nahifçe hareket edip parmakları hafifçe bileklerimi okşarken kedi gibi mırıltı çıkardığımda onun da benimle aynı düşünce içerisinde olduğunu hissederek derin bir nefes alıp gülümseyip tekrar kapattım gözlerimi. Uykuya dalmak değil, burada böylece anı yaşamaktı niyetim. Omuzumda hissettiğim nefesinde kalmak, henüz aydınlanacak olan güne uzun uzun sadece bakmak, uzandığım yatakta tenime değen teniyle öylece var olmak istiyordum.

Bazen anlatılması güç şeylerin içinde hissederdi insan kendini. Kapılıp gitmekten korkar fakat yine de kapılıp gidiverirdi. Severdi, kalbinin orta yerini kocaman bir velvele alıverirdi. Desise dolu günlerden geçtikten sonra habis kimseler yüzünden kimseciklere güvenemezdi ama isterdi. Güvene teşne olmuş halde bir ışık isterdi. Ben o ışığı veren adamın kollarındaydım. Yaptığım akıllıca bir davranış değildi kabul, ancak hangi aşkın müsecceli kabarık değildi ki. En azından bu lahza aklımda da kalbimde de iyi kötü diye değil, var diye kalacaktı. Huzurlu o kısacık an vardı çünkü. Yıllarca hiçbir ücrada bulamadığım sıcacık huzur şimdi yanı başımdaydı. Ruhum evlaydı, anım alegorik bir yansıma gibiydi hemen hemen.

Gün doğmuş hatta güneş odayı fazlasıyla aydınlatmıştı, bunu gözlerimi taciz edişinden dahi anlayabiliyordum. Kalmak istediğim o noktada kalmış, daha sonra da bedenimin yorgunum çığlıklarına baş kaldıramadan derin bir karanlığa bırakmıştım kendimi. Fakat inatla uyumaya devam etme yanlısıydım, üstelik sabaha kadar uyumamışken. Belime kadar sıyrılmış ince örtü öylece dururken Noyan’ın parmakları sırtımdan bir an olsun kopmuyordu. Dün geceden beri parmaklarını tenimden bir an olsun çekmediği için bana dair ne varsa ezberlediğini dahi düşünebilirdim. Ki arada sırada işaret parmağının tersi belimdeki gamzelerde dolaştığından bundan emin dahi olabilirdim.

Başımı kaldırıp Noyan’a doğru çevirerek göz kapaklarımı araladığımda yastığa bıraktığı kolu ve başını destek almak istercesine yasladığı yumruğuyla gözlerine günü aydınlatır gibi vuran parlamalarla karşılaştım. Başımı yastıktan kaldırmadan gülümsediğimde dudaklarındaki yarım tebessüm ve güneş vurduğu için rengi daha da açılan kısık gözleriyle beni izlerken öpmek adına dudaklarımı uzatsam da kıpırdamadım yerimden. Onun yerine Noyan tebessümünü büyütüp gülümsemesiyle üzerime eğilip kapattı dudaklarımın üzerini.

‘İyi misin?’ sesi hem bitkin hem de çatlamış şekilde çıktığında usulca başımı sallayıp o gülüşünün büyümesini izledim. Burada, böylece saatler hatta günler geçirebilirdim. İlk geldiğimiz günden beri aklımda bu mesele olduğu için tam olarak inceleyemediğim dışarıya tekrar başımı çevirdiğimde evin başlangıcından denize kadar ulaşan kum tanelerinde gözlerimi gezdirirken saçlarımı okşayarak geriye sürükledi nahifçe. Ardından sıcak nefesi omuzumda yer edinirken sadece kalçamı kapatan örtüyü sırtıma çekip harekete geçti. Sessiz kalmayı o kadar seviyordum ki bundan haz aldığımı anlamış olan yüzünü fark etsem de bu kez omuzuma dudaklarını bastıktan sonra gülerek yataktan çıktı. Direkt olarak odanın içindeki sağ tarafta kalan banyo kapısına ilerlediğinde derin bir solukla doğruldum yatakta.

Daha fazla hem öylece uzanmak hem de yatmak istesem de dün akşam Noyan’ın yarım bıraktığı sabah, kahvaltı ve abim kelimelerinden bir süre sonra Denker abilerin burada olacağını tahmin edebiliyordum. Ki normalde bir gece kalacağımız hakkında bilgi almıştım nikahın olduğu akşam masadan kalkarken. Fakat daha sonra Noyan’la ne konuşmuşlar veya ne olmuştu da iki gündür bir adada baş başaydık bilmiyordum. Belki de rahat hissetmem adına Noyan gelmelerini engellemişti fakat bir şekilde geleceklerdi ve gece donup kalan yarım kelimeleri sayesinde anladığım üzere kahvaltıyaydı.

Doğrulduğum yataktan çıkarken bedenime örtüyü sardığımda odadaki aralık diğer kapıdan giyinme odasına geçip kenarda katlı duran bornozu alıp üzerime geçirerek çıktım tekrar. Odadan da çıkıp boş boş koridora baksam da yan tarafta kalan kapıyı itip diğer banyoya girerek kurtuldum bornozdan. İki gündür koca evi asla gezme zahmetinde bulunmamıştım. Sadece bu uzun koridorda yürüyüp arka ormana çıkmış ve o sırada hafif aralık kapıların ardından ne nerede öğrenmiştim. Bugün veya kaç gün kalacaksak evi gezmek için zaman ayırabilirdim.

Suyu açıp duş başlığına yönlendirirken bedenimi de altına attığımda tenime değen her damlayla gülümsedim. Su her izi silerdi, her kirin akıp gitmesini sağlar, gözyaşlarını bile gizlerdi ancak bir kadının sevdiği adamın dokunuşlarını silecek gücü yoktu işte. O his öyle bir şeydi ki hala tenimin her miliminde Noyan’ın parmakları ve nefesi var gibi hissetmeme sebebiyet veriyordu.

Saçlarımı kenardaki şampuanla köpürtüp duruladıktan sonra çıkarak az önce bıraktığım kısa bornozu tekrar üzerime geçirdim. Odaya döndüğümde Noyan beline bağladığı havluyla bakışlarını bana çevirerek gülümsedi.

‘O kadar uzaklaşmasaydın güzelim, buranın banyosu daha büyük biliyorsun, ben içeride olsam da senin kullanımına hep açık aklında bulunsun.’ Arkamızda kalan kapıyı işaret ettiğinde kollarımı boynuna dolayıp dudaklarının üzerini örttüm.

‘Sen böyle imaları hep yapar mısın?’ diyerek başımı havalandırdığımda göz kırptı.

‘Sana… Evet.’ kendini desteklercesine başını sallarken ıslak saçlarımı usulca arkaya itti.

‘İznin olursa evine misafir gelecek.’ Dudaklarından dökülenlerle duraksadım. Ufak bir tebessüm yüzümde yer edindi ancak kalbimin tam orta yerine çöreklenen o ağırlık anlatılması güçtü.

Evin… Senin evin. Benim olan bir ev. Aidiyet duygusu…

Bir kelimenin akıl almaz sırrı olacağını söyleseler ne dediklerini anlamazdım ancak Noyan’ın dudaklarından döküldüğünde başkaydı. Yıllarca yaşadığım herkesin aile evi dediği o yere evim diyememiştim, amcamın gizlice aldığı o ev bir sığınaktı ancak oraya da evim diyememiştim. Yirminci yaşımın ortalarında kendime ait olan ve evim diyebildiğim bir yer olmuştu, ki belki de evim diyebildiğim ilk yerde o yüzden kalmak için ayak diretmiştim fakat bu başkaydı.

Soyadı Visam olan Belgi Deran’ın evi.

Noyan Cenker Visam’ın eşi olan kadının evi.

Deran’ın evi…

Başkaldırısı hayatı boyunca bu kadar sert olmamış İmerler’in nahif kızının değil, direnişi ortalığı yakacak ve onu delicesine seven bir adamla olan Deran’ın evi. Üzerime olacak mal variyeti değil, kendimi benimsetecek bir zenginlik içeren kelimeydi. Noyan söylerken sadece lafta değil, içinden gelerek dile getiriyordu. Adaya geldiğimizden beri daha açık duran mavileri göğsümün tam ortasında bir direnişe geçer gibi bakıp dillendiriyordu. Evim içinde olduğumuz duvarlar değil, kollarında olduğum adamdı.

Birkaç kez dudaklarımı aralasam da Noyan cevap beklercesine bakmaya devam etti. Aklımda dönenlerden bir haber, evin benim için anlamlarını ruhu duymazken derin bir soluk alarak kaşlarımı havalandırdım.

‘Misafir?’ mırıldanıp gözlerini incelemeye başladığımda hala saçlarımda dolaşan parmakları çenemi kavradı önce. Usulca eğilip dudaklarımın üzerini kapatarak geri çekildikten sonra başını usulca salladı.

‘Abim, Şanze ve Gizay. Şanze burayı gözleriyle görmezse çatlayacak birazcık.’

‘Onlar misafir değil ayrıca burası da benim evim değil.’ Dediğimde çatılan kaşlarının üzerinde gülümseyerek parmaklarımı gezdirdim.

‘Yo… Gayet senin evin.’

‘Bizim evimiz. Benim evim burası.’ Fısıldarcasına mırıldanıp elimin yaslı olduğu sol göğsüne hafifçe avucumu vurduğumda gözlerindeki parlamalarla çenesine dudaklarımı bastırıp giyinme odasına kaçar gibi yöneldim. Bakışlarım tekrar askılar arasında gezinirken aklıma gelen ayrıntıyla rast gele krem spor elbiseyi alarak gözlerimi Noyan’a çevirdim.

‘Yemek yapabiliyor musun?’ sorumla şaşkınca bakışlarını bana çevirip pantolonun düğmesini ilikledi.

‘Bilmiyorum, sanırım, bilmiyorum herhalde o nereden çıktı?’ afallamış gözleri üzerimde gezinirken dolaptan ince bir gömlek çekti.

‘Kahvaltı hazırlamak isterdim ama aile bireylerini zehirlemek içimden gelmiyor da.’ Şirin olmaya çalışarak gülümsediğimde gözlerim iç çamaşırı adına bir şeyler aramaya başladı. Dün elbiseleri, şortları, gömlekleri, tişörtleri düzenlemiştim fakat onlardan sıra gelip iç çamaşırlarına zaman ayıramamıştım. Dolaplar açık bir raf sistemindeydi fakat kesinlikle bazı alanlar zorlansa da görünmüyordu. Kaldı ki bu iki günde ben duştan sonra kıyafet bulma çabasına girmemiştim çünkü Noyan’ın düzen bağımlılığı hepsini pufun üzerinde katlanmış halde bulmama neden olmuştu. Bundandır belki de Noyan sanki ne için çaba gösterdiğimi fark edercesine yaklaşıp hemen yanımızdaki çekmecelerden ikincisini açtığında dudaklarından gür bir kahkaha firar etti.

‘Abime menemen kilitleriz boş ver.’

‘Adam gelip bir de kahvaltı mı hazırlayacak?’ kaşlarım şaşkınlıkla havalandığında geldiğimizden beri buzdolabındaki hazır yemekleri tüketmiştik ve biz ilk kahvaltımızda on dakika mikrodalga fırının nasıl çalıştığını anlamak için çaba harcamıştık. Artık buzdolabında da stok yoktu ve çözüm bulmamız gerekiyordu.

‘Yıllardır hazırlar, bir yeri eksilmez nasılsa.’ İç çamaşırların arasından siyah takımı seçtiğimde Noyan omuz silkip gömleği de başından geçirdi.

‘Buradan hastaneye ne kadar sürede yetişilir?’ üzerimdeki bornozdan kurtulup önce iç çamaşırımı daha sonra elbiseyi giydiğimde gözlerim de Noyan’ın kahkahasını zor tutan haline döndü. Bol bol gülebilirdi çünkü bilmiyordum. Yani bu halim ve sorum başka birisi tarafından bana yönlendirilse katıla katıla gülerdim ben. Sonuçta herkes yemek yapabilecek diye bir kural yoktu. En azından azim gösterirdim ve bu bile taktire değerdi.

‘Bir saat deniz yolu, on dakika da kara yolu. Zehirleyecek misin bizi?’ yaklaşıp kolunun altına girerek belini sardığımda ilerleyip önce giyinme odasından ardından yatak odasından çıktık. Buradayken saçlarımı tarama ihtiyacı dahi duymuyordum. Çünkü Noyan ne kadar itiraz edip soğuk olduğunu savunsa da ben bir şekilde günde bir kez olsa dahi kendimi denize atabiliyordum ve bu genellikle kahvaltıdan sonra oluyordu. Suya doyup duş aldıktan sonra ise saç tarama senfonisine girebilirdim.

‘Kızartma yaparsam zehirleyecek bir durum olmaz diye düşünüyorum fakat yine de işi garanti altına alalım. Çocuklara falan haber verelim, olur da zehirlenirsek sürat teknesinden destek alma payımız olur.’

‘Bende arar boyoz getirmelerini söylerim. Belki biraz da zehirlemene yardımcı olabilirim.’ Başımı onaylarcasına salladığımda birbirimizden ayrılırken açık mutfağa geçip buzdolabını açtım. Malzemeleri alıp tezgahın üzerine bıraktıktan sonra dolapları da karıştırdığımda bulduğum patatesle gülümsememi büyüttüm. Hepsini yıkarken karnıma doğru sarılan parmaklarla beraber yanağıma da dudaklarını bastırdı.

‘Ben ne yapayım?’

‘İnternetten kızartma için ne kadar yağ koymam gerektiğine bak çünkü gram fikrim yok. Hatta sen direkt kızartma diye arat detaylı görelim. Acaba hepsi ayrı ayrı mı yapılıyor?’ bakışlarım omuzumun üzerindeki yüze kuşkuyla döndüğünde kısaca gözlerini gezdirdi tezgahtaki malzemelerde.

‘Bence kızartma yapmayı bilmeyen sadece biz varız. İnternete bunun tarifini koyacaklarını zannetmem.’

‘Çok kötü durumdayız farkındasın değil mi?’ yüzümü buruştursam da gülerek geri çekilip cebinden çıkardığı telefondan gerçekten de kızartma tarifi aramaya başladı.

‘Kursa gidelim mi seninle?’ gözleri hala telefon ekranındayken mırıldandığında tek kaşımı havalandırarak süzdüm yüzünü. Ben dalga geçtiğini düşünecektim ancak gayet ciddi ve kendinden emin duruyordu.

‘Hayatımda yapabildiğim tek şey kurabiye Noyan, onu da kimse yiyemiyor ancak silah olarak kullanabiliyor. Bence yemek yapmak bir yetenek. Öyle kursla falan olacağını zannetmiyorum. Hem ben bakıcılarla büyüdüm, sen de öyle anladığım kadarıyla. Bu saatten sonra bize sabır çekebilecek bir öğretmen bulamayız, yine de deneyelim dersen…’ bakışlarımı yüzünde yeniden gezdirip derin bir nefes aldım, ‘Olur, en fazla kursu yakarız.’

Dakikalarca hem video izleyip hem kızartma yapma çabası içindeyken sayısını bile bilmediğim şekilde kahkahalara boğulmuştuk. Birimizi alıp diğerine vursalar dahi bir sonuç elde edemezlerdi mutfak konusunda. Elimizde öyle veya böyle bir şekilde en azından yenilebilir düzeyde tabak varken kendimizden gurur duyarcasına baktım Noyan’a.

‘Başardık.’

‘Kırk beş dakika, ziyan olmuş iki patates, muhtemelen kansorejen haline gelen yağ ve sonunda kızartma, çok başarılı.’ Umutsuz vakaymışız gibi başını salladığında omuz silkip dışarıdaki masaya doğru ilerledim. Kimse keyfimi bozamazdı, en azından yenilebilir haldeydi. Hatta babaannemin yaptığına bir nebze benzemişti dahi. Yanaşan yattan inen üç bedene gözlerim döndüğünde yanıma ulaşan Noyan beni kendine çekip sarıldı.

‘Muhteşem ötesi burası!’ Şanze ellerini çenesinin altında birleştirip erircesine konuştuğunda bende onunla gülümseyerek başımı salladım. Dediği gibi muhteşem ötesi bir yerdeydik. Havası tertemiz, ne kadar nem olsa da serin, kuş ve denizin dalgaları dışında ses yoktu. İnsan burada gözlerini kapattığında tüm dış dünyayla iletişimini kesiyordu.

‘Hadi oturun.’ Başımla masayı işaret ederken Denker abi elindeki kağıt çantayı uzattığında onu da alıp içeri girerek çıkardığım tabağa boyozları yerleştirdim. Tekrar dışarı yöneldiğimde çatık kaşlarıyla mutfağı süzdüğünü görüp gülümseyerek sandalyeye yerleştim.

‘Evde bir şey mi patladı?’

‘Kızartma yapmaya çalıştık sadece ama kabul edin görsel bir şov.’ Noyan arkada kalan mutfağı işaret ederken Denker abi ve Gizay kahkahalarını savurmuşlardı bile. Şanze aynı dertten mustarip olduğu için durumu doğal karşılayıp içeri ilerlese de ikisinin katılarak gülmeleriyle bende tebessüm ettim.

‘Tam bir baş yapıt.’ Kardeşini desteklemek istercesine hem gülüp hem de başını sallarken yerleştik masaya.

‘En çok ışık alan ve en iyi manzarası olan oda mı yatak odanız? Ona göre gezeceğim!’ Şanze’nin içeriden seslenmesini duyduğumuzda Noyan’da peşinden ilerlemişti ki kısa süre sonra daha detaylı gezmenin iyi olacağını düşündüğü birkaç cümleyle tekrar yanımıza döndüler.

‘Akşamı umduğun gibi güzel oluyor mu?’ Denker abinin sorusuyla boyozdan bir ısırık alıp Noyan’a döndüm.

‘Ummadığım kadar güzel oluyor. Önerimde ısrarcıyım, birkaç ada daha alalım.’ Cevabı daha doğrusu önerisi beni şaşırtsa da masadaki diğer insanlar gayet doğal karşılıyordu durumu anlaşılan.

‘Ben adayla falan uğraşamam, çölde bile yaşamaya devam eden kaktüs benim evimde ölüyor, yazık koca yeşil alana.’ Gizay’ın bakamadığı kaktüse hepimiz güldüğümüzde Denker abi iç çekerek etrafı süzdü.

‘Aile kurmayacağıma göre benim de bu kadar büyük bir alana ihtiyacım yok.’ Şanze itiraz etmek için ağzını açacak gibi olsa da devam etti Denker abi, ‘Fakat benim güzelim için alabiliriz bir tane. Tabi evini sen çizeceksen.’

‘Onun taleplerini karşılayacak bir ada yok, birkaç ülke var.’ Noyan da abisine destek olup konuyu onunla beraber farklı bir yöne sürüklerken Şanze göz devirip başını sağa sola salladı.

‘Kocamı iç güveysi yapamam kusura bakmayın. Hem birkaç farklılık istedim, neden yokmuş öyle bir ada?’

‘Kocan olsa da seni göndereceğimizi zannetmen komik. Ayrıca iki katlı bir spor kompleksi, tek katlı çalışma alanı, evcil hayvanlar için ev, evle ilgilenecek personeller için yaşam alanı, Heykel çalışmaların için tek katlı yapı ve tasarım çalışmanı sürdüreceğin için tek katlı atölye ufak tefek ayrıntılardan fazlası.’ Gözlerim sonuna kadar açılırken Şanze omuz silkip dudaklarını ıslattı.

‘Güncelde yaşadığı evinin bahçesinin altında beş yüz araçlık otopark ve özel poligonu olan adam mı söylüyor bunları? Hem yedirmem kocamı size.’ Birbirleriyle dalga geçen halleri olsa da Noyan tek kaşını havalandırarak gülümsedi.

‘Çiğ çiğ yerim emin ol. Ayrıca otoparkıma gelirsek sadece otopark değil orası.’

‘Evet, içinde kendi araç yıkama alanı olan bir otopark!’ çağla yeşili gözleri iğnelercesine büyürken şaşkınlıkla Noyan’a baktığımda başını uslanmazsın sen der gibi sağa sola salladı Şanze’ye doğru. Fakat sırf Şanze değil, kendisi de uslanmazdı. Evde poligonun işi neydi? Ayrıca araba bahçede, herhangi bir araç yıkama istasyonunda dahi yıkanabilirdi, neden otoparkta bir yıkama alanı vardı ki? Hepsini bir kenara kaldırıp atsam beş yüz araç kapasitesi ne demekti canım. Azıcık bile olsa mantık istiyordum lütfen.

Masada devam eden irdelemeler, yer yer kahkahalarla devam ettiğinde hem temiz havanın, biraz da hızlı hayatımızın etkileri olsa gerek kahvaltıyı bir anda bitiriverdik. Gerçi bu hızlı hayatımızdan ziyade çok fazla tabak olmamasıyla bağlantılı sayılabilirdi. Noyan’la beraber önce masayı daha sonra da savaş alanına çevirdiğimiz mutfağı topladığımızda Şanze ve benim denize gireceğiz inadımızla üçü kendi hallerinde takılmış, biz kendimizi denizde güzelce yormuştuk ki yaptığım kahveleri de fincanlara doldurarak tekrar dışarı çıktım.

‘Tüm gün böyle yatacak mıyız?’ fincanın birini Şanze’ye uzattığım sırada cümlesine gülümseyerek arkamızda kalan üç adama baktım. Masanın ortasına açtıkları büyük kağıtla ne yaptıklarına dair ufacık bir fikrim olmasa da hararetli konuşmalarına rağmen onların da kafalarının dingin olduğunu görebiliyordum ve İstanbul’a döndüğümüzde hiç ama hiçbir huzur bu kadar uzun sürmeyecekti. En azından adımın Belgi Deran olduğu kadar emindim bundan.

‘Dinlenelim bence, hem stresten uzak nadir anlar bunlar.’ Yanındaki şezlonga uzanıp kahvemden bir yudum aldığımda saçlarımın arasındaki gözlüğü de burnumun üzerine çekerek derin bir nefes aldım. Huzur, baştan ayağa insanın hücrelerine işleyebilirdi. Tıpta konuya dair bir şey olmasa bile bir an önce araştırılmalı ve onay verilmeliydi. Olduğum yer, seyrettiğim manzara, tüm kalabalıktan sıyrılmış halde burada böylece çevreyi izlemek ütopyaydı ve eminim ki hem beden hem de ruhani sağlığıma artısı büyüktü.

‘Şu önümüzde kalan manzarayı çok iyi seyret o zaman yengecim, çünkü bunların projeleri bitmiyor. Akşam sen uyurken böyle bırakıp uyandığında da aynı şekilde bulabilirsin.’ Dediğinde yarım saat önce çıktığımız deniz yüzünden hala nemli olan saçlarında gözlerimi gezdirip arkamızda kalan adamlara yeniden göz attım.

‘Ne projesiyle uğraşıyorlar ki?’

‘Katarlılarla bir otel mi yapacaklarmış, yok restore mi edeceklermiş ne… Öyle bir şey, en son bir hafta var diye hayıflanıyorlardı. Onların kardeşi olmak çok zordu fakat artık sen varsın.’ Gözlüğümü tekrar saçlarım arasına çekip ayaklarımı da kuma gömdükten sonra kenarda olan sigaramdan bir dal yakarak baktım Şanze’ye.

‘Sana ne zorluğu vardı ki?’

‘Su içer gibi kahve içiyor adamlar.’ Göz devirerek o da bana dönüp oturduğunda bakışlarını üçünde gezdirerek gülümsedi.

‘Özellikle üniversitede okurlarken çok komikti. Denker abim yüksek lisans yapıyordu o zaman, iç mimarlık okudu o, her yerde tezi ile ilgili evraklar, kağıtlar... Aynı döneme Noyan abim ve Gizay abinin de okulları denk geldi. Noyan abim mimarlık okuduğu için evin her yerinden kartonlar falan çıkıyordu, Gizay abi de yazılım mühendisliği okuyordu, sürekli bilgisayar ekipmanlarını kaybeder abimin maketlerinin altından bulurdu. İnanır mısın evde gün akşam beşten sonra başlardı. Sabaha kadar çalışıp akşam beşe kadar uyurlardı, hala aynı. Şimdi tabi ki standartları değişti, Noyan abim kuralcı bir şekilde yaşıyor. Bakma şimdi tatil kafasındalar ama…’ omuz silkip derin bir nefes aldığında benim gözlerim hala Şanze’nin bıkmış yüz hatlarında dolaşıyordu. Sanki o bölümleri üç adam değil de Şanze okumuş gibiydi. Öylesine bir yılgınlık, bedbahtlık tüm yüzünü sarmıştı.

‘Sen ne okuyordun?’

‘Güzel sanatlardayım ben, heykel, onlara kalırsa inşaat ustası olacakmışım.’ Başıyla üç adamı işaret ettiğinde dudaklarımdan firar eden kahkahaya engel olamadım.

‘Niye?’

‘En iyi harcı ben kararmışım, bu konuda tecrübe sahibi benmişim, ha bir de kendime o harçtan bir adam yapmamı çünkü onlar ölene kadar yanımda erkek olmayacağını söylüyorlar, kendilerinden başka göreceğim tek erkek inşaat ustaları olurmuş. Umarım bir gün bölümümün inşaat ile alakalı olmadığını kabullenirler.’ Durumun aslında bu olmadığını ikimizde biliyorduk. Üçünün sadece dilinde bu vardı, belki de birazcık Şanze’nin gözünü korkutmak istiyorlardı. Ancak net bir şekilde bende o da emindik ki birini sevdiğinde, onunla olmak istediğinde hiç biri önünde durmaz, Şanze’de durmalarına izin vermezdi. Sigaramdan derin bir nefes alıp tekrar güldüğümde Şanze’de kıkırdayarak omuz silkti.

‘En azından işe yarıyorlar. Kil hamuru falan taşıtıyorum ihtiyacım yokken sinirimi çıkarıyorum.’

‘Hepsi büyük beden, sence kil hamuru etki ediyor mudur onlara?’ sorumla umutsuzca omuzları düştüğünde derin bir nefes aldı.

‘Hatırlatma hiç. Biliyorum etki etmediğini de umut fakirin ekmeği.’

‘Erkek arkadaşın olduğunda çok mu aşırı tepki veriyorlar normalde?’ aslında ben tepki dahi vereceklerini zannetmiyordum, çünkü Şanze’nin birinden hoşlanması değildi problem olan. Asıl sıkıntı hoşlandığı insanın güvenilir ve sağlam birisi olmasıydı. Eğer ki gerçekten bu konuda sağlam birisi olursa o kahvaltı masasındaki Noyan kedi gibi bir adam oluverirdi fakat yine de abilik damarı kabarır mıydı üçünde onu bilmiyordum. Keza bence normalde itiraz nidaları koparacağını düşündüğüm fakat artık tepki vermeyeceğini bildiğim Noyan dahi insanca tanışırdı o erkek arkadaşla. En son olanlar da aslında bu yüzden Noyan’ın keskin bir bıçağa dönüşmesine sebebiyet vermişti. Çünkü normal bir adam değil, hayatına kast etmek isteyen biriyle beraberdi Şanze.

‘Şu tiplere bir bakar mısın?’ sorumla anında masanın tepesine çöker gibi duran üç bedeni işaret ettiğinde kaşlarımı havalandırsam da bir yudum kahve içip gülümsedi, ‘Birinin işi olsa diğer bırakıyor beni okula. Bir de çok güzel bir şey yapar gibi arabadan inip gövde gösterisi yapıyorlar. Bunlar varken yanıma kim yaklaşma cesareti gösterir? Bir tek o yaklaştı, onun da cesaret nedeni ortaya çıktı işte.’

‘O kadar da korkutucu değiller.’ Emin olmamakla beraber aslında biraz da Şanze’den bilgi almak adınaydı bu cümlem. Çünkü hali hazırda bermuda şortlarla bile gergin gözükebiliyorlardı, kızcağız kesinlikle doğru söylüyordu. Her detayı kenara atmam gerekirse Denker abiyle karşılaştığım ilk akşamı anımsıyordum da dümdüz duruşu bile ürkmeme sebebiyet vermişti.

‘Birisi senin kocan o yüzden öyle gözükmüyor ama inan bana hem Visam’ların tek kızı olmak, hem de Ahter’in kız kardeşi olarak anılmak dahi insanların çekinmesini sağlar.’ Diyerek iç çektiğinde kaşlarımı havalandırdım. Bu durumdan şikâyetçi olacağını düşünmezdim, daha doğrusu Şanze’nin bu durumu detaylıca bildiğini ve çevresinde bundan dolayı mustarip olacağını zannetmiyordum. Çünkü o ufak, şımarık ve aynı zamanda en küçük kız kardeşleri olarak el üzerinde tutuluyor gibi gözüküyordu dışarıdan. Ahter’le yüz yüze gelmesi bir yana Noyan’ın ona sesini yükselteceği bile aklıma gelmez, hatta hayal edemezdim. Keza benim bildiğim sınırlar içerisinde Ahter alenen varlığını gösteren birisi değildi. Ancak geçen sefer kahvaltıda olanları gördüğümde sesini yükseltse daha iyi diye düşünecek noktadaydım. Yine de Ahter’in alenen ortada ve herkesin dilinde olması garipti.

‘Ahter…’

‘Tabi sen abimin o kişiliğiyle tanışma onuruna denk gelemedin henüz. Noyan beylerin diğer yüzüdür Ahter, cümle alemin dilindedir, bir o kadar da gizli saklıdır.’ Yüzünü buruştururken omuz silkmekten de kaçınmadı, ‘Tanışma da zaten.’

‘Şu anlattıkların neticesinde hiç ama hiç olumlayamıyorum.’ Gözlerimi kısıp izlemeye devam etsem de Şanze koca bir kahkaha patlatıp sigara yaktı. Derin bir nefes çekerken gözlerini hala masanın başında olan adamlardan çekerek bana çevirdi.

‘Kuralları vardır Ahter’in. Kimse ondan af beklememelidir mesela. Hata bir kere bile yapılmamalıdır ona karşı. Ya varsındır ya yoksundur. Konuşamazsın onunla, konuşacak kadar bile önemsemez insanı. Canını yakacak noktayı o kadar iyi bilir ve öyle profesyonel şekilde kullanır ki yeri gelince aklın şaşar. Maskesi zırh gibidir, onunla karşılaşana kadar onun varlığını hissetmezsin bile. Boşuna zamanını harcamaz, acımasızdır, gözü karadır… Bunun gibi onlarcası. Ahter’i herkes bilir, Noyan’ı sadece biz… Ahter gizdir, Noyan iz… Ahter karanlıkta kalır sadece izler, Noyan ortada salınır…’ anlattıklarıyla alt dudağımı ısırdığımda omuz silkip gülümsemesini büyüttü.

‘Noyan, Ahter’in tam tersidir mesela. Şefkatli, anlayışlı, destek veren, mazlumu gören…’ bakışları bir anlığına üç adama dönse de ben odak noktasının Noyan olduğunu anlayabiliyordum. Şanze’nin dudakları gariptir ki abisine, Noyan’a karşı bir şefkatle gerilip tebessüm ediyordu ancak bunun dışında gözlerinde ufak hüzün kırıntıları vardı. Derin bir nefes alıp hala tebessüm eden yüzüyle bakışlarını bana çevirdi, ‘Niye bahçede adam akıllı gülüp konuşmuyor zannediyorsun ki. Evde duran korumalar bile onun güldüğüne şahit olmamıştır.’

‘Peki, neden var?’

‘Ahter neden var mı demek istiyorsun?’ cümlesiyle başımı onaylayarak sallayıp karşılık verdiğimde derince nefeslenip ufak bir çocuk gibi olan çekingen gülümsemesini gösterdi.

‘Bunu ona sor bence. Dediğim gibi söz konusu Ahter olunca bana karşı bile sınırları ve silahları var.’

‘Peki Ahter dediğin geçen kahvaltıda olan tavırları mı? Veya bu konunun içinde olan kişi sadece Noyan mı? Denker abi veya Gizay?’

‘O Ahter’in fragmanı olabilir ama emin ol tamamı asla değil. O ikisi hep yanındadırlar, destektirler ama abimin diğer yüzü gibi değil. Zaten Noyan abimin diğer hali bir tek abisine ve en yakın dostuna güvenir, kendine dahi güvenmez.’ Bitmek üzere olan sigaramdan derince çekip küllüğe söndürdüğümde Şanze kolumu okşayıp kendisine dönmemi sağladı.

‘Hayatının bir yerinde aklında bir soru yankılanacak Belgi.’ Kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken gülümsemesi de iyice kendini gösterdi, ‘Ben bu adamı sevdim mi gerçekten diyeceksin kendine.’ Anlamaz bir ifadeyle baktığımı anlamış olacak ki dudaklarını ıslatıp iç çekti.

‘Sen görme diye çok çaba harcayacak biliyorum ama bizim hayatımıza giren herkes bir kere bile olsa karşılaşır o lanetle. O gün, sevdim mi diye sorguladığın adamın Noyan Cenker Visam olduğunu aklından çıkarma lütfen.’ Kendinden o kadar emindi ki. O bahsettiği zaman geldiğinde, Ahter’le gerçekten tanıştığımda Noyan’a karşı içimde taşıdığım o sevgiyi sorgulayacağımdan çok ama çok emin, bir o kadar da o fikirden korkar gibiydi.

‘Nasıl yani?’ kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken derin bir nefes çekip sağ omuzuna doğru düşürdüğü başıyla iç çekti.

‘Ahter böyle bir anda evlenecek bir adam hiç olmadı. Onun uzun planlara projelere ihtiyacı oldu hep. Detaylıca düşünmesi, uzun uzun insanların gerçekten onu herhangi bir sıkıntıya düşürmeyeceği konusunda emin olması gerekti. Şimdi… Yanlış anlama kesinlikle, istemiyorum gibi görünecek söyleyeceğim ama bir anda seninle evlendi ve o ne kadar seni uzak tutmaya çalışsa da karşına gelecek Ahter. Bir şekilde tanışacaksın onunla… Ben Ahter’le tanıştığı için mutlu veya memnun olan kimseyi görmedim.’ Başımı onaylarcasına salladığımda elindeki kupayı tepesine dikerek dudaklarını ıslatmıştı.

‘Noyan ise tıpkı şimdi olduğu gibi istediğini başına buyruk şekilde yapan adamlardan oldu. Ve sana aşık olduğu için yaptı bunu. Seni seven Ahter değil, Noyan Cenker Visam. Bunu hiç unutma.’ Dudaklarımı aralasam da fincanı işaret edip kahve alacağını belirtircesine karşımdan kalktığında gözlerim Noyan’ın laptopla uğraşan halinde gezindi. Sanki onu izlediğimi fark etmişçesine tebessüm eden hali bana döndüğünde gülümseyip güneş vurduğu için turuncuya dönen denize çevirdim harelerimi. O an aklıma yıllar önce okuduğum bir sosyal medya yazısı geldi, o yazıda diyordu ki, birine güvenmek; evin koridorunda bütün ışıklar kapalı yürümek gibi, bir yere çarpma olasılığın yüksek ama tüm dönemeçler ezberinde…

Ben ve Noyan birbirimiz için kendimiz kadar iyi bildiğimiz evin koridoruyduk. Daha önce asla geçmemiştik fakat içimizde yaşayan bir biz varken sanki tüm alışmışlıkta zihnimizin odalarını ezbere bilir haldeydi. Bu belki de korkutmalıydı bizi fakat en korkak olacak ben bile fazlaca cesurdum o koridorda ilerlerken. Dahası o koridoru seviyordum tıpkı o koridoru sevmeyi sevdiğim gibi.

Atıştırarak geçirdiğimiz sözde akşam yemeğiyle beraber çayları aldığımız gibi yine dışarıdaki koltuklara yerleştik. Noyan anında kolunun altına çekip kendisine yaslanmamı sağlarken işaret parmağı da bir an durmadan saçlarımın ucuyla oynuyordu. Aklım aslına bakılırsa öğlen müsait olunca dönmesi adına mesaj attığım Simay’da olsa da elimde olmadan anın büyüsüne kapılıyordum.

Çünkü olduğumuz zaman, geçirdiğimiz her bir an aile demekti. Bunu kısıtlı anlarda yaşamış birisi olarak şimdi bir adanın orta yerinde öylece oturuyorduk. Sanki hayat ritmimiz çok normaldi ve biz öylesine bir kafa dinleyelim diyerek tatile gelmiştik. Akşam yemeğinden sonra birer bardak çay alınmış, olağan iş koşuşturması, hayat meşakkati, gündemde olan ufak tefek konular dönüyor gibiydi. Sakindik, bizimle beraber sular da durulmuştu. Bu ya gerçekten böyleydi ya da Noyan o sert dalgaları bilmeyelim diye üzerini kapatıyordu. Yine de aileydik baktığım her bir yüzde.

Şanze o sabah kahvaltısında olanlara rağmen haşarı ve evin en ufak çocuğuna yakışır şımarıklığıyla gülerek arada laf arasına giriyor, Denker abi en büyükleri olarak Şanze’ye elinden geldiğince iltimas ve sabır gösteriyor, Noyan her bir cümlesine göz devirse de tatsızlığı yok sayıyor, Gizay ise daha çok uğraşıyordu onunla. Olması gereken buydu öyle değil mi? Aile zaten aslında yaşanan tüm olumsuzluklara ve sıkıntılı anlara rağmen bir şekilde durumu toparlayanlarla olurdu.

Bilmediğim veya hatırlamayacağım kadar önce vakitlerde yaşadığım o aile ortamını şimdi tadıyordum. Huzur vardı, biraz haşarılık, heyecan, hüzün veya korku, tüm duygularla bir arada olmayı gerektirmiyor muydu zaten aile kavramı? Ailen sığınağın olmaz mıydı mesela? Limanın, kapın, güvenin, ilk aşkın, hayata açılan ilk penceren… Dört duvarla çevrili yer değil, içindeki sevgiyle büyüdüğün alandır. Burası bir şeylerin beraber aşıldığı aileydi mesela. Duvar, kapı ve pencereye ihtiyaç duymadan güvende hissettiğim yerdi. Rumi’nin dediği gibi kalbimin yolu bildiği ve o yöne doğru koşmam gerektiğini bildiğim yerdi burası. Benim bunca zaman tanıdığım o yanlış kavram ise tek bir cümleyle can buluyordu; sadece kötülerle değil ailenle de savaşırsın

‘Ben sana yapamazlar dedim, illa tutturdun ben yetiştirdim çizerler diye. Şimdi ne olacak? İki saat kontrol etmekle tüm iş bitmedi ki?’ düştüğüm derin çukurdan Denker abinin sesiyle sıyrılırken bakışlarımın odaklı olduğu katran kara denizden harelerimi çektim. Çektim fakat o an ne olduğunu anlamak istercesine bakan Gizay’la göz göze geldim. Bir şey düşündüğümü fark etmiş ancak dudaklarımdaki tebessümün gerçekliğinden de emin olmuş olacak ki ikimiz de tekrar Denker abiye baktık. Şanze’de olan okların yönünü hızlı bir hamleyle çevirmek için isyan dolu sesiyle konuştuğunda Noyan’ın bedenine daha çok sokuldum. Konu Şanze’nin moda evindeki alıp yürüyen kariyeri ve artık adının gerçekten geçmesinden çıkmış, şirkete gelmişti anlaşılan. Çünkü Noyan göz devirse de kız kardeşiyle gurur duyan tavrını kaybedip derince iç çekti.

‘Şirkete döndüğümde soracağım hesabını zaten. Senelerimi ayırdım adam akıllı iş yapsınlar diye, o kadar profesyonelle anlaşma yapıp eğitim aldırdım. Sanki taş taşımalarını istedim.’

‘Oğlum, fizik kurallarına aykırı bir otel yapıyorsun, çömezler daha şirkettekiler.’ Denker abi ve Noyan arasındaki irdeleme devam ederken pinpon maçı izler gibi bir ona bir diğerine bakıyordum ki Gizay’da araya girme ihtiyacı hissetti.

‘Ne çömezi abi, iki senedir şirkette çalışıyor en yenisi. Bu adam iki senelik bilgi birikimiyle şirketi kurdu.’ Noyan’ı işaret ettiğinde Denker abi sıkıntıyla oflayıp derin bir nefes aldı.

‘Bu iki senelik birikimini burada yapmadı koçum. İki dakika bir tarafının üzerine oturma fırsatı yakalamadı. Herkesin kendisi gibi olmasını bekleyemez.’

‘Beklerim abi, benim ne farkım var onlardan? Hem çalışıp hem eğitim için gezmedim mi? Ulan ayaklarına kadar işinin en iyilerini getirdim, kendim nereden kimden eğitim aldıysam hepsini bir yere gitme ihtiyacı olmadan onlara da sağladım. Hem kafaları dağılsın hem eğitim olsun diye parça parça hepsini gönderdim de. Koca ofiste bir Allah’ın kulu dinlemedi mi o eğitimleri? Ben onlar kadar eğitim alsam dünya devi olurdum.’ Noyan’ın isyanıyla beraber bir anda herkeste sessizlik olurken o da duraksayıp derin bir nefes aldı.

‘Ki oldum da.’ Başını kendini tasdiklercesine sallarken kaşları da çatılmaya başlamıştı, ‘İsteyen yapıyormuş gördüğünüz üzere.’ Sitemle abisine bakmaya başladığında Denker abi başını sağa sola salladı anında.

‘Önce İstanbul’a geçeceğiz mecburen. Milyon dolarlar bağladık anlaşmaya, halledip sonra Monte’ye uçarız.’

‘Ben İstanbul’a ayak bastıktan sonra yakamı bırakmazlar abi.’ Çocuk gibi itirazını da ortaya sunduğunda Denker abi yapacak bir şey yok dercesine ellerini havalandırıp baktı.

‘Sabaha kadar bitiririm.’

‘Hoş geldin işkolik abicim… Çok geçmiş olsun.’ Şanze sırıtıp gündüz konuştuklarımızı hatırlatmak istercesine bana döndüğünde Noyan tek kaşını kaldırarak süzdü kardeşini. Öyle bir bakmaktı ki o an Şanze’ye aslında sen beni mi karaladın der gibiydi.

‘Sen karıma beni mi kötüledin?’

‘Seni değil, üçünüzü kötüledim ki kusura bakmayın kötülenmeyecek gibi değilsiniz.’ Anında ayağa kalkarken üç adam da karşılık verme girişiminde bulunsa da Şanze ellerini havalandırarak durdurdu, ‘Doğruları söylediğime göre dokuz köyden kovulmadan önce ben köyü terk ediyorum. Hepinize iyi geceler ve iyi çalışmalar.’ Kaçarcasına içeri ilerlerken bende ayağa kalkıp gülümsememi büyüttüm.

‘Kahve?’ Üçünden de baskın bir olur cevabı alınca kahkaha atmamak için dudaklarımı birbirine bastırarak ilerledim. Ortamdan hızlı firar etmek isteyen Şanze elindeki bardağı makineye yerleştirdiğinde derin bir nefes alarak harelerini bana çevirdi.

‘Kaçıyor gibi oldum ama istersen ilk görevinde sana yardımcı olurum. Onlar için değil senin için.’

‘Şanze, ben tıp okuyorum. Gece çalışmalarını bir kenara bırakalım tüm gün nefes almadan çalışmak nedir biliyorum. Hadi sen dinlen.’ Yüzünden kararsızlığı okunuyor olsa da başını usulca sallayıp koridora doğru yönelmişti ki duraksayarak yeniden baktı.

‘Kahveyi altı kaşık at, ihtiyaç olursa yenisi demleme su ile aç, anca yeter bu pandalara.’ Başımı sallayarak onay verip makineyi hazırlamaya başladığımda karnımı saran kollarla beraber gözlerimi kapatarak gülümsedim. Noyan’ın dudakları önce omuzuma sonra da yanağıma temas ettiğinde başımı usulca kaldırıp derin denizler gibi olan harelerini süzdüm.

‘Sende yat uyu, hallederiz biz.’ Söylemesi güzeldi de bazı sunumlar ve protokoller elverişli değildi. İçimi en çok yakan da bu noktaydı sanırım. Uyumak istesem bile iki hafta sonra başlayacak belirli iş zorunlulukları takvimi maalesef benim de üç adam gibi kahve deposu olmamı sağlayacaktı. Dahası ben epey zorlaşmış işlerin arasına kısılıp kalacak bir de anlamadığımda kendime sinirlenecektim.

‘O dediğini yapamam ama sen bana bir bilgisayar ayarlarsan çok iyi olur.’

‘Ne yapacaksın bilgisayarı?’

‘Çalışmam gerek, karın okulu bitirdiğinde de okumaya devam edecek bir alan seçti kendine de.’ Gülerek karşılık versem de aklıma gelen detayla kaşlarım çatıldı, ‘Gerçi artık bir işim olmayabilir. Babam suratına telefonu kapatınca kaydımı hiç etmiş olabilir.’

‘Sistemi kontrol ettin mi hiç?’ başımı anında sağa sola salladım. Çalışma takvimini de telefonuma düşen mail bildirimi sayesinde öğrenmiştim zaten. Gerçi hala takvim bildiriyorlarsa babam kaydımı sildirmemişti öyle değil mi? Veya sistem otomatikte atıyor olabilirdi.

‘Bak bakalım, eğer sildirme gibi bir gafleti olduysa yarın çözeriz.’

‘Nasıl?’

‘Güzelim… Boş ver nasılını, sen yap dediğimi.’ Başımı sallayıp onay verdikten sonra parmak uçlarımda yükselip dudaklarının üzerini örttüğümde Noyan’da karşılık verip bedenime sarılı kollarını çekti.

‘Gizay! Senin laptop yanında mı?!’ bahçeye ilerlerken seslendiğinde Gizay başını kaldırıp sağa sola salladı anında.

‘Otelde.’

‘Abi?’

‘Ben uçağa bineceğim diye kıyafet almadım Noyan ne laptopu?’ Denker abi telefonundan gözlerini çekip kaş çattığında derince soluklanırken Noyan telefonunu çıkarıp bana dönerek göz kırptı.

‘İzmir’den getirmelerini söyleyeceksen benim laptopta oteldeydi.’ Başını olumlu anlamda salladığında derince soluklanıp demini alan kahveleri fincanlara doldurdum. Muhtemelen sabaha kadar bir şekilde bu yola baş koyacaktık, çünkü dün toplantıya katılmış o kadar insana göz ucuyla baktığım kadarıyla hepsi ciddi donanımlara sahip bireylerdi ve onlar bir araya gelip halledemiyorlarsa Noyan’ın sabahlamasına hatta birkaç gün olduğu yere çakılmasına ihtiyaç duyulabilirdi.

En azından babam öyle yapardı. Birileri işlerini halledemeyince kendisini çalışma odasına kapatır, yemeğini orada yer, gece gündüz demeden tüm zamanını o iş bitene kadar tüketirdi. Çocukken arada evdeki yardımcıların yemek bırakmak için aralık bıraktığı kapılardan seyrederdim onu. O kadar odaklanırdı ki içeri giren insanları da fark etmezdi. Hatta bir kere kimse girmese de ben aralamıştım çalışma odasının kapısını. Usulca içeri girmiş ilk defa velimi okula çağırmamı isteyen ilkokul öğretmenimin söylediklerini dile getirmek gibi bir gaflette bulunmuştum. Dinliyor sanmıştım, bakışları sadece önündeki kağıtlarda ama beni duyuyor diye ummuştum. Okulda çıkan ufak kavgadan ve bu kavga sonrasında ‘Yarın ailelerinizi görmek istiyorum.’ Diyen öğretmenimden bahsetmiştim. Kavga ettiğim arkadaşımla neden kavga ettiğimi anlatmış, söylediği cümlenin beni ne kadar üzdüğünü dile getirmiştim. Tepki vermediğinde de dinlemediğini anlamamıştım. Küçüktüm, ayırt edememiştim. Belki de sadece bu yüzden sevmiyordum o plazaları. Belki de bu bir travmaydı ve ben ancak fark edebiliyordum. O dört duvar arasında daralmam, sıkılmam, asla oraya ait hissetmem sadece bundan dolayı olabilirdi.

Son durumumuz tamamen kendimizden geçmiş olmamızdan ibaretti. Otelden çantaları getirdiklerinden beri artık bütünleştiğim koltuğun köşesine beşinci kahvelerimizi masaya bırakıp attığımda orta sehpayı da çekerek laptop çantasındaki gözlüğümü taktım. Kör olmama ramak kalmışken aklıma yanımda var olduğu gerçeğini getirmem mucize değil de neydi ki zaten.

Ne zamandır gitmiyordum ben bu konuların üzerine, bu konular nasıl böyle ağır hale gelmişti de benim beynim resetlenmişcesine hatırlamıyordu hiç anlam veremiyordum. Resmen bilgisayarda açılan yeni sekmeler gibi kafamda onlarca sekme açılmıştı ve biraz daha böyle devam ederse ben çökecektim. O saatten sonra da Gizay istediği kadar yazılım mühendisi olsun bana yeni bir yazılım yükleyip çalışmamı sağlayamayacaktı.

‘Benlik bir durumunuz olursa uyandırın.’ Denker abi içeri yönlenirken ikisi de başını sallayarak onay verdiğinde kahvemden bir yudum alıp bilgisayar ekranına odaklanmaya çabaladım. Noyan proje üzerinde çalışıyordu, buradan ayırt edebiliyordum fakat Gizay’ın ne yaptığına asla akıl sır erdirememiştim çünkü klavye üzerinde sürekli hareket halinde olan parmakları siyah bir ekrana düzinelerce cümle sıralamıştı. İç çekip kenardaki deftere göz attığımda çıkardığım her not aslında tekrar etmediğim sürece işlerin de gittikçe zorlaştığını inatla gözüme sokar gibiydi. Kenara attığım telefonun titreşimiyle gözlüğümü çıkardığımda ekrandaki Simay yazısını görerek hızlıca açtım. Bu saatte müsait olması ne kadar hayırdı bilmiyorum ama en azından eğlenmeye falan çıktığını düşünerek içimi rahatlatabilirdim.

‘Kuzi.’ Sesi çok kötü değildi fakat iyi de sayılmazdı. Daha doğrusu bir tedirginlik vardı tınısında ve olabildiğince kısık sesle konuşmaya çabalıyordu. Bunun nedenini tahmin etsem de merak etme payımı es geçemiyordum açıkçası. Simay benim en yakınımdı, hatta bir bakıma kız kardeşim dahi sayılırdı ve asla ama asla benim yüzümden o da kötü bir durumun içinde kalsın istemiyordum.

‘O gece sesin çok fenaydı be kızım. Neden iyiyim diye aramıyorsun ki sonra?’ arkadan gelen yüksek müzik sesi sağ olsun en azından Simay’a zarar gelmediğini düşünerek daha da ferahlattı içimi. Şimdiden sonra olacaklar mühim değildi de benim yüzümden onun başına bir şey gelmesi aklıma dahi getirmek istemediğim bir durum olurdu. Henüz evlilik haberimiz patlamamıştı çünkü biz evlendiğimizden beri izole bir alandaydık, dahası Noyan’ın ortalığı kontrol altına almadan o nikah dairesine gideceğini de zaten hiç düşünmemiştim.

‘Valla tatlım şu an sırf seni aramak için dışarı çıktım, o da yalvar yakar. Babam da dahil olmak üzere herkes sizi arıyor. Atakan’ın barına geleyim de en azından haber vereyim dedim, peşimde üç tane adam olunca bir türlü anını bulamadım. Şimdi de tuvaletten arıyorum. Ben iyiyim ama sizin için hiç hayır değil durum, haberiniz olsun.’ Bakışlarım usulca Noyan’a döndüğünde onun işine fazlaca odaklı olmasıyla gülümsedim.

‘Biliyorum tatlım, en son Zeren beyin suratına telefon kapattım çünkü. Tahmin ederim.’

‘Ne yaptın!’ bağrışıyla çınlayan kulağıma istinaden telefonu hafifçe uzaklaştırıp yüzümü buruşturdum. Acaba evlendiğim haberini de buradan verse miydim? En azından biricik kuzenim ve amcam medyadan önce haberdar olurdu. Tabi kimse beni böyle bir haber sonrasında Ferhat İmerler şerrinden koruyamazdı ama yine de bir ihtimal şansımı deneyebilirdim.

‘Belgi, kuzi bence çıkıp gelin. Tamam çıldırdılar falan ama mesele çok kötü ilerliyor. Bak amcam Gökmen abinin telefonuna bile dinleme cihazı taktırmış ararsan yerini bulabilmek adına. Benim telefonuma da yaptı aynısını ama Allah’tan Gizay’ın verdiği bu üstün cihaz var. Amcamın ne planladığını öğrenirim diye size uğradım ve en son lisede yaptığım bir şey yapmak zorunda kaldım.’ Son cümlesi kaşlarımın çatılmasına neden olduğunda sifon sesi duydum. Belli ki Zeren bey gerçekten çıldırmıştı ve Simay da artık her ihtimali değerlendiriyordu.

‘Gelip ne yapayım Simay’cım? Anlatsana bana. Ayrıca en son lisede yaptığın neyi yaptın sen?’ Diyerek iç çeksem de onun bu konuda ısrarına devam edeceğini biliyordum.

‘Ne bileyim özür dile, şirketten dışarı çıkma ama böyle de bırakma ortalığı. Sizin eve girerken de çıkarken de üzerim arandı çiçeğim, telefonu çok uzun zaman sonra sütyenimin içine saklamam gerekti.’ Babam gerçekten kafayı yemişti. O kadar ki Simay’a dinleme cihazı takacağımızı düşünüyordu ama Simay’la iletişim kurabileceğimizi düşünmüyordu. Muhtemelen iyice bozulan sinirleri yüzünden artık düşünemiyordu da.

‘Bırakmadım zaten. Ne yaptığımızı öğrenmek ister misin?’

‘Sormaya korkar hale geldim ama ne yaptınız?’ sesinde hem tedirginlik hem de muzur bir gülüş varken ve ben bunu iliklerime kadar hissederken Simay’ın tüm ikilemler arasında kalarak cevap vereceğini fakat vereceği yanıt ne olursa olsun benim için mutlu olacağını biliyordum. O benim aklı başında suç ortağımdı. Genelde ben babamı kızdıracak şeyler yapardım, hatta bunu fark etmeden yapardım, o ise bana olması gerekeni anlatsa da yardım ve yataklıkta bulunurdu. Ve sonunda hep Simay’ın dediği olur, ya enselenirdim ya da Zeren beyin zindanına atılırdım.

‘Evlendik.’ Vereceği tepkiyi bilerek telefonu uzaklaştırarak konuştuğumda Simay’ın bağrışı dışarı kadar ulaşmıştı ki Noyan ve Gizay’ın gözleri şaşkınlıkla beni buldu.

‘Ne yaptınız! Siz delirdiniz mi! Kaç gündür tanıyorsunuz birbirinizi! Onu bırak çıldıracaklar duyduklarında! Amcamı bilmiyorum, hatta amcamı şu an umursamıyorum Belgi fakat babam seni jülyen doğrayacak! Fransız mutfağı bu zamana kadar böylesine ustalıkla doğranmış insan görmediği için şaşıracak!’ çığlıklarının ardı arkası kesilmezken bana şaşkınca bakan iki adama omuz silkip gülümsedim.

‘Delirdik kuzen, hem de çok sağlam delirdik.’

‘Belgi… Amcam ve Noyan’ın babası, neydi ismi… Hah, Kubilay bey sürekli birbirlerine sataşıyorlar. Şuan dua ettiğim tek mesele Kubilay beyin daha aklı başında davranıyor olması. Ancak bir yandan birbirlerini devirme çabasında, bir taraftan da sizi bulma çabasındalar. Valla amcam sizi bulduğu dakika Noyan’ı öldürecek gibi geliyor ki onun babası da seni öldürmek isteyecektir. Siz bence neredeyseniz orada kalın. Bir de teyze falan olmuyorum değil mi? Yani yaşım çok genç biliyorsun ve sizin bu zamansız evlilik işi… Ne bileyim…’

‘Sen bizi kafaya takma kuzen, kendine dikkat et. Sadece seni merak edip sesini duymak istedim. Teyze olmana gelirsek-’ Noyan’ın saçma dahi olsa meraklı, Gizay’ın ise şaşkın hali yeniden anında beni bulduğunda dudaklarımı ıslattım, ‘Öyle bir durum yok.’

‘Çok özledim seni Belgi ve… Hep yanındayım, unutma olur mu? Teyze oluyorsun deseydin de yanında olurdum.’ sesindeki özlemle sondaki dalga geçen hali hem gülümsememi hem de sertçe yutkunmamı sağladığında gözlerimin dolmasını engellemek için kapattım.

‘Unutmam… İyi ki varsın.’

‘Sende iyi ki varsın, mutluluklar bu arada.’ İçinden gelen bir ifade değildi bu. Mutluluklar dilemesi bana göre bir şey olmamıştı hiç ve o da, bende bunu biliyorduk, ‘Bu arada, siz ne zaman evlendiniz? İki gün önce Levent senden haberim olup olmadığını sordu, yoksa o bile biliyordu da ben bilmiyor muydum?’ sesindeki kıskançlık kendini gösterdiğinde gülümsemem kendini göstermeye başladı.

‘Ben söylemedim ama Noyan belki söylemiştir. Levent bu, belki de kendisi öğrenmiştir. Teşekkürler bu arada.’

‘Bilse de senin söylememen cezbedici, ben artık çıkayım şu tuvaletten.’

‘İyi ki varsın Simay, görüşürüz.’

‘Sende hep iyi ki varsın, görüşürüz.’ Sesindeki sona doğru olan umutsuzlukla aramayı bitirdiğimde derin bir nefes almıştım ki bakışlarım katran karası denizdeki hareketliliğe takıldı. Saatlerdir bilgisayara bakan gözlerimin yanılgısı mı diye düşünerek gözlüklerimi takıp tekrar aynı noktayı süzdüğümde kaşlarım çatılmaya başladı. Hayal görüyor olmalıydım. Fazlaca geç bir saatti, ben çok uzun süre bilgisayar ekranına odaklanmıştım ve konular beynimi bir jöle kıvamına getirdiği için o katran kara denizde ufak kırmızı ışıklar görüyordum. Öyle olmalıydı!

Neredeyse sabaha karşı bir vakitte o kapkara çarşaf gibi olan suyun üzerinde bu tarafa doğru bir şeylerin geliyor olması hayal gücüm, göz yanılsamam, bir de saçmalıktı. Ama bütün bunlar aynı anda bir gerilim filminin içinde gibi, usul usul gerçekleşiyordu.

‘Noyan!’ sesimdeki paniği algılayarak bir anda masadan kalkan Noyan gözlerimi ayırmadığım noktaya döndüğünde bana yaklaşıp bileğimi tutması saniyeler içinde oldu. İçeri çektiği sırada Gizay’da bizimle gelip cam kapının sürgüsünü çektiğinde sertçe yutkunup Noyan’ın gözlerine çevirdim harelerimi ama orada asla ve asla Noyan yoktu. Muhtemelen sabah Şanze’nin anlattığı adam canlanmıştı.

Benim puslu mavi gördüğüm o gözler geceden de, denizden de daha siyah bakıyordu. Sonu asla tahmin edilemez şekilde üstelik. Bu Noyan değildi. Bu tanıdığım günden bugüne kadar bana bakan okyanus gözlü o adam değildi. Hatta o adamı kendi içinde katletmiş gibiydi. Kocaman bir siyahın içine atıp üzerine zifir döküp saklamış, yerine de aynı gözlere fakat farklı bakışlara sahip bir adamı bırakmıştı.

 

Ahter’i…

 

Bölüm : 22.08.2025 12:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...